30 Temmuz 2013 Salı

İslamoğlu Tef. Ders. AHKAF (25 - 29) (159-1) B



A sayfasından devam


25-) Tüdemmiru külle şey'in Bi emri Rabbiha feasbehu lâ yura illâ mesakinühüm* kezâlike neczil kavmel mücrimiyn;

(O rüzgâr) Rabbinin emriyle her şeyi helâk edip dumura uğratır! Nitekim öyle oldular ki, geride onların meskenlerinden başka bir şey kalmamıştı! Suçlular toplumuna yaptıklarının sonucunu böyle yaşatırız! (A.Hulusi)

25 - Rabbinin emriyle her şey'i tedmir eder, derken öyle oluverdiler ki meskenlerinden başka bir şey görünmez oldu, işte öyle mücrim bir kavme biz böyle ceza veririz. (Elmalı)


Tüdemmiru külle şey'in Bi emri Rabbiha rabbinin emri ile o felaket, o bulutun getirdiği korkunç kasırga her şeyi yerle bir etti, mahvetti, kökünü göğe getirdi. feasbehu lâ yura illâ mesakinühüm sonunda harap olmuş haneler dışında onlardan geriye hiçbir şey kalmadı. kezâlike neczil kavmel mücrimiyn işte biz günaha gömülüp giden bir toplumu böyle cezalandırırız, böyle helak ederiz.

Bu felaket kaynaklarımızda yer aldığı kadarıyla dehşet bir felaket olmuştu. İnsanları kumlar gibi göğe savurmuştu bu kasırga. Kumlar, kurşunlar gibi insanları vurmuştu. 8 gece 7 gün sürdüğünü söylüyor Kur’an. İnsanlar kütükler gibi sürüklenmiş, devrilmiş ve kaybolmuştu, ufalanmıştı, talaşa dönmüştü. Koca bir uygarlık kimi yerlerde 12. metreyi bulan bir kum denizinin altına gömülüp gitmişti. Bunu, bu y.y. da yapılan bölgede ki kazılardan anlıyoruz. O uygarlığa ait olduğu sanılan görkemli sütunlar 12 m ile 7 metrelik kum dağlarının, tepelerinin altında bulunmuştu. Hakka suresinin 6 ve 8. ayetleri arasında bu felaketin boyutları aktarılır.


26-) Ve lekad mekkennahüm fiyma in mekkennaküm fiyhi ve ce'alna lehüm sem'an ve ebsaren ve ef'ideten, fema ağnâ 'anhüm sem'uhüm ve lâ ebsaruhüm ve lâ ef'idetühüm min şey'in iz kânu yechadune Bi âyâtillâhi ve haka Bihim ma kânu Bihi yestehziun;

Andolsun ki, size vermediğimiz imkânları onlara verdik... Onlara kulaklar, gözler ve hakikati kavrayacak kalpler oluşturduk... Bile bile Allâh'ın işaretlerini inkâr etmeleri yüzünden; onların ne kulakları, ne gözleri ve ne de FUADLARı (Esmâ mânâ özelliklerini şuura yansıtıcılar - beyne kopyalanmış kalp nöronları) onlardan bir şey savmadı! Alay etmekte oldukları şey onları ihâta etti! (A.Hulusi)

26 - Yemîn ile söylerim: doğrusu biz onlara öyle şeyler vermiş idik ki size o kuvvet ve mükneti vermemişizdir, hem kendileri için kulak ve gözler, gönüller yapmış idik ki ne kulakları, ne gözleri, ne gönülleri kendilerine bir fayda vermedi, zira Allahın âyetlerini inkâr ediyorlardı, o istihza ettikleri şey de kendilerini kuşatıverdi. (Elmalı)


Ve lekad mekkennahüm fiyma in mekkennaküm fiyh doğrusu onlara orada; Ey muhataplar, ey şımarık Mekke’liler, ey son muhataplar arasında ki inkarcılar size bugün burada vermediğimiz kadar güç ve iktidar vermiştik. Yani onların iktidarı, onların refahı, onların gücü sizin gücünüzden çok daha fazla idi.

ve ce'alna lehüm sem'an ve ebsaren ve ef'ideten onların da işitme, görme ve akletme yeteneğiyle donatmıştık. Yani onlarında gözü vardı, kulağı vardı, kalbi vardı. fema ağnâ 'anhüm sem'uhüm ve lâ ebsaruhüm ve lâ ef'idetühüm min şey'i ne var ki ne işitme, ne görme, ne de akletme yetileri başlarından belayı savmaya yetmedi, başlarından belayı def etmedi. iz kânu yechadune Bi âyâtillâh çünkü onlar Allah’ın ayetlerini bile bile inkar etmişlerdi.

Bir sonraki surenin 2. ayetinde gelecek. Bir bilinci, bir aklı, bir tasavvuru vahiy inşa etmemişse o bilinç, o akıl, o tasavvur işitmez, görmez, duymaz, hissetmez. Çünkü insan gözü ile değil, bilinciyle görür. Gören göz değil, göz görmenin sadece aracıdır. Eğer akletmezse bu gözün 3 misli büyüklükte göz taşıyan mahlukat var. Onların 3 kat görmesi gerekirdi. Onun için akletmezse görmez, işitmez. Hakikati, işitmezse eğer görmez. Tıpkı ışık gibi. Işık yoksa göz işe yaramaz. Vahiy yoksa akıl işe yaramaz. Vahiy aklın ışığı, ışık gözün vahyi. Ses kulağın ışığıdır. Sesin kulağa nispeti neyse vahyin de akla nispeti odur. Kulak işitse bile ses yoksa, neyi işitecektir. Göz görüyor olsa bile ışık yıksa, o gözün kör olmasıyla görüyor olması arasında ki fark nedir.

Akıl da öyledir. Eğer yolunu bulamamışsa, eğer doğru bir kılavuz bulamamışsa, eğer doğru koordinatlara yerleşmemişse, doğru bir tasavvur onu yönlendirmemişse o zaman ışıksız göz gibi, aklı çalışsa dahi akıl doğru çalışmaz, iş yapmaz. İşte onun gibi. Tıpkı onun gibi, ki devamı zaten geliyor;

ve haka Bihim ma kânu Bihi yestehziun nihayet alay ettikleri şey onları çepeçevre kuşatıp mahvetti.


27-) Ve lekad ehlekna ma havleküm minel kura ve sarrefnel âyâti leallehüm yerci'un;

Andolsun ki şehirlerden etrafınızda olanları helâk ettik... Belki rücu ederler diye işaretleri çeşitli anlatım yolları ile tekrar tekrar açıkladık! (A.Hulusi)

27 - Celâlim hakkı için hakikaten etrafınızdaki memleketleri helâk etmişizdir, âyetleri tasrif de etmiştik, gerekti ki rücu' edeler. (Elmalı)


Ve lekad ehlekna ma havleküm minel kura doğrusu çevrenizdeki ülkelerden bir çoğunu da işte böyle yok etmiştik. Çevrenizdeki dediği vahyin ilk muhataplarının çevresinde ki ülkeler. Ki hemen kuzeyde Medain’i Salih gözlerinin önünde idi. Semud kavminin helak olduğu mekandan gelip giderlerdi. Akdeniz’le bölge arasındaki seyahat sırasında. Yine aynı seyahat sırasında yakınından geçtikleri bir başka helak bölgesi Lût kavminin helak olduğu bölge idi. Yani onlar, oralardaki helakin kokusunu hala alıyorlardı, biliyorlardı. Aralarında konuşuluyordu.

Fakat bilmek yetmiyor demek ki, görmek yetmiyor. İşte göremediler, bilemediler. Yani bilmeleri ve görmeleri ibret almaları için yetmedi. Bir üstte ki ayet belki bunu söylüyordu.

ve sarrefnel âyâti leallehüm yerci'un ama ondan önce belki vazgeçerler diye mesajlarımızı çok boyutlu olarak açıklamıştık. Yani helak etmeden. Ondan önce dediği bu. Helak etmeden onlara mesajlarımızı bütün boyutlarıyla açıkladık ki helak olmasınlar, mahvolmasınlar, biz helak etmek istemedik onları, kendi kendilerini helak ettiler. Helak olmasınlar diye verdiğimiz akılla yetinmedik. İrade verdik, onunla yetinmedik, peygamber gönderdik. Bir tane göndermedik çok gönderdik. Kitap gönderdik, bir tane göndermedik vahyi, çok gönderdik. Daha ne yapsaydık. Zımnen bu soru.

ve ma künna muazzibiyne hatta neb'ase Rasûla. (İsra/15) biz bir elçi göndermediğimiz sürece hiçbir topluma azab etmeyiz. Yani bu hem dünyevi felaketi, hem de uhrevi azabı kapsasa gerektir. Tabiat ayetleri ile uyardık onları, enfüs ayetleri ile uyardık, afak ayetleriyle uyardık. İnsan ayetiyle, olay ayetiyle ve olmadı vahiyle uyardık, yine uyanmadılar.


28-) Felevla nasarehümülleziynettehazû min dûnillâhi kurbanen aliheten, bel dallu anhüm* ve zâlike ifkühüm ve ma kânu yefterun;

Allâh dûnunda yaklaştırıcı olarak edindikleri tanrılar onlara yardım ettiler mi? Bilakis (edindikleri tanrılar) onlardan kaybolup gittiler! İşte bu (tanrı kabulleri) onların yalanı ve uydurageldikleri şeydir! (A.Hulusi)

28 - O vakit Allahın mâsivâsından yakınlık için ilâh ittihaz eyledikleri kimseler onları kurtarsalardı ya! Bilâkis onlardan savuşup yittiler gittiler, ki işte onların sapıtmalarının ve uydurup durdukları iftirâlarının hasılı budur. (Elmalı)


Felevla nasarehümülleziynettehazû min dûnillâhi kurbanen aliheten bari Allah dışında ilahlık yakıştırdıkları, kendilerini ona yakınlaştırsınlar, yardım etseler diye bel dallu anhüm ne gezer, onları tanımadılar bile. Yani kendilerine ilahlık yakıştırdıkları o varlıklar, kendisine ilahlık yakıştıran bu adamları tanımadılar bile. ve zâlike ifkühüm ve ma kânu yefterun bu onların kendi uydurdukları şeylerle kendilerini kandırmalarından başka bir şey değil. Sadece bunun bir sonucuydu.

Bir önceki surenin, casiye/7 ayetini tekrar hatırlatırım. Orada; effak vardı mübalağa vezni. Yalanda abartı. Yani yalanı hayat tarzı haline getirmek diye de çevirmiştim. İşte Effak; öyle bir yalan ki, kendi kendini dahi aldatıyor. Başkalarını aldatmak için söylediğiniz yalan, yalandır. Fakat o yalan döner sizi de aldatırsa effak olursunuz. İşte yalanın son sınırı budur. Yalanın en berbatı da budur. Kişinin kendisini aldattığı yalan. Şirk ve küfür, kişinin kendisini aldattığı korkunç bir yalan.


29-) Ve iz sarafnâ ileyke neferen minel cinni yestemi'unel Kur'ân* felemma hadaruhu kalu ensıtu* felemma kudıye vellev ila kavmihim münziriyn;

Hani cinden (insan gözünün görme alanı dışında kalan bir türden) bir grubu, Kurân'ı işitip dinlesinler diye sana yöneltmiştik... Ona hazır olduklarında dediler ki: "Susun!"... Hüküm yerine gelince de uyarıcılar olarak toplumlarına döndüler! (A.Hulusi)

29 - Bir de şu vaktı anlat ki: Cinlerden bir takımını Kur'an dinlemek üzere sana sevk etmiştik, bu suretle vaktâ ki ona hâzır oldular, susun dinleyin dediler, sonra bitirildiği vakit da döndüler, inzar etmek üzere kavimlerine gittiler. (Elmalı)


Ve iz sarafnâ ileyke neferen minel cinni yestemi'unel Kur'ân tabii bu pasajda efendimize teselli babından, ilk muhatapların inkarı, ısrarla geri durmaları, vahye sırt dönmeleri ve hatta işte Ad kavminin yaptığı gibi yapmaya kalkmaları ima edilmişti. Şimdi ise efendimize muhteşem bir teselli armağanı sunuluyor ve deniliyor ki; Bir zamanlar cinlerden bir grubu, Kur’an dinlemeleri için sana yönlendirmiştik, sana yöneltmiştik.

18. ayete atıf olduğunu hemen belirteyim bu surenin. Orada ins ve cinden bahsediliyordu. Cin; zıddı olan ins ile birlikte gelirse görünen, görünmeyen karşıtlığı oluşturur, bu manaya gelir genellikle. Burada tek gelmiş. İns karşıtıyla birlikte kullanılmamış. Tek geldiği zaman uzak varlıklar anlamını da taşır. Uzak varlıklar. Bu ayetler nüzul ortamının cin tasavvurunu ele alan Sebe’/12 ayetiyle birlikte anlaşılmalı. Onun ışığında anlaşılmalı. Burada Resulallah’a cinlerin, uzak varlıkların yönlendirilerek onun Kur’an ını, onun okuduğu vahyi dinledikleri ifade ediliyor.

felemma hadaruhu kalu ensıtun nihayet o ilahi kelama kavuşur kavuşmaz sükunetle dinleyin demişlerdi birbirlerine. felemma kudıye vellev ila kavmihim münziriyn okuma biter bitmez de kendi kavimlerini yanına uyarıcılar olarak dönmüşlerdi.

Olay ayrıntılarıyla hadis kaynaklarında yer alır. Fakat ayrıntılarına inildikçe farklı, hatta bazen birbiriyle çelişen rivayetlere rastlanır. Ama esasta özü itibarıyla olayın özeti şu:

Efendimiz son bir sığınak olsun için ölümüne sıkıştırıldığı ve artık suikast hazırlıkları yapılan Mekke’den Taif’e hareket etmişti. Taif’te malumunuz olduğu üzre, surenin girişinde de bahsettiğimiz gibi taşlandı, aradığını bulamadı. Kendinse iltifat edilmedi. Orada Mekke gibi ihanet etti. O insanlık ufkunun eli yüzü kan revan içinde şehrin delileri, serserileri tarafından taşlanarak, horlanarak, hakaret edilerek şehirden çıkarıldı, kovuldu.

İşte me’yus bir halde, derin üzüntüler içerisinde Mekke’ye bin bir türlü duygularla dönerken yolda Nahle vadisi denilen yerde, ki bugünkü cin mescidinin olduğu yer. Hemen Mekke-i Mükerremede zaten Gazze çarşısı boyunca uzanan ve ucu mualla mezarlığına kadar uzanan o büyük caddenin üzerinde yer alan cin mescidinin olduğu yerde bu olay gerçekleşti.

Olay sırasında Resulallah’ın cinleri görmediğini beyan eden rivayetler var. Özellikle Buhari ve Tirmizi’nin naklettiği rivayetler bu cümleden olarak sayılabilir ki bunların başında Abdullah İbn. Abbas’a atfedilen rivayetler gelir.

Yine aynı kaynaklar bu cinlerin, ya da uzak varlıkların Yahudi olduğunu, ki ayetlerin gelişinden de anlaşılacağı gibi Yahudi olduğunu, Nasibeyn cinleri olduğunu, yani bizim bugün Nusaybin olarak bildiğimiz, o günkü anılışıyla Nasibeyn, çift nasip, çift imtiyaz, çift güzellik sahibi anlamına gelen Nusaybin cinleri olduğu kaynaklarda kayıtlı.

Bu ayetler aslında ne veriyor, nedir bize söylemek istedikleri, yani tüm muhataplarına bir şey söylüyorlar, o ne? O şu; Ey Muhammed seni kendi şehrin dinlemezse, yakınların reddederse sana Allah ta uzaklardan dinleyici bulur, gönderir. Seni en yakınların kovar, söver, döver ve horlarsa; seni en uzaklardan birileri gelir, kucaklar, destekler, hiç görmediğin, hiç tanımadığın, hiç bilmediğin, varlığından dahi haberdar olmadığın bir takım uzak varlıklar gelir, sana yardım eder, seni dinler, seni yalnız bırakmaz mesajıydı. Bu mesaj bir armağandı, bir teselli armağanı.

Aslında bu ayetler insan ve cinlere kendi türlerinden elçiler gönderildiğini ifade eden Enam/130. ayeti ışığında anlaşılmalıdır. Bunu da ifade ettikten sonra devam edelim.


Müslim ve Ebû  Dâvud, Alkame’den rivayet ediyorlar: «İbn-i Mes’ûd’a sordum:
Cin gecesi hiç biriniz Hz. Peygamberle beraber bulundu mu?
Hiç birimiz bulunmadık, lâkin bir gece Hz. Peygamberle beraber bulunuyorduk. Bir ara o bizden kayboldu. Vadilerde ve kuytu yerlerde onu aramaya başladık. Bir suikast’a uğradığını sandık; gayet korkulu bir gece geçirdik. Sabah olunca Hira yönünden çıkageldi. Dedik ki:
Ey Allah’ın Resûlü! Seni kaybettik; aradık, lâkin bulamadık. Sorma, çok korkulu bir gece geçirdik.
Bana cinlerin Tebliğcisi geldi. Onunla beraber gidip kendilerine Kur’ân okudum, diye izahat verdiler.
Bunun üzerine bizi götürüp onların yerlerini ve ocaklarını gösterdi. Sonra ondan azık istediler; onlara şöyle buyurdu:
Elinize geçen ve üzerine Allah’ın ismi anılan her kemik sizin içindir. Hayvanlarınız için de alâf artıklan azık olarak tahsis edilmiştir.
Resulallah sonra bize karşı şöyle buyurdu: Şu ikisi ile taharetlenmeyin! Çünkü onlar kardeşlerinizin yiyeceğidir.»
İmâm Ahmed, bu hadîsi şu ilâve ile rivayet etti: «Mekke’de ondan azık istediler. Onlar Cezîre cinleri idi.»
Hadîste anlatılan gece diğer hadîste anlatılan gece değildir. Çünkü o gece Peygamberimiz bizzat cinlere gideceğini bildirmiş ve İbn-i Mes’ûd ile birlikte gitmiştir. Sonra gözünden kaybolmuş bilâhare İbn-i Mes’ûd’un yanına dönmüştür…. (Cinlerin Esrârı - İmâm ı Şiblî)]

        [Ek bilgi-2; CİNLER HAKKINDA.

        Cinler iki unsurdan oluşur, hava ve ateş. İçerdikleri hava nedeniyle cinler diledikleri her surete girebilirken kendilerinde ki ateş unsuru sayesinde de incelmiş ve latiflikleri artmıştır.
        Cinlerde ezme, büyüklenme ve üstün olma duygusu vardır. Çünkü kendisinden meydana geldikleri ateş unsuru, konumu itibarıyla unsurların en üstünüdür. Ateş, doğanın gerektirdiği tarzda eşyayı dönüştürmede büyük bir etkiliğe sahiptir. Allah kendilerine emrettiğinde Cinlerin Adem’e secde etmek hususunda büyüklük taslamalarının nedeni budur.
        Cinler Adem’in kendisinden yaratılmış olduğu suyun otoritesinin ateşten daha üstün olduğunu anlamadı. Çünkü su ateşi yok eder. Toprak ise (Basit unsurları olan) soğukluk ve kuruluk nedeniyle ateşten daha sabittir. Binaenaleyh Adem, Allah’ın onu var ettiği iki unsurun baskın gelmesi nedeniyle güç ve direnç sahibi olmuştur.
        Cinler incelik ve latiflik aleminden olduğu için istedikleri duyusal suretlerin şeklini alma özelliğine sahiptir.
        Cinlerde üreme havanın dişinin rahmine üflenmesi ile gerçekleşir.
        Cinlere hava ve ateş unsuru baskın geldiği için onların gıdaları havanın taşıdığı şeyler, yani koklamadadır.
        Cinlerin Cinsel ilişkilerinde bir araya gelmelerine gelince, bu bir kıvrılmadır. Bu durum körükten ya da tandırdan birbirine karışmış halde çıkan dumana benzer.
        Cinler aralarında büyük savaşlar meydana gelir. Bazı fırtınalar onların savaşları olabilir.
(İbn. Arabi/ Fütuhât-ı Mekkiyye Cilt1/386)]


        159-1 videoyu BURADA bulabilirsiniz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder