31 Ekim 2011 Pazartesi

İslamoğlu Tef. Ders. Yunus (021-024)(68-A)






Sevgili Kur’an dostları bugünkü dersimize Yunus suresinin 21. ayeti ile devam ediyoruz.


21-) Ve izâ ezaknenNase rahmeten min ba'di darrae messethüm izâ lehüm mekrun fiy âyâtina* kulillâhu esra'u mekra* inne Rusulena yektübune ma temkürun;

İnsanlara, kendilerine dokunmuş bir sıkıntıdan sonra bir rahmet, güzellik tattırdığımızda, işaretlerimiz hakkında hemen bir mekre düşerler... De ki: "Mekr itibarıyla Allâh daha süratlidir... Muhakkak ki Rasûllerimiz mekrlerinizi yazıyorlar." (Yaşadıkları sıkıntının, elleriyle yaptıklarının sonucu olduğunu kavrayamayıp; ardından gelen rahmetin ise, yaptıkları yanlışın gerçekte yanlış olmamasının sonucu olduğunu ve doğru yolda olduklarını sanırlar. Allâh da onların bu sanılarını bozmaz ve yanlışta devam etmelerine müsaade ederek, azaplarının daha da büyümesine izin verir. İşte onların bu zanları, kendi mekrleri; Allâh'ın yanlışlarında devama müsaadesi de, karşı mekridir. A.H.) (A.Hulusi)

21 - İnsanlara dokunan bir sıkıntıdan sonra bir rahmet tattırdığımız zaman da âyetlerimiz hakkında derhal bir mekirleri vardır, de ki: Allahın mekri daha çabuktur, haberiniz olsun: elçilerimiz yaptığınız mekirleri yazıp duruyorlar. (Elmalı)


Ve izâ ezaknenNase rahmeten min ba'di darrae messethüm izâ lehüm mekrun fiy âyâtina ve ne zaman kendilerine dokunan bir sıkıntının ardından bu tiplere rahmetimizden bir parça tattırsak derhal ayetlerimiz hakkında tuzak tezler tasarlamaya başlarlar.

Bu tipler diye çevirdim yaklaşık bir çeviriyle, kim o tipler; Hemen hatırlayacak olursanız geçen dersimizin son ayetinde, yani 20. ayette sevgili efendimizden Kur’an la yetinmeyip bir mucize, bir olağanüstülük isteyen. Sanki Kur’an mucize değilmiş gibi gözlerini bu insanoğlunun gördüğü en büyük mucizeye kapatıp ta daha farklı ilginçlikler isteyen işte bu insanlar. Ki onların bir takım vasıflarından 7- 11- 12- 15- 18. ayetlerde de söz edilmişti.

Ayette; izâ lehüm mekrun ibaresi; Orada ki İzâ ile mekr kelimesi birleşince dil açısından hemen gerçekleşen bir eyleme delalet eder. Ferrâ’ya göre dilci. Ayetlerimiz diye çevirdim. Âyâtina. Yalnızca hitabi ayetler kastedilmiyor burada. Daha önceki dersimizden de hatırlayacak olursanız; Göklerdeki ve yerdeki ayetler, yani kevni ayetlerden söz edilmişti. Gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinden söz edilmişti. İşte onlar da birer ayet. Onun için buradaki; fiy âyâtina ibaresinde ki ayetler, yalnızca hitabi ayetler, kitabi ayetler değil, varlık ayetleri, olay ayetleri, hepsi onun içine giriyor.

Burada tasarım diye çevirdiğim bir ibare var. Mekr. Ben ona tuzak diye çevirmeyi doğru bulmayıp tasarım dedim. Bu tasarımı bu tip insanlar neye karşı yapıyorlar? Ya hitaba yönelik yapıyorlar, bu surenin 2. ayetinde olduğu gibi. Ne diyorlar? Sihir diyorlar. Bu bir hitaba yönelik tez, bir tasarım, daha doğrusu bir peşin fikir, ön fikir, ön yargı. Önyargı insanın ayartıcı güdülerine dayanır. Ön bilgi ise imanına.

Ya hitaba yönelik demiştim, ya da varlık ve olayların anlaşılmasına yönelik olur bu tasarım, bu tuzak. Nasıl olur bu tuzak düşünce; olayları ve kainatı Allah’tan bağımsız değerlendirir. Başına gelen olayların Allah’la ilgisinin olmadığını düşünür, ki yine geçen derse bir atıf yapmak durumundayım. Geçen derste başlarına gelen kimi hadiseleri, müşrik bir göz, tanrısını seçme, atama, tayin etme hakkının kendisinde olduğunu zanneden tiptir müşrik. İşte bu tip öyle bir düşünceye sahiptir ki; varlık ile Allah arasında bir bağlantı yoktur ona göre. İşte buna tasarım diyor Kur’an. Böyle düşünürler.

Kur’an ın gerek kaynağına yönelik olsun, gerek kainatta ki Allah’ın fiili ayetlerine yönelik olsun, ters dönmüş bir akıl işte böyle bir tuzak kurar kendi kendisine.

kulillâhu esra'u mekra De ki Allah hassas tasarımda  daha çabuktur. inne Rusulena yektübune ma temkürun; dikkat edin elçilerimiz inceden inceye tasarladığınız her şeyi kayda alıyorlar.


22-) "HU"velleziy yüseyyiruküm fiyl berri vel bahr* hatta izâ küntüm fiyl fülki ve cerayne Bihim Bi riyhın tayyibetin ve ferihu Biha caetha riyhun asıfün ve caehümül mevcü min külli mekanin ve zannu ennehüm uhıyta Bihim, deavullahe muhlisıyne lehüd diyn* lein enceytena min hazihi le nekûnenne mineş şakiriyn;

"HÛ" ki sizi karada ve denizde seyrettirmekte... Hatta siz gemideyken; gemiler, içindekileri sakin bir rüzgâr ile akıp götürdükleri sırada bundan mutlularken; onlara fırtına gelip çatar, dalgalar her taraftan onları vurur! Onlar da dalgalarla kuşatıldıklarını ve büyük tehlikede olduklarını düşündüklerinde, tüm oluşumun Allâh'ın kudret elinde olduğuna inanmış olarak dua ederler: "Andolsun ki eğer bizi şundan kurtarırsan, kesinlikle şükredenlerden olacağız." (A.Hulusi)

22 - O, odur ki sizleri karada ve denizde gezdirtir, hattâ gemilerde bulunduğunuz ve içindekileri alıp hoş bir heva ile aktıkları ve tam onunla ferahlandıkları sırada ona şiddetli bir fırtına gelir çatar ve her yerden onlara dalga gelmeğe başlar ve zannederler ki tamamen ihata olunup bittiler, o vakit Allaha dini halis kılarak dua ederler: «ahdimiz olsun ki, derler, eğer bizi bundan halâs edersen, şeksiz şüphesiz şükreden kullarından oluruz».(Elmalı)


"HU"velleziy yüseyyiruküm fiyl berri vel bahr sizi karada ve denizde gezdiren O’dur.

Aslında bize normal gibi geliyor. Biz insan oğlu nedense her gün gördüğümüz mucizeleri görmezden geliriz de, başka mucizeler isteriz. Aslında suyun kaldırma gücünün, havanın itme gücünün ve eşyanın tabi olduğu tüm yasa ve kanunların Allah tarafından konulmuş olduğunu unuturuz ve Allah’tan başka deliller bekleriz.

İşte burada da 7. yy. ın akışkanlar dinamiğini bilmeyen insanı için deniz olağanüstü, olağandışı bir yolculuk aracıdır, yoldur daha doğrusu. Onun içindenizden örnek veriliyor çölün insanına.

hatta izâ küntüm fiyl fülk dahası, tutun ki sizler gemide bulunuyorsunuz, ve cerayne Bihim Bi riyhın tayyibetin tatlı bir rüzgarda onunla yol alıyorsunuz. ve ferihu Biha caetha riyhun asıfün ve caehümül mevcü min külli mekan üstelik tam da bunun sevinciyle denizde salına salına bir gemide mest olmuşken, birden bir fırtına yakalıyor gemiyi ve dalgalar her yandan yolcuları kuşatıyor. ve zannu ennehüm uhıyta Bihim onlar her yandan ölümle sarıldıklarına kanaat getirmişlerdir. deavullahe muhlisıyne lehüd diyn* lein enceytena min hazihi le nekûnenne mineş şakiriyn; Ne yapıyorlar böyle bir durumda olan insanlar; Tüm içtenlikle Allah’a yönelip yalnız onun dinine sığınarak; Eğer bizi bu beladan kurtarırsan yemin olsun ki şükredenlerden olacağız diye yalvarıp yakarıyorlar.

Ayetin aslında simgesel bir dille tüm insanların başına gelebilecek bir hadiseyi anlamışızdır. Bilmiyorum dikkatinizi çekti mi, siz diye giren ayet hemen bir cümle ilerde onlara geçiyor, zamir değiştiriyor ve en sonunda siz diye bitiyor. Yani zamirler ayet içerisinde metaforik bir biçimde dönüşüyor.

Bundan bendeniz şunu anlıyorum; Öz benliğini karşısına koyup muhasebe yapmaya çağırıyor insanı. Sen kendini karşına koy ve bir bela ile, bir felaketle yüz yüze geldiğinde nereye yönelirsin.İşte insanın fıtratına bir göndermedir bu. İnsan canı yandığı zaman fıtratında yazılı olan gerçek zata yönelir. İnsan darda kaldığı zaman, insan çıkmaza düştüğü zaman,tüm kapılar önünde kapandığı zaman açık kapının Allah’ın kapısı olduğunu kendiliğinden bilir. Her insan için bu böyledir. Onun için de burada fıtrata dönüş dile getiriliyor.

Her felaket insan ruhunun, insan fıtratının üzerine sürülmüş sentetik boyaları döken bir tinerdir. Sentetik boyalar dökülünce  Sıbgatallah. altından Allah’ın boyası çıkar. ve men ahsenü minellahi sıbğatev.. (Bakara/138) Allah’tan daha güzel boya vuran kimdir. İşte bunu o zaman görürüz ve duanın gerçek dilini söylüyor ayet.

Duanın gerçek dili fıtrat dilidir. Duanın gerçek dili, işte fıtratın dili. O fıtratın dili konuşmaya başladığı zaman kültürlerin, insanın sonradan öğrendiklerinin, insana enjekte edilen ideolojik farklılıkların hepsi bir yana, sadece Allah’la insan baş başa kalıyor ve insan o zor zamanda o dar zamanda kıblesini doğrudan Allah’a çeviriyor.

Bu ayetin tefsirinde müfessir Reşit Rıza’nın çok hoş bir öyküsünü okumuştum. Bir denizde giderken fırtınaya tutulan bir geminin yolcuları başlarlar, bir tanesi; “Yetiş ya seyit bedevi.”. Öbürü; “Yetiş ya pirim Abdulkadir Geylani.”. Öbürü; “Yetiş ya falanca hazret”. Öbürü; “Yetiş ya falanca seyyid” diye herkes kendi sevdiğini imdada çağırmaya başlayınca gemi yolcuları arasından bulunan bir Allah dostu; “Batır Allah’ım batır..!” demiş. “Hiç biri de seni hatırlamadılar, bunlar seni unuttular, batır bunları.”

Yetiş Ya Rabbi denilecek yerdir. Onu, burada hikayesi anlatılan Mekke’nin putperestleri dahi diyor.


23-) Felemma encahüm izâ hüm yebğune fiyl Ardı Biğayril Hakk* ya eyyühenNasu innema bağyüküm alâ enfüsiküm metaal hayatid dünya sümme ileyna merciuküm fenünebbiuküm Bima küntüm ta'melun;

Ne zaman ki Allâh onları kurtarır, yeryüzünde haksız olarak hemen azgınlığa başlarlar... Ey insanlar, sizin zulüm ve taşkınlığınız, sadece nefislerinize zarar verecektir! O dünya hayatının geçici zevklerinden yararlanırsınız; sonra dönüşünüz bizedir! (İşte o zaman) yapmış olduklarınızı (hakikatini) bildiririz. (A.Hulusi)

23 - Derken vaktâki onları halâs eder, çıkar çıkmaz Yer yüzünde haksızlıkla bagye başlarlar, ey insanlar, bagyiniz sırf kendi aleyhinizedir, o alçak hayatın biraz zevkini sürersiniz, sonra döner bize gelirsiniz, biz de bütün yaptıklarınızı size haber veririz. (Elmalı)


Felemma encahüm izâ hüm yebğune fiyl Ardı Biğayril Hakk sonunda ne olur biliyor musunuz, yukarıda ki hadiseden sonra, Kurtarmasının hemen ardından bu kimseler yer yüzünde haksız yere azgınlık yapmaya başlarlar.

Sanırım anlaşılıyor. İnsan oğlunun nankörce tavrı dile getiriliyor. Bu surenin 12. ayetinde de dile getirilmişti hatırlar mısınız. Bundan önce tefsir ettiğimiz ayetlerde. Orada da aynen insanoğlu rabbi tarafından kendisi sınanırken, rabbine söz verdiği halde onun başından belayı kaldırır kaldırmaz yine eski haline döner, rabbini unutur. İşte bu nankörlüğe.

Nankörlük küfrün ahlaki tavrıdır. Ahlaki karşılığıdır. Yani küfür ahlak haline gelirse Nankörleşir. İşte nankörlükle küfür arasında böyle bir bağ vardır. Nankörlüğün akidevi olanına küfür, küfrün davranış biçimi olanına nankörlük denilir.

ya eyyühenNasu innema bağyüküm alâ enfüsiküm ey insanlık, yaptığınız azgınlığın sonucu yine gelip sizi bulacaktır. Her olumsuz tavrın insani bir sonucu var. Yani insan üzerinde bir iz bırakıyor. Her insan ile Allah arasındaki olumsuz ilişki, ruhsal planda insanı yaralıyor ve yoksullaştırıyor, insanın içini fakirleştiriyor. Bu ayet ona bir dikkat çekiş. İnsanın yaptığı her olumsuz davranış, Allah’ın yapma dediği her olumsuzluk, insanı ruhsal açıdan yoksullaştıran bir davranış biçimi. Allah yoksullaşmamızı istemiyor. Zengin yarattığı iç dünyamızın yine yem yeşil, yine bitek, yine verimli, yine ürünlü olmasını istediği için kendi kendimizi yoksullaştırmamıza razı olmuyor.

 metaal hayatid dünya Dünya hayatının zevkleri gelip geçicidir. Veciz bir metin, Kur’an ın tüm metninde olduğu gibi burada da icaz var. En az kelime ile en çok hakikati anlatma icazı. sümme ileyna merciuküm fenünebbiuküm Bima küntüm ta'melun; sonunda bize döneceksiniz ve biz yaptıklarınızı bir bir size haber vereceğiz.


24-) İnnema meselül hayatid dünya kemain enzelnahu minesSemai fahteleta Bihi nebatül Ardı mimma ye'külün Nasu vel en'am* hatta izâ ehazetil Ardu zuhrufeha vezzeyyenet ve zanne ehlüha ennehüm kadirune aleyha, etaha emruna leylen ev neharen fecealnaha hasıyden keen lem tağne Bil ems* kezâlike nufessılül âyâti likavmin yetefekkerun;

Dünya hayatı şuna benzer... Semâdan inzâl ettiğimiz bir su; onunla insanların ve hayvanların yediği, yeryüzünün yetiştirdikleri oluşmuştur. Nihayet yeryüzü, ürettikleriyle en güzel hâle ulaştığında; yaşayanları da, kendilerini kudretli sandıklarında, gecenin ya da gündüzün bir anında, hükmümüz açığa çıkıverdi! Onu, sanki bir an öncesinde hiç şe'nlenmemiş gibi biçip atarız! Tefekkür eden bir topluluk için işaretleri işte böyle detaylandırıyoruz! (A.Hulusi)

24 - O Dünya hayatın meseli sırf şunun gibidir: bir su, biz onu Semâdan indirmişiz derken onunla Yer yüzünün otu: insan ve davar yiyeceğinden birbirine girmiştir, Nihayet Arz, bütün ziynetini takınıp süslendiği, ehli de onun üzerine kendilerini kadir zannettikleri bir sırada geceleyin veya gündüzün ona emrimiz gelivermiş bir lâhzada ona öyle bir tırpan atıvermiştir ki sanki dün hiç bir şenlik yokmuş, işte düşünecek bir kavim için âyetleri böyle tavsıl ediyoruz. (Elmalı)


İnnema meselül hayatid dünya kemain enzelnahu minesSema’ mesela bu dünyanın cezp edici hayatı bir su gibidir ki onu gökten biz indirdik. fahteleta Bihi nebatül Ardı mimma ye'külün Nasu vel en'am derken o insanların ve hayvanların kendisinden beslendiği bitkilerce emildi. hatta izâ ehazetil Ardu zuhrufeha vezzeyyenet ve zanne ehlüha ennehüm kadirune aleyha

İlginç, ayeti kerime gerçekten insanın tüylerini diken diken etmesi gerekir. Sonunda toprak yapay bir parlaklık ve baştan çıkarıcı bir tezyin ile arzı endam edipte sakinleri onun üzerinde tamamıyla egemen olduklarını düşünmeye başladıkları zaman;

etaha emruna leylen ev neharen bir gece vakti ya da gündüz gözü ile ansızın emrimizin infaz vakti geliverir.

Zuhruf dedi yukarıda. Kur’an da zuhruf aynı zamanda altın anlamına da kullanılır. Bu isimde bir de sure vardır. Sentetik altın parlaklığına bir gönderme. Madeni parlaklığa. Dinleyenin aklına hemen kurgusal güzelliği getiriyor. Doğal güzellik değil, kurgusal. İnsan yer yüzünü artık benim egemen diye, orada mutlak egemen oldum diye ele geçirir ve yer yüzünde kendisine sahte bir cennet kurar. İşte altının madeni parlaklığı, albenisi orada kullanılmış.

Bu insan tabiata emanet diye bakmaz. Böyle bir davranış emanet diye bakan bir insandan çıkmaz. Tabiata bir köle, bir cariye bir tutsak gibi muamele eder. Onun için tabiat kölesidir. Ona istediği işkenceyi yapar ve ondan istediğini alır. Onun için de tabiatla dost olmak gibi bir derdi yoktur. Çünkü eğer gücü yetiyorsa, kendisi onun efendisi olmak isteyecektir. Oysaki onun da, kendisinin de bir efendisi olduğunu, onunda Allah olduğunu unutur ve varlık içerisinde her şeyin bir rolü olduğunu ve bu rollerden bir gün hesaba çekeceğini, soracağını unutur. Onun için burada sentetik güzelliğe bir atıf var.

Tabii insan şehvet ve iktidar güdüsünü tabiatın sırtından tatmin etmeye başladığında ne olur? etaha emruna leylen ev neharen Allah’ın bir gece vakti ya da gündüz gözü ile ansızın emri geliverir. İnfaz edilir.

Aslında bu bir yasa, kainat yasası. İnsan davranışları için konulmuş ilahi bir yasa. İnsanlar azgınlaşınca, insanlar kendilerine emanet edilenlere ihanet etmeye başlayınca, ihanet ettikleri şeylerin cezasını görürler. Dünyaya ihanet ederler, tabiata ihanet ederler; Tabiat onlardan öç alır. Denize ihanet ederler öç alır. Göle ihanet ederler öç alır. Allah’a ihanet ederler Azizüyntikam olan Allah’ta onlara yaptıkları ihanetin acısını tattırır.

fecealnaha hasıyden keen lem tağne Bil ems Peki sonuç; Böylece onu sanki önceden hiç safa sürmemiş gibi kökünden sökülmüşe çevirir. Hasat yapar, ama ürünsüz. Allah’ın bela hasat’ıdır bu, kökünden söker.

Kökünden sökülmüştür diye çevirdim çünkü bu ayetlerin indiği dünyada hasat biçerek değil, otçul bitkileri otçul bitkileri kökünden sökerek yapılırdı. Onun içinde ben indiği andaki manayı vurgulamak için kökünden biçme değil de kökünden sökme biçiminde anlam verdim.

kezâlike nufessılül âyâti likavmin yetefekkerun; İşte biz düşünen bir toplum için ayetlerimizi böyle açık ve net bir biçimde dile getiririz.


Devam ediyor B sayfasına geçiniz.

28 Ekim 2011 Cuma

İslamoğlu Tef. Ders. Yunus (016-020)(67-E)


D sayfasından devam.



16-) Kul lev şaAllâhu ma televtühu aleyküm ve lâ edraküm Bihi, fekad lebistü fiyküm umüren min kablih* efela ta'kılun;

De ki: "Eğer Allâh dileseydi Onu size okumazdım; Onu size bildirmemiş olurdu!.. Ondan önce sizin içinizde gerçekten bir ömür kaldım... Aklınızı kullanıp bunu anlamayacak mısınız?" (A.Hulusi)

16 - De ki: eğer Allah dilese idi ben onu size okumazdım, hiç bir suretle de size onu bildirmezdi bilirsiniz ki ben sizin içinizde bundan evvel bir ömür durdum, artık bir kere aklınıza müracaat etmez misiniz? (Elmalı)


Kul lev şaAllâhu ma televtühu aleyküm ve lâ edraküm Bih De ki; eğer Allah öyle dileseydi ben onu size okumazdım, zaten O’da onu size göndermezdi. fekad lebistü fiyküm umüren min kablih hem doğrusu şu ki ondan önce yıllarımı sizin aranızda geçirmişim. efela ta'kılun; bu kadarını dahi akıl edemiyor musunuz. Sizin aranızda yaşadım, siz verdiniz bana Muhammed-ül emiyn ismini, el emiyn diyen siz değil miydiniz. Hacer-ül esved i bana yerleştirten siz değimiydiniz, sor onlara diyor Kur’an, söyle. Sizin aranızda yaşadı yılları sizin aranızda geçti. Nasıl çelişki bu.

Hiç şiir yazmamıştı şiir yazdığı şair olmadı peygamberin. Entelektüel faaliyetine hiç rastlanmamıştı 40 yaşına kadar. Dahası; felsefi düşünce ürettiğine dair herhangi bir delil yoktu. Herhangi bir yazı da yazmamıştı. O ana kadar bir yazılı belgeye imza atmamıştı. Entelektüel bir faaliyete katılmamıştı. Aralarında yaşamıştı, her gününe şahitlerdi. O ana kadar böyle bir şeyle uğraşmayan bir insani, birden bire yeryüzünde hiçbir insanın yazamayacağı müthiş hakikatleri ebedi bir biçimde, insandan mutlak bir biçimde bahseden, insan psikolojisini bir fotoğraf gibi insanın gözünün önüne seren, ebedi bilgiler veren, hiç kimsenin ulaşamayacağı müthiş şeyler söyleyen ve bu sözleri söylerken de mükemmel bir belagatle söyleyen, bir metni, bir gecede nasıl oldu da geldi. Siz bunun arkasını önünü düşünmüyor musunuz. Yani bu insan, aranızda yaşayan bu insan bir gecede mi değişti. Bunu görmüyor musunuz. İşte bu bir itirazdı onlara.


17-) Femen azlemü mimmeniftera alAllâhi keziben ev kezzebe BiâyâtiHİ, innehu lâ yüflihul mücrimun;

Allâh'a yalan iftira eden yahut O'nun işaretlerindeki varlığını (Esmâ'sının açığa çıkışı olan işaretleri) yalanlayandan daha zâlim kimdir? Muhakkak ki suçlular kurtuluşa ermezler! (A.Hulusi)

17 - Artık bir yalanı Allaha iftira eden veya onun âyetlerine yalan diyenden daha zâlim kim olabilir? Şüphe yok ki: mücrimler, felâh bulmaz. (Elmalı)


Femen azlemü mimmeniftera alAllâhi keziben ev kezzebe BiâyâtiH hem kendi uydurduğu yalanları Allah’a yakıştırandan daha, ya da O’nun mesajlarını yalanlayandan daha zalim biri olabilir mi.

Burada iki çevreye, iki şeye itiraz var;

1 – Eğer biri bir şeyler yazıp ta  Allah yazdı, Allah gönderdi derse o Allah’a iftira etmiş olur.

2 - Ama Allah’ın gönderdiği gerçek bir vahyi de inkar ederseniz bu sefer siz inkar etmiş, siz Allah’a nankörlük etmiş olursunuz. İki tür bir itiraz var burada.

Mekke de müşriklerin, vahyin kaynağına olan itirazları aslında temelde vahyin hayat tarzlarına getirdiği itiraza redde, bir inkar biçiminde ortaya çıkmıştı. Yoksa vahiy hayat tarzlarına bir itiraz etmeseydi, onların hayat tarzlarına yönelik herhangi bir şey söylemeseydi, vahye karşı herhangi bir şey söyleyecekleri yoktu onların.

innehu lâ yüflihul mücrimun; gerçek şu ki günaha gömülüp gidenler asla iflah olmazlar.


18-) Ve ya'büdune min dûnillâhi ma lâ yadurruhüm ve lâ yenfeuhüm ve yekulune haülai şüfe'âuna indAllâh* kul etünebbiunAllâhe Bima lâ ya'lemü fiys Semavati ve lâ fiyl Ard* subhaneHU ve teâlâ amma yüşrikûn;

Allâh dûnundakilere tapınırlar; oysa onlar ne zararı ne de faydası olmayan şeylerdir! Üstelik: "İşte bunlar Allâh indînde bizim şefaatçilerimiz" derler... De ki: "Siz, Allâh'a, semâlar ve arzda bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" Subhan'dır O; onların ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir. (A.Hulusi)

18 – Allah’ı bırakıyorlar da kendilerine ne zarar, ne menfaat veremeyecek şeylere tapıyorlar, ve «ha, onlar bizim Allah yanında şefaatçilerimizdir» diyorlar, de ki: siz Allaha Göklerde ve Yerde bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz? Hâşâ o onların isnat ettikleri ortaklıklardan münezzeh sübhan, yüksek çok yüksektir. (Elmalı)


Ve ya'büdune min dûnillâhi ma lâ yadurruhüm ve lâ yenfeuhüm ve yekulune haülai şüfe'âuna indAllâh Bir de Allah dışında kendilerine ne yararı, ne de zararı dokunmayan şeylere kulluk edipte, üstelik işte şunlar Allah katında bizim kayırıcılarımızdır diyenler iflah olmaz.

Yukarıdaki ayetle bitiştirerek anlamak lazım, bir de onlar iflah olmazlar. Daha önce söylemiştim, Mekke de iki grup vardı. Ele başılar dan bir kısmı mutlak ateist idiler. Yani ahirete inanmıyorlardı. Ama genel müşrik kitlesi bozulmuş bir ahiret inancına sahipti ve ahiret inancının en büyük tahrifi de şefaat inancı biçiminde gerçekleşiyordu. Bu putlar, Allah ile aramızdaki aracılardır diyorlardı. İşte bu8rada ona bir itiraz var.

kul etünebbiunAllâhe Bima lâ ya'lemü fiys Semavati ve lâ fiyl Ard De ki; Yoksa siz Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey varda onu mu haber veriyorsunuz,  subhaneHU ve teâlâ amma yüşrikûn; O, sınırsız yüceliği ve aşkın varlığıyla onların putlaştırdığı her şeyden beridir.

Aslında burada müşriklerin şefaat inancının da şirk olduğuna dair bir ima, açık bir ima var. Hem sebebi, hem sonucunun yani müşriklerin Ahiret ve Allah inancını tahrif etmelerinin sebebinin aslında bu yamuk, bu çarpık şefaat inançları olduğu burada ifade buyruluyor.


19-) Ve ma kânenNasu illâ ümmeten vahıdeten fahtelefu* ve levla kelimetün sebekat min Rabbike lekudiye beynehüm fiyma fiyhi yahtelifun;

İnsanlar tek bir ümmetten (İslâm fıtratı üzere yaratılma gerçeği) başka bir şey değildi, ayrılığa düştüler! (Anlatılmak istenen; var oluşun, zamansallıkla anlaşılan değil, her an geçerliliği olan olduğu. Şöyle ki: Her insanın, yaratılış olarak İslâm fıtratı üzere tek bir esasa göre meydana geldiği, anne-babasının dinini benlenince ayrılığın oluştuğuna işaret ediliyor. A.H.) Eğer Rabbinden öne geçmiş bir söz (kullukların gereğinin yaşanması hükmü) olmasaydı, hakkında ayrılığa düştükleri konuda aralarında hüküm verilirdi. (A.Hulusi)

19 - İnsanlar bir tek ümmetti, sonra ihtilâf ettiler, eğer rabbinden ezelde bir kelime sebk etmiş olmasa idi o ihtilâf edip durdukları şeylerde şimdiye kadar beyinlerinde hüküm verilmiş bitmişti. (Elmalı)


Ve ma kânenNasu illâ ümmeten vahıdeten fahtelefu İmdi, insanlık başlangıçta müttefik bir toplumdan oluşuyordu. Fakat sonradan ayrı görüşlere saptılar.

Söz açık, vahdet asli imiş, tefrika arizi imiş, sonradan olmuş.

Vahdet tabii, doğal tefrika sunnidir, Sün’i dir.

Tevhid asli imiş, şirk suni imiş, sentetik imiş. Burada öyle o ima ediliyor.

Hakk asli imiş, batıl arizi imiş, Hakk önce imiş, batıl sonradan gelmiş.

İyi asli imiş, kötü sonradan gelmiş.

İman asli imiş, inkar sonradan gelmiş.

Cennet asli imiş, cehennem sonradan gelmiş.

Sevap asli imiş, günah sonradan gelmiş.

Adem asli imiş, şeytan sonradan gelmiş. İşte burada söylenen bu. Fakat daha önce tefsir ettiğimiz Allah’ın; yerlerin ve göklerin, geceyi ve gündüzün ihtilafını örnek gösterdiği o ayeti kerimeden yola çıkarsak, varlığın iki yüzü var. Kötü olmasaydı iyi, batıl olmasaydı Hakk, küfür olmasaydı imanın değeri ve kıymeti bilinmezdi. Seçmekte olmazdı. İşte burada bu gerçek dile getiriliyor.

ve levla kelimetün sebekat min Rabbike lekudiye beynehüm fiyma fiyhi yahtelifun; ve eğer rabbin tarafından da daha önce bir yasaya bağlanmamış olsaydı onların kendi aralarında tartıştıkları konularda daha başından hüküm verilip iş bitirilirdi.

Nedir Allah’ın yasası? Farklılıklar, iman ve küfür Allah’ın yasasıdır. Bir örneklik insan zihninin ahlakının ve toplumsal gelişmenin önünün tıkanması demektir. Onun için alternatifin olmadığı yerde seçimden söz edilemez. Seçim yoksa irade ve akıldan söz edilemez. Dolayısıyla ödül ve cezadan söz edilemez.


20-) Ve yekulune levla ünzile aleyhi ayetün min Rabbih* fekul innemel ğaybü Lillâhi fentezıru* inniy meaküm minel müntezıriyn;

"O'nun üzerine Rabbinden bir mucize inzâl edilmeli değil miydi?" derler... De ki: "Gayb yalnızca Allâh içindir! Bekleyin! Muhakkak ki ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." (A.Hulusi)

20 - Bir de «ona rabbinden bambaşka bir âyet indirilse ya» diyorlar, sen de, de ki: gayb ancak Allaha mahsus, intizar edin ben de sizinle beraber muntazır olanlardanım. (Elmalı)


Ve yekulune levla ünzile aleyhi ayetün min Rabbih birde diyorlar ki; ona rabbinden bir mucize gönderilmeli değil miydi.  fekul innemel ğaybü Lillâh buna karşılık de ki; Aşkın hakikatler yalnızca Allah’a ait bir alandır. fentezıru* inniy meaküm minel müntezıriyn; şimdi artık bekleyin akıbetinizi. İyi bilin ki ben de sizinle birlikte bekliyorum.

Akıbeti cennet olanlardan kılması niyazıyla..!


“Ve ahiru davana velil hamdülillahi rabbil alemiyn”



67. videonun sonu.

27 Ekim 2011 Perşembe

İslamoğlu Tef. Ders. Yunus (010-015)(67-D)


C sayfasından devam.


10-) Da'vahüm fiyha subhanekellahümme ve tehıyyetühüm fiyha Selâm* ve ahıru da'vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn;

Onların ondaki Allâh'a yönelişleri: "Subhaneke Allâhümme = Subhansın sen Allâh'ım; seni tenzih ve tespih ederiz"dir... Birbirlerine yönelişleri ise: "Selâm"dır (Selâm ismi mânâsı sürekli açığa çıksın bizde)... Yönelişlerinin sonucunda ulaştıkları ise: "El Hamdu Lillâhi Rabb-ül âlemîn = Hamd Rabb-ül âlemîn Allâh'ındır" noktasıdır. (A.Hulusi)

10 - Orada duaları «subhaneke allahumme» sağlıkları «selam», Dualarının sonu da hakikat «elhamdulillahi rabbilalemîn» dir. (Elmalı)


Da'vahüm fiyha subhanekellahümme ve tehıyyetühüm fiyha Selâm onların orada ünleyişleri; “Muhteşemsin ey Allah’ım.” Olacaktır ve kendilerine mutluluklar size diye mukabelede bulunulacak.

Da'vahüm fiyha subhanekellahümme ve tehıyyetühüm fiyha Selâm Muhteşemsin ey Allah’ım diye bağıracaklar, çığıracaklar ve onlara cevap olarak denilecek ki; Mutluluklar, selâm, mutluluklar size..! Cennetten bir manzara.

ve ahıru da'vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn; ardından onların son çığlığı gelecek, buna mukabil diyecekler ki; el Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn; Alemlerin rabbi olan, tüm varlığın yegane rabbi, hakimi, koruyup kollayıcısı olan Allah’a övgülerin tamamı, senaların tamamı O’na olsun diyecekler.

Ya eyyetühen Nefsül Mutmainneh. (Fecr/27) Ey Allah’tan aşağısıyla tatmin olmayan nefis, ey cennetten aşağısına tatmin olmayan insan, İrci'ıy ila Rabbiki radıyeten mardıyye (Fecr/28) Rabbin senden razı, sen de rabbinden razı olmuş olduğu halde dön rabbine. Sen ondan razı ol,  ki O senden razı olsun. Ben Allah olarak senden razıyıyım ya rabbi de. Tıpkı Ali’nin dediği gibi, öyle de. “Ben Allah olarak senden razıyım, sen de kul olarak benden razı ol” de.

Kefeni fahran en teküne li rabben. Senin bana rab oluşun bana iftihar olarak yeter. Ve kefeni izzen en eküne leke abden. Benim de sana kul oluşum bana şeref olarak yeter. Ente li keme uhibbu, sen tam benim sevdiğim gibi bir Allah’sın. Ve cealni kema tuhibbu. Sen de bini sevdiğin gibi kıl. Dersiniz. (Hz. Ali – Münacat)


11-) Velev yu'accilullahu lin Nasişşerresti'calehüm Bil hayri lekudiye ileyhim ecelühüm* fenezerulleziyne lâ yercune Lıkaena fiy tuğyanihim ya'mehun;

Eğer Allâh insanlara, onların hayrı dilemedeki acelelerine göre, şerri hak etmelerine cevap verseydi; onların ömürleri çoktan bitmiş olurdu! Rücu ederek hakikati olan Esmâ'nın farkındalığına ermeyeceklerini sananları, kendi taşkınlıkları içinde kör ve şaşkın, bocalar hâlde bırakırız. (A.Hulusi)

11 - Eğer Allah, insanlara şerri onların hayır ivercesine ivdikleri gibi iyvecek olsa idi ecellerini kendilerine yetiriverir idi fakat likamızı arzu etmeyenleri bırakırız tuğyanlarında körü körüne giderler. (Elmalı)


Velev yu'accilullahu lin Nasişşerresti'calehüm Bil hayri lekudiye ileyhim ecelühüm imdi, eğer onların hayrı istemede acele ettikleri gibi, Allah’ta insanlar için hak ettikleri şer de acele etseydi onların sonunu getirecek hüküm hemen infaz edilirdi. İstemedi, yani bizim hayırda acele ettiğimiz gibi, Allah’ta bizim hak ettiğimiz şerri acele olarak vermedi bize. Neden? Çünkü;

..ketebe alâ nefsiHİr rahme.. (Enam/12) kendisine rahmeti prensip yaptı. Rahmeti kendisi için kanun kıldı, yasa kıldı.

Çünkü O, rahiymdir. Çok merhametlidir.

Çünkü O rahmandır. Özü itibarıyla varlığı rahmetle yaratmıştır.

Çünkü o Gaffar’dır çok bağışlar.

Çünkü O vedûd’dur, çok sever ve çok sevilir. Sevilmeyi ister.

Çünkü O Haliymdir, hemen cezalandırmaz, bekler, mühlet verir.

Çünkü O keriymdir. İkram etmek ister. Onun için bizim hak ettiğimiz şerri hemen infaz etmede acele etmedi.

fenezerulleziyne lâ yercune Lıkaena fiy tuğyanihim ya'mehun; Şu halde bizim huzurumuza çıkmaya yüzü olmayanları küstahça taşkınlıkları içerisinde debelenmeye terk ederiz.


12-) Ve izâ messel İnsaneddurru de'âna licenbihi ev ka'ıden ev kaima* felemma keşefna anhü durrahu merre keen lem yed'una ila durrin messeh* kezâlike züyyine lil müsrifiyne ma kânu ya'melun;

İnsan, sıkıntı veren bir olay yaşadığında; uzanmış, otururken ya da ayaktayken bize yönelip yardım ister! Fakat o olaydan feraha çıkardığımızda, sanki kendisini sıkan o olay için bize dua etmemiş gibi yürür gider! İşte haddi aşanlara, yapmakta oldukları böylece süslendirilmiştir. (A.Hulusi)

12 - İnsana bir sıkıntı da dokundu mu gerek yan yatarken gerek otururken gerek dikilirken bize duâ eder durur derken kendisinden sıkıntısını açıverdik mi sanki kendine dokunan bir sıkıntı için bize yalvarmamış gibi geçer gider, işte o müsriflere yaptıkları ameller böyle tezyin edilmektedir. (Elmalı)


Ve izâ messel İnsaneddurru de'âna licenbihi ev ka'ıden ev kaimen hem ne zaman insanoğlunun başına bir ziyan gelse, gerek yatarken, gerek otururken, ya da ayakta iken başlar bize yalvarıp yakarmaya.

Tipik bir insan tavrını dile getiriyor Kur’an. İnsan psikolojisinin en tipik vasfı bu. Başı sıkıştığında Allah’a müracaat eder. Burada ki yatarken, otururken, ayaktayken, her durumda demektir. Hayatın her anında, yani her an bize yalvarmaya başlar. Geceli gündüzlü hiç vakit geçirmeksizin bize sürekli yalvarır anlamına gelir.

felemma keşefna anhü durrahu merre keen lem yed'una ila durrin messehu Biz onu başına gelen ziyandan kurtardığımız zaman ise sanki kendisine dokunan ziyandan kurtarmamız için bize hiç yalvarmamış gibi nankörleşiverir.

Tipik bir nankörlük tavrı çiziliyor burada. İnsanın Allah’a karşı; “Allah’ım, seni seviyorum.” Neden? “Çünkü sana ihtiyacım var.” Bu tipik bir tüccarlık. “Allah’ım sana muhtacım.” Neden? “Çünkü seni seviyorum.” Bu işte sevginin zirvesi. Muhabbetullah, mahabbetullah doğru ifadesi ile. İhtiyacınız olduğunda Allah’a dönüp, ihtiyacınızı giderir gidermez yüz çevirecekseniz İşte rabbiniz buna nankörlük diyor burada olduğu gibi.

kezâlike züyyine lil müsrifiyne ma kânu ya'melun; Değere dönüşebilecek tüm imkanlarını. Bakınız; lil müsrifiyn ibaresini böyle çeviriyorum; değere dönüşebilecek tüm imkanlarını boşa harcayanlara yaptıkları işte böylesine cazip görünür.

Kul ya 'ıbadiyelleziyne esrefu alâ enfüsihim (Zümer/53)

Kendisini bozuk para gibi harcayan kullarım, ey kendini israf eden kullarım, hayatını harcayanlar.

Burada da o var. İsraf, Müsrif; elindeki değeri hovardaca saçıp savurandır. Hayatını harcayandır yani. Bu bir kadir bilmezlik, kıymet bilmezlik. Allah’ın insana verdiği psikolojik imkanlar, Allah’ın insana verdiği güç. Allah’ın insana verdiği o bitimsiz imkanı insan, har vurup harman savuruyor. İnanmak bir imkandır, irade bir imkandır, akıl bin imkandır, hafıza bir imkandır, muhayyile bir imkandır, insanın aldığı nefes bir imkandır. Eli bir imkandır, gözü bir imkandır, ağzı bir imkandır.

Bütün bu imkanları yok edecek olan şey ilk defa yürekte başlayan inkardır. Eğer yürekte nankörlük başlamışsa, ki nankörlük inkarla aynı kökten gelir. Her küfür nankörlüktür ve her nankörlükte fiili bir küfürdür. Bir nankörlük ki yürekte başlamışsa; el ayak, göz kulak, dil dudak nankörleşir. Hep nankör olur insan.

İşte burada insanın kendisini israf etmesi olarak, harcaması olarak gözüküyor bu. Öyle tasnif ediliyor ve bu tiplere; züyyine; cazip gelir, süslü görünür yaptıkları iş. Neden? Çünkü zihin alabora olmuştur. Ters görmektedir. Büyüğü küçük, küçüğü büyük. Geçiciyi kalıcı, kalıcıyı geçici görür. Ahiretin değerini dünyaya, dünyanın değerini ahirete yükler. Kısayı uzun, uzunu kısa görür. Değerliyi değersiz, değersizi değerli görür. Çünkü zihin ters dönmüştür. O zaman süslü gözükür. Kendi kötülükleri kendisine cazip gelmeye başlar.


13-) Ve lekad ehleknel kurune min kabliküm lemma zalemu ve caethüm Rusulühüm Bil beyyinati ve ma kânu li yu'minu* kezâlike neczil kavmel mücrimiyn;

Andolsun ki, sizden önceki nesilleri, kendilerine Rasûlleri açık deliller olarak geldikleri hâlde, zulümleri ve iman etmemeleri nedeniyle helâk ettik... Suçlu toplumları işte böyle cezalandırırız! (A.Hulusi)

13 - Celâlim hakkı için biz sizden evvelki kurunu, kendilerine Peygamberleri beyyinat ile geldikleri halde zulmettikleri ve imana gelmeleri ihtimali kalmadığı vakit helâk eyledik, işte mücrim kavimleri biz böyle cezalandırırız. (Elmalı)


Ve lekad ehleknel kurune min kabliküm lemma zalemu doğrusu sizden önceki bir çok nesli de kötülük odağı olmaya başlayınca yok oluşa mahkum etmiş idik. ve caethüm Rusulühüm Bil beyyinat oysaki onlara da peygamberleri hakikatin apaçık belgeleri ile gelmişlerdi. ve ma kânu li yu'minu fakat onlar iman etmediler. İnanmamakta direndiler. kezâlike neczil kavmel mücrimiyn; günaha gömülüp giden toplumu işte böyle cezalandırırız.

Sosyal bir yasa bu. Allah’ın sosyal yasası. Toplumsal çözülüş başladı mı sonucu tarih sahnesinden yok olmak. Aktif özne iken pasif nesne haline gelmek. Başkalarının yatağında akan çer çöp gibi olmaktır. İşte burada söylenen; Tarih tekerrür etmesin diyorsanız, sizden öncekilerin yolunu izlemeyin diyor o kadar.


14-) Sümme ce'alnaküm halâife fiyl Ardı min ba'dihim li nenzure keyfe ta'melun;

Sonra, onların ardından, sizi arzda halifeler olarak meydana getirdik, ne tür uygulama içinde olacağınızı görelim. (A.Hulusi)

14 - Sonra onların arkasından sizi Arzda halifeler yaptık ki bakalım: nasıl ameller ipliyeceksiniz?. (Elmalı)


Sümme ce'alnaküm halâife fiyl Ardı min ba'dihim li nenzure keyfe ta'melun; daha sonra ise onların peşinden sizi mirasçı kıldık ki, nasıl davranacağınızı görüp gözetleyelim.


15-) Ve izâ tütla aleyhim ayatüna beyyinatin kalelleziyne lâ yercune Lıkaene'ti Bi Kur'anin ğayri hazâ ev beddilhu, kul ma yekûnü liy en übeddilehu min tilkai nefsiy* in ettebi'u illâ ma yuha ileyye, inniy ehafü in asaytü Rabbiy azâbe yevmin azıym;

İşaretlerimiz onlara apaçık deliller olarak okunduğunda, rücu ederek hakikatleri olan Esmâ'nın farkında lığına ermeyeceklerini sananlar: "Bundan başka bir Kur'ân getir yahut Onu değiştir" dediler... De ki: "Onu nefsim tarafımdan değiştirmem benim için olacak şey değildir... Ben ancak bana vahyolunana tâbi olurum... Eğer Rabbime isyan edersem muhakkak ki ben o çok şiddetli sürecin azabından korkarım." (A.Hulusi)

15 - Böyle iken âyetlerimiz birer beyyine olarak karşılarında okunduğu zaman likamızı arzu etmeyenler «bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir» dediler, de ki, onu kendiliğimden değiştirmek liğim benim için olacak şey değildir, ben ancak bana vahyolunana ittiba' ederim; ben, rabbime isyan edersem şüphesiz büyük bir günün azâbından korkarım. (Elmalı)


Ve izâ tütla aleyhim ayatüna beyyinatin kalelleziyne lâ yercune Lıkaene'ti Bi Kur'anin ğayri hazâ ev beddilhu Bir de ne zaman hakikatin apaçık kanıtları olan ayetlerimiz onlara okunsa, huzurumuza çıkacak yüzü olmayan o kimseler derler ki; Bundan başka bir öğreti, bir bildirim getir. Ya da onda değişiklik yap derler.

Burada ki Kur’an ı, Kur’an diye çevirmedim. Kur’an bir mastardır. Fu’lan vezninde bir mastar. Hem fail, hem mef’ul anlamı vermişler dilciler. Yani okunan, okumaya konu olan demek. Bir bildirimdir, bir okunandır, bir öğretimdir Kur’an. Bu veznin özelliği, Fu’lan vezninin özelliği Arap dilinde; Kendisi için kullanıldığı kimse de, ya da nesne de, taşıdığı mana dolu olmalıdır. Dolu, ağzına kadar. Yani okumanın tüm anlamlarınının muhatabıdır Kur’an. Okumanın her türünün muhatabıdır. Derinliğine, yatayına, dikeyine. Her tür okumak, kevni okumak, insani okumak, sosyal okumak, akidevi okuma, bireysel okuma, psikolojik okuma. Her türlü okumanın konusudur Kur’an.

Onun için mesela bir adama ğadbağn demeniz için sadece bir kere kızması yetmez, onun öfkeyle dolu olması lazım ki ğadbağn diyebile siniz. Öfkeyle dolu. Kur’an demek için okumanın tüm anlamlarını bünyesinde barındırmış olması gerekiyor.

Burada isimleşmiş anlamıyla geçmiyor. Çünkü bu cümle müşriklerin dilinden naklediliyor. Müşrikler Kur’an a bizim verdiğimiz anlamı vermiyorlar. Onun için ben öğretim dedim, öğreti şeklinde çevirdim, Kur’an şeklinde çevirmedim.

Unutmayınız ki te’bin çağından sonra Kur’an la Mushaf birbirine karıştırıldı. Mushaf Kur’an ın yerine kullanılmaya, Kur’an da Mushaf’ın yerine kullanılmaya başladı. Onun için Mekke döneminde Kur’an ismi geçen bir çok ayette, aslında bugün kullandığımız manada kullanılmamaktadır bu isim. Çünkü o zaman bugün bildiğimiz manada elde derli toplu bir kitap yok idi. Bugün oysa biz Kur’an deyince akla; kapakların arasında tüm ayetlerin yer aldığı derli toplu, başı sonu belli, dizilmiş, te’bin edilmiş bir kitabı hatırlıyoruz. Oysa ki Mekke’nin ilk yıllarından itibaren kullanılan bu sözcük, bu manada kullanılmıyordu. O halde biz de ilk manada kullanıldığı şekli ile burada çevirmeyi daha doğru bulduk. Yani kavramsal anlam değil, terim anlamını.

Burada ne diyor müşrikler; Diyorlar ki bunu değiştir, yenisini getir ya da onda bir değişiklik yap. Bu ne demektir? Kur’an ın kaynağına bir itiraz var burada. Kur’an ın içeriğine de itiraz ediyorlar. Değiştir diyorlar. Niçin? İyi ve kötünün belirleyicisi olarak Allah’ı görmüyorlar. Değiştirme teklifini peygambere yapıyorlar. Kur’an ın kaynağı hakkında tereddütleri var. Daha doğrusu inanmıyorlar Allah’tan geldiğine. Ama daha çok biz buradan neyi anlıyoruz? Kur’an ı onlar çok iyi biliyor ve anlıyorlar. İşlerine gelmediğini iyi biliyorlar. Anladıkları bir Kur’an ı değiştir diyorlar.

Neden değiştir, çünkü işimize gelmiyor. Bu demektir ki müşrikler Kur’an ın mesajını çok iyi anlamışlar. Kur’an ın nereye vurmak istediğini çok iyi biliyorlar. Onların hayat nizamına hayat tarzına bir itirazdı Kur’an ın getirdiği mesaj. Onların bakış açısını, hayat tasavvurlarını alt üst ediyordu. Onlar artık iyi ve kötünün üçlüsü olamayacaklarını, onlara Kur’an; iyi ve kötünün ölçüsü sizin yaptıklarınız ya da atalarınızın yaptıkları değil. Siz kendinizi kitaba uyacaksınız, kitabı kendinize değil diyordu. Onun için onlar bunu değiştir diyorlardı peygambere. Yenisini getir ya da üzerinde oynama yap, hoşumuza giden şekilde yaz.

İşte burada ki bu ahlaksız teklifin temelinde yatan mantık, müşrik mantığı budur. Cevap aynı zamanda, cevap nasıl geliyordu?

 kul ma yekûnü liy en übeddilehu min tilkai nefsiy ey peygamber de ki onlara cevap ver; Onu kendiliğinden değiştiremem, ya da kendiliğinden değiştirmem olacak şey değil. in ettebi'u illâ ma yuha ileyye ben yalnızca bana vahy edilene uyarım. inniy ehafü in asaytü Rabbiy azâbe yevmin azıym; Çünkü ben eğer rabbime karşı gelecek olursam, korkunç bir günün azabından korkarım. İşte cevap buydu. Cevap aynı zamanda vahyin kaynağına yönelik kuşkuları da silip atıyordu, ret anlamı taşıyordu. Onlar hayat tarzlarına müdahale eden bir Kur’an istemiyorlardı. Hayat tarzlarını kabul etsin, öyle bir Kur’an olsa kabul edeceklerdi.

Söyler misiniz Kur’an a iman edenler; Müşriklerin bakış açısıyla bugün kendini Müslüman sayan bir çok insanın Kur’an a bakış açısı arasında bir benzerlik görüyor musunuz. İman ediyorum ama hiçbir şeyimi değiştirmesin. Söyler misiniz, bir benzerlik görüyor musunuz. Ben fark ediyorum, siz..!

Devam ediyor E sayfasına geçiniz.

26 Ekim 2011 Çarşamba

İslamoğlu Tef. Ders. Yunus (005-009)(67-C)


B sayfasından devam


5-) "HU"velleziy ce'aleş şemse dıyâen vel kamere nûren ve kadderehu menazile li ta'lemu adedes siniyne vel hisab* ma halekAllâhu zâlike illâ BilHakk* yufassılül âyâti likavmin ya'lemun;

O (Allâh'tır) ki, Güneş'i yaşam ışığı (enerjisi) olarak meydana getirdi; Ay'ı nûr (insanda duygusal boyutu düzenleyici kıldı, çekim gücünün etkisiyle hormonal yapı ve amigdala üzerindeki etkileri), senelerin adedini ve hesabı bilesiniz diye Ay'ı menziller sahibi olarak takdir etti... Allâh bunları Hak olarak (Esmâ'sındaki özelliklerle) yaratmıştır. Düşünebilenler için işaretlerini böyle detaylı açıklıyor. (A.Hulusi)

5 - O, odur ki Güneşi bir zıyâ yaptı Kameri bir nur ve buna menzil menzil miktarlar tayin buyurdu ki senelerin adedini ve hesabı bilesiniz, Allah, bunu ancak hak hikmet ile yarattı, bilecek bir kavim için âyetleri tafsil ediyor. (Elmalı)


"HU"velleziy ce'aleş şemse dıyâen vel kamere nûren Güneşi aydınlığın kaynağı ve ay’ı ışık yansıtıcı yapan O’dur.

Burada güneş ve ay’dan bahsedilirken dıyâe ve nûr kalıpları kullanılıyor, isimleri kullanılıyor. dıyâe ve nûr. Mesela Kur’an da dıyâe; çok maddi olan aydınlatma için kullanılır. Özü itibarıyla aydınlatan demektir. Yani bir başkasından ışık alıp yansıtan değil, özü itibarıyla aydınlatan felemma ebaet ma havle yani bir başkasına aydınlık veren. Kur’an da da kullanıldığı gibi Bakara suresinin 17. ayetinde. Fakat Nûr; dıyae’ı da kapsayan, çok daha genel, çok daha manevi, soyut, somut, cevher ya da araz olarak tüm ışık çeşitlerine denilir. Dıyae ise sadece maddi, sadece somut ışık için kullanılır. Onun için bendeniz güneş için dıyae, ay için Nûr ismini böyle çevirdim. Yani güneşi aydınlığın kaynağı, Ay’ı ise aydınlığı yansıtan yaptı.

ve kadderehu menazile li ta'lemu adedes siniyne vel hisab Yılların sayısını ve hesabını bilesiniz diye ona süreler takdir eden O’dur. ma halekAllâhu zâlike illâ BilHakk* yufassılül âyâti likavmin ya'lemun; bunu başka değil mutlak hakikate bir atıf olsun için yapan Allah, bilmek isteyen bir toplum için varlık ayetlerini ayrıntılı olarak açıkladı. Varlık ayetleri..! buradaki de odur zaten yufassılül âyât hangi ayetler; Ayat-ı kainat. Güneş bir ayet, ay bir ayet, onun için Kur’an burada varlığa, kainata Allah’ın bir kitabı gibi bakın diyor.

VenNecmu veşŞeceru yescudan (Rahman/6) Çünkü Allah’a boyun eğmiştir. Allah’ın talimine boyun eğmiştir. Bunlar Allah’ın takdiri önünde eğilmişlerdir. Allah’ın yasasına tabi olmuşlardır demektir.

- Ey Ebu Zer güneş nereye gitti?

- Allah’u ve Resulühu alem. Allah ve peygamberi daha iyi bilir.

- Ya Eba Zer, güneş secde etmeye gitti.

Yani güneş Allah’ın kanununa tabi olduğu için battı. Ya sen? Ya insan..! İşte ders. Resulallah Ebu Zer’e kainat kitabından ders veriyor. Kainat kitabını okutuyor. Eğer doğru okursanız Ayat-ı mestur ile ayat- meknun’un aynı şeyi söylediğini görürsünüz. Hep O’na işaret eder. Mutlak varlığa işaret eder. Hepsinden aynı sonucu çıkarırsınız. inna lillahi ve inna ileyhi raciun (Bakara/156) Sonuç bu. Allah’a aitsiniz. Tüm ayetlerden okuyacağımız hakikat aynı kapıya çıkar.


6-) İnne fiyhtilafilleyli ven nehari ve ma halekAllâhu fiys Semavati vel Ardı le âyâtin li kavmin yettekun;

Gece ve gündüzün dönüşümünde, Allâh'ın semâlar ve arzda yarattıklarında, korunmak isteyenlere nice işaretler vardır. (A.Hulusi)

6 - Elbette gece ile gündüzün birbiri ardınca değişip durmasında ve Allahın Göklerde ve yerde yarattığı kâinatta korunacak bir kavim için bir çok âyetler var. (Elmalı)


İnne fiyhtilafilleyli ven Nehar Çünkü gecenin ve gündüzün birbiri ardınca gelişi, ve ma halekAllâhu fiys Semavati vel Ard ve Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı her bir şey, le âyâtin li kavmin yettekun; sorumluluk bilinci taşıyan bir toplum için hakikate yapılmış birer atıftırlar.

Şimdi de ayeti bu manada çevirdim. Ayet, işaret demek, belge demek, şahit demek. Her işaret, bir hakikate işaret eder. Eğer parmak işaret ediyorsa, işaret edene değil, edilene bakılır. Ayı gösteriyorsa aya bakılır. Cama değil, camdan bakılır. Camdan bakmayıp ta cama bakıyorsanız, camdaki buğuyu görürsünüz. Camdan bakıyorsanız arkayı görürsünüz.

Bu ayetler, bunlar birer işaret, birer parmak, bir şeyi gösteriyorlar. Onun için Kur’an yalnızca müfesser değildir. Aynı zamanda müfessirdir. Kur’an varlığı tefsir eder. Kur’an kainatı tefsir eder. Kur’an insanı tefsir eder ve Kur’an işaret eder, gösterir. Gösterdiği yere gitmek, bakmak ve orda olmak..! Kur’an ın maksadı işte budur.

Burada ne diyor, gündüz ve gecenin ihtilafından söz ediyor. Ne demek? Varlığı okumak bu işte. Varlık ayetini doğru okursanız çeşitliliğin, farklılığın Allah’ın bir yasası olduğunu görürsünüz. Neden küfür var diye soruyorsanız eğer, imanı anladık ta küfür neden var. İtaati anladık ta isyan neden var. Doğruyu anladık ta yanlış neden var. Hakkı anladık ta batıl neden var diye sorarsanız, Ademi anladık ta şeytan neden var. Sevabı anladık ta günah neden var. Cenneti anladık ta cehennem neden var diye sorarsanız; Gece neden varsa bu da ondan var.

Eğer varlığın yasasını çözebilecek bir akla sahipseniz, eğer iyiyi anlamak istiyorsanız, mutlaka kötünün olması lazım. Eğer imanın bir değer olabilmesi için küfrün olması lazım. Yoksa tek şey seçilmez. İnsan iradesi seçmek için verilmiştir. Seçmek için iki şey lazımdır. Eğer seçmek söz konusu olmasaydı ödül olmazdı. Seçmediğiniz bir şeye nasıl ödül istersiniz. Aksi mümkün olmayan bir şeyin ödülü olmaz. Onun için güneşlerin konulacağı bir cennet yoktur. Güneşin secdesi ödül hak etmez. Çünkü iradeli değildir. Seçmemiştir. Statik kadere tabidir. Yalnızca insanın cenneti vardır. Çünkü seçebilir. Onun için yalnızca insanın gecesi vardır. Yalnızca insan iradeli varlıktır. Onun için isyanı cezalandırılır, itaati ödüllendirilir. İşte burada çeşitliliğin neden Allah yasası olduğunun hikmeti anlatılıyor.


7-) İnnelleziyne lâ yercune Lıkaena ve radu Bil hayatid dünya vatmeennu Biha velleziyne hüm an ayatina ğafilun;

Rücu ederek, hakikati olan Esmâ'nın farkındalığı yaşamına ermeyeceklerini sananlar, dünya hayatına razı olup onunla tatmin olanlar, kozalarında (beyinlerinde oluşan dünyalarında) yaşayıp işaretlerimizi değerlendiremeyenler var ya... (A.Hulusi)

7 - Onlar ki bizim likamızı arzu (veya Ümit) etmezler ve Dünya hayat ile razı olup onunla mutmain olmuşlardır ve onlar ki bizim âyetlerimizden gafildirler. (Elmalı)


İnnelleziyne lâ yercune Lıkaena şu da bir gerçek ki, bizim huzurumuza çıkmaya yüzü olmayanlar, ve radu Bil hayatid dünya vatmeennu Biha ve dünya hayatı ile yetinip onunla kendini tatmin edenler, velleziyne hüm an ayatina ğafilun; üstelik bir de hakikate yapılmış söz konusu atıfları fark edemeyenler var.


8-) Ülaike me'vahümün naru Bima kânu yeksibun;

İşte onlar kendilerinden açığa çıkanın sonucu olarak yanarak yaşayacaklardır! (A.Hulusi)

8 - İşte bunların kesibleri sebebiyle varacakları yer, ateştir. (Elmalı)


Ülaike me'vahümün naru Bima kânu yeksibun; işleye geldikleri bütün bu şeylerden dolayı onların son durağı ateştir.

Bakınız Allah’ın huzuruna çıkmaya yüzü olmayanlardan bahsediliyor. İnnelleziyne lâ yercune Lıkaena bizim huzurumuza çıkmaya yüzü olmayanlar. Evet, bu çok önemli, ve daha; ve radu Bil hayatid dünya dünya hayatıyla yetinip, bu bana yeter deyip, vatmeennu Biha tatmin olanlar. Burayla tatmin olanlar.

Tevbe 100. ayeti tefsir ederken mutluluk, tatminle ilgilidir demiştik. Küçük akıllar küçük şeyle tatmin olurlar. Deliler ve çocuklar bir şekerle tatmin olurlar. Aklın büyüklüğü tatmin olduğu şeyin büyüklüğü ile orantılıdır. Büyük akıllar büyük şeylerle tatmin olurlar. Aklın büyüklüğünün ölçüsü ise Allah’ı bildiği orandadır. Çünkü Allah’ın büyüklüğüne ne kadar vakıf olursa bir akıl o kadar büyük olur. O’na vakıf olan da cennetten aşağısıyla tatmin olmaz. Çünkü büyükten büyük istenir. Büyüğün büyük olduğunu bilmezseniz nasıl büyük isteyeceksiniz. Mümin cennetten aşağısıyla tatmin olmayan adamdır. Dolayısıyla mümin cennetten aşağısına satılmayan adamdır. Yeryüzündeki hiçbir değer bir mümini satın alamaz, mümin budur ve burada da müminin tanımı yapılmaktadır.

Dikkatinizi çekti mi, Allah’la buluşmaya yüzü olmayan derken aslında ahirete imana bir gönderme yapmıyor mu ayet. Neden Allah’la buluşmaya yüzü olmamakla başlıyor tüm kötülükler? Ahirete inanmamakla başlıyor. Çünkü ahirete iman, adalete imanın öbür adıdır. Kitabına uydurduğunuz hiçbir şeyden hesap sorulmayacağına inanıyorsanız, kitabına uydurarak yapmayacağınız şey yoktur. İşte ahiret inancı mutlak ahlakın tek garantisidir. Mutlak ahlak dedim, mukayyet ahlak değil. Peki ahirete inanmayan ahlaklı olamaz mı? İşte o mukayyet ahlaktır. Sadece kendine ahlaklı olur. O ahlakın niyetini de sorgulayamazsınız.

Küçük bir kız çocuğunu sokaktan kurtarıp bir ömür beslemek için evine alabilir. Siz de dışarıdan bakarak bravo dersiniz, ne hayır sever adam. Ama eğer yüreğinden geçirdiği o çirkin ve iğrenç niyeti hesaba katmazsınız. Onu kim bilecek? Allah bilir. İşte o niyeti gözeterek düşünmek mutlak ahlaktır.

Sadece kendi kavmine ahlaklı olanları görürsünüz. İngilizler ahlaklıdır denilir, bu bir yere kadar doğrudur. Ancak Hindistan’da, Hindistan’ı yönetirken Hintlilere karşı da aynı ahlakı koruyamıyorsa bir İngiliz valisi, bu ahlak mutlak olmamıştır. O kendine ahlaklıdır. Peki, mutlak olması için varlığın tamamına karşı o ahlakı bir standart olarak kullanması lazım. Bunun içinde ne gerekli, Allah’ı görür gibi inanmak.

“Ke inneke terahu fein lem tekün terahu fe innehu yerake.”

Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor. Görür gibi inanan ve ahirete de görmüş gibi, mutmain bir şekilde inanan. Evet, işte o zaman ahlak, mutlak hale gelir.

Ülaike me'vahümün naru Bima kânu yeksibun; İşte bunlar, işleye geldikleri bütün bu şeylerden dolayı, son durağı ateş olan kimselerdir. Neden son durağı ateş olur? Çünkü hesap vereceğine inanmayan, ahlaklı davranmaya da inanmaz. Ahlaklı davranmaz. Davranamaz ve sonu ateştir.


9-) İnnelleziyne amenû ve amilus salihati yehdiyhim Rabbühüm Bi iymanihim* tecriy min tahtihimül enharu fiy cennatin na'ıym;

İman edip imanın gereği fiiller ortaya koyanlara gelince; Rableri onlara imanlarının sonucu olan hakikati yaşatır... Naîm cennetlerinde, onların altlarından nehirler akar. (A.Hulusi)

9 - Amma iman edip güzel güzel ameller yapan kimseler, onların rabbi kendilerini imanları sebebiyle hidayetine irdirir, Naîm Cennetlerinde altlarından ırmaklar akar. (Elmalı)


İnnelleziyne amenû ve amilus salihat Ne ki; İman eden ve değer üreten kimselere gelince, amelüs salihat’ı  değer üretmek biçiminde çevirdim. Salih amel, değer üretmektir. Usulü meşru, gayesi meşru, niyeti meşru bir değer üretmek. Her değer, zaten üretilen bir şeyin değer olması lazım ki Salih olsun. Eğer kötü bir şeyse ona değer denmez. Onun için ameli Salih değer üretmektir.

yehdiyhim Rabbühüm Bi iymanihim* tecriy min tahtihimül enharu fiy cennatin na'ıym; Rableri onlara imanları sayesinde zemininden ırmaklar çağlayan nimetlerle dolu cennetlere ulaşan yola yöneltecektir.


Devam ediyor D sayfasına geçiniz.