El Hamdu Lillahi
Rabbil'Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi
ve ashabihi ecmaiyn.
Rabbişrah liy sadriy;
Ve yessirliy emriy;
Vahlül ukdeten min lisaniy;
Yefkahu kavliy;
(Tâhâ 25-26-27-28)
Rabbim, göğsüme genişlik ver,
kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin! Bu dua ile
Kur’an ın yeni bir suresine, yepyeni hakikatleri öğrenmek için belki de eski
değil ama eskimez hakikatleri, zamanın ve zeminin eskitemediği hakikatleri
öğrenmek için giriyoruz.
Sâd suresi, adını girişinde ki
harften alır. Sâd harfi. İçinde yer alan ayrıntılı kıssalardan dolayı Davud
suresi diye de adlandırılır. Fakat bu isim yaygınlaşmamış.
Surenin iniş zamanı, tabii ki
sure Mekki dir. Hatta Mekke döneminin 3 dilimlik ilk periyoduna denk gelir.
Tirmizi’nin İbn. Abbas’tan naklettiği bir rivayete göre Mekke’nin
aristokratları ileri gelen müşrikleri, artık davetini açıkça topluma açıktan
yapan Resulallah’ın davetinin Mekke’de nakes bulduğunu, yankı bulduğunu görünce
amcası Ebu Talip’e başvurarak yeğenine bir takım soruları olduğunu söylerler.
Amcasının huzurunda Resulallah ile Mekke ileri gelenleri arasında bir diyalog
gerçekleşir.
Bu diyalogda Resulallah onlara
bir kelimeyi, yani bir cümleyi söylemeleri gerektiğini, bunu söylerlerse eğer
Allah’ın kendilerini üstün getireceğini, dünya ve ahiret mutluluğunu vereceğini
söyler. Onlar bu uğurda bir değil bin kelimeyi de söyleriz eğer bizi araba ve
aceme üstün kılacaksa derler. Peki ne imiş o kelime deyince; Kulû lâ ilahe illallah tuflihu lâ ilahe.
illallah deyin kurtulun. Der.
Mekke aristokratları bunu duyunca
renkleri atar, bir hoş olurlar, aşırı tepki gösterirler ve bu çağrıya karşı
verdikleri cevap işte bu surenin girişinde yer alır. 5 ve 7. ayetle arasında ki
ibareler, cümleler Mekke aristokratlarının, Resulallah’ın tevhid davetine
tepkilerini ele verir.
Aslında burada bir parantez açıp
bu kadar zor muydu lâ ilahe illallah demek. Ne olurdu deyiverip kurtulsalardı
diye aklımıza gelebilir. Biz kolayca diyoruz, peki onlar niçin diyemediler
sorusu akla gelebilir. Aslında bu bizin lâ ilahe illallah ı onlardan daha iyi
kavradığımız anlamına gelmiyor. Belki tersi bir anlama geliyor. Onların La
ilahe illallah demekle ne uzun bir listenin altına imza attıklarını çok iyi
bildiklerini gösteriyor. Lâ ilahe İllallah demenin sadece din işi olmadığını
gösteriyor. Lâ ilahe illallah demenin aslında hayatta yapılacak en büyük
kişisel devrim olduğunu gösteriyor. Lâ ilahe İllalah ın insan ömründe köklü bir
dönüm noktasının işareti, giriş fişeği, işaret fişeği olduğunu gösteriyor.
Onlar da diyemediler. La ilahe
illallah la girilen bu listenin içerisinde neler olduğunu iyi biliyorlardı onun
için şiddetle itirazda bulundular. İşte bu sure bu şartlar çerçevesinde indi.
Onun için surenin iniş yılını Mekke döneminin ilk periyodu, yani 4 ve 5. yıla
tarihleyebiliriz.
Surenin konusu vahye atıfla
başlar, yine vahye atıfla biter. İlk ayetleri inkarcı muhatapların direncinin
arka planında yatan iki hususa dikkat çeker. Biri haddini bilmezlik, 2. ataları
taklit. 1 ve 12 ayetler arasında bu işlenir. Ardından aynı çizginin geçmişte ki
devamı, yani küfür çizgisinin kendilerinden önce ki devamı ele alınır ve feci
akıbetleri vurgulanır. 13. – 16. ayetlerde geçmiş toplumlar, inkarcı toplumlar
dile getirilir. Ardından sureye damgasını vuran iki kıssa gelir. Davud ve
Süleyman peygamberlerin kıssaları. Bu kıssalardan yola çıkarak surenin temasını
tespit etmek mümkün. Bu tema insanın servetle, iktidarla, dünya ile, dünyalıkla
güçle imtihanı. Tema bu.
Davud ve Süleyman peygamberlerin
kıssası güç ve güç ahlakının sorgulanması çerçevesinde ele alınır. Servet ve
iktidarı yüceltmek te, onu şeytanlaştırmak ta bu kıssalarda reddedilir. Çünkü
özellikle dindarların düştüğü iki tuzaktır bu.
1 - Birincisi dünyevileşmiş
toplumlar, serveti ve gücü putlaştırırlar, tanrılaştırırlar. Mekke müşrik
toplumu böyleydi. Serveti iktidarı, gücü, ihtişamı, dünyevi refahı; Allah’ın
kendilerini desteklemesinin bir delili olarak görüyor ve gösteriyorlardı. Onun
içinde ilahi mesaja karşı dururken en büyük argümanları buydu. Allah bizi
sevmese bize servet vermezdi. O halde bizim yolumuz doğru olan yol. Eğer Allah
seni sevseydi bize verdiği serveti sana verirdi. Dolayısıyla biz doğru yol
üzereyiz çıkarsamasını yapıyorlardı. Böylesine sapıkça bir akıl yürütüyorlardı.
2 - Peki bunun karşılığı yani
serveti kutsamanın karşıtı serveti şeytanlaştırmaktı. İktidarı, gücü
şeytanlaştırmaktı. Peki vahiy bunu mu yapmalıydı, bunu mu yapıyordu? Hayır. Bu
tuzağa düşmemizi de engelliyor. Yani her alanda olduğu gibi bu alanda da altın
kural denge, altın kelime denge. Yani servetin gücün iktidarın şeytanlaştırılmasına
ve bu yolla ruhbanlığın, ruhbaniyetin, -Kur’an ın ifadesi ile- reddine. Ya da
Hint çileciğine benzer, dünyayı boş
vermişliği, dünyayı 3 kuruşa satmışlığın aşırılığına düşmememizi de öğütlüyor
bu kıssalar çerçevesinde.
Çünkü servet ne hakikatin
göstergesidir, ne de şeytana satılmışlığın göstergesidir. Servet tıpkı hayat
gibi, tıpkı çocuk gibi, tıpkı sevgili gibi, tıpkı ömür gibi, tıpkı diğer
dünyalıklar ve nimetler gibi birer imtihan. Hepsi bu. Dolayısıyla servet sahibi
olmak değil kınanacak olan, servete sahip olmak değil kınanacak olan; servetin
size sahip olmasıdır.
Onun için Fakr’i, Cüneyd el
Bağdadi öyle açıklar. Fakr; yani dinde İslami irfanda bir kavram olarak
kullanılan fakr, senin hiçbir şeye sahip olmaman değildir. Fakr; her şeye sahip
olsan bile hiçbir şeyin sana sahip olmasına izin vermemendir. Mesele de budur.
Sen ona mı sahipsin o sana mı sahip. İktidar senin atın mı, sen onun süvarisi
misin, yoksa sen iktidarın atımısın. O senin süvarin mi. servet ve para senin
atın mı, ki öyleyse seni menziline ulaştırır, bir araçtır. Yoksa sen servet ve
paranın atımısın, bineği misin. O zaman ipini ele geçirmiş demektir. Senin
süvarin olmuş demektir. O zaman servetin kulu olmuşsun, servet senin seyisin
olmuş, iktidar senin seyisin olmuş, dünyalık senin efendin olmuş demektir.
İşte insan ve iktidar, insan ve
servet, insan ve güç ilişkisini Davud ve Süleyman peygamberler örneğinde harika
bir biçimde işliyor sure ve bu örneği bize vererek servetin ille de kulu olmak
zorunda değilsiniz, iktidara kul olmak zorunda değilsiniz. İktidarı ele
geçirip, serveti ele geçirip, onu Allah’a ulaşan yolda bir binek olarak
kullanabiliyorsanız, bunları şeytanlaştırmanız gerekmez demektedir ve bunun
yoklunu göstermekte, bunu becerenleri bu iki peygamber özelinde takdir ve
tebrik etmektedir.
Aslında belki özetle söylediği
şudur: Sabır deyince insanın yokluğa sabretmesi akla gelir. Fakat bundan daha
zor olan bir sabır daha var. O da varlığa sabretmek. Varlığın ayartıcılığına,
varlığın baştan çıkarıcı cazibesine, varlığın insanın boynuna ip takıp onu
peşinde sürüklemesine karşı direnmek. Onunla yoldan çıkmamak, onun peşine
düşmemek, onun kulu ve kölesi olmamak. Aksine onu kendine köle kılmak, ona
sahip olmak, onun tarafından esir alınmak yerine, onu esir alıp mutluluk uğruna
kullanmaktır. Bu peygamberler özelinde insana verilmek istenen kıssadan hisse
bu.
Mekke çıkar çevrelerine bu
kıssalar çerçevesinde bir de mesaj verilir. Davud servet ve iktidarı ne
babasından aldı, ne de zorbaca ele geçirdi. Ey Mekke’liler siz servet ve güç
sahibi olmadı için Allah Resulünü küçük görüyorsunuz. Kınıyorsunuz. Unutmayın
ki Allah peygamberlerini destekler. Tıpkı Davud’u desteklediği gibi.
Peki Davud’a verdiğini Muhammed
A.S. a vermeyeceği konusunda bir
kanaatiniz mi var. bu yargıya nasıl vardınız. Nasıl böyle düşünüyorsunuz. Onu
da çağının Davud’u ve Süleyman’ı yapmayacağına dair bir kanaate nasıl
ulaştınız. -Ki bu fazlasıyla gerçekleşti. Davud’a ve Süleyman’a, Sultan
Süleyman’a verilenin kat kat fazlası Resulallah’a da verilmişti. Fakat o bir
kul gibi yaşadı, bir kul gibi göçtü. Karşısında titreyen bir Bedeviye; “Ne titriyorsun be adam, ben de senin gibi
kuru et yiyen bir kadının oğluyum.” diyordu. Hep böyle kaldı. “Bana Dünya ve ahiret sunuldu, ben
ikincisini tercih ettim.” Diyordu.
Büyük topraklar, büyük servetler,
büyük hazineler önüne serildi, fakat o rabbinin rızasını tercih etti. Çok değil
onun ardından çeyrek y.y. sonra çağın imparatorları dize geldi, onun bıraktığı
mirasın önünde çağın süper güçleri yerle bir oldu, dayanamadı. Aslında daha
peygamberliğin 4. 5. yılının başlarında inmiş olan bu sure bu örneklerle
geleceğe ilişkin bir mucizeyi ima ediyordu.
65 ve 68. ayetlerde vahyin
çağrısına uymayanların nasıl şeytanın çağrısına uydukları vurgulanır. Yani bir
karşıtlık kurulur. Ya Allah’a teslim olursunuz, ya da şeytana, şeytansı
güdülerinize, yani egonuza, benliğinize teslim olursunuz. Yani Allah’a sırt
dönen bir insan mutlaka bir puta sarılır. Tanrısızlık, tanrı tanımazlık mutlak
anlamda yoktur. Mutlak manada bir ateizm mümkün değildir. İnsanoğlu eğer gerçek
rabbe sırtını çevirirse sahte bir tanrı, ya da tanrılar peydahlar. Bu konuda
mahirdir, üstüne yoktur.
Onun için yalnız Allah’a kul
olmak insanoğlunun başka tanrılara kul olmamasının, ya da kula kul olmamasının
tek çıkış yoludur ve Allah’a kulluktan dolayı Allah’ın kazancı yoktur, Allah’a
kulluktan dolayı kazanacak tek taraf vardır o da kul olan insan. Yoksa kendi
ayartıcı duygularının, kendi bilinç altının, kendi egosunun, kendi iç
güdülerinin, kendi günahının, kendi şehvetinin, kendi kin ve hırsının kulu
olmaktan başka bir çıkış yolu bulamayacaktır.
Vahye kör ve sağır davrananlar
son ayetiyle surenin şöyle uyarılır. Ve leta'lemunne
nebeehu ba'de hıyn (88) işte bu, son söz bu. onun haberinin gerçek
olduğunu bir zaman gelecek mutlaka öğreneceksiniz. İşte bu. Yani eğer vahyin
haberine şimdi inanmıyorsanız, veya inanmıyorlarsa birileri, bir gün gelecek bu
haberin gerçek olduğu inkar edilmez bir biçimde ortaya çıkacak, fakat o zaman
ve latehıyne menas surede de geçtiği gibi iş işten geçmiş olacak. Geçti Bor’un
pazarı denilecek. İş işten geçmeden vahye kulak vermeye bir çağrıdır bu sure ve
tüm vahiy.
Evet değerli dostlar bu girişten
sonra şimdi surenin tefsirine geçebiliriz.
Rahman, Rahiym olan Allah adına.
1-) Saaad, vel Kur'âni zizZikr;
Sâd...
Hakikatini hatırlatıcı Kur'ân! (A.Hulusi)
01 - Sâd.
bu zikir ile meşhun Kur'an a bak. (Elmalı)
Saaad bu mukadda harfi, hurufu heca
diye de bilinir., heca harfi. Başında geldiği surelerin ya doğrudan ya dolaylı
olarak vahye atıfta bulunan sureler olduğuna daha önce defaatle vurgu
yapmıştık. Bu harflerin bir manası olduğunu düşünenler de çıkmış. Bu harfler
konusunda ki yorum sayısı 30 u geçer. Mesela burada ki Saaad harfinin; Allah’ın
çağrısından, sayhasından veya sadasından bir kısaltma olduğu söylenmiş. Yani
Allah sana sada ediyor, sana çağrı gönderiyor. Ey insan diyor dur, bak veya
saddakte kelimesinin simgesi olduğu söylenmiş. Doğru söyledi. Yani ey vahiy, ey
Kur’an Ey Kur’an ın, vahyin sahibi olan Allah sen doğru söyledin. Sadakallahul
aziym. Onu simgelediğini söyleyenler de olmuş.
Fakat biz Hurufu Mukadda
konusunda ki genel tercihimize uyarak bu harflerin gerçekte manasını Allah
bilir diyoruz. Bir işlevi olduğunu da düşünüyoruz. Bu işlevin Kur’an a giriş,
vahyin, yani yüce mananın yer yüzünde ki insanoğlunun konuştuğu lisanla
indirildiğini. Bu yüce manalara kap olan kelimelerin bu harflerden oluştuğunu.
Yani vahyin ayağını bu harflerin oluşturduğunu, ama bu ayağa yüce bir baş ilave
edildiğini, bunun da vahyin manası olduğunu, dolayısıyla vahyin başı gökte,
ayağı yerde mübarek bir hitap olduğunu ima eder diyoruz ve son tahlilde Hz. Ebu
Bekir gibi; “Her kitabın bir sırrı var, bu kitabın sırrı da hurufu mukaddadır.”
Diyoruz.
vel Kur'âni zizZikr düşün, öğüt
veren ve uyaran bu Kur’an ı. Bu baştaki kasem “vav” ı, yemin “vav” ı aslında
işlevsel olarak; dur, üzerinde dur, düşün, teemmül et anlamlarını, daha doğrusu
işlevsel olarak bu anlamları verir. Dolayısıyla bir şeye yemin etmek aslında
yemin edilen şey üzerinde muhatabın dikkatini yoğunlaştırmasını sağlamak
içindir. Özellikle vahyin dili olan Arapça da yeminin maksatlarından biri de,
belki de birincisi budur. Bu nedenle Kur’an da bir çok yemin, yemin edilen şey,
yemin edilen husus, nesne, obje her neyse üzerinde, onun hikmeti, görüneni aşıp
görünmeyenin üzerinde durup onunla verilmeye çalışılan dersi, onunla verilmeye
çalışılan ibreti almamızı sağlamaktır. Burada da bu işleve dikkat çekmek
istiyorum.
İz Zikr; sadece öğüt ve uyarı
anlamına gelmez. Yücelik ve onur anlamına da gelir. Yücelik ve onur sahibi,
belki her ikisi birden dememiz gerekiyor burada. yani vel Kur'âni zizZikr düşün öğüt
veren uyaran, öğüt ve uyarı ile seni yücelten. Özü itibarıyla zaten yüce olan, çünkü
yüce bir makamdan inmiş olan ve inme amacı da muhatabını yüceltmek olan bu
ayetler üzerinde dur, düşün ve ibret al. Ya eyyühessekalân.
(Rahman/31) ey iki ağır ve değerli varlık denilirken
bunlardan biri insandı. Yine …se nulkî aleyke kavlen sekîlâ. (Müzemmil/5) senin üzerine değeli
bir söz indireceğiz denilirken Kur’an kastediliyordu. Yani insan için hangi
sıfat kullanılıyorsa vahiy içinde aynı sıfat kullanılıyordu.
Fakıyl; ağır ve değerli şey, ağır
ve değerli varlık. Onun için değerli olan kelâm değerli olan insan ile
buluştuğunda iki değerin birbirinin çarpanı olmaması için hiçbir neden yoktur.
Değerler sinerji doğuruyordu. Bu iki değer kat kat değere dönüşüyordu. Tohumla
toprak birleşmiş gibi, etle tırnak birleşmiş gibi, kökle yaprak birleşmiş gibi.
Onun için vahyi insandan, insanı vahiyden mahrum etmek, suyu topraktan, toprağı
sudan. Tohumu topraktan, toprağı tohumdan mahrum etmekle eşdeğerdir.
Peki, ya tersi? Ya tersi ne olur?
Onu da devam edelim. Onu da devamından öğrenelim:
Devam ediyor B sayfasına geçiniz.
142. videoyu toplu olarak BURADA
bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder