A sayfasından devam
35-) Kale Rabbığfir liy ve heb liy mülken lâ
yembeğıy liehadin min ba'diy* inneKE ENTEl Vehhâb;
"Rabbim
beni mağfiret et (birimselliğimi ört) ve bana, benden sonra kimseye gerekmeyecek (bana has) bir özellik hibe
et... Muhakkak ki sen Vehhâb'sın" (diye
dua etti). (A.Hulusi)
35 - Ya
rab! bana mağrifet buyur ve bana öyle bir mülk bağışla ki ardımdan kimseye
yaraşmasın, şüphesiz sensin bütün dilekleri veren vehhab sen, dedi. (Elmalı)
Kale Rabbığfir liy ve heb liy mülken lâ
yembeğıy liehadin min ba'diy* inneKE ENTEl Vehhâb Süleyman şöyle
yalvardı rabbine; Rabbim dedi. bana öyle bir iktidar ver ki, öyle bir devlet
ver ki, öyle bire medeniyet bahşet ki benden sonra hiç kimse ona sahip
çıkmasın. Çünkü sen, yalnız sensin cömertçe bahşeden.
Aslında biraz önceki tercih
ettiğimiz yorumu tasdik eden bir ayet bu. Bana öyle bir iktidar ver ki diyor,
benden sonra ona kimse sahip çıkmasın. Adeta kendisine verilen iktidarın yanlış
ellerde yanlışa alet edileceğini görür gibi Hz. Süleyman benimle son bulsun
diye dua ediyor. Bu bir hasislik değil. Bu benden başkalarına yaramasın mantığı
değil. Bu iktidarın nasıl hassas bir şey olduğu, nasıl ayartıcı ve baştan
çıkarıcı bir unsur olduğu. Eğer bu unsurun sahibi iktidarla sınanan biri baştan
çıkmamakla ayartılmamak için gerekli ahlaki donanıma ve iradeye ve burada da
ifade buyrulduğu gibi Enab kelimesinin ifade ettiği o Allah bilincine, Allah’a
yöneliş kaygısına sahip değilse, iktidar onu kısa zamanda baştan çıkaracaktır,
yoldan çıkaracaktır. Dolayısıyla Hz. Süleyman’ın bunu söylerken kaygısı şu olsa
gerek;
Ben ellerimle büyüttüğüm bu
muhteşem devleti bir başkasına günah aleti, günah aracı olarak vermek
istemiyorum. Yani ben, benim elimde bir sevap aracına dönüşen bu iktidarın
yanlış ellere geçip günah aracına dönüşmesini istemiyorum onun içinde eğer
böyle olacaksa benimle bitsin diye dua ediyor. Bu da bir önceki ayette tahtına
konulan cesedin kendisinden sonra yerini alacak kimseler olduğunun iması
olduğunu gösteriyor.
36-) Fesahharna lehurriyha tecriy Bi emrihi
ruhaen haysü esab;
Bunun
üzerine rüzgârı (gibi akıp gideni) Onun hizmetine verdik; Onun emriyle, dilediği yere,
hiçbir şeyi sarsmadan - yıkmadan akıp giderdi. (A.Hulusi)
36 - Bunun
üzerine ona rüzgârı müsahhar ettik, emriyle istediği yere yumuşacık cereyan
ederdi. (Elmalı)
Fesahharna lehurriyha tecriy Bi emrihi ruhaen
haysü esab bunun ardından
rüzgârı ona amade kıldık ki onun emriyle, (çalışan gemileri diye ilave yapmakta
hiçbir beis yok) Onun emriyle çalışan meşhur deniz ticaret filolarını, -ki
efsanevi Hz. Süleyman’ın deniz ticaret filoları vardı- İstediği yöne doğru
kolayca yüzdürebilsin.
Hz. Süleyman’ın rüzgârla hareket
eden deniz ticaret filoları kurduğu medeniyetin de en büyük destekçisiydi. Belki
finanse eden güçte buydu. Rabbimiz buradaki birazda eliptik bir ifadeyle
rüzgârı Süleyman’ı emrine verdiğini ifade buyuruyor. Bu eşyanın içinde ki gücün
kullanılması insanoğlunun emrine verilmesi anlamını taşıdığını gösteriyor. Biz
rüzgârı insanın emrine verdik demek gibi bir şey. Emrimize verilen şeyi eğer
doğru kullanabiliyorsanız emriniz altına alıyorsunuz, yok yararlı ve doğru
kullanmıyorsanız sizin emrinize verilmiş bir şeyi emriniz altına almıyorsunuz
anlamını da buradan çıkarabiliriz.
Yani özetle Hz. Süleyman Allah’ın
insanoğlunun hizmetine musahhar kıldığı, teshıyr sırrını içine yerleştirdiği
tabiatta ki bir çok varlığı kullanmasını bildi. Bu Allah’ın yaratış sırrını
anlamakla alakalı, basiretle alakalı, varlıkları okumakla alakalı, mahlukatın yaratılış
hikmetini kavramakla alakalı bir şeydi. Onun için Hz. Süleyman bu tarafıyla da
ilgili ayetlerde övüldü. Onun basiret sahibi oluşu, onun varlıklara olan
derinliğine nüfuz eden bir bakış sahibi oluşu çeşitli surelerde daha önce dile
getirilmişti ki Neml suresi bunların başında gelir.
37-) Veş şeyatıyne külle bennain ve ğavvas;
Şeytanları
da onun hizmetine verdik; binaları kuran ve dalgıç olanlar! (A.Hulusi)
37 - Şeytanları
da: bütün benna' ve ğavvas. (Elmalı)
Veş şeyatıyne külle bennain ve ğavvas
yine şeytanlar gibi, (Yine parantez içi
bir açıklama yapmak zorundayız. O gibi metinde yok ama ilgili ayetlerin
tamamını birlikte okuduğumuzda bunu
anlıyoruz; Hz. Süleyman’ın kurduğu o muhteşem yapıyı, o muhteşem iktidarın
temelinde sanatın çok iyi kullanılması var. Sanatkarların istihdamı var. İşte
sanatın ve sanatkarların mükemmel bir biçimde istihdam edilmesini ifade eden
bir ayet bu. Dolayısıyla ayeti okurken sıkıştırılmış eliptik metnin açılımını
vermek durumundayız.) Şeytanlar gibi dik başlı güçlerden her biri bir yapı
ustası ve dalgıç olan kimseleri de onun emrine amade kıldık.
Demek ki hem inşa işi hem de
denizcilik, dalgıçlardan söz ettiğine göre, ki daha önce de ilgili ayetlerde
bahsedilmişti. Mesela Enbiya suresinde bu ibareler benzer bir biçimde yine
geçer. Süleyman Peygamber En’am/112 de geçen; ..şeyatıynel'insi vel
cinn..(En’am/112) ibaresini
hatırlasyalım bu parantez içi açıklamayla ilgili. Biz her bir peygambere insan
ve cin şeytanlarından birilerini musallat ederiz. Ayeti kerimesi de şeytanın
sadece görünmeyen değil, görünen insanlara da nispet edilebileceğini görüyoruz.
Dolayısıyla görünen insanlar arasında, insan şeytanları kimler? Elbette ya
şeytanın peşine düşenler manasına alınır, ya da hani mecazen kullanılır ya; “Ne
şeytan o..!” Yani cin gibi adam, girmediği delik yok, beceremeyeceği iş yok,
elini attığını becerir, çok usta, çok maharetli, çok uzman anlamına mecazen de
kullandığımız gibi şeytan hem insandan hem cinden kendi türünün bir takım
niteliklerine sahipse eğer kullanılabiliyor. Ele avuca sığmaz ustalar da
diyebiliriz bunlara. Yani herkesin hükümranlığına boyun eğmeyen, herkesin
istihdam edemediği, herkesin boyun eğdiremediği, güç yetiremediği güçte
kuvvette, maharette bir takım uzman kimseler diyebiliriz.
38-) Ve âhariyne mükarreniyne fiyl asfad;
Zincirlerle
birbirlerine bağlı diğerlerini de.
38 - Ve
daha diğerlerini bentlerde çatılı çatılı. (Elmalı)
Ve âhariyne mükarreniyne fiyl asfad
ve zincirlerle birbirlerine bağlanmış diğer varlıkları da emrine amade kıldık.
Yani bir de daha başkaları var. Bunun biraz açılımı daha önce Enbiya suresinde
gelmişti yanlış hatırlamıyorsam. Burada otorite kabul etmez toplulukları,
otoritesine almıştı şeklinde anlamamız da gayet mümkindir. Zincirlerden söz
edildiğine göre bu zincirler, bizatihi bu zincirlere bağlamak biçiminde değil
de otorite altına almak, asla itaat etmeyen bir takım isyankar toplulukları
otoritesi altında boyun eğdirmek anlamını da taşıyabilir. Dağlı kavimler
diyebiliriz buna ki Lübnan da yaşayan o dönemde ki dağlık bölgelerde, özellikle
Lübnan’ın cebel-i Lübnan dağlarında yaşayan bir takım kavimler, hiçbir güce,
isterse bölgenin tamamında fetih gerçekleştirsin ve tamamını kendi egemenliği
altına alsın hiçbir güce boyun eğmeyen gerçekten isyankar dağlı kabileler vardı
ki Hz. Süleyman bunlara da boyun eğdirmişti.
39-) Hazâ 'atauna femnün ev emsik Bi ğayri
hisab;
"İşte
bu (sana özel tasarruf edeceğin mülk) bizim hibemizdir; öyleyse ister ver ister verme,
sınırsızca kullan!" (A.Hulusi)
39 - Bu
işte, dedik: bizim atâmız artık diler kerem et, diler imsâk hesabı yok.
(Elmalı)
Hazâ 'atauna femnün ev emsik Bi ğayri hisab
ve ona şöyle dedik; İşte bu bizim ikramımızdır. İster onu hiçbir hesap yapmadan
karşılıksız ver, istersen elinde tut. Yani biz sana bütün bu nimetleri verdik.
Sen bu nimetlerin şükrünü eda ettin. Bundan ötesi senin bileceğin bir şey. Bu
şu manaya gelmiyor mu dostlar. Bir yoksul gibi de yaşayabilirsin, bu senin
tercihin tercihini böyle yaparsan eğer bunu yapabilirsin. O zaman elinde kini
avucunda kini dağıt. Fakat dağıtmazsan bundan dolayı suçlanacak değilsin. Ondan
dolayı Hz. Süleyman’ı bu muhteşem iktidarından ve servetinden dolayı
suçlayamıyoruz. Hakkını verdiği için, şükrünü eda ettiği için, tasaddukunu
yaptığı için.
Fakat bu bir tercih meselesi bu
ayet onu söylüyor. Efendimiz Süleyman’ın tercih ettiğini etmedi. Efendimize de
iktidar verilmişti peygamberimize. Fakat o iktidarın dünyevi boyutunu tercih
etmedi. Bunu kendisi de ifade buyurmuşlardı bir hadislerinde. “Bana dünya ve
ahiret sunuldu, ben ahireti tercih ettim.”
Bu şu anlama geliyordu; dünyanın
güzelliklerini yaşamak yerine dünyanın güzelliklerinden sonsuzca istifade etmek
yerine, onları başkasıyla paylaşmak, onları başkalarına bırakmak ve sadece
kendi yönettiği toplumun en aşağısı, maddi olarak en yoksulu gibi yaşamayı
tercih etmişti peygamberimiz. Onun tercihi de buydu. Ama Hz. Süleyman’ı bu
tercihinden dolayı kınamak gerekmiyordu. Onu yapmayalım diye de işte böyle bir
ayetle, aslında alttan alta uyarılıyoruz.
Bu bir tercih meselesi. Tercihini
hem dünyayı hem ahireti bana ver diye de kullanabilir insan, ben dünyayı
istemiyorum, yetesiye ver. Ama ahireti ver diye de kullanılabilir. …Rabbenâ âtinâ
fiyddünyâ haseneten ve fiyl âhırati haseneten vekınâ azâben nâr.
(Bakara/201) Rabbimiz bize dünyanın güzelliklerini de ver, ahiretin
güzelliklerini de ver, bizi ateş azabından koru diye bize dua öğreten de yine
vahyin kendisiydi.
40-) Ve inne lehu 'ındeNA le zülfa ve hüsne
meab;
Gerçektir
ki, indîmizde Onun için yakınlık ve dönüşün güzeli var. (A.Hulusi)
40 - Ve
şüphesiz ki ona huzuru izzetimizde bir yakınlık ve bir akıbet güzelliği var.
(Elmalı)
Ve inne lehu 'ındeNA le zülfa ve hüsne meab
elbet onu da bizim katımızda yakınlık ve güzel bir son beklemektedir. Yani o
dünyevi ihtişamın içinde yüzdüğü için bizden uzak sanmayın. Yani dünyevi
güzellikleri şeytanlaştırmayın Hint fakirleri gibi. Vahyin bu konudaki tavrı
dengedir. Dolayısıyla serveti putlaştırmak ta, serveti şeytanlaştırmak ta aynı
şeydir, sapmadır. Serveti putlaştıranlar vahye karşı çıkan ilk müşrik
muhataplar gibi; altından bir bahçen, evin olmalı değil miydi derler. Veyahut
ta evinin merdivenleri, kapının tokmakları altından olmalı değil miydi derler.
Veyahut ta şu iki şehrin birinden en zengin ve itibarlı olana gelmeli değil
miydi peygamberlik derler.
Surenin girişinde Resulallah’a
peygamberlik verilişine itiraz eden o akla bir cevaptır aslında. Ama bunun
karşılığında bir başka sapma daha var, o da serveti şeytanlaştırmak. Eğer
birinde bir servet görürseniz, bunun hakkı verilmiş mi verilmemiş mi demeden,
bu bunun şükrünü eda ediyor mu etmiyor mu demeden, onu nerede kullandığına
bakmadan servetin oluşunu bizatihi onun kötü oluşuna, onun sapmış oluşuna
yormak gibi bir yanlışa düşmeyelim diye bu ayetlerde Hz. Süleyman varlıkla
imtihan edilip de bu sınavı verenler arasında sayılmakta. Elbet onu da bizim
katımıza yakınlık ve güzel bir son beklemektedir derken ayet aslında bunu
söylüyor.
41-) Vezkür 'abdena Eyyub* iz nada Rabbehu
enniy messeniyeş şeytanu Bi nusbin ve azâb;
Kulumuz
Eyyub'u da zikret (hatırla)... Hani Rabbine: "Muhakkak ki şeytan (kendimi beden olarak hissediş)
bana bitkinlik ve azap yaşattı" diye nida etti. (A.Hulusi)
41 - Kulumuz
Eyyub’u da an, o vakit ki rabbine şöyle nidâ etmişti: «bak bana: meşakkat ve
elem ile bana Şeytan dokundu.» (Elmalı)
Vezkür 'abdena Eyyub şimdi yeni bir
kıssaya geçti sure, Eyyub peygamber kıssasına. Bu da daha farklı bir sınav.
Baba Davud Peygamber farklı bir sınav geçirmişti onu okuduk. Oğul Süleyman
peygamber dünya ile sınanmıştı ve bu sınavı vermişti onu da okuduk. Şimdi
hastalıkla, dertle boğuşan, sınav veren, hastalıkla sınavını Allah’a tam olarak
veren bir peygamber, bir örnek daha sunuluyor.
Vezkür 'abdena Eyyub ve kulumuz
Eyyub’u da hatırla. Enbiya/83-84. ayetlerinde geçmişti. İyi hatırlıyorum ki o
ayetleri tefsir ederken Eyyup peygamberin kimliğine ilişkin ayrıntılı bilgi sunmuştuk
Eyyub, kitabında ki portföyle, ki Eyyub peygamberin hayatı Kitabı mukaddes te
Eyyub kitabı diye müstakil bir kitapta
ele alınır. Orada ki portföyle Kur’an ın sunduğu Portföy çok farklı.
Zaten Kitabı Mukaddeste sunulan
peygamberlerin portresinde peygamberlik pek göremezsiniz. Peygamberliğe hiç
yakışmayacak şekilde tasvir edildiklerini görürsünüz. Fakat Kur’an hiçbir
peygamber için nübüvvet kurumuna yakışmayan bir üslup kullanmaz. Kur’an ın
peygamberler hakkında ki üslubuyla Kitabı Mukaddesin peygamberler hakkında ki
üslubu arasında gerçekten dağlar kadar fark vardır. Bunu Kitabı Mukaddesteki
kimi tahriflere yormak gayet mümkündür. Philip Hiiti bile, ki bir oryantalist,
bunun Arap kökenli bir kişi olduğunu söyler. Eyyub peygamberin. Üstelik isim
tahlilinden yola çıkarak bu sonuca varır.
Allah onu ağır hastalıklarla
sınamış. Yani 46 ve 47. ayetlerde olduğu gibi saflaştırılmıştır. 46 ve 47.
ayetlerde gelecek, rabbimizin bu imtihanlarla, imtihanın muhataplarını
saflaştırdığını ifade etmekte. Yani bir tür altının hamının hasından,
cevherinin cürufundan ayrılmak için haddeden geçmesi, ateşlerde eritilip
ayrıştırılması gibi insan da saflaştırılması için haddeden geçmesi, ateşlerden
geçmesi gerekiyordu. Ve işte bu peygamberler, peygamber olmalarına rağmen
onlarda bu ilahi yasaya tabi oldular ve sınandılar, ateşlerden geçtiler.
Kıssadan hisse şu; Parçada kötü
olarak algılansa da bütün içinde düşünürseniz iyi olduğunu görürsünüz. Hz.
Eyyub eğer parçaya baksaydı bedenini saran kan ve irinden yola çıkarak bunun
berbat bir durum olduğu sonucuna varabilirdi. Fakat bütün içinde düşündüğünde
şükretti. Şükretti çünkü parçada kötü görünen bu şeyin arkasında gürül gürül
gelen bir ilahi ödül vardı. Çünkü Allah hiç kimseye götüremeyeceğini yüklemez,
çünkü Allah hiç kimseye zulmetmezdi.
Onun içinde efendimiz; Mü’minin
başına bela 3 sebeple gelir.
1 – Ya günahına kefaret olarak,
Yani hak eder, dolayısıyla günahına kefaret olur, belayı çeker günahına
karşılık olur.
2 – Ya daha büyük bir belaya
kalkan olarak. Yani küçüğü gelir ki büyüğünü engellesin diye.
3 – Ya da ahirette ki konumunu
yükseltmek ve yüceltmek için.
Bu durumda parçada kötü gibi
görünen hiçbir şey aslında bütün içinde kötü değildir. Belki hatta belki
mükemmel bile. Uçağı kaçırdığınız yoldaki kaza bir parçadır, kötüdür, belki
arabanız hasar görmüş, hatta siz bile ufak tefek sıyrıklar almış, yaralanmış
olabilirsiniz. Fakat bir müddet sonra o uçağın düştüğünü haber aldığınızda
nasıl düşünürsünüz. Yine yolda kaza geçirdiğiniz anda ki gibi düşünür müsünüz
yoksa tam tersine dönüp o anda üzülürken şimdi sevinmeye mi başlarsınız. Hele
ki kaza geçirmişim mi dersiniz. İşte parça bütün ilişkisi daha bu bütün dünyevi
bir bütün, bir de uhrevi boyutu var. Ahirette büyük mahkemenin huzurunda düşen
uçakta ki küçümencik yolcuların, herkesin acıdığı ve bunun ne suçu vardı diye
ukalalık yaptığı o küçük küçük çocukların, pırıl pırıl, hesabını hemen verip
beratlatını ellerine alıp cennetin yolunu tuttuklarını gördüğünde sen hesabı
zor verilecek bir yükle beraber büyük mahkeme de kala kalınca;
“Ya rabbi. Keşke beni de o düşen
uçakta kılsaydın” demeyeceğine dair bir garanti var mı? O zaman Parça bütün ilişkisini gözden kaçırarak asla
bir şeyin nihai manada ne anlama geldiği konusunda yargıya varma. Aslında
burada söylenen de belki bu.
Hastalık bir tür ömrü uzatmak.
Mesela 70 yıl ibadetle kazanacağınız bir ecri 7 aylık çok ağır bir hastalık
sırasında kazanabilirsiniz. Bu durumda hastalık ömrü uzatmış olmuyor mu? Yan o
ibadeti, o hastalığın size getirdiği ecri, Allah katında ki ödüllü kazanmak
için eğer nafile ibadetle çırpınsanız 70 yıl harcamanız gerekirken 7 aylık çok
yoğun bir hastalık sizin ömrünüzü 70 yıl kadar manen uzatmış oluyor.
Görüyorsunuz, nereden baktığınıza bağlı imtihanlar. Nereden bakarsanız öyle
görürsünüz. Allah’ın gör dediği yerden bakarsanız güzel, şeytanın gör dediği
yerden bakarsanız kötü görürsünüz.
iz nada Rabbehu enniy messeniyeş şeytanu Bi
nusbin ve azâb hani rabbine; Rabbim şeytan bana tarifsiz bir
bezginlik ve terk edilmişlik hissi vermektedir diye yalvarmış yakarmıştı Eyyub.
Azâb geçiyor ayetin sonunda.
Şeytan insana azab edemez, bunu biliyoruz. Çünkü İsra/65, Hicr/40 cı ve daha
birçok ayette onun mü’min üzerinde hiçbir gücünün olmadığını söyleyen de yine
rabbimiz. Ya ne yapar? Vehim verir, vesvese verir. Azâb o zaman nedir burada?
Kelime anlamına bakacağız, yani terk edilmişlik duygusu, yalnız bırakılmışlık
hissi. Tabii ki Allah tarafından terk edilmişlik hissi. Hz. Eyyub işte bundan
şikayet ediyor ve bu hissin Allah’tan olamayacağını bu hissin olsa olsa
şeytandan olacağını vurguluyor ve diyor ki; Şeytan bana böyle bir his vermeye
çalışıyor, böyle vesvese vermeye, Allah seni terk etti demeye getiriyor. Azâb
kelime anlamıyla terk edilmişlik, yani etimolojik kök anlamı bu.
Davud şahsında hata ile sınama,
Süleyman şahsında servetle sınama, Eyyub şahsında dehl ile sınama. İşte üç
kıssanın üç hissesi.
42-) Ürkud Bi riclik* hazâ muğteselün baridün
ve şerab;
"Ayağını
(hakikatinden kaynaklanan kuvveyle) yere vur! İşte yıkanıp, içeceğin serinletici su
(hakikatin ilmi)!" (dedik). (A.Hulusi)
42 - Depren
ayağınla, işte serin bir yıkanacak ve içecek dedik. (Elmalı)
Ürkud Bi riclik* hazâ muğteselün baridün ve
şerabun biz de ayağını yere vur. Bak işte şurada hem yıkanılacak hem
de içilecek soğuk bir su var demiştik. Evet gerçekten de ilginç bir ayetle
karşı karşıyayız yine. İbret dolu. Elmalı’nın isabetle vurguladığı gibi
hastalıktan kurtulmak için mümkin olan tüm çabayı harca manasına ürkud Bi riclik. Yani kıpra biraz,
harekete geç biraz. Kendin için şifa ara. Yani öyle serilme, koy verme her
tarafını, umutsuzlaşma. Kalk ve çaresini düşün anlamına. Zaten ürkud Bi riclik burada ıdrıd manasına gelir ki ıdrıd Kur’an da bu kökten gelen fiili
yolculuk yapmaya mudarabe de budur işte yolculuk yapmaya, ticaret için, bir
takım kâr kist aramak için yola çıkma anlamını da ifade eder.
Elinden geleni yap, yani öyle
yatıp durma manasına ki bunu Resulallah’ta görüyoruz. Sevr dağının tepesinde
mağarada gelen yardım, o tepeye çıkmadan eteğinde gelmez miydi. O kadar yokuşu,
o kadar teri dökmek zorunda mıydı peygamberimiz ve arkadaşı Hz. Ebu Bekir’in.
Evet dökmek zorun dalardı. İşte bize bu sonucu veriyor. Eteğinde gelmezdi
tepesinde gelecek olan. Neden? Çünkü Bittim ya rabbi diyecek kadar gayret sarf
etmeden, yettim kulum denilmeyecekti. Bu ilahi bir yasa.
Aslında bu ayetlerle bu yasalar
ilk muhatap olan Resulallah’a veriliyor, uyarılıyor, inşa ediliyordu. Zaten o
da bu ayetleri bu kıssalardan hisse alarak o tavırları ortaya koydu. Unutmayın
onu Kur’an inşa etmişti.
Devam ediyor C sayfasına geçiniz.
143. videoyu toplu olarak BURADA
bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder