23 Nisan 2013 Salı

İslamoğlu Tef. Ders. ZÜMER (23 - 27) (145-B)



A sayfasından devam

23-) Allâhu nezzele ahsenel hadiysi Kitaben müteşabihen mesâniy* takşa'ırru minhü cüludülleziyne yahşevne Rabbehüm* sümme teliynü cüludühüm ve kulubühüm ila zikrillâh* zâlike hüdAllâhi yehdiy Bihi men yeşa'* ve men yudlilillâhu fema lehu min Had;

Allâh, sözün en güzelini; müteşabih (benzetme yollu), mesanî (aynı cümlede veya kelimede iki ayrı işareti vererek ikili anlatımla) bir bilgiyi (tafsilâtlı) indirdi... Rablerinden haşyet eden kimselerin Ondan derileri (tüyleri) ürperir... Sonra bedeni ve şuuru Allâh zikrine yumuşar (kabule müsait hâle gelir)... İşte bu Allâh'ın hidâyetidir ki onunla dilediğini hakikate erdirir! Allâh kimi saptırırsa ona hidâyet edecek yoktur. (A. Hulusi)

23 - Allah kelâmın en güzelini indirdi, ikizli, ahenkli bir kitab, ondan rablerine saygısı olanların derileri ürperir, sonra derileri de kalpleri de Allahın zikrine yumuşar, o işte Allah rehberidir, Allah onunla dilediğini doğru yola çıkarır, her kimi de Allah şaşırtırsa artık ona hidayet edecek yoktur. (Elmalı)


Allâhu nezzele ahsenel hadiysi Kitaben müteşabihen mesâniy Allah öğretilerin en güzelini, hayat nizamlarının en güzelini, sözlerin en güzelini; biri diğerine atıf yaparak tekrarlanan çift kutuplu bir hitap olarak indirmiştir.

Bu ayeti kerime Kur’an da içerdiği mana itibarıyla sadece burada yer alan bir ayettir ve Kur’an ın baştan sona özel tabiatını ele veren bir şifredir. Bu şifrede mesâniy, müteşabihen mesâniy bu kalıptır.

Önce müteşabihe bakalım. Müteşabih şebâh tan gelir, benzer demektir. Şebîh, Bir şeyin bir başka şeye benzemesi. Teşabüh. Bir şeyin  bir başka şeye benzetilmesi. Aslında benzetme tüm dillerde anlatımı kolaylaştırmak için kullanılan bir mecaz türü. Çünkü dil sınırlıdır, düşünce dilden sınırsızdır. Bilinç dilden çok daha sınırsızdır. Ama dil sınırlıdır. Bilinçte tabii ki sınırlıdır, fakat dilden daha büyüktür bilincin sınırı. Hakikati bilinç kavramaktan acizdir. Tam mahiyetiyle, gaybi kavramaktan acizdir. Gaybi hakikatler sınırlı olan insan bilinci tarafından zatıyla kavranamaz. Olduğu gibi kavranamaz, çünkü sonsuzu, sonlu olan kavrayamaz. Fakat dil daha da sınırlıdır. Bilincin kavradığını dile dökmek daha da zordur.

Şimdi iki sınırlanmış barajı aşacak. Onun içindir ki dilin sınırlılığını aşmak için mecaz kullanılır, müteşabih kullanılır, benzetmeler kullanılır, istiareler kullanılır. İşte dil böylece önünde ki engeli aşmaya çalışıyor. Hele anlatılan şey insan bilincine gayb olan, yani insanın algılama kapasitesinin üstünde olan gaybi hakikatlerse, mesela Allah’ın zatı, mesela cennet, mesela cehennem, mesela ahiret gibi. Mesela melek gibi. Yani bir bakıma bir ucuyla gaybi hakikatlerse, gaybi hakikatlere ilişkin gerçekler dile döküldüğünde mutlaka benzetme yapılmak durumundadır. Yani bildiğiniz şeylerden yola çıkarak idrakimize sığmayan, aklımızın almadığı yani kavramakta zorlandığımız hakikatlere ulaşmayı deneriz, onları algılamayı deneriz. Algıladığımız varlıklardan, algı kapasitemizin üzerinde olan gaybi hakikatlere ulaşmaya bir yol bulmaya çalışırız. İşte vahiy bize bu yolu kullanırken üslubuna müteşabih diyor ve kendisini ikiye ayırıyor A. İmran/7. ayetinde;

hünne Ümmül Kitabi ve uharu müteşabihat. (A. İmran/7) biri kitabın anası olan muhkemat. Diğeri de müteşabihler. Yani insan idrakinin bütünüyle kavramaktan aciz kaldığı gaybi hakikatler. Ama burada ki öyle değil, çünkü bu 23. ayette kitabın tamamının müteşabih olduğunu görüyoruz. Burada bir ikiye ayırma yok. Dolayısıyla bu müteşabihlikle A. İmran/7 te ki müteşabihlik arasında bir anlam farkı olmak zorunda.

Burada ki müteşabihlik nedir? Beşeri bir dilin içine yerleştirilen ilahi kelamın Allah’a nispetinin gaybi bir hakikat olarak insan zihni tarafından kavranamazlığıdır. Bu dil insanoğlu tarafından konuşulan bir dil, Arapça. Bu surede de zaten Arapça olduğu biraz sonra vurgulanacak. Bu nedir? İnsan gruplarından birinin, bir ırkın konuştuğu bir dil. Yani beşeri bir boyut. Fakat bu beşeri dilin içerisine öyle bir mana yerleştiriyor ki bu mana ilahi kelam. Bu beşeri dilin içine yerleştirilen bu mananın kaynağı olan Allah’a nispetini insan nasıl kavrayacak.

İşte bu noktada vahyin gaybî boyutuna giriyoruz, gayba giriyoruz. Yani bunu bütünüyle kavramaktan ve izah etmekten aciziz. Onun içinde burada bahsedilen vahyin ilahi kaynağına nispetinin insan zihni tarafından bütünüyle algılanamayacağına işaret eder. Bu müteşabihlikten maksatta budur. Bağlam da zaten bunu teyit eder ki 21. ayete baktığımızda orada bizim dikkatimizi çektiği yağmurla sonuç, bitkinin sonucu arasında dikkatimizi çektiği bağ kurma işlemini burada da yapmamızı ister.

Mesâniy e gelince işte asıl anahtar budur. Kur’an da;

Ve lekad ateynake Seb'an minel Mesâni vel Kur'ânel Azıym. (Hicr/87) diye geçer. Biz sana ikili yediyi verdik. Tam manası bu. Tam tercüme böyle. Yani literal manada böyle çevrilir. İkişerli yediyi ya da. vel Kur'ânel Azıym. Ve bir de muhteşem Kur’an ı verdik.

Şimdi demek ki bir Kur’an verilmiş, bir de ikişerli yedi. Bu ikişerli yedinin ne olduğu konusunda Resulallah’tan bir açıklama rivayeti var. Ki Resulallah’ın tefsiri olarak kabul edebiliriz. O fatihadır. diyor. Biz o zaman fatihanın Kur’an dan bir cüz, ama özü itibarıyla da Kur’an ın sanki bütününün bir özeti. Bütününü temsil eden bir özet olduğunu anlıyoruz ve Abdullah İbn. Mes’ud un kendi eliyle yazdığı musafına neden fatihayı yazmadığı sorulduğunda; Eğer yazsaydım her surenin başına yazman gerekirdi. Deyişi de böyle anlamasından dolayı. Yani fatiha adeta besmele gibi Kur’an ın her suresini temsil eden bir ilahi özet.

İşte bu çerçeve de burada ki Mesâniy bambaşka bir anlam. Çünkü Kur’an ın tamamını temsil ediyor. Tekili mesna dan geldiğini kabul edersek, ki öyle kabul ettik, bu manayı verebiliriz. Ama müsemmanın çoğulu kabul edersek anlam, övgü kaynağı müstesna bir kitap olan olarak anlam haline gelir. Burada bütün Kur’an a ilişkin bir nitelik dile getirilmektedir. Çünkü mesâniy çifterli, kutuplu, zıddını içinde barındıran, her iki tarafı ele alan, bütün boyutlarıyla göz önüne seren anlamına geliyor. Özellikle mesna dan geldiğini düşündüğümüzde iki kutuplu, iki zıddı içeren manasına.

Kur’an a baştan sona baktığımızda zaten bunu görüyoruz. Bu anahtar kelime Kur’an ın üslubunu veriyor. Kur’an ın aslında anahtarı bu. İşte 21. ayette görmedik mi; Bahar, güz. İşte iki kutup. Yine 22. ayette görmedik mi hemen biraz önce; Nûr, kavse, karanlık. Muhkem, müteşabih. Cennet, cehennem. Nerede cennetten söz ediyorsa bakınız o bağlam içerisinde ya üste ya altta cehenneme getirir sözü. Nerede kafirden söz ediyorsa bakınız, o bağlam içerisinde ya önde ya arkada mü’mine getirir. Nerede imandan söz ediyorsa orada küfürden de söz eder. Nerede tevhidden söz ediyorsa bu surenin ilk ayetleri gibi, orada şirkten de söz eder. Nerede müjdeden söz ediyorsa bakınız orada uyarıdan da söz eder. Nerede peygamberin beşiyr vasfından söz ediyorsa orada neziyr vasfından da söz eder. Nerede Allah’ın rahmetinden söz ediyorsa bakarsınız orada azametinden de söz eder. Onun için mutlaka kutuplu, iki uçlu bir hitaba sahiptir, bir üsluba sahiptir Kur’an.

İşte bu üslubu ele veren bir ifade bu. Bu surede de emmen ya da efemen diye gelen 4 ya da 5 ayet var. Çok ilginç, en çok bu kalıpla gelen ayet sayısı bu surede. Neden derseniz Çünkü iki tipi kıyaslıyor. İşte biraz önce kıyasladı, ne dedi; Allah’ın, kalbini İslam’a açtığı ve kendisi bir ışık üzere olan kimse ile, kalbini İslam’a kapatan, vahye kapatan, karanlıkta kalan kişi bir olur mu dedi. Bu üslupla gelen bu surede defaatle gelen ayetler var.

İşte size çift kutup. Yani şu kişiyle şu kişiyi kıyaslatın. Şu uçla şu ucu kıyaslayın Onun için mesâniy özelliği Kur’an ı anlamada anahtardır. Kur’an ı anlamanın anahtarlarından söz edeceksek eğer ve bir çok anahtar söz konusu olacaksa bu anahtarları da bir sıraya dizmemiz gerekirse bana sorarsanız 1 numaralı anahtar mesâniy özelliğidir. Bu özelliği ele almadan Kur’an ın üslubunu ortaya koyamayız.

takşa'ırru minhü cüludülleziyne yahşevne Rabbehüm (öyle bir hitap ki) rablerine karşı derin bir saygıyla titreyenlerin, ürperenlerin ondan dolayı tenleri ürperir. sümme teliynü cüludühüm ve kulubühüm ila zikrillâh ardından Allah’ın sonsuz rahmetini hatırlayınca kalpleri ve enleri yatışı verir. Sükunete erer. Önce kabaran ve dağlar gibi dalgalanan okyanusçasına Allah’ın rahmetini hatırlayınca atlas gibi, çarşaf gibi sükunete kavuşan bir okyanusa  dönüşür.

İnnemel mu'minunelleziyne izâ zükirAllâhu vecilet kulubühüm ve izâ tüliyet aleyhim ayatuHU zadethüm iymane. (Enfal/2) değil mi? Mü’minler o kimselerdir ki, hatta tahsis edatı var; sadece şu kimseler imanın gerçek hazzına ulaşmışlardır ki onlar, Allah’ın adı yanlarında anıldığında gönülleri titrer. Taa..!yüreklerinden çamaşır gibi sıkılırlar. Taa..! kalplerine sanki bir sağanak düşmüş gibi yüreklerinin ortasından titremeye başlarlar. ve izâ tüliyet aleyhim ayatuHU zadethüm iymane. Ve O’nun ayetleri kendilerine okunduğu zaman da imanları artar, imanları gürleşir. Sanki o ayetler gönül tarlasına inmiş bir bereket yağmuru gibi gelir de o yağmuru yiyince iman gür ve gümrah bir biçimde meyveye durmuş amel olarak etrafına bin bir çeşit güzel meyveleri saçmaktadır.

İşte burada tasvir edilen mü’min gibi bu ayette de Allah’ın vahyi karşısında kamil bir imanın alması gereken vaziyet dile getiriliyor. Yani rabbiniz konuşacak ama hiçbir şey olmamış gibi davranacak. Allah diyor ki diyecek biri, ama sizin tüyünüz bile kıpramayacak, aldırmayacaksınız. O zaman imanınız mahkum demektir, mahpus demektir. Aktif ve aktüel bir iman Allah’ı duyduğunda hemen harekete geçer. Yani kulağı kiriştedir. Allah’a ilişkin bir şey duyduğunda, sevgiliye ilişkin bir söz duyan aşık gibi yüreğinden yanmaya, fokurdamaya, yerinde duramamaya başlar. İman böyledir, böyle ise aktiftir, böyle ise aktüeldir.

zâlike hüdAllâhi yehdiy Bihi men yeşa' işte bu Allah’ın hidayetidir, işte bununla doğru yola isteyeni ulaştırmayı diler. İsteyeni ulaştırmayı diler dedim. Doğru yola ulaştırır ibaresi daima doğru yola ulaşmayı dileyeni doğru yola ulaştırmayı diler şeklinde anlaşılmak zorundadır. ve men yudlilillâhu fema lehu min Had Allah’ın saptırdığı kimse ise artık asla yol gösterici bulamaz.

Bu da öyle değil mi. Yukarıda da değinmiştim Maide/108. ayetini hatırlayalım; vAllâhu lâ yehdil kavmel fasikıyn. (Maide/108) Allah yoldan sapmış bir toplumu doğru yola ulaştırmaz. Kimi ulaştırmazmış? Yoldan sapmışı: Yine vAllâhu lâ yehdilkavmezzâlimiyn. (Saff/7) kendilerine kıymış bir topluluğu doğru yola ulaştırmaz. Allah’ın kimi doğru yola ulaştırmayacağı belli. Kimi doğru yola ulaştıracağı da belli; ve ma yudıllu Bihî illel fasikıyn. (Bakara/26) fasıklardan başkasını saptırmaz diyor. Dolayısıyla Allah saptırır dediğimiz zaman sapmayı tercih edenin sapmasına izin verir. Allah doğru yola ulaştırır dediğimiz zaman da, doğru yolu arayıp onu tercih edene o konuda yardımını iletir şeklinde anlamak durumundayız.


24-) Efemen yettekıy Bi vechihi suel azâbi yevmel kıyameti, ve kıyle liz zâlimiyne zûku ma küntüm teksibun;

Kıyamet sürecinde (başka hiçbir imkânı olmadığı için yalnızca) yüzüyle azabın en kötüsünden korunmaya çalışan kimse mi? Zâlimlere: "Kazandıklarınızı tadın!" denilmiştir. (A. Hulusi)

24 - O halde Kıyamet günü zalimlere «tadın bakalım kazanıp durduklarınızı» denilirken, o kötü azâbı yüzü ile koruyacak kimse ne olur? (Elmalı)


Efemen yettekıy Bi vechihi suel azâbi yevmel kıyameh ne o yoksa kıyamet günü azabın en beterinden kendisini yüzü ile koruyan kimse güven içinde olan kimse ile bir tutulur mu?

Azaptan kendisini yüzü ile koruyandan kasıt şu olsa gerek; elini kullanamadığı için. Elini niye kullanamaz? Yine Kur’an da ki diğer ayetlerden yola çıkarak iki sebebi olabilir, biri eli kolu döküldüğü “..yahzünühümül feze'ul ekber..” (Enbiya/103) korku, dehşet, panik gününde gördüğü dehşet karşısında eli kolu tutmadığı için, elini kaldıracak mecali olmadığı için. Ama ikinci bir ihtimal daha var, o da eli zincirle bağlı olduğu için yüzü ile kendini ateşten korumaya çalışan birini tasvir ediyor u ayet.

ve kıyle liz zâlimiyne zûku ma küntüm teksibun Zaimlere o gün daha önce kazandıklarınızı şimdi tadın bakalım denilecek.


25-) Kezzebelleziyne min kablihim feetahümül azâbü min haysü lâ yeş'urun;

Onlardan öncekiler yalanladı da bu yüzden azap onlara fark etmedikleri bir yerden geldi. (A. Hulusi)

25 - Onlardan evvelkileri tekzip ettiler, ettiler de kendilerine hatırlarına gelmez cihetten azâb geliverdi. (Elmalı)


Kezzebelleziyne min kablihim onlardan öncekiler de hakikati yalanlamışlardı. Ne oldu peki? feetahümül azâbü min haysü lâ yeş'urun bunun üzerine nereden geldiğini anlayamadıkları bir ceza, bir azap, bir bela onları gelip buldu ve mahvetti.


26-) Feezâkahümullâhul hızye fiyl hayatid dünya* ve leazâbül ahireti ekber* lev kânu ya'lemun;

Allâh, onlara dünya hayatında rezilliği tattırdı. Sonsuz geleceğin azabı ise elbette Ekber'dir! Eğer bilselerdi! (A. Hulusi)

26 - Geliverdi de Allah onlara Dünya hayatta zilleti tattırdı ve elbette Âhiret azâbı daha büyüktür velâkin bilselerdi. (Elmalı)


Feezâkahümullâhul hızye fiyl hayatid dünya sonunda Allah onlara bu dünyada onursuzluğu tattırdı. Çünkü gelen azab; ya sosyal azaptır, ya ekonomik azaptır, ya ahlaki azaptır ki ahlaki çöküntü, ekonomik kriz, sosyal çöküntü, yani bütün bunlar aslında bir azap, bir eza. Ama bir toplum bunu böyle okumuyorsa aslında daha büyük bela budur. Kendi başına gelen belayı bela olarak görmemek, o beladan daha büyük belaya çarptırılmaktır ki, bir toplumun içinde biri görmezse gören biri ona haber verir. Yolun kenarına bir ama gelir bekler, gören birileri onu tutar ve geçirir. Ya bir toplumun tamamı ama ise, tamamı görmezse, tamamının yürekleri körse, onları bu hakikat köprüsünden kim geçirir. Bu hayat yolunda kim doğru yola sokar. İşte bundan büyük bela mı olur. O belayı hatırlatıyor bu ayetler.

ve leazâbül ahireti ekber* lev kânu ya'lemun ama ahiret azabı elbet daha beterdir. Keşke bunu olsun bilselerdi. Ama bunu bile bilecek durumda değiller.


27-) Ve lekad darebna linNasi fiy hazel Kur'âni min külli meselin leallehüm yetezekkerun;

Andolsun ki şu Kurân'da insanlar için her türlü misali kullandık... Belki tezekkür ederler (unutmuş oldukları hakikatlerini hatırlayıp) üzerinde derin düşünürler diye! (A. Hulusi)

27 - Yemin ederim ki bu Kur'an da insanlar için her türlüsünden temsil getirdik, gerek ki iyi düşünsünler. (Elmalı)


Ve lekad darebna linNasi fiy hazel Kur'âni min külli meselin leallehüm yetezekkerun doğrusu biz bu Kur’an da hakikati belki düşünüp ibret alırlar diye insanlara her türlü dolaylı anlatım yöntemini, tarzını, meseli, mesel tarzını kullanarak aktardık. Neden? Bir kişi daha fazla gerçeği görsün diye.

Rabbimizin insana olan şefkatinin bir ifadesi değil mi sevgili Kur’an dostları. Hakikati çevire çevire, evire çevire, buradan olmadı buradan, buradan olmadı oradan anlasın diye. Yani muhatabı isterse en geri kafalı olsun, en az en kıt anlayışlı olsun, onun yüreğine gerçeği sokmak için rabbimizin gayretini ifade ediyor şu ayet.

Bu nedir? Allah’ın insanoğluna olan şefkatinin büyüklüğüdür. Anla da tek, ben anlatmaktan usanmam. Misal veririm anlatırım, gökleri misal veririm anlatırım, yerleri misal veririm anlatırım, seni misal veririm anlatırım. Aklının sağından anlatırım, solundan anlatırım, önünden anlatırım, ardından anlatırım. Ama yılmam sen yeter ki anla demeye gelmiyor mu bu zımnen.

Mesâniy özelliğine ilaveten temsil özelliği işte. Bir sonraki ayet tevhid ve şirki anlatan bir temsil ile geliyor zaten, şimdi devam edelim.


Devam ediyor C sayfasına geçiniz.
145. videoyu toplu olarak BURADA bulabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder