A sayfasından devam
23-) Allâhu nezzele ahsenel hadiysi Kitaben
müteşabihen mesâniy* takşa'ırru minhü cüludülleziyne yahşevne Rabbehüm* sümme
teliynü cüludühüm ve kulubühüm ila zikrillâh* zâlike hüdAllâhi yehdiy Bihi men
yeşa'* ve men yudlilillâhu fema lehu min Had;
Allâh,
sözün en güzelini; müteşabih (benzetme yollu), mesanî (aynı cümlede
veya kelimede iki ayrı işareti vererek ikili anlatımla) bir bilgiyi (tafsilâtlı) indirdi... Rablerinden haşyet eden kimselerin Ondan
derileri (tüyleri) ürperir... Sonra bedeni ve şuuru Allâh zikrine yumuşar (kabule müsait hâle gelir)...
İşte bu Allâh'ın hidâyetidir ki onunla dilediğini hakikate erdirir! Allâh kimi
saptırırsa ona hidâyet edecek yoktur. (A. Hulusi)
23 -
Allah kelâmın en güzelini indirdi, ikizli, ahenkli bir kitab, ondan rablerine
saygısı olanların derileri ürperir, sonra derileri de kalpleri de Allahın
zikrine yumuşar, o işte Allah rehberidir, Allah onunla dilediğini doğru yola
çıkarır, her kimi de Allah şaşırtırsa artık ona hidayet edecek yoktur. (Elmalı)
Allâhu nezzele ahsenel hadiysi Kitaben
müteşabihen mesâniy Allah öğretilerin en güzelini, hayat nizamlarının
en güzelini, sözlerin en güzelini; biri diğerine atıf yaparak tekrarlanan çift
kutuplu bir hitap olarak indirmiştir.
Bu ayeti kerime Kur’an da
içerdiği mana itibarıyla sadece burada yer alan bir ayettir ve Kur’an ın baştan
sona özel tabiatını ele veren bir şifredir. Bu şifrede mesâniy, müteşabihen
mesâniy bu kalıptır.
Önce müteşabihe bakalım.
Müteşabih şebâh tan gelir, benzer demektir. Şebîh, Bir şeyin bir başka şeye
benzemesi. Teşabüh. Bir şeyin bir başka
şeye benzetilmesi. Aslında benzetme tüm dillerde anlatımı kolaylaştırmak için
kullanılan bir mecaz türü. Çünkü dil sınırlıdır, düşünce dilden sınırsızdır.
Bilinç dilden çok daha sınırsızdır. Ama dil sınırlıdır. Bilinçte tabii ki
sınırlıdır, fakat dilden daha büyüktür bilincin sınırı. Hakikati bilinç kavramaktan
acizdir. Tam mahiyetiyle, gaybi kavramaktan acizdir. Gaybi hakikatler sınırlı
olan insan bilinci tarafından zatıyla kavranamaz. Olduğu gibi kavranamaz, çünkü
sonsuzu, sonlu olan kavrayamaz. Fakat dil daha da sınırlıdır. Bilincin
kavradığını dile dökmek daha da zordur.
Şimdi iki sınırlanmış barajı
aşacak. Onun içindir ki dilin sınırlılığını aşmak için mecaz kullanılır,
müteşabih kullanılır, benzetmeler kullanılır, istiareler kullanılır. İşte dil
böylece önünde ki engeli aşmaya çalışıyor. Hele anlatılan şey insan bilincine
gayb olan, yani insanın algılama kapasitesinin üstünde olan gaybi hakikatlerse,
mesela Allah’ın zatı, mesela cennet, mesela cehennem, mesela ahiret gibi.
Mesela melek gibi. Yani bir bakıma bir ucuyla gaybi hakikatlerse, gaybi hakikatlere
ilişkin gerçekler dile döküldüğünde mutlaka benzetme yapılmak durumundadır.
Yani bildiğiniz şeylerden yola çıkarak idrakimize sığmayan, aklımızın almadığı
yani kavramakta zorlandığımız hakikatlere ulaşmayı deneriz, onları algılamayı
deneriz. Algıladığımız varlıklardan, algı kapasitemizin üzerinde olan gaybi
hakikatlere ulaşmaya bir yol bulmaya çalışırız. İşte vahiy bize bu yolu
kullanırken üslubuna müteşabih diyor ve kendisini ikiye ayırıyor A. İmran/7.
ayetinde;
hünne Ümmül
Kitabi ve uharu müteşabihat. (A. İmran/7) biri kitabın anası olan
muhkemat. Diğeri de müteşabihler. Yani insan idrakinin bütünüyle kavramaktan
aciz kaldığı gaybi hakikatler. Ama burada ki öyle değil, çünkü bu 23. ayette
kitabın tamamının müteşabih olduğunu görüyoruz. Burada bir ikiye ayırma yok.
Dolayısıyla bu müteşabihlikle A. İmran/7 te ki müteşabihlik arasında bir anlam
farkı olmak zorunda.
Burada ki
müteşabihlik nedir? Beşeri bir dilin içine yerleştirilen ilahi kelamın Allah’a
nispetinin gaybi bir hakikat olarak insan zihni tarafından kavranamazlığıdır.
Bu dil insanoğlu tarafından konuşulan bir dil, Arapça. Bu surede de zaten
Arapça olduğu biraz sonra vurgulanacak. Bu nedir? İnsan gruplarından birinin,
bir ırkın konuştuğu bir dil. Yani beşeri bir boyut. Fakat bu beşeri dilin
içerisine öyle bir mana yerleştiriyor ki bu mana ilahi kelam. Bu beşeri dilin
içine yerleştirilen bu mananın kaynağı olan Allah’a nispetini insan nasıl
kavrayacak.
İşte bu
noktada vahyin gaybî boyutuna giriyoruz, gayba giriyoruz. Yani bunu bütünüyle
kavramaktan ve izah etmekten aciziz. Onun içinde burada bahsedilen vahyin ilahi
kaynağına nispetinin insan zihni tarafından bütünüyle algılanamayacağına işaret
eder. Bu müteşabihlikten maksatta budur. Bağlam da zaten bunu teyit eder ki 21.
ayete baktığımızda orada bizim dikkatimizi çektiği yağmurla sonuç, bitkinin
sonucu arasında dikkatimizi çektiği bağ kurma işlemini burada da yapmamızı
ister.
Mesâniy e gelince işte asıl anahtar
budur. Kur’an da;
Ve lekad ateynake Seb'an minel Mesâni vel
Kur'ânel Azıym. (Hicr/87)
diye geçer. Biz sana ikili yediyi verdik. Tam manası bu. Tam tercüme böyle.
Yani literal manada böyle çevrilir. İkişerli yediyi ya da. vel Kur'ânel Azıym. Ve bir de muhteşem
Kur’an ı verdik.
Şimdi demek ki bir Kur’an
verilmiş, bir de ikişerli yedi. Bu ikişerli yedinin ne olduğu konusunda
Resulallah’tan bir açıklama rivayeti var. Ki Resulallah’ın tefsiri olarak kabul
edebiliriz. O fatihadır. diyor. Biz
o zaman fatihanın Kur’an dan bir cüz, ama özü itibarıyla da Kur’an ın sanki
bütününün bir özeti. Bütününü temsil eden bir özet olduğunu anlıyoruz ve
Abdullah İbn. Mes’ud un kendi eliyle yazdığı musafına neden fatihayı yazmadığı
sorulduğunda; Eğer yazsaydım her surenin
başına yazman gerekirdi. Deyişi de böyle anlamasından dolayı. Yani fatiha
adeta besmele gibi Kur’an ın her suresini temsil eden bir ilahi özet.
İşte bu çerçeve de burada ki
Mesâniy bambaşka bir anlam. Çünkü Kur’an ın tamamını temsil ediyor. Tekili
mesna dan geldiğini kabul edersek, ki öyle kabul ettik, bu manayı verebiliriz.
Ama müsemmanın çoğulu kabul edersek anlam, övgü kaynağı müstesna bir kitap olan
olarak anlam haline gelir. Burada bütün Kur’an a ilişkin bir nitelik dile
getirilmektedir. Çünkü mesâniy çifterli, kutuplu, zıddını içinde barındıran,
her iki tarafı ele alan, bütün boyutlarıyla göz önüne seren anlamına geliyor.
Özellikle mesna dan geldiğini düşündüğümüzde iki kutuplu, iki zıddı içeren
manasına.
Kur’an a baştan sona baktığımızda
zaten bunu görüyoruz. Bu anahtar kelime Kur’an ın üslubunu veriyor. Kur’an ın
aslında anahtarı bu. İşte 21. ayette görmedik mi; Bahar, güz. İşte iki kutup.
Yine 22. ayette görmedik mi hemen biraz önce; Nûr, kavse, karanlık. Muhkem,
müteşabih. Cennet, cehennem. Nerede cennetten söz ediyorsa bakınız o bağlam
içerisinde ya üste ya altta cehenneme getirir sözü. Nerede kafirden söz
ediyorsa bakınız, o bağlam içerisinde ya önde ya arkada mü’mine getirir. Nerede
imandan söz ediyorsa orada küfürden de söz eder. Nerede tevhidden söz ediyorsa
bu surenin ilk ayetleri gibi, orada şirkten de söz eder. Nerede müjdeden söz
ediyorsa bakınız orada uyarıdan da söz eder. Nerede peygamberin beşiyr
vasfından söz ediyorsa orada neziyr vasfından da söz eder. Nerede Allah’ın
rahmetinden söz ediyorsa bakarsınız orada azametinden de söz eder. Onun için
mutlaka kutuplu, iki uçlu bir hitaba sahiptir, bir üsluba sahiptir Kur’an.
İşte bu üslubu ele veren bir
ifade bu. Bu surede de emmen ya da efemen diye gelen 4 ya da 5 ayet var.
Çok ilginç, en çok bu kalıpla gelen ayet sayısı bu surede. Neden derseniz Çünkü
iki tipi kıyaslıyor. İşte biraz önce kıyasladı, ne dedi; Allah’ın, kalbini
İslam’a açtığı ve kendisi bir ışık üzere olan kimse ile, kalbini İslam’a
kapatan, vahye kapatan, karanlıkta kalan kişi bir olur mu dedi. Bu üslupla
gelen bu surede defaatle gelen ayetler var.
İşte size çift kutup. Yani şu
kişiyle şu kişiyi kıyaslatın. Şu uçla şu ucu kıyaslayın Onun için mesâniy
özelliği Kur’an ı anlamada anahtardır. Kur’an ı anlamanın anahtarlarından söz
edeceksek eğer ve bir çok anahtar söz konusu olacaksa bu anahtarları da bir
sıraya dizmemiz gerekirse bana sorarsanız 1 numaralı anahtar mesâniy
özelliğidir. Bu özelliği ele almadan Kur’an ın üslubunu ortaya koyamayız.
takşa'ırru minhü cüludülleziyne yahşevne
Rabbehüm (öyle bir hitap ki) rablerine karşı derin bir saygıyla
titreyenlerin, ürperenlerin ondan dolayı tenleri ürperir. sümme teliynü cüludühüm ve kulubühüm ila
zikrillâh ardından Allah’ın sonsuz rahmetini hatırlayınca kalpleri
ve enleri yatışı verir. Sükunete erer. Önce kabaran ve dağlar gibi dalgalanan
okyanusçasına Allah’ın rahmetini hatırlayınca atlas gibi, çarşaf gibi sükunete
kavuşan bir okyanusa dönüşür.
İnnemel mu'minunelleziyne izâ zükirAllâhu
vecilet kulubühüm ve izâ tüliyet aleyhim ayatuHU zadethüm iymane.
(Enfal/2) değil mi? Mü’minler o kimselerdir ki, hatta tahsis edatı var; sadece
şu kimseler imanın gerçek hazzına ulaşmışlardır ki onlar, Allah’ın adı
yanlarında anıldığında gönülleri titrer. Taa..!yüreklerinden çamaşır gibi
sıkılırlar. Taa..! kalplerine sanki bir sağanak düşmüş gibi yüreklerinin
ortasından titremeye başlarlar. ve izâ tüliyet aleyhim ayatuHU zadethüm iymane.
Ve O’nun ayetleri kendilerine okunduğu zaman da imanları artar, imanları
gürleşir. Sanki o ayetler gönül tarlasına inmiş bir bereket yağmuru gibi gelir
de o yağmuru yiyince iman gür ve gümrah bir biçimde meyveye durmuş amel olarak
etrafına bin bir çeşit güzel meyveleri saçmaktadır.
İşte burada tasvir edilen mü’min
gibi bu ayette de Allah’ın vahyi karşısında kamil bir imanın alması gereken
vaziyet dile getiriliyor. Yani rabbiniz konuşacak ama hiçbir şey olmamış gibi
davranacak. Allah diyor ki diyecek biri, ama sizin tüyünüz bile kıpramayacak,
aldırmayacaksınız. O zaman imanınız mahkum demektir, mahpus demektir. Aktif ve
aktüel bir iman Allah’ı duyduğunda hemen harekete geçer. Yani kulağı kiriştedir.
Allah’a ilişkin bir şey duyduğunda, sevgiliye ilişkin bir söz duyan aşık gibi
yüreğinden yanmaya, fokurdamaya, yerinde duramamaya başlar. İman böyledir,
böyle ise aktiftir, böyle ise aktüeldir.
zâlike hüdAllâhi yehdiy Bihi men yeşa'
işte bu Allah’ın hidayetidir, işte bununla doğru yola isteyeni ulaştırmayı
diler. İsteyeni ulaştırmayı diler dedim. Doğru yola ulaştırır ibaresi daima
doğru yola ulaşmayı dileyeni doğru yola ulaştırmayı diler şeklinde anlaşılmak
zorundadır. ve
men yudlilillâhu fema lehu min Had Allah’ın saptırdığı kimse ise
artık asla yol gösterici bulamaz.
Bu da öyle değil mi. Yukarıda da
değinmiştim Maide/108. ayetini hatırlayalım; vAllâhu lâ
yehdil kavmel fasikıyn. (Maide/108) Allah yoldan sapmış bir toplumu
doğru yola ulaştırmaz. Kimi ulaştırmazmış? Yoldan sapmışı: Yine vAllâhu lâ
yehdilkavmezzâlimiyn. (Saff/7) kendilerine kıymış bir topluluğu
doğru yola ulaştırmaz. Allah’ın kimi doğru yola ulaştırmayacağı belli. Kimi
doğru yola ulaştıracağı da belli; ve ma yudıllu Bihî illel fasikıyn. (Bakara/26)
fasıklardan başkasını saptırmaz diyor. Dolayısıyla Allah saptırır dediğimiz
zaman sapmayı tercih edenin sapmasına izin verir. Allah doğru yola ulaştırır
dediğimiz zaman da, doğru yolu arayıp onu tercih edene o konuda yardımını
iletir şeklinde anlamak durumundayız.
24-) Efemen yettekıy Bi vechihi suel azâbi
yevmel kıyameti, ve kıyle liz zâlimiyne zûku ma küntüm teksibun;
Kıyamet
sürecinde (başka hiçbir imkânı olmadığı için
yalnızca) yüzüyle azabın en kötüsünden
korunmaya çalışan kimse mi? Zâlimlere: "Kazandıklarınızı tadın!"
denilmiştir. (A. Hulusi)
24 - O
halde Kıyamet günü zalimlere «tadın bakalım kazanıp durduklarınızı» denilirken,
o kötü azâbı yüzü ile koruyacak kimse ne olur? (Elmalı)
Efemen yettekıy Bi vechihi suel azâbi yevmel
kıyameh ne o yoksa kıyamet günü azabın en beterinden kendisini yüzü
ile koruyan kimse güven içinde olan kimse ile bir tutulur mu?
Azaptan kendisini yüzü ile
koruyandan kasıt şu olsa gerek; elini kullanamadığı için. Elini niye
kullanamaz? Yine Kur’an da ki diğer ayetlerden yola çıkarak iki sebebi
olabilir, biri eli kolu döküldüğü “..yahzünühümül feze'ul ekber..”
(Enbiya/103) korku, dehşet, panik gününde gördüğü dehşet karşısında eli kolu
tutmadığı için, elini kaldıracak mecali olmadığı için. Ama ikinci bir ihtimal
daha var, o da eli zincirle bağlı olduğu için yüzü ile kendini ateşten korumaya
çalışan birini tasvir ediyor u ayet.
ve kıyle liz zâlimiyne zûku ma küntüm teksibun
Zaimlere o gün daha önce kazandıklarınızı şimdi tadın bakalım denilecek.
25-) Kezzebelleziyne min kablihim feetahümül
azâbü min haysü lâ yeş'urun;
Onlardan
öncekiler yalanladı da bu yüzden azap onlara fark etmedikleri bir yerden geldi.
(A. Hulusi)
25 -
Onlardan evvelkileri tekzip ettiler, ettiler de kendilerine hatırlarına gelmez
cihetten azâb geliverdi. (Elmalı)
Kezzebelleziyne min kablihim
onlardan öncekiler de hakikati yalanlamışlardı. Ne oldu peki? feetahümül azâbü
min haysü lâ yeş'urun bunun üzerine nereden geldiğini
anlayamadıkları bir ceza, bir azap, bir bela onları gelip buldu ve mahvetti.
26-) Feezâkahümullâhul hızye fiyl hayatid
dünya* ve leazâbül ahireti ekber* lev kânu ya'lemun;
Allâh,
onlara dünya hayatında rezilliği tattırdı. Sonsuz geleceğin azabı ise elbette
Ekber'dir! Eğer bilselerdi! (A. Hulusi)
26 -
Geliverdi de Allah onlara Dünya hayatta zilleti tattırdı ve elbette Âhiret
azâbı daha büyüktür velâkin bilselerdi. (Elmalı)
Feezâkahümullâhul hızye fiyl hayatid dünya
sonunda Allah onlara bu dünyada onursuzluğu tattırdı. Çünkü gelen azab; ya
sosyal azaptır, ya ekonomik azaptır, ya ahlaki azaptır ki ahlaki çöküntü,
ekonomik kriz, sosyal çöküntü, yani bütün bunlar aslında bir azap, bir eza. Ama
bir toplum bunu böyle okumuyorsa aslında daha büyük bela budur. Kendi başına
gelen belayı bela olarak görmemek, o beladan daha büyük belaya çarptırılmaktır
ki, bir toplumun içinde biri görmezse gören biri ona haber verir. Yolun
kenarına bir ama gelir bekler, gören birileri onu tutar ve geçirir. Ya bir
toplumun tamamı ama ise, tamamı görmezse, tamamının yürekleri körse, onları bu
hakikat köprüsünden kim geçirir. Bu hayat yolunda kim doğru yola sokar. İşte
bundan büyük bela mı olur. O belayı hatırlatıyor bu ayetler.
ve leazâbül ahireti ekber* lev kânu ya'lemun
ama ahiret azabı elbet daha beterdir. Keşke bunu olsun bilselerdi. Ama bunu
bile bilecek durumda değiller.
27-) Ve lekad darebna linNasi fiy hazel Kur'âni
min külli meselin leallehüm yetezekkerun;
Andolsun
ki şu Kurân'da insanlar için her türlü misali kullandık... Belki tezekkür
ederler (unutmuş oldukları hakikatlerini
hatırlayıp) üzerinde derin düşünürler diye!
(A. Hulusi)
27 -
Yemin ederim ki bu Kur'an da insanlar için her türlüsünden temsil getirdik,
gerek ki iyi düşünsünler. (Elmalı)
Ve lekad darebna linNasi fiy hazel Kur'âni min
külli meselin leallehüm yetezekkerun doğrusu biz bu Kur’an da
hakikati belki düşünüp ibret alırlar diye insanlara her türlü dolaylı anlatım
yöntemini, tarzını, meseli, mesel tarzını kullanarak aktardık. Neden? Bir kişi
daha fazla gerçeği görsün diye.
Rabbimizin insana olan şefkatinin
bir ifadesi değil mi sevgili Kur’an dostları. Hakikati çevire çevire, evire
çevire, buradan olmadı buradan, buradan olmadı oradan anlasın diye. Yani
muhatabı isterse en geri kafalı olsun, en az en kıt anlayışlı olsun, onun
yüreğine gerçeği sokmak için rabbimizin gayretini ifade ediyor şu ayet.
Bu nedir? Allah’ın insanoğluna
olan şefkatinin büyüklüğüdür. Anla da tek, ben anlatmaktan usanmam. Misal
veririm anlatırım, gökleri misal veririm anlatırım, yerleri misal veririm
anlatırım, seni misal veririm anlatırım. Aklının sağından anlatırım, solundan
anlatırım, önünden anlatırım, ardından anlatırım. Ama yılmam sen yeter ki anla
demeye gelmiyor mu bu zımnen.
Mesâniy özelliğine ilaveten
temsil özelliği işte. Bir sonraki ayet tevhid ve şirki anlatan bir temsil ile
geliyor zaten, şimdi devam edelim.
Devam ediyor C sayfasına geçiniz.
145. videoyu toplu olarak BURADA
bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder