25 Ekim 2012 Perşembe

İslamoğlu Tef. Ders. NEML (041-047)(119-D)



C sayfasından devam

 41-) Kale nekkiru leha arşeha nenzur etehtediy em tekûnü minelleziyne lâ yehtedun;

(Süleyman) dedi ki: "Tahtını ona zor tanıyacağı bir hâle getirin; bakalım doğru yolu bulacak mı yoksa doğru yolu bulamayanlardan mı olacak?" (A.Hulusi)

 41 - Ona, dedi: tahtını başkalaştırın bakalım hakikati tanıyacak mı? Yoksa tanımazlardan mı olacak? (Elmalı)


Kale nekkiru leha arşeha nenzur etehtediy em tekûnü minelleziyne lâ yehtedun sözünü şöyle sürdürdü Hz. Süleyman; Onun tahtını kendisinin tanıyamayacağı bir hale getirin de görelim bakalım doğru yolu bulacak mı, yoksa doğru yolu bulamayacak kimselerden mi olacak.

Yine o tevriyeli ibarelerden biri burada geldi. etehtediy em tekûnü minelleziyne lâ yehtedun doğru yolu bulacak mı ya da hidayete erecek mi, yoksa hidayete eremeyenlerden mi olacak. Yine o çift boyutlu bir kullanım. Ama biz biliyoruz ki Hz. Süleyman Krallık makamından dolayı değil, peygamberlik makamından dolayı davet etti ve burada ki tehtediy’de onun doğru yolu bulma sadece kendi ahtı olduğunu öğrenme değil, aynı zamanda Hz. Süleyman’ın ona vermek istediği o hikmetli dersi, ibreti alma meselesi olduğunu anlamış olacağız.

Bu kıssanın amacı biliyoruz ki artık muhatabını adım adım hidayete yaklaştırmak.Hz. Süleyman’ın amacı da buydu. Yani bütün bu yapılanların maksadı muhatabını adım adım Allah’ın kapısına kadar getirmek, yani onun önüne hidayet yolunu açmak, onu doğru yola yöneltmek. Ondan sonra o yoldan yürüyüp yürümemek onun bileceği bir iş.


42-) Felemma caet kıyle ehakeza arşük* kalet keennehu hu* ve utınel ılme min kabliha ve künna müslimiyn;

(Saba Melikesi) geldiğinde şöyle denildi: "Senin tahtın işte böyle midir?"... (Melike de) dedi ki: "Sanki o... Bundan önce (zaten) bize ilim verilmişti ve müslimler olmuştuk." (A.Hulusi)

42 - Binaenaleyh geldiğinde böyle mi senin tahtın? Denildi, sanki o, mamafih bize ondan önce ilim verildi Müslüman olduk dedi. (Elmalı)


Felemma caet kıyle ehakeza arşük Sebe Kraliçesi gelince ona; Senin tahtın da böylemiydi denildi. kalet keennehu huve O da; sanki bu tıpkı o. Dedi. Yani o desem tan o değil, o değil desem o dercesine, böyle ikircikli bir tavrı yansıtan bir cümle.

Dış görünüşü iç görünüşle nasıl bağdaştırabiliriz. İşte burada işlenen problem bu. Dış görünüşünü değiştirdiler, dışında bir takım değişiklikler yaptılar fakat özü o. Onun için burada ki dış görünüşle iç görünüş arasındaki farka bir dikkat çekiş. Ya da insanın fıtratından uzaklaşarak tanınmaz hale gelmesine bir dikkat çekiş var burada. Yani onun tahtını başkalaştırıp biraz bozun bakalım tanıyacak mı.

Her sapma Allah’ın orijinal yarattı fıtrattan insanın uzaklaşması. Yani bozulması. Fakat dikkatle bakan, ya da kendine dikkatle bakan biri uzaklaştığı fıtratını yeniden keşfedebilir. Ey Belkıs, ey kraliçe sen, bizim olanca çabamıza, “değiştirme ve bozma, tahrif etme” çabamıza rağmen kendi tahtının o olduğu konusunda bir kanaate sahipsin. Ama buna rağmen yine de kuşkulusun. Sen de Allah’ın yarattığı bir orijinal varlıksın. Kendini bozmuşsun, fakat kendine iyi bakarsan, dikkatli bakarsan o bozulmanın altında orijinal bir fıtrat olduğunu yapı olduğunu görürsün gibi bir ahlaki öğüt anlamamız da hiçbir sakınca yok.

ve utınel ılme min kabliha ve künna müslimiyn Bundan sonrası, ayetin devamında ki bu cümle; Biz Hz. Süleyman’a atfen okuduk bunu. Bunun üzerine Süleyman dedi ki; Hakikatin bilgisi ondan önce bize verilmişti. Bu yüzden de biz teslimiyet yolunu seçmiş olduk. Müslüman olduk yani.

Başta 2. kuşak tefsir otoritelerinden Mücahid, daha sonraki ilk tan tefsirin sahibi olan Mukatil, Taberi, Zemahşeri, İbn. Kesir gibi bir çok müfessir bu son cümleyi Hz. Süleyman’ın ağzından anlamışlardır. Yani ona atfetmişlerdir. Tabii bu cümleyi Belkıs’a atfedenler de olmuştur ki bu iki okuyuşun ikisi de kıyaslamalı olarak Razi tarafından tartışılmıştır. Ama biz daha sonra gelecek 44. ayette Belkıs’ın Müslüman olduğunu itiraf ettiğinden yola çıkarak kıssada ki anlatım sürecinde bu cümlenin Belkıs’a ait olamayacağını anlıyoruz.


43-) Ve saddeha ma kânet ta'büdü min dunillâh* inneha kânet min kavmin kafiriyn;

(Bundan önce Melikeyi) Allâh dûnunda tapındığı şeyler alıkoymuştu... Muhakkak ki O hakikat bilgisini inkâr eden bir toplumdandı. (A.Hulusi)

43 - Mukaddemâ Allah dan başka taptığı şeyler ona mâni' olmuştu çünkü kâfir bir kavimden idi. (Elmalı)


Ve saddeha ma kânet ta'büdü min dunillâh ona ise Allah’ı bırakıp tapına geldiği şeyler engel oldu. Hz. Süleyman’a atfen devam eden söz bu. Bu cümleyi diğer şekilde anlayanlar, yani yukarıdaki cümleyi Belkıs’a ait olarak okuyanlar, bu cümleyi de Allah’a ait olarak okumuşlardır. Ama Hz. Süleyman’ın sözünün bir devamı olarak okunması daha doğrudur. Yani Allah’ı bırakıp ta tapına geldiği şeyler ona engel oldu. Belkıs’a engel oldu.

inneha kânet min kavmin kafiriyn çünkü o zaten hakikati ısrarla inkar eden bir toplumun mensubuydu.


44-) Kıyle lehedhulis sarh* felemma raethü hasibethü lücceten ve keşefet 'an sâkayhâ* kale innehu sarhun mümerredün min kavariyr* kalet Rabbi inniy zalemtü nefsiy ve eslemtü mea Süleymane Lillâhi Rabbil alemiyn;

Ona: "Köşke gir" denildi... (Melike) onu görünce derin bir su sandı ve eteklerini sıvadı... (Süleyman) dedi ki: "O iyice cilalı billur camdan bir köşktür"... (Melike) dedi ki: "Rabbim, ben (dışsal bir güce - güneşe tapmakla) nefsime zulmettim ve (artık) Süleyman ile birlikte Rabb-ül âlemîn olan Allâh'a teslim oldum!" (A.Hulusi)

44 - Köşke gir denildi ona, derken onu görünce derin bir susandı ve paçalarından çemrendi, Süleyman, o dedi: mücellâ bir köşk, sırçadan, kadın ya rabbi! Dedi: hakikaten ben evvel nefsime zulmetmişim, şimdi Süleyman’ın maiyetinde teslim oldum Allaha, o rabbül'âlemine. (Elmalı)


Kıyle lehedhulis sarh Yine Sebe Kraliçesine saraya buyurun denildi. felemma raethü hasibethü lücceten ve keşefet 'an sâkayhâ fakat sarayı görünce onun önünde derin bir su var sandı ve eteklerini yukarı kaldırdı. kale innehu sarhun mümerredün min kavariyr Süleyman dedi ki; Bu tabanı kristalle kaplı bir saraydır. Yine öğüt üstüne öğüt, ders üstüne ders. Muhteşem ders devam ediyor. Yani Belkıs’ın büyük öğretmeni Süleyman yine cins öğrenci Belkıs’a şahane bir ders daha veriyor. Yukarıdaki dersin aslında bir benzeri. Burada da eşyanın görünüşüyle gerçekliği arasında ki farka dikkat çekiş.

Tefsirlere verilen malumat şu; Belkıs Hz. Süleyman’ın sarayına girecekken, Hz. Süleyman’ın sarayının önünde akan bir su vardır, o suyun üzerine hiç fark edilmeyecek şekilde bir camdan, kristalden bir yol döşenmişti. Suyun akışı görülmektedir fakat suyun üstündeki o cam görünmemektedir. Gören su akıyor zannetmektedir. Onun için Belkıs’ta eteklerim ıslanmasın diye, adeta sanki akarsuyun içine adım atıyormuş gibi attığında adımını, bakıyor ki suya değmiyor. Süleyman açıklama yapıyor; O gördüğün aslında sen suyu gördün, fakat suyun üstündeki camı göremedin.

İnsan bazen öyledir, bazen cama bakar, bazen camdan bakar. Cama bakan camın arkasını göremez. Bazen de camın arkasını göreyim diye camı göremez. Camı göremeyenlerin biliyorsunuz bazen kafalarını, burunlarını, gözlerini yardıklarını görürsünüz. Çünkü göremeyince orada bir şey yok zannedip geçmeye çalışır ama tabii ki gerçeğin acıtıcı etkisiyle karşı karşıya kalır. Bir taraflarını yaralayabilir.

Onun için burada gerçekliğin iki farklı boyutu arasında ki irtibat kuruluyor ve ona nereden bakması gerektiği, baktığında hem dışını hem içini doğru okuması gerektiği yani gözün her şeyi doğru göstermediğini, sadece gözün her şeyi görmediği söyleniyor aslında ona. Eğer aklını kullanmazsa, göz tek başına yeterli değil. Onun için kalp gözü görmüyorsa eğer, Ki kalp gözü işte aklın ışığıdır. Vahiy o ışıktır. Vahiy ile aydınlanmış kalbin gözü görmüyorsa baş gözü eşyayı yarım görür ve böyle aldanır. Aldanınca da etrafına gülünç olur. Verilen öğüt bu.

kalet Rabbi inniy zalemtü nefsiy kadın; Rabbim dedi ben kendime kötülük etmişim. Tabii bu ders verilir, veren güzel vermiş dersi, alanda harika almış. Yani anlaşıldı sadece baş gözü hakikati görmeye yetmiyor. İnsanı gülünç düşürüyor. Çünkü suyu gördüm ama suyun üstünde ki camı göremedim. Göremeyince de eteklerim ıslanmasın diye suya girecekmiş zannettim kendimi ve kaldırdım. Yani kendi kendimi komik duruma düşürdüm.

Peki ya etrafındaki varlığa, iktidara, servete bakışın? Ya servetinde sadece bu suyu gördüğüm gibi görüyorsam, ya iktidarımı da böyle görüyorsam, yarım görüyorsam, ya hayatı da böyle yarım görüyorsam, ya gerçeği böyle yarım görüyorsam. O zaman ben hepten mahvolmuşum. İşte o zaman ben kendime büyük kötülük etmişim dedi.

ve eslemtü mea Süleymane Lillâhi Rabbil alemiyn artık ben de Süleyman’la birlikte alemlerin rabbine gönülden teslim oldum. Dedi. Evet, yani gösterilen hakikati gördüm, verilen öğüdü aldı ve Sebe  Melikesi sonunda doğru yolu, hidayeti buldu.

Menkıbevî kıssa da baştan beri kullanılan tevriyeli dil, teslimiyet, hidayet maksatlı olduğu bu ayette olduğu ortaya çıktı aslında. Sebe Melikesi mutlak iktidara teslim oldu en sonunda. Yani geçici iktidarın mahiyetini öğrendi, kalıcı iktidarın kimin iktidarı olduğunu öğrendi, bilgi ve hikmete teslim oldu. Yani Süleyman’da bulunan bilgi ve hikmete kendisi de teslim oldu. Artık boyun eğmek, baş eğmek gerektiğinde sadece Allah’a baş eğileceğini, kulluk edileceğini öğrenmiş oldu. Görüyorsunuz Melike yani Kraliçe de din kardeşimiz oldu, Müslüman oldu. Ayette;

ve eslemtü mea Süleymane Süleyman’la birlikte Müslüman oldu, onunla birlikte olmayı kabullendi artık. Müslüman oldu. Dolayısıyla buradan yola çıkarak şu açık gerçeği bir kez daha anlıyoruz.

İnsanlık tarihi boyunca hakikatin tüm erleri Müslüman dır. Hangi peygambere müntesip olursa olsun her peygamber İslam’a çağırmıştır. Her vahiy İslam’ın vahyidir. Her peygamber İslam’ın peygamberidir ve İslam insanlığın değişmez değerlerinin öbür adıdır. Biz bir kez daha bunu öğreniyoruz.


45-) Ve lekad erselna ila Semude ehahüm Salihan enı'budullahe feizâhüm feriykani yahtesımun;

Andolsun ki Semud'a, kardeşleri Sâlih'i, "Allâh'a kulluk edin!" diye irsâl ettik... Onlar hemen birbirleriyle zıtlaşan iki grup oldular. (A.Hulusi)

45 - Celâlim hakkı için, Allaha ibadet edin diye, Semûd’a da kardeşleri Salihi göndermiştik, derken bunlar iki fırka oldular çekişiyorlardı. (Elmalı)


Ve lekad erselna ila Semude ehahüm Salihan enı'budullah doğrusu Semud’a da soydaşları Salih’i yalnızca Allah’a kulluk edin diye gönderdik.

Şimdi burada yepyeni bir kıssaya girdi sure, Salih kıssasına. Semud kavmine gönderilen Salih peygamber kıssasına. İki kıssanın arasında ilginç bir irtibat ta var. Yukarıda ki menkıbevî Süleyman ve Belkıs kıssası aslında her davet edilen davetçi davete icabet etmemiştir. Davete icabet eden kimseler kurtulmuştur. Bakın tarihte peygamberlerin davetine icabet eden Krallar olmuştur, Kraliçeler olmuştur. İktidarlarını bırakıp ilahi iktidara teslim olmuşlardır. Yani Allah’ın mutlak iktidarına boyun eğmişlerdir. Fakat öyleleri de olmuşlardır ki Sebe melikesinin yanında onların ismi bile anılmaz, ona rağmen vahye karşı çıkmışlardır. İşte onlardan bir örnek te Salih peygamberin kavmidir.

Salih kavmi Kuzey Arabistan da Medaiyn-i Salih diye bugünde bilinen ve kalıntıları hala ayakta olan bölgede yaşamış, şehirde yaşamış olan bir kavim. 2. Âd diye de anılır bunlar. 1. Âd biliyorsunuz Hûd peygamberin kavmi idi ki onların yaşadığı yer güney Arabistan da bugün Yemen ile Hadramed arasında Ahkaf diye bilinen kum tepelerinin bulunduğu yerde idi. O belanın ardından büyük bir göç dalgası halinde Kuzeye doğru bir takım Arap kavimleri gelmiş olabilirler  bunların eski ataları onlar olmuş olabilir.

İşte Semud kavmi tarihte çok büyük bir uygarlık kurmuş, Hatta M.Ö. eser vermiş olan bir çok Yunan filozofu ve yazarı tarafından da kayda geçirilmiş bir toplumdur. Ki biz Semud kavminin adına M.Ö. 715 tarihini taşıyan kargon (vadisi) kitabelerinde rastlıyoruz.

Yine ilginçtir Aristonun, Ptolemy’nin ve Pilini’nin eserlerinde bu kavmin ismine rastlıyoruz. Onun için bu kavmin ne kadar büyük bir uygarlık kurmuş olduklarını da anlıyoruz. Yani M.Ö. sinde yazılmış olan eserlere girmiş bu kavmin hikayesi, ismi.

Semud’lular kurdukları refah toplumunda şımarmışlar ve başlarına ne geldiğini de rabbimiz Kur’an ın çeşitli yerlerinde bize aktarmıştı ki, bundan önceki Şuârâ suresinde 142 ve 159. ayetleri arasında işlemiştik. Yine muhtelif surelerde bu kavim işlenmişti. Ki enbiya suresinde olsun, A’raf suresinde olsun, Hicr suresinde olsun ve başka surelerde bu kavimden söz edilir.

feizâhüm feriykani yahtesımun fakat onlar birbirleri ile çelişen iki fırkaya ayrılıverdiler. Yani peygamber geldi, davet etti, fakat onlar hakikati tartışmaya başladılar iki fırkaya ayrıldılar.


46-) Kale ya kavmi lime testa'cilune Bisseyyieti kablel haseneti, levla testağfirunAllâhe lealleküm turhamun;

(Sâlih) dedi ki: "Ey kavmim! İyilikten önce kötülüğü niye acele istiyorsunuz? Merhamet görmeniz için Allâh'a istiğfar etseniz iyi olmaz mı?" (A.Hulusi)

45 - Celâlim hakkı için, Allaha ibadet edin diye, Semûd’a da kardeşleri Salihi göndermiştik, derken bunlar iki fırka oldular çekişiyorlardı. (Elmalı)


Kale ya kavmi lime testa'cilune Bisseyyieti kablel haseneh Salih peygamber, Ey kavmim dedi. Niçin iyi olan dururken kötü olanın çabucak gelmesini istiyorsunuz ki. Onlar; Haydi bakalım diyorlardı şu vaat ettiğin azabı getiri versene, belayı getiriversene. Haydi biz sana itiraz ediyoruz. Belamızı bulalım haydi getir de görelim diyorlardı. Böyle meydan okuyorlardı hakikate karşı.

levla testağfirunAllâhe lealleküm turhamun Niçin Allah’tan af dilemiyorsunuz, belki affedilirsiniz, bağışlanırsınız.


47-) Kalüt tayyerna Bike ve Bi men meak* kale tâiruküm indAllâhi bel entüm kavmün tüftenun;

Dediler ki: "Sen ve sana tâbi olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık." (Sâlih) dedi ki: "Sizin uğursuzluğunuz Allâh indîndedir... Hayır, siz imtihan edilen bir toplumsunuz." (A.Hulusi)

47 - Biz, sen ve maiyetindekiler ile teşe'üm ettik dediler, sizin dedi: şeâmetinizin sebebi Allaha malûm doğrusu siz öyle bir kavimsiniz ki imtihan olunuyorsunuz. (Elmalı)


Kalüt tayyerna Bike ve Bi men meak onlar ne cevap veriyorlardı biliyor musunuz, diyorlardı ki biz senin ve seninle beraber olanların uğursuzluk getirdiğine inanıyoruz. Diyorlardı. Cevaba bakın, ilginç değil mi? Uğursuzluk getirmek, neden? Aslında bu cevapta Mekke’nin müşrik çevresine bir ima olduğunu görüyorum. Mekke müşrikleri de refahlarını yitireceklerinden korkuyorlardı.

O akıl şöyle bir akıldır. İçinde bulundukları o refahın, o kendilerini şımartan o zenginliğin kendi uğurları olduğunu zannederler. Allah’a atfetmezler onun kaynağını, uğura atfederler. Onun içinde kendilerine hakikati gösteren insanları uğursuzlukla suçlarlar. Böyle sapmış bir bakış açısı.

Aslında bu sapmış bakış açısının temelinde eşyaya uğur atfı yatar. İslam; Eşyaya uğur atfını yasaklar. Eşya kendiliğinden ne uğurludur ne uğursuzdur. Böyle bir uğur atfı tamamen batıldır, saçmadır. Aslında saçmalık düzeyinde de kalmaz bu. İslam’ın, vahyin bunu yasaklaması ve tamamen yok sayması uğur atfının böyle batıl bir inancın sahibini gülünç ve komik bir duruma düşürmesinden dolayıdır.

Nedir o? Eşyaya kutsallık atfı bunu yapan kimseyi eşya karşısında nesneleştirir. Biri eşyaya kutsallık atfetti değil mi? bu eşya uğurludur, ya da uğursuzdur dedi, o eşya karşısında kendisi nesne haline gelir, nesneleşir. Artık o eşya ondan daha güçlü olur. İnsan kendi elleriyle kendisini nesneleştirmiş, yani beş paralık etmiş olur. İnsanın buna hakkı yok. O özne haline gelir. Özne olan nesne olanı oynatır. Dolayısıyla insan potansiyelini kendi elleriyle yok eder. İç potansiyelini sıfıra indirir.

İşte Allah bunu istemiyor. İnsanın kendi kendisine en büyük hakaret olarak görüyor, zulüm olarak görüyor. İnsanın kendisine zulmü. Onun için onun kulu olmaya doğru gider ve kulu olur. Çünkü o özne kendisi nesnedir. Onun için el Kudüs Allah’ın sıfatıdır. Mukaddes olan odur ve bir şeye mukaddeslik verilecekse O verir, kutsallık atfedilecekse O atfeder. O’nun kutsallık atfetmediği bir şeye kutsallık atfedenler Allah’ın bu sıfatına ortak koşmuş olurlar.

kale tâiruküm indAllâhi bel entüm kavmün tüftenun Salih; uğursuzluğunuz Allah’ın takdirindedir. Dedi yani aslında siz işi bilmiyorsunuz, uğur ya da uğursuzluk yok. Allah’ın takdiri vardır. Yani Allah’ın eşyaya koyduğu ölçü vardır. Kaldı ki siz besbelli sınanan bir toplumsunuz dedi. Sınanıyorsunuz., ama sınavı böylece kaybediyorsunuz. Yani elinize geçirdiğiniz şu nimet, şu refah aslında eşyanın uğurundan mı bilecekler yoksa Allah’tan mı bilecekler diye sınanmak için size verildi. Fakat siz sınavı kaybediyorsunuz.


Devam ediyor E sayfasına geçiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder