El Hamdu Lillahi
Rabbil'Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi
ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.
Rabbişrah liy sadriy;
Ve yessirliy emriy;
Vahlül ukdeten min lisaniy;
Yefkahu kavliy;
(Tâhâ 25-26-27-28)
Rabbim, göğsüme genişlik ver,
kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin.
Değerli Kur’an dostları bugün
dersimize Rahman suresi ile giriyoruz. Rahman suresi mushafta 55. sırada yer
alan sure. Adını ilk ayetinden alıyor. Sonsuz rahmet sahibi manasına geliyor.
Kur’an da Allah’ın isimlerinden biri ile başlayan tek sure. Sure tümüyle
Furkan/60. ayetinde yer alan Rahman da kimmiş, Rahman da neyin nesiymiş
sorusuna müşriklerin bu inkarcı yaklaşımına bir cevap içeriyor. İki sure
arasında ki tek bağ bu değil. Bu surenin 19-20. ayetleri ile, yine Furkan/53.
arasında ilginç açık bir bağ daha var. Hz. Esma’dan gelen bir rivayette
Hicr/94. ayetine atıf yapılır. Bu atıf rivayetiyle birlikte düşündüğümüzde
Rahman suresi Hicr suresinden sonra inmiş olmalıdır sonucuna varıyoruz.
Yine İbn. Abbas bu sureyi Şehr (İnşirah)
suresi ile asr suresi arasına yerleştirir. Ki takriben Kur’an ın iniş
sıralamasında 13. sıraya düşer. Ancak en makul sıralama Furkan – Fatır arasına
yerleştiren sıralamadır ki İbn. Aşur’un tercihi de bu. Bu durumda sureyi iniş
sıralamasında 43. sıraya yerleştirebiliriz.
İbn. Mes’ud (r.a.) bu sure
indiğinde sahabe arasında kim çıkıp ta Kâbe’nin önünde bunu, müşriklerin yüzüne
beraber okuyacak sorusuna ben cevabını verir ve ısrarlı talepleri üzerine
talebi kabul edilerek gönderilir. İbn. Mes’ud kindar bakışlar önünde bu sureyi,
bu iç sesi insanın yüreğini havalandıran, gerçekten muhteşem bir iç sese,
armoniye sahip olan bu sureyi müşriklerin gözleri önünde okur ve tabii ki ağır
bir biçimde hırpalanır, dayak yer.
Onun bu durumunu görüp acıyan
arkadaşlarına müşrikler hakkında söylediği şu söz gerçekten manidardır. Daha
önce hiç onları bu kadar zayıf, bu kadar zavallı bir halde görmemiştim. İşte
mü’mince bakış.
Rahman suresi, bütün bu
rivayetler ve yaklaşımlar ışığında nübüvvetin 5. yılına yerleştirilebilir.
Konusu itibarıyla sure Allah’ın merhametinden söz eder. Hayranlık verici bir
belagate, iç sese sahip. Allah’ın insana olan sevgi, şefkat ve merhameti sure
boyunca bir dip akıntısı gibi çağlar. Varlığın çift kutuplu doğasına hemen her
pasajda, hatta her ayet çiftinde atıf yapılır. Allah’ın hayata her an müdahil
olduğunu ifade eden o muhteşem cümle bu surede gelir. külle yevmin HUve fiy şe'n (29)
bununla Allah’ın müdahil olmadığı bir hayat tasavvurlarının tamamı şiddetle
reddedilir ve tokat gibi bir cevap verilir. Allah’ın müdahil olmadığı hiçbir
hayat alanı yoktur.
31 kez bu surede Fe Bi eyyi alai
Rabbiküma tükezziban ayeti yankılanır. Bu muhteşem yankı insanın ta
yüreğinde sesini bulur. O halde rabbinizin nimetlerinden hangisini inkar
edebilirsiniz. O halde rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz.
İnsanoğlunun buna vereceği cevap yoktur. sükûttan başka hiç birini, çünkü
bırakın yalanlamayı, saymaya kalksa Ve in te'uddu nı'metAllâhi lâ tuhsuha..
(Nahl/18) asla beceremez. Bu 31 ayet nakarat değildir. Birbirinin aynı vurguya
da sahip değildir. Her biri adeta özel bir vurgudur kendisinden bir önce
sayılan dolaylı ya da dolaysız nimete atıf içerir. Bu kısa girişten sonra
surenin tefsirine geçebiliriz.
1-) Er Rahmân;
Rahmân
(El Esmâ ül Hüsnâ ile işaret edilen tüm
özelliklerin sahibi), (A. Hulusi)
01 - Rahmân.
(Elmalı)
2-) Allemel Kur'ân;
Talim
etti Kurân'ı (Esmâ mertebesindeki özellikleri
oluşturdu). (A. Hulusi)
02 - Öğretti
Kur'an ı. (Elmalı)
3-) Halekal İnsân;
Halketti
İNSAN'ı, (A. Hulusi)
03 - Yarattı
insanı. (Elmalı)
4-) Allemehül beyân;
Öğretti
ona beyanı (Esmâ özelliklerini insanda açığa
çıkardı); (Hz.
Âli'nin deyişiyle "'İnsan', konuşan Kur'ân" oldu.) (A. Hulusi)
04 - Belletti
ona o güzel beyânı. (Elmalı)
Er Rahmân (1) Allemel Kur'ân (2) Halekal İnsân
(3) Allemehül
beyân (4) Adeta bire soru işareti var zımni olarak. Yani Rahman;
Rahman da kim diye mi soruyorsunuz. Furkan/60. a bir atıf içerdiğini girişte
söylemiştim. Onlar, müşrikler rahman ismini duyduklarında adeta kırmızı görmüş
gibi bir hal oluyorlardı. Saldırganlaşıyorlardı ve bu ismi asla kabul
etmiyorlardı. Oysa ki Rahman, rahmetle dolu, merhametle dolu, özü itibarıyla
şefkat, merhamet ve sevginin kaynağı demekti.
Peki böyle bir isme neden itiraz
ederlerdi müşrikler? Bu itirazın en tipik örneğini Hudeybiye de görüyoruz.
Hudeybiye ye müşrik diplomatik heyetinin başında gelen Süheyl Bin Amr, Allah
Resulünün Hz. Ali’ye; “Yaz ya Ali BismillahirRahmanirRahıym
demesi üzerine,”Rahman da neymiş, Bismik Allahümme yaz” diye itirazda
bulunuyordu. Hoş onun söylediğinde de bir problem yok, Allah’ın adıyla yaz
alternatifini getiriyor. Fakat işin ilginç tarafı Rahman’ı inkar etmesi.
Neden? Bunun temelinde iki sebep
yatar.
1 – Yanlış bilgi. Bölge
müşrikleri Rahman ismini Yemen’lilerin iki tanrısından birinin adı olarak
sanıyorlar, öyle biliyorlardı. Oysa ki Yemen de tek tanrılı inanç, yani büyük
oranda Hıristiyan ve Yahudiler yaşıyordu. Onlar içinde Rahman Allah’ın bir
sıfatıydı.
2 – Daha önemlisi, asıl sebep ise
Allah’ın hayatlarına müdahil olmasını inkar ediyorlardı. Bu surede onların bu
inkarı baştan sona reddedilecektir. Onlar Allah’ın rahmet vasfıyla dahi olsa
insan hayatına müdahalesini inkar ediyorlar, istemiyorlardı. Uzak bir Allah’ı
seviyorlardı. Yakın olanı sevmiyorlardı. Çünkü uzak olursa hayatlarına doğrudan
müdahil olmayacak, putlarına da bir yer açılmış olacaktı. Uzak olursa aracılar
koyma ihtiyacı hissedeceklerdi. Koydukları aracılar özne değil nesne tanrılar
olduğu için ensesine tokat vurabilecekleri tanrılar olduğu için hoşlarına
gidiyordu. Çünkü tanrıları onlara değil, onlar tanrılarına emredebiliyor,
onları istedikleri yere yerleştiriyor. Onları istedikleri yere koyuyor, onları
uslu uslu durmalarını öğütlüyor, hatta acıkınca yiyorlardı, böyle bir tanrıyı
seviyorlardı.
Onlara şah damarından daha yakın
olan, insanın her çağrısına cevap veren, insanı her an koruyup gözeten,
kollayan, bakan besleyen, büyüten ve insanın tüm adımlarını yazan ve insanı
daima merhametiyle kuşatan, sevgisiyle sarıp sarmalayan yakın, çok yakın bir
Allah inancını istemiyorlardı.
İşte onun için Rahman da kimmiş
diyorlardı ki Er
Rahman; Rahman mı? O da kim mi? O rahmetin kaynağı, O şu varlık
aleminde ki tüm şefkat ve merhametin menbaı; Allemel Kur'ân Kur’an ı öğreten. Halekal İnsân
insanı yaratan Allemehül
beyân ve yarattığı insana kendini ifade etmeyi öğretendir. Tabii ki
bunlar hep fiil, fiili mazi. Yani Kur’an ı öğretti, insanı yarattı, yarattığı
insana kendini ifade etme kabiliyeti verdi, yeteneği verdi.
Kur’an ı öğreten, insanı
yaratandır. Bu ilk 4 ayetten, özellikle 2 – 3 – 4. ayetlerden hemen
çıkaracağımız ilk sonuç bu. Kur’an ı öğreten, insanı yaratandır. İnsanı
yaratanın Allah olduğuna inanıp da, Kur’an ı öğretenin Allah olduğuna inanmamak
çelişkidir. Daha doğrusu, insanı yaratan Allah’ın insan için bir hayat düsturu,
bir yol haritası, bir kılavuz, bir prospektüs, bir kullanım kılavuzu vermemiş
olmasını düşünmek mümkin mi? İnsanı yaratacak, bir şah eser yaratacak, özene
bezene yaratacak ve yarattığı şah eseri kaldırıp sokağa atacak ve dönüp bir
daha bakmayacak. Onun sonsuz mutluluğu için yol göstermeyecek, onunla bir daha
ilgilenmeyecek..! Bu akla mantığa sığar mı? Bu seliym bir aklın kabul
edebileceği bir şey mi? Yarattığı şah eserle ilgilenmesinden daha doğal ne
olabilir.
Allah insanı yarattı, kendisi
için yarattı. Alemi yarattı, insan için yarattı. Yarattığı alem için bir düzen
koyan Allah, kendisi için yarattığı insana bir düzen koymasın mı? Koymasın mı?
koyamasın mı. Koyamayacaksa eğer o Allah olamaz. Yani eğer gücü yetmiyorsa
(haşa) koymamışsa eğer o zaman insanın şah eser olması nerde kaldı. O zaman
onun merhamet ve şefkatiyle insanı kucaklayıp, sarıp sarmalaması kabul
edilmiyor demektir. Yani Allah’ın insana olan merhametini reddetmek, insanın
insana yapacağı en büyük zulüm değil midir?
İşte Er Rahman; O sonsuz rahmet kaynağı Allemel Kur'ân, Halekal
İnsân, Allemehül beyân Kur’an ı öğretti, insanı yarattı, yarattığı insana
beyanı verdi. Kendini ifade etme yeteneği verdi.
Yaratma iki talim arasında
geliyor, 2 ve 4. ayetler. Talim, öğretme. Yaratma ise ikisinin arasında yer
alıyor, Halekal İnsân. Yani zımnen
söylenen şu; İnsan ancak öğretim ve eğitimle insan olur. Yoksa, bunun haddi
zatında daha temelde, daha farklı ifadesi şu. İnsan doğulmaz, insan olunur. Onun için talim ve terbiye insan eğitim ve
öğretimle insan olur. Allah’ın terbiyesiyle insan olur. Yoksa insan beşer
doğar. Onun için 2. ve 4. ayetler öğretmekle ilgili. 3. ayet ise yaratılmak.
Yani 2 parantez arasına alınmış insan.
Eğitim ve öğretimin temeli nedir
sorusuna cevap var bu ilk satırda. Er Rahman, işte cevap bu. Eğitim ve
öğretimin temeli sevgi ve şefkattir. Sevgi ve şefkatin olmadığı bir yerde talim
ve terbiye, eğitim ve öğretim olmaz.
Ta’lim, anlamın tasavvuru için
benliğin tahriki diye tarif edilir. Ta’lim Anlamın tasavvuru için benliğin
harekete geçirilmesi, yani tasavvurun inşası bizim ifademizle. Tasavvurun
inşası. Nasıl yapıyor bunu, ölüm, hayat. Kâr zarar, Hakk batıl, iyi kötü, güzel
çirkin, doğru yanlış, geçici kalıcı, başarı başarısızlık, büyük küçük, yüce
alçak. Yani hayatımızı üzerine inşa ettiğimiz ne kadar temel kavram varsa
içerisini boşaltıp kendisi dolduruyor. Çünkü biz insanlar bu kavramlarla
düşünür, bu kavramlarla duyar, bu kavramlarla algılar, bu kavramlarla yaşar, bu
kavramlarla barışır, bu kavramlarla savaşır, bu kavramlarla ölür. Bizim
hayatımızın ekseni bu kavramlardır. Eğer bu kavramlar yanlış yüklenirse biz
yanlış yaşarız, yanlış ölürüz, yanlış dururuz, yanlış vururuz, yanlış barışır,
yanlış savaşırız. Eğer bu kavramlar doğru inşa edilirse doğru yaşarız, doğru
ölürüz, doğru savaşırız, doğru barışırız, doğru kazanırız, doğru harcarız.
Görüyorsunuz kavramlar önemli ve
bu kavramları kim inşa etmişse o kişinin rabbi odur. Eğer hayati kavramlarınızı
Allah inşa etmişse rabbiniz Allah olur. Eğer başkaları inşa etmişse rabbiniz o
olacaktır.
Beyan; Kendini ifade etme
yeteneği. Allah’ın insana verdiği en büyük yetenek. Akıl yeteneği bunun bir
boyutu, irade bunun bir boyutu, iz’an ve irfan bunun bir boyutu, düşünme
melekesi bunun bir boyutu, hatta hafıza bunun bir boyutu. Mel insan levlel
lisan illa behimetün muhmeletun. Öyle diyordu ya şair. Eğer lisan olmasaydı,
dil olmasaydı, mantuk olmasaydı, o mantuğu dile getiren mantık olmasaydı.
Düşünce olmasaydı insan ihmal edilmiş bir canlıdan başka neydi ki, ne
olabilirdi ki, hiçbir şey. Ancak mantık ve o mantığın ifadesi olan mantuk, dil
sayesinde insan, insan olmayı beceriyor, çünkü kendini ifade ediyor. Bu surede
kendini ifade edebilen insanın haddi zatında doğru ifade etmesi için zihniyeti
inşa ediliyor. Tasavvuru, aklı, şahsiyeti ve hayatı inşa ediliyor.
Vahyin gayesi de zaten bu değil
midir, vahiy ilahi bir inşa projesidir. Vahiy tilavet edilmek için değil
yaşanmak için indirilmiştir. Vahiy hayatın ta kendisidir. Vahiy Allah’ın,
hayatın ta ortasına müdahalesidir. Onun için bu müdahaleyi biz zihniyeti, aklı,
tasavvuru inşa biçiminde bu surenin her ayetinde bir dip akıntısı gibi
görüyoruz.
5-) Eş Şemsu velKameru Bi husban;
Güneş (kavrayış) ve Ay (duygu - hissediş) (Bi-) hesap iledir (mertebelerledir). (A.
Hulusi)
05 - Güneş
ve Ay hesaplı. (Elmalı)
Eş Şemsu velKameru Bi husban güneşi
ve ayı mükemmel bir hesapla, sapmaz, şaşmaz, çok ince ve hassas bir hesapla
yörüngelerinde hareket ettiren O’dur. Veya şöyle de çevirebilirim bu ayeti.
Zamanı tayin için bir ölçü kılan O’dur, güneşin ve ayın. Kur’an ın ibret ve
davet sisteminde güneş ve ay birbirinin iki ucudur, yani iki çifti, karşıtı
temsil ederler Kur’an ın davet sisteminde. Gecenin ayeti aydır, gündüzün ayeti
güneştir. Ayın ışığı Kur’an da Nûr olarak, güneşin ışığı dav’ (ziyanın çoğulu)
olarak geçer. Yani ışıkları bile aynı kelimeyle anılmaz. Biri ışığını ödünç
alır, diğeri ışığını kendisinden verir. Bunu bile Kur’an ifade ederken farklı
kavramlar kullanır.
Kozmik düzene atıf var bu ayette.
İnsan için yaratmıştır Allah Güneşi ve ayı. Çünkü bu misafirhanenin
lambalarıdır. Biri gece lambasıdır, biri gündüz. Bu lambaları koyan Allah,
insan önünü görsün diye koymuştur. Bu lambalar için bile bir yasa koysun da, bu
lambaları kendisi için yarattığı insan için bir yasa koymasın mı. Onu başıboş
mu bıraksın, onunla ilgili hiçbir rehberlik yapmasın, onu görmezden mi gelsin.
İşte soru bu ve bu ayetin buraya yerleştirilmiş olmasının hikmeti de bu. Güneş
ve ay bile bir hesaba göre dönerken ey insanoğlu sen hesapsız mı yaşayacaksın
hayatı. Yani ipsiz ve sapsız mı olacaksın, başıboş mu bırakılacaksın, saldım
çayıra mı demesini bekliyorsun Allah’ın seni. Yoksa Allah’ın sana sahip
çıkmasından hoşnut olmadın mı.
Eğer Allah sana sahip çıkıyorsa
bu rahmetinin bir ifadesidir. Öp ve tepene koy, başının üstünde taşı. Rabbim
şükrederim de. Senin sonsuz nimetinin üstüne bir nimette bu oldu de. Borcum
daha da arttı de. Aslında bize söylemek istediği şey bu ayetin.
{Atlanan ayetler(6-7).
6-) VenNecmu veşŞeceru yescudan;
Necm
(yıldız - fikirler) ve ağaç (beden) secdededirler (Esmâ indînde "yokluk"
hâlindedirler). (A. Hulusi)
Nebat ve Ağacın Secdesi
Bunların secde etmelerinin ne
demek olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir:
a) Bu, biraz önce de
söylediğimiz gibi, "onların gölgeleri secde ediyorlar" manasınadır.
b) Bu ikisi Allah'a boyun
eğerler. Dolayısıyla hep yerden bitip çıkıyorlar. Allah'ın izniyle bu çıkışa ve
boyun eğişe devam ediyorlar. Böylece de Cenâb-ı Hak, güneşi ve ayı dairevî bir
şekilde hareket etmeye, bu bitkileri de, yukarıya doğru, dikey harekete memur
kılmıştır.
Bu sebeple de bitkinin hep
yerinde duruşu, secdeye teşbih edilmiştir. Çünkü secdede olan, sabit ve
hareketsizdir.
c) Her ne kadar gözle
görülmese de, bu bitkiler, gerçekten secde ederler ve bu tıpkı, anlaşılamasa
bile, her birinin Allah'ı teşbih edişleri gibidir. Nitekim Hak Teâlâ, "Her
şey Allah'ı teşbih eder. Fakat siz onların teşbihini anlayamazsınız"
(İsra, 44) buyurmuştur.
d) Secde, alnı yere koymak,
yahut da başın yere doğru olması demektir. Gövdeli ve gövdesiz bitkilerin
başları da gerçekte yere doğru, ayakları ise, göğe doğrudur. Çünkü canlıların,
gıdalarını almaları başları sayesinde olur. Bitkilerin ise gıdaları almaları
kökleri sayesinde olur. Bir de baş olmadan hayat olmaz. Bitkilerin de köklerine
bir arıza girdiğinde, taptaze olarak ayakta kalmazlar. Ama dalları ve tepeleri
kesildiğinde, hayatiyetlerini sürdürebilirler. İşte bundan ötürü dallara,
"ağacın başlan" denmiştir. Çünkü insandaki baş, en üstte olandır.
İşte bundan ötürü bitkilerin de üst taraflarına baş denmiştir. Bunu iyice
anladığına göre, gövdeli ve gövdesiz bitkilerin başlan, hep yere doğrudurlar. O
halde bunların secde edişleri, hakikî manada değil, bir teşbih olacaktır.
(Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu'l-Gayb)
7-) VesSemae rafe'aha ve veda'al miyzan;
Semâyı
(bilinci; Levvâme mertebesinden Mardiye
mertebesine kadar) yükseltmiş ve mîzanı (vahdet - kesret değerlerini dengeli yaşama özelliğini) yerleştirmiştir. (A. Hulusi)
07
Bak şu güzel semaya verdi ona irtifa' vaaz eyleyip mizânı. (Elmalı)
«Gökyüzünü O yükseltti ve
mîzânı (ölçü-tartıyı) koydu. Sakın tartıda hakkı, insafı aşmayın.»
Yedinci âyetle, Allah'ın
varlığına ve birliğine delâlet eden dördüncü belge işlenirken «mîzân» kavramına
yer verilmektedir. Fezanın bir bakıma rakama sığmayacak büyüklüğü ve ondaki
cisimlerin birbirinden uzak tutulması; sistemlerin oluşturulmasının muhakkak
ki çok hassas bir mîzana göre sağlandığını göstermektedir.
Mîzân, ismi alet olup «terazi»
anlamına geldiği gibi, denklem, denge, adalet ve düzen mânalarında da
kullanıldığı vâkidir.
Bunlardan şu sonucu
çıkarabiliriz : Fezada yer alan, dünya dahil bütün yıldız ve sistemlerin kendi
hareketlerinde, yer çekim ve merkezkaç kanunlarıyla mutlak bir denge hâkimdir.
Aynı zamanda her yıldız ve sistemde yer alan şeyler arasında da bir denge ve
hassas bir düzenleme söz konusudur.
Dünyanın belli bir süratle
kendi ekseni ve güneş etrafında elips çizerek sürdürdüğü hareketi, her
bakımdan dengeli ve düzenlidir. Nitekim «elipssin tarifi yapılırken bu tür
dengeye işaretle şöyle denilmiştir: «Öyle kapalı bir eğri ki bütün noktalarının
'odak' denilen iki ayrı noktaya olan uzaklıklarının toplamı birbirine denktir.»
Yeryüzünün kuruluş ve
yayılışında da bu denge kanunu hâkimdir. Ancak zaman zaman insanların
bilgisizce müdahalesi bu dengeyi bozmaktadır. Meselâ ormanlar hem bol oksijen
verip sağlık kazandırır, hem havanın tozunu ve kirliliğini toplar, hem yağmur
yağmasını sağlar, hem birçok canlılara barınak hizmeti verir.
Ağaçları plânsız, programsız
ve bilgisizce kestiğimiz takdirde bu denge bozulur ve zincirleme birçok
dengelerin de bozulmasına neden olur. Önce kuraklık başlar, toprak kayması
meydana gelir.
Denizleri kirletmek ve
barındırdığı canlıları bilgisizce avlamak ayrı bir dengesizlik doğurur.
Kur'an bu hususu biraz daha
açıklayarak Rûm Sûresi 41. âyette şöyle buyurmaktadır: «İnsanların elleriyle
işledikleri (bilgisizce) işlerden, fenalıklardan dolayı karada ve denizde
fesat (dengesizlik ve düzensizlik) ortaya çıktı..»
Onun için konumuzu oluşturan
sekizinci âyette, insanlara seslenilerek şu uyarı yapılmaktadır: «Sakın mîzânda (ölçü, tartı, denge ve
düzende) hakkı, insafı aşmayın.»
Ayrıca âyette, göklerde mîzân,
yani denge ve düzen kurulduğu gibi, yerde de mîzan kurulmuştur. Artık siz de
hem denge ve düzeni koruyun, hem de alım-satımda bulunurken teraziyi, tartıyı
doğru ve âdil kullanın, hususu da kısaca belirtilerek uyarıda bulunulmaktadır.
(İlmin Işığında Asrın Kuran Tefsiri Celal Yıldırım)
[Ek bilgi; Bilindiği
üzeregök kütlelerinin birbirinden olan uzaklığı, onların dengesinin esasını
teşkil eder. Kütleler birbirlerinden ne kadar uzaksa birbirleri üzerindeki
çekim güçleri de o derece zayıf olur.ç Birbirlerine yakın oldukları ölçüde biri
birini öteki üzerinde ki etkisi fazla olur. Nitekim(astronomik anlamda) yere
yakın olan ay, çekim kanunuyla denizlerde ki suyu etkiler. Med cezir de bundan
ileri gelir. Şayet iki gök cismi gereğinden çok birbirine yaklaşsaydı çarpışma
kaçınılmaz olurdu. Karışıklığın olmaması için bir emre boyun eğmek vazgeçilmez
bir şarttır. (Maurıce Bucaılle – Kur’an ve bilim)]}
Devam ediyor B sayfasına geçiniz.
169.
sayfayı toplu olarak BURADA
bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder