30 Eylül 2013 Pazartesi

İslamoğlu Tef. Ders. NECM (01 - 06)(167-A)






Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin, amin, ya mu’iyn..!

Değerli Kur’an dostları. Büyük mutasavvıf İslam irfanını ilk kez kodifiye eden, tedrin eden ve ekolleştiren Haris Bin Esed El Muhasibi, Kur’an akıldır der. Kur’an a anlayarak yaklaşmayan akıldan mahrum kalmıştır. Yine aynı şahıs; Kur’an, senin gökyüzündeki ruhun, yer yüzünde ki bedenindir. Ona yaklaşır, onunla kucaklaşır, onu hayatına giyersen ruhuna ve bedenine birlikte sahip olmuş olursun. Kur’an sız kalmak; İz’ansız ve irfansız kalmak değil sadece, aynı zamanda akılsız kalmak anlamına geliyor. Rabbim bizi Kur’an sız bırakmasın.

Bugün Necm suresinin tefsirini yapacağız inşallah. Necm suresi adını ilk ayetinden alır. Keriym sahabe bu sureyi bu adla anmış. Demek ki daha sahabe döneminde sure adını bulmuş.

Sure Mekki bir sure, hatta Mekke döneminin 3 dilimlik zamanında ilk dilimine tekabül ediyor. Tüm iniş tertiplerinde Abese ve İhlas sureleri arasında yer almış. Buna göre yaklaşık bir tarih vermemiz gerekirse nübüvvetin 2 ile 4. yılları arasını verebiliriz. Tek celsede ya da peyderpey inmiş olması muhtemeldir. İniş sırası, nüzul sırası 23. sıraya tekabül eder.

İbn Abbas’ın nakline göre Allah Resulünün ilk defa müşriklere açıktan ilan ettiği sure Necm suresidir. Bunun anlamı; Bu sure İslam tarihinde, nübüvvet tarihinde, Muhammedî davet döneminde bir dönüm noktasıdır. Çünkü müşriklerin tanrılarının yerildiği, açıkça eleştirildiği Kur’an da nazil olan ilk sure bu suredir.

Müşrikler kendi tanrılarını açıkça eleştiren ve yeren bu sure ile karşılaştıklarında, daha önceleri Resulallah’ın davetine karşı ne icabet ediyorlar, ne de saldırganlaşıyorlardı. Ama bu sureden sonra artık tavır değiştirmeye karar verdiler ve Muhammedî davete saldırıya geçtiler. Onun için bu sure davet döneminde bir dönüm noktasını oluşturur.

Surenin konusuna gelince; Sureyi 3 bölümde değerlendirebiliriz konu itibarıyla.

1 - Vahye ve vahyin kaynağına atıf. Nebinin vahiy meleğiyle iki ayrı görüşmesini ayrıntılı bir biçimde ele alır bu sure. Hatta bu açıdan Kur’an da tek suredir. İsra/1. ayetini saymazsak vahiy meleğiyle, vahyin ilk muhatabı olan Allah Resulü arasında ki ilişkinin bu kadar ayrıntılı ve detaylı ele alındığı bir başka yer yoktur. 1 ile 18. ayetler bu konuya ayrılmış. Bu vahyi inkar edenleri ret, vahye iman edenleri ise teskin ve teşvik anlamına geliyordu.

2 – Surenin 2. bölümü Kureyş’in bozuk tanrı tasavvuruna ayrılmış. Aracı putların reddiyle ilgili bu bölüm, sahte tanrılara tapanların psikolojik tahlillerini, bir başka ifadesi ile psikanalizini yapar. Gerçekten de surenin 2. bölümünde zemin ve zamanla irtibatlı olmaksızın, tüm zemin ve tüm zamanlarda Allah’tan uzak düşen bir akıl, nasıl açmazlara saplanır. Soyut düşünme yeteneğini kaybeden bir akla nasıl sefalet arız olur. Biz bunun tipik bir örneğini görüyoruz bu bölümde. Ki 19 – 32. ayetler arası bu konuyu işler.

3 – Surenin 3. bölümü ise insanın ebedi istikbali ile alakalıdır. İnsan iradeli olarak yaptığı tüm fiillerinde ya ödülü ya da cezayı hak eder. Çünkü irade iç güdüye benzemez. İrade ile iç güdüyü ayıran şey, toprak olmakla olmamak arasında ki fark kadardır. İrade ile içgüdüyü ayıran şey, yok olmakla var olmak arasında ki farktır. İrade ile yapılan bir eylem mutlaka hesabı sorulacak bir eylemdir. Onun için Ahiret iradeye verilmiş bir ödüldür. Hatta cennetiyle cehennemiyle. Çünkü ahiretten bahsetmek öldükten sonra yaşamaktan bahsetmektir. Yani ölmemekten ölümsüzlükten bahsetmektir.

Dolayısıyla var olmak, var olmayı sürdürmek başlı başına yok olmak arasında bir ödüldür. Ondan sonra ödül ve ceza gelir. Cennet ve cehennem gelir. Onun için var olmak öldükten sonra da yaşamayı bir başka düzlemde sürdürmek; iradeye Allah’ın verdiği bizatihi bir ödüldür. Sure iradeye ve iradeli fiillere verilecek olan ödül ve ceza sahneleriyle son bulur. Ki 33 – 62. ayetler arası buna ayrılmıştır.

Tüm zamanlar ve tüm mekanlar için geçerli ilahi ölçü de işte bu son bölümde dile getirilir. O şudur;

Bismillah; Ella teziru vaziretün vizre uhra (38) Ve en leyse lil İnsani illâ ma se'a (39) hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu yüklenmez. Her insan için sadece ve sadece çabasının karşılığı vardır.

Bu ilahi sözlerin, bu gök ilkelerinin, bu evrensel prensiplerin sesi 1.400 yıl öteden bugüne yankılana yankılana devam etmektedir ve bundan böyle de yankılanacaktır. Bu kısa özetten sonra şimdi suremizi tefsire geçebiliriz.

[Ek bilgi; Bu sure de şu üç konu üzerinde durulmuştur;
1) İnandığınız din zanna dayanmaktadır. İlahlıkla hiçbir ilgileri olmamasına rağmen, Lat, Uzza ve Menat gibi putlara tapıyorsunuz. Bunlar sadece sizlerin akide haline getirdiğiniz vehim ve arzularınızdır. Fakat bu büyük bir sapıklıktır. Çünkü "din" zan değil, hakikattır, dolayısıyla zanna değil ilme (vahye) dayanmalıdır.
2) Allah bu kainatın yegane sahibidir. Doğru yol üzerinde olanlar, ancak Allah'ın gösterdiği yolu izleyenlerdir. Bu yolun dışına çıkanlar ise sapıklardan başkası değildir.
3) Asırlar önce Hz. İbrahim'in ve Hz. Musa'nın sahifelerinde beyan olunan dinin temel prensipleri, şimdi tekrar beyan olunmaktadır. Yani, Hz. Muhammed'in (s.a) getirdiği din yeni bir din olmayıp, Allah'ın her dönemde gönderdiği dinin ta kendisidir. (Ebu’l Alâ Mevdudi – Tefhimu’l Kur’an)]



Rahman, Rahiym olan. Özünde merhametli, işinde merhametli olan. Varlığa karşı rahiym, rahman, mü’minlere karşı özel bir merhametle rahiym olan. Rahmeti, merhameti, bağışı, affı bütün bir varlığı kuşatmış olan Allah adına. Neden? Çünkü vahiy bir gök sofrasıdır. Vahiy insanlığın önüne çıkarılmış bir gök sofrası olarak onun ebedi hayatta yaşaması için gerekli olan tüm manevi gıdalar bu sofrada bulunur. İnsan, Mahlukat aleminin en dikkate değer üyesi. Var oluş aslında merhametin bir eseri. Allah rahmetini varlığı var ederek gösterdi. İnsana irade vererek bu merhameti kat kat kıldı ve irade verdiği insana tenezzül buyurarak, nüzul ederek, yani vahyini gönderip konuşarak ona olan rahmetini perçinledi. Vahiy Allah’ın insana olan merhametinin çok özel bir ifadesidir. Onun için biz vahye BismillahirRahmanirRahıym diye başlarız.


1-) Ven necmi izâ heva;

Necm'e (bölüm bölüm açığa çıkararak tüm hakikati anlatana) yemin olsun ki, (A. Hulusi)

01 - O Necme kasem ederim indiği dem ki. (Elmalı)


2-) Ma dalle sahıbuküm ve ma ğavâ;

Arkadaşınız ne saptı ne de azdı! (A. Hulusi)

 02 - Şaşırmadı sahibiniz azıtmadı da. (Elmalı)


3-) Ve ma yentıku anil heva;

(O), hevâsından (hayalî şeyleri) konuşmaz! (A. Hulusi)

03 - Ve hevadan söylemiyor. (Elmalı)


4-) İn huve illâ vahyun yuha;

O yalnızca vahyolunan bir vahiydir! (A. Hulusi)

04 - O sade bir vahiydir ancak vahyolunur. (Elmalı)


Ven necmi izâ heva. (1) Ma dalle sahıbuküm ve ma ğavâ (2) Ve ma yentıku anil heva (3) İn huve illâ vahyun yuha (4) Vahyin aşamalı, parça parça, peyderpey inişini düşün. Ven necmi izâ heva Ven Necm; İlk anlamı yıldız. Fakat bu kelime aynı zamanda Kur’an ın parça parça inişini ifade eden temcin sözcüğünün de türetildiği kelime. Onun için parça parça inişi, peyderpey inişi, aşamalı olarak inişi ifade eder. Ki İbn. Abbas’tan büyük öğrencisi Mücahid’in nakline dayanır bizim tercihimiz. Yoksa ilk anlamıyla çevirirsek ayeti, göründüğü zaman yıldızı düşün anlamını verebiliriz.

Ma dalle sahıbuküm ve ma ğavâ arkadaşınız ne sapmıştır ne de kanmıştır. Yani o ne kendiliğinden yoldan çıkmıştır, ne de bir başkası onu yoldan çıkarmıştır. Eğer böyle düşünüyorsanız yanlış düşünüyorsunuz. Eğer böyle düşünüyorsanız yalnızca Allah Resulüne hakaret etmiş olmazsınız, Allah’a da hakaret etmiş olursunuz. Çünkü o elçidir. Elçinin onuru, onu gönderen kapının onurudur. Elçiye zeval olmaz. Siz elçiye eğer hakaret ederseniz, aslında bu elçiyi gönderene hakaret olarak anlaşılır. Hala aklınızı başınıza almayacak mısınız.

[Ek bilgi; Dikkat ederseniz burada; “arkadaşınız, sahibiniz” denmektedir. Elçimiz, Resûlümüz demiyor da Rabbimiz, arkadaşınız diyor. Sizin kendisini tanıdığınız, kendisiyle sohbet edip, arkadaşlık kurduğunuz, sizin lehinize hareket eden dostunuz deniyor.
Şu içinizde doğup büyüyen, çocukluğu, gençliği aranızda geçmiş, tüm geçmişini tanıdığınız, tüm hayatına muttali olduğunuz, hepinizin yakından bildiği arkadaşınız. Kırk yıllık geçmişiyle aklına, ahlâkına, eminliğine, dürüstlüğüne şahit olduğunuz, aleyhinde delil getirebileceğiniz bir tek falsosuna bile şahit olmadığınız, bir tek yüz kızartıcı suçuna muttali olmadığınız, tek bir yalanını yakalamadığınız, sizi asla aldatmamış, emânetlerinize zerre kadar hain davranmamış, Allah kullarını aldatmamış bir insanın, kırk yaşından sonra birden bire değişerek Allah’tan kendisine böyle bir vahiy gelmediği halde, Allah yeryüzünde kendisini sözcü seçmediği halde, Allah’a iftira ederek, Allah kullarını aldatarak; “bana vahiy geliyor” diye yalan söyleyip, insanları kandırmasını nasıl düşünebiliyorsunuz?
Nasıl diyebiliyorsunuz bunu tüm hayatını tanıdığınız emin bir kimseye? Kendisi asla sapmayan, insanları da saptırmaya çalışmayan, kendisi asla aldanmayan, sizi de asla aldatmaya çalışmayan arkadaşınız hakkında nasıl şüphe edebilirsiniz? diye Rabbimiz elçisinin doğruluğuna, hak yolda oluşuna şahadette bulunuyor. (Besâiru’l Kur’an- Ali Küçük)]

Ve ma yentıku anil heva O kendi keyfinden konuşmamaktadır. Yani ben size Allah’ın kelamını iletiyorum derken, bu kendi sözleri değil, Allah’ın ona indirdiği vahyidir. Bu ayetten yola çıkarak Resulallah’ın mübarek dudaklarından dökülen her cümleyi, her sözü vahiy ilan etmek elbette ki doğru değil. Çünkü en çok ben de sizin gibi bir insanım, bir beşerim sözcüğünü duyduğumuz zat Resulallah’tır. (Kul innema) ene beşerün mislüküm. (Hadis) Ki rabbimiz ona ben de sizin gibi bir insanım demesini mükerreren emrediyor. Bu ayette ifade buyrulan şey bizzat vahyin kendisidir.

İn huve illâ vahyun yuha işte bu ayette delilidir. Bu vahiy, bu Kur’an kendisine indirilmiş olan bir vahiyden ibarettir. Yani o ben konuşuyorum, benim sözümü dinleyin, bunları ben söylüyorum demiyor. Bunları Allah’tan aldım diyor. Allah’tan aldım diye size ilettikleri sadece vahiydir. Ama Allah’tan aldım demedikleri ise vahiy değildir. Bu zaten bu anlama gelir.

Muhtemelen nüzul sürecinde vahiy teriminin geçtiği ilk yer burası. İslam öncesinde bu kelime kullanılıyor mu? Evet, cahiliye de bu kelime kullanılıyor. Vahiy sözcüğü kullanılıyor. Fakat bu anlamda değil. Mesela dikili taş anıtlar için kullanılıyor. İki ana niteliği var kelimenin. Etimolojisinde, kök anlamında iki mana var. Birincisi sürat, ikincisi ise hıffet. Yani birincisi hızlılık, süratlilik ikincisi gizlilik, kapalılık, örtülülük. Bu kelime ile ifade edilen tüm versiyonlar bu iki ana anlamı taşımak durumunda. Bir mesajı dil dışı bir yolla muhatabına iletmeye vahiy diyoruz. Ki ilham, işaret, ima, ilka ve ihsas vahyin anlam alanına dahildir. Bir şeyi karşıdakine ima etmek, veya işaretle bildirmek dil dışı yöntemle, işaretle. Onu al oraya koy diyoruz mesela. Mesela sus diyoruz. Bunlarda dil dışı yöntemle bir manayı muhataba iletmek.

İlahi anlamların vasıtalı ya da vasıtasız vahyin ilk muhatabı olan peygamberin kalbine ilham ve ilka edilmesine ıstılahta vahiy denilir. Vahiy tüm süreçleriyle gerçek bir mucizedir. Akıl sır ermez bir mucizedir. Nasıllığını asla kavrayamaz insan. İşte o soruya ilişkin sınırlı bir bilgiyi Kur’an, vahiy, kendisi bu surede vermektedir. Aşkınla içkin arasında ki akıllar üstü ilişki ve iletişim biçimine tekabül eder. Gerçekten de insan aklı melek gibi madde üstü bir varlıkla, insan gibi maddi bir varlığın nasıl bir zeminde buluştuğunu, konuştuğunu, mesajın ilahi anlamıyla, mesajın lahuti başı ile, aşkın başıyla, içkin ayağının, yani kelimelerin nasıl birbirine kavuştuğunu, yani kelimelerin ruhu olan anlam ile kelimelerin cesedi olan harflerin birbirine nasıl ilka edildiğini, üflendiğini biz insanoğlu basit bir biçimde anlayamayız. Zaten bunu anlatan da yok. Bize ancak bunu ilahi bir vahiy anlatırdı. O da bize işte şu anda okuyacağımız ayetlerde gördüğümüz kadar anlattı. Şimdi biz bu mucizenin nasıl gerçekleştiğine  ilişkin üstü örtülü, mecazi bir dille, sembolik bir dille kısa bir anlatımını göreceğiz.


5-) 'Allemehu şediydulkuva;

O'na kuvveleri şiddetli olan talim etti! (A. Hulusi)

05 - Talim etti ona kuvveleri şiddetli. (Elmalı)


'Allemehu şediydulkuva onu melekeleri çok güçlü bir melek öğretti. Şediydulkuva. Kuva’yi meleke diye çevirdim. Melekeleri çok güçlü bir melek. Zaten melekle meleke aynı kökten. Onun için hep derim insanda iyilik haline gelmiş, oturmuş ahlakı hamideye, güzel ahlaka meleke denir. Aslında bu meleğin insanda ahlaka dönüşmesidir. Melek sizde oturdu da ahlaka dönüştü mü meleke olur.


6-) Zû mirretin, festeva;

O (kuvve) kendini fark ettirdi, böylece de istiva etti (böylece de vahye açık hâle geldi)! (A. Hulusi)

06 - Bir kuvvet sahibi, hemen duruklandı. (Elmalı)


Zû mirretin, festeva . Zü mirra; gerçekten çaplı bir kelime etkileyici ve tam donanımlı o melek, etkileyici, tam donanımlı. Aklı şaşırtan, aklı yaya bırakan. Mirra akıl manasına da geliyor, etki manasına da geliyor, güç manasına da, kuvvet manasına da geliyor. Bir çok anlamı var. etkileyici ve tam donanımlı bir melek. Festeva; derken o kendini olanca haşmetiyle gösterdi ve ortaya çıktı.

Vahiy meleği Cebrail’den söz ediliyor elbette. Efendimiz bir haberde onu 600 kanadıyla gördüm ufku kaplamıştı buyuruyor. Bu da tabii ki 600 kanat, yani durdum da teker teker saydım anlamına gelmiyor. Bu şu anlama geliyor; tariften acizim. İnsan gözünün, insan aklının, insan havsalasının almayacağı kadar muhteşem bir olay, bu anlama geliyor.

Bu son ayet Festeva, ikinci bir mana ile de çevrilebiliriz bunu. Tüm varlığıyla doğruldu, tüm varlığıyla kuşattı, tüm varlığıyla kapladı anlamına gelir. Bu ayetin bu bölümünün yani ikinci yarısının öznesi peygamberimiz de olabilir. O zaman öznesi peygamberimizse eğer o zaman peygamberimiz kalktı, doğruldu anlamına gelir. Ama tercihim bu değil benim tercihim tekvir/23. ayetine dayanıyor ki o da tercihimizi doğrular nitelikte.


Devam ediyor B sayfasına geçiniz.
167. videoyu toplu olarak BURADA bulabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder