Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir,
Rabbi temmim bil hayr.
Rabbişrah liy sadriy;
Ve yessirliy emriy;
Vahlül ukdeten min lisaniy;
Yefkahu kavliy;
(Tâhâ 25-26-27-28)
Rabbim, göğsüme genişlik ver,
kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin, amin, ya
mu’iyn..!
Değerli Kur’an dostları. Büyük
mutasavvıf İslam irfanını ilk kez kodifiye eden, tedrin eden ve ekolleştiren
Haris Bin Esed El Muhasibi, Kur’an akıldır der. Kur’an a anlayarak yaklaşmayan
akıldan mahrum kalmıştır. Yine aynı şahıs; Kur’an, senin gökyüzündeki ruhun,
yer yüzünde ki bedenindir. Ona yaklaşır, onunla kucaklaşır, onu hayatına
giyersen ruhuna ve bedenine birlikte sahip olmuş olursun. Kur’an sız kalmak;
İz’ansız ve irfansız kalmak değil sadece, aynı zamanda akılsız kalmak anlamına
geliyor. Rabbim bizi Kur’an sız bırakmasın.
Bugün Necm suresinin tefsirini
yapacağız inşallah. Necm suresi adını ilk ayetinden alır. Keriym sahabe bu
sureyi bu adla anmış. Demek ki daha sahabe döneminde sure adını bulmuş.
Sure Mekki bir sure, hatta Mekke
döneminin 3 dilimlik zamanında ilk dilimine tekabül ediyor. Tüm iniş
tertiplerinde Abese ve İhlas sureleri arasında yer almış. Buna göre yaklaşık
bir tarih vermemiz gerekirse nübüvvetin 2 ile 4. yılları arasını verebiliriz.
Tek celsede ya da peyderpey inmiş olması muhtemeldir. İniş sırası, nüzul sırası
23. sıraya tekabül eder.
İbn Abbas’ın nakline göre Allah
Resulünün ilk defa müşriklere açıktan ilan ettiği sure Necm suresidir. Bunun
anlamı; Bu sure İslam tarihinde, nübüvvet tarihinde, Muhammedî davet döneminde
bir dönüm noktasıdır. Çünkü müşriklerin tanrılarının yerildiği, açıkça
eleştirildiği Kur’an da nazil olan ilk sure bu suredir.
Müşrikler kendi tanrılarını
açıkça eleştiren ve yeren bu sure ile karşılaştıklarında, daha önceleri
Resulallah’ın davetine karşı ne icabet ediyorlar, ne de saldırganlaşıyorlardı.
Ama bu sureden sonra artık tavır değiştirmeye karar verdiler ve Muhammedî
davete saldırıya geçtiler. Onun için bu sure davet döneminde bir dönüm
noktasını oluşturur.
Surenin konusuna gelince; Sureyi
3 bölümde değerlendirebiliriz konu itibarıyla.
1 - Vahye ve vahyin kaynağına
atıf. Nebinin vahiy meleğiyle iki ayrı görüşmesini ayrıntılı bir biçimde ele
alır bu sure. Hatta bu açıdan Kur’an da tek suredir. İsra/1. ayetini saymazsak
vahiy meleğiyle, vahyin ilk muhatabı olan Allah Resulü arasında ki ilişkinin bu
kadar ayrıntılı ve detaylı ele alındığı bir başka yer yoktur. 1 ile 18. ayetler
bu konuya ayrılmış. Bu vahyi inkar edenleri ret, vahye iman edenleri ise teskin
ve teşvik anlamına geliyordu.
2 – Surenin 2. bölümü Kureyş’in bozuk
tanrı tasavvuruna ayrılmış. Aracı putların reddiyle ilgili bu bölüm, sahte
tanrılara tapanların psikolojik tahlillerini, bir başka ifadesi ile
psikanalizini yapar. Gerçekten de surenin 2. bölümünde zemin ve zamanla
irtibatlı olmaksızın, tüm zemin ve tüm zamanlarda Allah’tan uzak düşen bir
akıl, nasıl açmazlara saplanır. Soyut düşünme yeteneğini kaybeden bir akla
nasıl sefalet arız olur. Biz bunun tipik bir örneğini görüyoruz bu bölümde. Ki
19 – 32. ayetler arası bu konuyu işler.
3 – Surenin 3. bölümü ise insanın
ebedi istikbali ile alakalıdır. İnsan iradeli olarak yaptığı tüm fiillerinde ya
ödülü ya da cezayı hak eder. Çünkü irade iç güdüye benzemez. İrade ile iç
güdüyü ayıran şey, toprak olmakla olmamak arasında ki fark kadardır. İrade ile
içgüdüyü ayıran şey, yok olmakla var olmak arasında ki farktır. İrade ile
yapılan bir eylem mutlaka hesabı sorulacak bir eylemdir. Onun için Ahiret
iradeye verilmiş bir ödüldür. Hatta cennetiyle cehennemiyle. Çünkü ahiretten
bahsetmek öldükten sonra yaşamaktan bahsetmektir. Yani ölmemekten ölümsüzlükten
bahsetmektir.
Dolayısıyla var olmak, var olmayı
sürdürmek başlı başına yok olmak arasında bir ödüldür. Ondan sonra ödül ve ceza
gelir. Cennet ve cehennem gelir. Onun için var olmak öldükten sonra da yaşamayı
bir başka düzlemde sürdürmek; iradeye Allah’ın verdiği bizatihi bir ödüldür.
Sure iradeye ve iradeli fiillere verilecek olan ödül ve ceza sahneleriyle son
bulur. Ki 33 – 62. ayetler arası buna ayrılmıştır.
Tüm zamanlar ve tüm mekanlar için
geçerli ilahi ölçü de işte bu son bölümde dile getirilir. O şudur;
Bismillah; Ella teziru vaziretün vizre uhra
(38) Ve en leyse
lil İnsani illâ ma se'a (39) hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu
yüklenmez. Her insan için sadece ve sadece çabasının karşılığı vardır.
Bu ilahi sözlerin, bu gök
ilkelerinin, bu evrensel prensiplerin sesi 1.400 yıl öteden bugüne yankılana
yankılana devam etmektedir ve bundan böyle de yankılanacaktır. Bu kısa özetten
sonra şimdi suremizi tefsire geçebiliriz.
[Ek bilgi; Bu sure de şu üç konu üzerinde
durulmuştur;
1) İnandığınız din zanna
dayanmaktadır. İlahlıkla hiçbir ilgileri olmamasına rağmen, Lat, Uzza ve Menat
gibi putlara tapıyorsunuz. Bunlar sadece sizlerin akide haline getirdiğiniz
vehim ve arzularınızdır. Fakat bu büyük bir sapıklıktır. Çünkü "din"
zan değil, hakikattır, dolayısıyla zanna değil ilme (vahye) dayanmalıdır.
2) Allah bu kainatın yegane
sahibidir. Doğru yol üzerinde olanlar, ancak Allah'ın gösterdiği yolu
izleyenlerdir. Bu yolun dışına çıkanlar ise sapıklardan başkası değildir.
3) Asırlar önce Hz. İbrahim'in
ve Hz. Musa'nın sahifelerinde beyan olunan dinin temel prensipleri, şimdi
tekrar beyan olunmaktadır. Yani, Hz. Muhammed'in (s.a) getirdiği din yeni bir
din olmayıp, Allah'ın her dönemde gönderdiği dinin ta kendisidir. (Ebu’l Alâ Mevdudi – Tefhimu’l
Kur’an)]
Rahman, Rahiym olan. Özünde
merhametli, işinde merhametli olan. Varlığa karşı rahiym, rahman, mü’minlere
karşı özel bir merhametle rahiym olan. Rahmeti, merhameti, bağışı, affı bütün
bir varlığı kuşatmış olan Allah adına. Neden? Çünkü vahiy bir gök sofrasıdır.
Vahiy insanlığın önüne çıkarılmış bir gök sofrası olarak onun ebedi hayatta
yaşaması için gerekli olan tüm manevi gıdalar bu sofrada bulunur. İnsan,
Mahlukat aleminin en dikkate değer üyesi. Var oluş aslında merhametin bir
eseri. Allah rahmetini varlığı var ederek gösterdi. İnsana irade vererek bu
merhameti kat kat kıldı ve irade verdiği insana tenezzül buyurarak, nüzul
ederek, yani vahyini gönderip konuşarak ona olan rahmetini perçinledi. Vahiy
Allah’ın insana olan merhametinin çok özel bir ifadesidir. Onun için biz vahye BismillahirRahmanirRahıym diye başlarız.
1-) Ven necmi izâ heva;
Necm'e
(bölüm bölüm açığa çıkararak tüm hakikati
anlatana) yemin olsun ki, (A. Hulusi)
01 - O
Necme kasem ederim indiği dem ki. (Elmalı)
2-) Ma dalle sahıbuküm ve ma ğavâ;
Arkadaşınız
ne saptı ne de azdı! (A. Hulusi)
02 - Şaşırmadı
sahibiniz azıtmadı da. (Elmalı)
3-) Ve ma yentıku anil heva;
(O), hevâsından (hayalî şeyleri) konuşmaz! (A.
Hulusi)
03 -
Ve hevadan söylemiyor. (Elmalı)
4-) İn huve illâ vahyun yuha;
O
yalnızca vahyolunan bir vahiydir! (A. Hulusi)
04 - O
sade bir vahiydir ancak vahyolunur. (Elmalı)
Ven necmi izâ heva. (1) Ma dalle sahıbuküm
ve ma ğavâ (2) Ve ma yentıku anil heva (3) İn huve illâ vahyun yuha (4) Vahyin
aşamalı, parça parça, peyderpey inişini düşün. Ven necmi izâ heva Ven Necm; İlk
anlamı yıldız. Fakat bu kelime aynı zamanda Kur’an ın parça parça inişini ifade
eden temcin sözcüğünün de türetildiği kelime. Onun için parça parça inişi,
peyderpey inişi, aşamalı olarak inişi ifade eder. Ki İbn. Abbas’tan büyük
öğrencisi Mücahid’in nakline dayanır bizim tercihimiz. Yoksa ilk anlamıyla
çevirirsek ayeti, göründüğü zaman yıldızı düşün anlamını verebiliriz.
Ma dalle sahıbuküm ve ma ğavâ
arkadaşınız ne sapmıştır ne de kanmıştır. Yani o ne kendiliğinden yoldan
çıkmıştır, ne de bir başkası onu yoldan çıkarmıştır. Eğer böyle düşünüyorsanız
yanlış düşünüyorsunuz. Eğer böyle düşünüyorsanız yalnızca Allah Resulüne
hakaret etmiş olmazsınız, Allah’a da hakaret etmiş olursunuz. Çünkü o elçidir.
Elçinin onuru, onu gönderen kapının onurudur. Elçiye zeval olmaz. Siz elçiye
eğer hakaret ederseniz, aslında bu elçiyi gönderene hakaret olarak anlaşılır.
Hala aklınızı başınıza almayacak mısınız.
[Ek bilgi; Dikkat ederseniz
burada; “arkadaşınız, sahibiniz” denmektedir. Elçimiz, Resûlümüz demiyor da
Rabbimiz, arkadaşınız diyor. Sizin kendisini tanıdığınız, kendisiyle sohbet
edip, arkadaşlık kurduğunuz, sizin lehinize hareket eden dostunuz deniyor.
Şu içinizde doğup büyüyen,
çocukluğu, gençliği aranızda geçmiş, tüm geçmişini tanıdığınız, tüm hayatına
muttali olduğunuz, hepinizin yakından bildiği arkadaşınız. Kırk yıllık
geçmişiyle aklına, ahlâkına, eminliğine, dürüstlüğüne şahit olduğunuz,
aleyhinde delil getirebileceğiniz bir tek falsosuna bile şahit olmadığınız, bir
tek yüz kızartıcı suçuna muttali olmadığınız, tek bir yalanını yakalamadığınız,
sizi asla aldatmamış, emânetlerinize zerre kadar hain davranmamış, Allah
kullarını aldatmamış bir insanın, kırk yaşından sonra birden bire değişerek
Allah’tan kendisine böyle bir vahiy gelmediği halde, Allah yeryüzünde kendisini
sözcü seçmediği halde, Allah’a iftira ederek, Allah kullarını aldatarak; “bana
vahiy geliyor” diye yalan söyleyip, insanları kandırmasını nasıl
düşünebiliyorsunuz?
Nasıl diyebiliyorsunuz bunu
tüm hayatını tanıdığınız emin bir kimseye? Kendisi asla sapmayan, insanları da
saptırmaya çalışmayan, kendisi asla aldanmayan, sizi de asla aldatmaya
çalışmayan arkadaşınız hakkında nasıl şüphe edebilirsiniz? diye Rabbimiz
elçisinin doğruluğuna, hak yolda oluşuna şahadette bulunuyor. (Besâiru’l
Kur’an- Ali Küçük)]
Ve ma yentıku anil heva O kendi
keyfinden konuşmamaktadır. Yani ben size Allah’ın kelamını iletiyorum derken,
bu kendi sözleri değil, Allah’ın ona indirdiği vahyidir. Bu ayetten yola
çıkarak Resulallah’ın mübarek dudaklarından dökülen her cümleyi, her sözü vahiy
ilan etmek elbette ki doğru değil. Çünkü en çok ben de sizin gibi bir insanım,
bir beşerim sözcüğünü duyduğumuz zat Resulallah’tır. (Kul innema) ene beşerün mislüküm. (Hadis) Ki
rabbimiz ona ben de sizin gibi bir insanım demesini mükerreren emrediyor. Bu ayette
ifade buyrulan şey bizzat vahyin kendisidir.
İn huve illâ vahyun yuha işte bu
ayette delilidir. Bu vahiy, bu Kur’an kendisine indirilmiş olan bir vahiyden
ibarettir. Yani o ben konuşuyorum, benim sözümü dinleyin, bunları ben
söylüyorum demiyor. Bunları Allah’tan aldım diyor. Allah’tan aldım diye size
ilettikleri sadece vahiydir. Ama Allah’tan aldım demedikleri ise vahiy
değildir. Bu zaten bu anlama gelir.
Muhtemelen nüzul sürecinde vahiy
teriminin geçtiği ilk yer burası. İslam öncesinde bu kelime kullanılıyor mu?
Evet, cahiliye de bu kelime kullanılıyor. Vahiy sözcüğü kullanılıyor. Fakat bu
anlamda değil. Mesela dikili taş anıtlar için kullanılıyor. İki ana niteliği
var kelimenin. Etimolojisinde, kök anlamında iki mana var. Birincisi sürat,
ikincisi ise hıffet. Yani birincisi hızlılık, süratlilik ikincisi gizlilik,
kapalılık, örtülülük. Bu kelime ile ifade edilen tüm versiyonlar bu iki ana
anlamı taşımak durumunda. Bir mesajı dil dışı bir yolla muhatabına iletmeye
vahiy diyoruz. Ki ilham, işaret, ima, ilka ve ihsas vahyin anlam alanına
dahildir. Bir şeyi karşıdakine ima etmek, veya işaretle bildirmek dil dışı
yöntemle, işaretle. Onu al oraya koy diyoruz mesela. Mesela sus diyoruz.
Bunlarda dil dışı yöntemle bir manayı muhataba iletmek.
İlahi anlamların vasıtalı ya da
vasıtasız vahyin ilk muhatabı olan peygamberin kalbine ilham ve ilka edilmesine
ıstılahta vahiy denilir. Vahiy tüm süreçleriyle gerçek bir mucizedir. Akıl sır
ermez bir mucizedir. Nasıllığını asla kavrayamaz insan. İşte o soruya ilişkin sınırlı
bir bilgiyi Kur’an, vahiy, kendisi bu surede vermektedir. Aşkınla içkin
arasında ki akıllar üstü ilişki ve iletişim biçimine tekabül eder. Gerçekten de
insan aklı melek gibi madde üstü bir varlıkla, insan gibi maddi bir varlığın
nasıl bir zeminde buluştuğunu, konuştuğunu, mesajın ilahi anlamıyla, mesajın
lahuti başı ile, aşkın başıyla, içkin ayağının, yani kelimelerin nasıl
birbirine kavuştuğunu, yani kelimelerin ruhu olan anlam ile kelimelerin cesedi
olan harflerin birbirine nasıl ilka edildiğini, üflendiğini biz insanoğlu basit
bir biçimde anlayamayız. Zaten bunu anlatan da yok. Bize ancak bunu ilahi bir
vahiy anlatırdı. O da bize işte şu anda okuyacağımız ayetlerde gördüğümüz kadar
anlattı. Şimdi biz bu mucizenin nasıl gerçekleştiğine ilişkin üstü örtülü, mecazi bir dille,
sembolik bir dille kısa bir anlatımını göreceğiz.
5-) 'Allemehu şediydulkuva;
O'na
kuvveleri şiddetli olan talim etti! (A. Hulusi)
05 -
Talim etti ona kuvveleri şiddetli. (Elmalı)
'Allemehu şediydulkuva onu
melekeleri çok güçlü bir melek öğretti. Şediydulkuva. Kuva’yi meleke diye
çevirdim. Melekeleri çok güçlü bir melek. Zaten melekle meleke aynı kökten.
Onun için hep derim insanda iyilik haline gelmiş, oturmuş ahlakı hamideye,
güzel ahlaka meleke denir. Aslında bu meleğin insanda ahlaka dönüşmesidir.
Melek sizde oturdu da ahlaka dönüştü mü meleke olur.
6-) Zû mirretin, festeva;
O (kuvve) kendini fark
ettirdi, böylece de istiva etti (böylece de
vahye açık hâle geldi)! (A. Hulusi)
06 -
Bir kuvvet sahibi, hemen duruklandı. (Elmalı)
Zû mirretin, festeva . Zü mirra; gerçekten çaplı bir kelime
etkileyici ve tam donanımlı o melek, etkileyici, tam donanımlı. Aklı şaşırtan,
aklı yaya bırakan. Mirra akıl manasına da geliyor, etki manasına da geliyor,
güç manasına da, kuvvet manasına da geliyor. Bir çok anlamı var. etkileyici ve
tam donanımlı bir melek. Festeva;
derken o kendini olanca haşmetiyle gösterdi ve ortaya çıktı.
Vahiy meleği Cebrail’den söz
ediliyor elbette. Efendimiz bir haberde onu 600 kanadıyla gördüm ufku
kaplamıştı buyuruyor. Bu da tabii ki 600 kanat, yani durdum da teker teker
saydım anlamına gelmiyor. Bu şu anlama geliyor; tariften acizim. İnsan gözünün,
insan aklının, insan havsalasının almayacağı kadar muhteşem bir olay, bu anlama
geliyor.
Bu son ayet Festeva, ikinci bir
mana ile de çevrilebiliriz bunu. Tüm varlığıyla doğruldu, tüm varlığıyla
kuşattı, tüm varlığıyla kapladı anlamına gelir. Bu ayetin bu bölümünün yani
ikinci yarısının öznesi peygamberimiz de olabilir. O zaman öznesi
peygamberimizse eğer o zaman peygamberimiz kalktı, doğruldu anlamına gelir. Ama
tercihim bu değil benim tercihim tekvir/23. ayetine dayanıyor ki o da
tercihimizi doğrular nitelikte.
Devam ediyor B sayfasına geçiniz.
167. videoyu
toplu olarak BURADA
bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder