El Hamdu Lillahi
Rabbil'Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi
ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.
Rabbişrah liy sadriy;
Ve yessirliy emriy;
Vahlül ukdeten min lisaniy;
Yefkahu kavliy;
(Tâhâ 25-26-27-28)
Rabbim, göğsüme genişlik ver,
kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Rabbim Kur’an ı
bize aç, bizi Kur’an a aç. Rabbim Kur’an ın ışığında bir hayatı bize lütfet.
Amin.
Değerli Kur’an dostları bugün
yeni bir sure ile dersimize başlıyoruz. Tûr suresi. Adını ilk ayetinden alır.
Tûri Sina’ya atıftır, Sina dağına, Hz. Musa’nın vahiy aldığı mübarek dağa.
Surenin iniş zamanı Mekkidir,
Mekke’de inmiştir. Muhtemelen Mekke’nin son üçte birlik diliminde indiğini
söyleyebiliriz. Çünkü suikast planına atıf olduğunu düşündüğüm 42. ayet. Yine
İsra/90-92. ayetlerine atıf olduğunu düşündüğüm 44. ayet bize bu surenin İsra
suresi ile art zamanlı indiğini, suikast düşüncesinin Mekke’liler de belirdiği
dönemde indiğini gösteriyor.Onun için sure Mekke’nin 3 dilimlik döneminin son
diliminde inmiş olmalı diye düşünüyorum.
Surenin konusu İnsan davranışının
sonuçları üzerine. Yani bu sureye ödül ve ceza suresi de diyebiliriz. Özellikle
insanın davranışlarının bedelini, yine insanın iradesi ile tercihi belirliyor
der bu sure. Yani ödül ve ceza insanı bekleyen iki muhtemel sonuç. İnsan bu
muhtemel sonuçlardan birine mahkum değil. İnsan bunlardan birini seçmeye
mahkum. Ödüle mahkum değil, cezaya mahkum değil; Ödül ya da cezayı seçmeye
mahkum. Onun için insanın kaderi seçmektir diyoruz.
İşte kader bu. Yani seçmek
zorundasınız. Seçim yapmıyorum demeniz mümkin değil. Ben iradesizmiş gibi
duruyorum demeniz mümkün değil. bana verdiği iradeyi kullanmıyorum demeniz
mümkün değil. Bunu demek bile o iradeyi kullanmaktır. Onun için insan ne ödüle
ne cezaya mahkumdur. İnsan seçmeye mahkumdur.
İnkarcı muhataplar aslında
hakikati değil, hakikatle birlikte iradeyi inkar ediyorlar. Onlar
eleştirilirken sure iğneleyici bir üslûp kullanır. Hatta bir yerde şöyle der; Em te'muruhüm
ahlamuhüm Bihazâ (32) onları bu tavra itekleyen savruk akılları mı,
yani bağ kuramayan, bağ kurmak için verildiği halde bağ kuramayan, eşya ile
yaratıcı, fail ile fiil, sanat ile sanatkar. Parmak ile parmağın gösterdiği.
Hâlık ile mahlûk arasında ki bağı kuramayan akılları yüzünden mi böyle oldular
diye de ince bir ironiyle sorar bu surede ayet. Bu kısa girişten sonra şimdi
suremizi tefsire geçebiliriz.
Rahman, rahiym olan, özünde
merhamet sahibi, işinde merhametli. Merhameti zati bir nitelik olarak taşıyıp
yine aynı merhameti işinde de gösteren. Sonsuzca merhameti tüm fiillerinde
izhar eyleyen Allah adına.
1-) Vet Tûr;
O Tur'a
(Tur - Sinâ Dağı'nda Musa'nın karşılaştığı
hakikate), (A. Hulusi)
01 -
Kasem olsun o Tura. (Elmalı)
2-) Ve Kitabin
mestur;
Satır
satır yazılmış (tüm detayları ihtiva eden) BİLGİ'ye! (A. Hulusi)
02 - Ve yayılmış bir varakta. (Elmalı)
3-) Fiy rakkın menşur;
Menşur
(açığa çıkmış)
rakk'ta (algılanır fiiller boyutunda). (A. Hulusi)
03 -
Yazılmış bir kitaba. (Elmalı)
4-) Vel Beytil Ma'mur;
Beyt-i
Mamûr'a (Zâtî ilimle meydana gelmiş Esmâ
mertebesi, Hakikat-i Muhammedî - mükemmel imar edilmiş ev - Allâh Esmâ'sından
kaynaklanan halife özelliğini yaşamakta olan insan şuuru); (A. Hulusi)
04 -
Ve beyti mamûra. (Elmalı)
5-) Ves sakfil merfu';
Ref'olunmuş
(Fiiller mertebesinin fevki olan ilim) tavana, (A. Hulusi)
05 -
Ve sakfi merfûa. (Elmalı)
6-) Vel bahril mescur;
Kabarıp
taşan (ilim - dalga {wave}) okyanusuna! (A. Hulusi)
06 -
bahri mescûre ki. (Elmalı)
Vet Tûr (1) Ve Kitabin mestur (2) Fiy rakkın menşur
(3) Vel Beytil
Ma'mur (4) Ves sakfil merfu' (5) Vel bahril mescur (6) Ayetlere
bakın, sese bakın, tınıya bakın, armoniye bakın. Şu insanın içinde bir ırmak
akıtırcasına. Veya bir bad-ı Sabayı, bir imbatı, bir seher yelini şöyle
yüreğinizden küfül küfül estirircesine duyduğunuz şu sese bakın, lahuti sese.
Bu ses dillerin sesi değil.dillerin dilinin sesi. Bu ses bülbülün sesi kadar
evrensel, ırmağın şırıltısı, ormanın uğultusu, hatta kedinin mırıltısı kadar
evrensel. Her yerde nerede duyarsanız duyun, hiç anlamasanız da bu sesin yüce
bir ses olduğunu hissedersiniz.
İşte sizin anlayan aklınızı bir
kenara bırakalım, hisseden kalbinizi bu ses arkasına döküp götürmüyorsa eğer
kalbinizle bu ses arasında bir duvar var, bir perde var. Bu sesi geçirmeyen bir
örtü var demektir. Allah korusun işte o küfür perdesi olmuş oluyor.
Vet Tûr düşün yüce Sina dağını. Tûr;
Mücahid’in de isabetle ifade ettiği gibi büyük otorite, Süryanice’den geçmiş
bir kelime. Aslında Sami dil ailesine mensup tabii ki. Yüce dağ demek. Burada
Sina dağına bir atıf. Hz. Musa’nın vahiy aldığı Sina dağına. Bugünkü Mısır ile
Ürdün arasında kalan, Filistin arasında kalan verimli üçgen Sina bölgesi. Tabii
bu verimli üçgen içerisinde bir verimsiz Tih çölü var ki sahrası, İsrail
oğulları terbiye edilmek üzere 40 yıl bu sahrada avare kasnak gibi
dolaştırılmıştılar. Sebebi gelen vahiy ile terbiye olmak istemeyişleri. Adeta
Allah onların mevcutlarından her hangi bir ümit çıkmayacağını, iş
çıkmayacağını, mevcut neslin bire kadar kırılıp yerine yepyeni bir nesil gelip
o nesli terbiye etmesi gerektiğini ima ve ihsas etmiştir Hz. Musa’ya zımnen bu
ayet.
Sina dağını düşün demekle aslında
dağın şerefini düşün demiş oluyor. Çünkü Tûr sade dağ değil, yüce dağ, Uludağ.
Onun için İslam dünyasında bazı dağlara Uludağ adı verilmiştir. Tıpkı bizim
Bursa’da ki Uludağ’a verildiği gibi. Sadece yalçın, başı dik olmasından dolayı
değil, bir yerde Tûr’un kardeşi ilan edilmişlerdir. Tıpkı Üsküdar’ın, Harem’in
kardeşi ilan edildiği ve Harem ilan edildiği gibi Osmanlı döneminde. Yani İslam
dünyasında coğrafi bazı unsurlar, mukaddes unsurların kardeşi ilan edilmişler.
İnsanlar insanların kardeşi olur da, ırmaklar ırmakların, dağlar dağların,
yerler yerlerin kardeşi olmaz mı? Harem’in kardeşi Harem olur. Tûr’un kardeşi
Tûr olur.
İşte burada yüce dağ neden yüce?
Neden ulvi? Neden aziyz dağ. Bu sorunun cevabı belli, kendisinde vahiy indiği
için. Yani sırf Kendisine vahiy inen Musa o dağın üzerinde bulunduğu için vahye
doğrudan muhatap olmakla hiç alakası olmadığı halde dağ bile sadece kendisinde
olmuş bir olaydan dolayı yüceleşiyor. Yüceleştiği için vahye giriyor.
Mü’minlerin dilinde ibadet oluyor. Namazımızın ta içine giriyor kıraat oluyor.
Bunun anlamı ne? Neyi düşünelim
şimdi? Şunu düşün; Vahiyler dağa değil insana indiği halde dolaylı olarak
insana vahiy inerken, insan o dağda bulunuyorsa, dağ bile vahyin bereketiyle
şerefleniyor. Ya ey insan sen, vahiy senin hayatına inerse, vahiyle inşa
edersen aklını, şahsiyetini, tasavvurunu sana ne kadar şeref yükler bir
düşündün mü? Seni e kadar yüce yapar bir düşünsene. Dağlardan da büyük olursun,
yüce olursun. Baş eğmez olursun. Sen sallanmazsın da dağlar sallanır Hz.
Ali’nin dediği gibi; “Sen değil dağlar sallansın.” Diyordu.
Lev enzelnâ hâzelKur'âne 'alâ cebelin
leraeytehu hâşi'an mutesaddi'an min haşyetillâh. (Haşr/21) eğer biz
bu vahyi bir dağın üstüne indirseydik ey insan, dağın; vahyin haşyeti altında
paramparça olduğunu, toz duman olduğunu, pamuk gibi atıldığını görürdün. Zımnen
ayetin devamı şöyle; Ya sen ey insan, vahyi sana indirdik ama neden böyle
hissiz, sessizsin, neden böyle vurdumduymazsın. Dağdan taştan topraktan daha mı
katısın, daha mı hissizsin. İşte bu, bunu düşün. Yani dolaylı olarak vahyin
indiği peygamber üzerine bastığı için dağ bile şerefleniyorsa, vahiy senin hayatına
inerse sen ne kadar şereflenirsin bunu düşün.
[Ek bilgi; Hadis; Malik b. Sa'saa'nın Peygamber (sav)'dan
İsra hadisinde yaptığı rivayet de şöyledir; "Sonra bana Beyt-i Mamur
yükseltildi. Ey Cebrail bu nedir? diye sordum. Dedi ki: Bu Beyt-i Ma'mur'dur. Buraya
her gün yetmişbin melek girer. Ondan çıktılar mı bir daha oraya geri dönmezler.
Bu onların üzerindeki son sorumluluktur." diyerek hadisin geri kalan
bölümünü zikretmektedir. (Kurtubi-El Camiu li Ahkamil Kur’an) (Müslüm 1/150)]
Ve Kitabin mestur (2) düşün
satırlarda kayıtlı ilahi mesajı. Yani Hz. Musa’ya inmiş olan vahyi. Hz. Musa’ya
vahiy efendimize verilenden farklı bir Usül ile verildi, kayıtlı olarak
verildi. Vahiy taşın üzerinde adeta kudret eli tarafından nakşedilmiş olarak
ortaya çıkıyordu. Özellikle 10 emir.
Fiy rakkın menşur (3) açılmış deri
tomarlarda. Oradan da tomarlara yazılıyor, ya da levhalara yazılıyor
dağıtılıyordu.
Burada Rıkk; inceltilmiş deri. Zaten rakıyk
ince demek. Hatta un içinde böyle bu kelime kullanılır. İnce, inceltilmiş. Yani
burada menşur olması, tomar
olmaması, dürülü olmaması, açık halde bulunması. Aslında menşur aynı zamanda
yayımlanmış anlamına da gelir, neşredilmiş. Yani neşriyat deriz ya, dilimize de
geçmiş, yayınlanmış vahiy. Adeta vahiy Allah’ın yayınlanmış bir yayını. Onun
için yayınlanmış vahyi düşün.
Vel Beytil Ma'mur (4) Beytil mamuru
düşün. Mamur evi düşün. İmar edilmiş, ihya edilmiş, inşa edilmiş, içinde ki
insanlarla, ya da ziyarete gelmiş insanların neşesiyle neşelenmiş, onların
gelişiyle ihya olmuş, harabeye dönmemiş, amacını gerçekleştirmiş yüce evi
düşün. Bu ayet ve bu ayetler Tin suresinin girişiyle karşılaştırılarak
okunmalıdır bizce.
El Beytül mamur nedir? Hz. Ali bu
soruya Kâbe’nin izdüşümü olan gökteki Kâbe’dir. Yani Kâbe’nin aslıdır,
hakikisidir. Tıpkı dünyada ki nimetler cennette ki nimetlerin kopyası olduğu
gibi, Kâbe’de o kozmik Kâbe’nin kopyasıdır. Yer yüzünde ki izdüşümüdür. Hz. Ali
böyle yorumlar. Gerçekten de üzerinde durulması gereken bir yorumdur ki, zaten
sözlü geleneğimiz Hz. Ali’nin bu yorumunu, bu ayete getirdiği bu tefsirini
ciddi bir biçimde üretmiş. Birazdan ona döneceğim.
Hasan El Basri Mevcut Kâbe’dir
der. Eğer biz El Beyt’te ki “lam”ı tarifi belirlilik takısını sıradan
belirlilik anlamıyla alırsak bilinen ev, bilinen Beyt. Yani şu sizin bildiğiniz
Beytullah anlamına gelmesi muhtemel.
Üçüncüsü Müfessir Beydavi’nin
yorumu ki o da insanın Kâbe’si olan kalbidir der kalp. Aslında ben bu üç yorumu
farklı farklı değil aynı anlamın içerdiği 3 katlı mana olarak görüyorum.
Sema’da ki Kâbe; Yani metafizik
Kâbe, Kâbe’nin aslı, anası. Yer yüzünde ki Kâbe, Semada ki Kâbe’nin çocuğu.
İnsanın içinde ki kalpte aslında hem semada ki, hem yer yüzünde ki Kâbe’nin
temsil ettiği insanda ki unsur. Aslında yer yüzünde ki Kâbe neyi temsil
ediyorsa, insanda kalp onu temsil ediyor.
Kâbe’ye beytullah diyoruz değil
mi? Allah’ın evi. Oysa Allah’ın evi olmaz. Allah’ın evinden biz Allah içinde
oturuyor anlamıyoruz, haşa ve kella. Ama kalp içinde benzer mecazi haberler
olduğunu biliyor musunuz. Yere göğe sığmayan bir mü’minin kalbine sığar haberi
mesela. Bu sığma tıpkı beytullahta ki gibi mecazidir. İşte Allah’ın evi olması
neyi ifade ediyorsa, yere göğe sığmayanın mü’min kalbe sığması da aynı şeyi
ifade eder.
Hz. Ali’nin yorumuna dönecek
olursak bu yorum sözlü geleneğimiz tarafından Beytül mamur edebiyatı
diyebileceğimiz muhteşem bir şekilde üretilmiştir. Buna göre Beytül mamur
meleklerin tavaf ettiği Kâbe’dir. Melekler Allah’a itaatle memur
varlıklardır.İsyanları muhaldir ve bu Beytül ma’muru Kâbe’nin anasını, yani
kozmik Kâbe’yi, yani metafizik Kâbe’yi biteviye tespih ve hamd ile tavaf
etmektedirler.
Hatta bir rivayet ikinci bir sıra
gelmediğini, bir tavaf edene bir kez daha zaman gelmediğini, varlığın
başlangıcından sonuna kadar ancak bir kez tavaf edebilecek kadar sıra
geldiğini. Bunun için Allah’ın gizli güçlerinin, görünmez güçlerinin bu kadar
çok ve kalabalık olduğunu da ifade eder.
Tüketim cennetinde yiyip içip
sefa süren insanlığın prototipi Adem, oradaki yalnızlığını iki şeyle
gidermiştir. Maddi yalnızlığını Havva ile, manevi yalnızlığını meleklerin
kozmik Kâbe’yi tavafı sırasında ki tespihatlarını dinleyerek. Adeta o da
bulunduğu yerden bu tespihata, bu hamde katkıda bulunmuş, onunla lezzetlenmiş,
hatta cennette aldığı lezzetin daha üstünde bir lezzet almış. Yani cennette
bulunmaktan daha çok o sesleri işitmekten lezzet alır olmuştu. Fakat hubut li
hikmetin gerçekleşince, yani Adem’in makamını kaybetmesi gerçekleşince, Adem
makamından inince, düşünce en büyük üzüntüsü bu sesleri duyamaz hale gelmesi
olmuş. Yani kaybettiği makamdan daha fazla arşta ki tavaf eden meleklerin hamd
ve tespihatını işitememek onu üzmüş ve göz yaşlarıyla tövbesini rabbine kabul
ettirmiş, adam olmuş, tekrar kulluğa kabul edilmiş. Ve bunun üzerine rabbinden
o sesleri duymak istediğini söylemiş. Ama rabbi Adem’e o sesleri duymak yerine
o sesi sen çıkaracaksın demiş. Yani başkalarının tavafını izleme, sen tavaf et
ve yer yüzünün göbeğine İslam kozmolojisinde Kâbe’nin bulunduğu yer, yer
yüzünün göbeği olarak adlandırılır. Adeta yer yüzü bebeği, arştan bu göbek
sayesiyle beslenir. Arştan beslenme kanalıdır, kordonudur.
Ve Kâbe’nin bulunduğu yer yine
İslam alem tasavvurunda yer yüzünden mağma halinde ki ateş topu halinde ki yer
yüzünden ilk soğuyan yerdir. Yine İslam alem tasavvurunda Kabe’nin bulunduğu
yer Nuh tufanından sonra ilk kuruyan yerdir. Yine aynı tasavvura göre Kâbe’nin
havalisi yer yüzünde insan yaşamına ilk elverişli olan yerdir. Bunu doğrulayan
bilimsel bir bulguyu da burada söylemek isterim; Yer yüzünde kaya yaş ölçümü
sonucunda en eski kaya oluşumları, jeolojik oluşumlar; en yaşlı kayaların
Kâbe’nin bulunduğu havalide çıktığını bugün modern jeologlar tespit etmiş
durumdalar. Gerçekten de yer yüzünde mağma halinden sonra ilk kaya oluşumları,
ilk soğumaların bölgede başladığının bir başka delilidir.
Müslüman tasavvurunda Kâbe yer
yüzünün insanı konuk ettiği, misafir ettiği ilk bölgedir. İşte oraya Kâbe’nin
yapılması tesadüf değildir, Kur’an zaten yer yüzünde ki ilk mescidin, mabedin
ora olduğunu; İnne
evvele beytin vudı'a linNasi lelleziy Bi Bekkete mübareken ve hüden lil
alemiyn (A. İmran/96) ayeti ile ifade eder. yer yüzünde insanlık için
konulmuş ilk mabet, inşa edilmiş ilk mabet Bekke vadisinde ki mübarek evdir.
Mübarek Bekke vadisinde ki evdir beyttir
beytullahtır buyurur. Onun için bu mekan insanlığın ilk yurdudur.
Şimdi buradan yola çıkarak Haccı
farz kılan ayeti daha kolay anlayabiliriz. ve Lillâhi alenNasi hıccül beyti menisteta'a ileyhi
sebiyla (A. İmran/97) Beyti haccetmek Allah’ın gücü yetebilen her
insana beyti haccetmek, Allah’ın insanlık üzerinde ki hakkıdır. Çok ilginç,
gücü yeten kimseye beyti ziyaret etmek Allah’ın insanlık üzerinde ki hakkıdır. ve Lillâhi
alenNas, alel mü’miniyn
değil, İlginç. Oysa ki hac ibadeti Müslüman’a farzdır. Yine Müslüman’a farzdır.
Fakat Müslüman’a Müslüman olduğundan daha çok insanlığa mensup olduğundan
dolayı, Müslüman’ın insanlığına farzdır. Neden? Çünkü Hac ve umre, Kâbe’yi
ziyaret, bir gurbete ziyaret değil, bir sıla ziyaretidir. Baba ocağına
dönmektir. Kâbe’ye ziyaret aslında yer yüzüne insanın vefa borcunu ödemesidir.
Kâbe’ye ziyaret aslında insanın yer yüzünde kendisine kucağını ilk açan
coğrafyaya bir teşekkürüdür, bir takdiridir. Ben seni unutmadım, yer yüzünde
kollarını ilk açan coğrafya sana teşekküre geldim. Rabbim seni böyle
şereflendirdi, ben de seni unutmadım. Adeta peygamberimiz Uhud’u ziyarete niçin
gittiyse, biz de Mekke’yi, Kâbe’yi ziyarete onun için gideriz. Baba ocağını
ziyarete gider gibi, ana kucağına gider gibi gideriz. Böyle çağrılırız. Vel Beytil Ma'mur
işte böylesine derinlikli bir edebiyat üretmiştir İslam sözlü kültüründe.
[Ek bilgi; İlginç bir video; ALTIN ORAN]
[Ek bilgi-2; BEYTÜL MA’MUR
BERZAH âlemi ikinci semayı
delip geçecek kadar yüksektir. İkinci semadan da yükselip üçüncü semayı delip
geçer. Sonra dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci semayı delip geçer ve oradan
da sayılmayacak kadar yükselir ve kubbesi de üzrine konulmuştur. İşte bu BERZAH
âleminin uzunluğudur. Bu anlatılan Berzah; Beyt-ül Ma’murdur.
- Bilindiği
üzere Bet-ül Ma’mur yedinci semadadır. Berzah ise temeli dünyada olup yedinci
semayı da aşmaktadır. Böylece berzah her semada var demektir. (Böyle mi
anlamalıyız.)
- Yedinci
göğün üstüne yükseldiğiyle yetinmelerinin sebebi çünkü orada sözü edilen kubbe
mevcuttur. Şüphesiz ki bu yedinci semada olan en şerefli yerdir. Çünkü bu
kubbede ancak önde gelenlerle sonra gelenlerin efendisi Resulallah (S.A.V.)in
ruhu şerifleri bulunmaktadır. (Şehy
Abdülaziz Debbağ Hz. El İBRİZ 2. cilt/471-474)] (Allahu Alem..!)
Ves sakfil merfu' düşün yüceltilerek
çatılmış gök kubbeyi. Şu gök kubbeyi düşün. Gerçekten de bu ayetlerin her biri
üzerinde kafa çatlatırcasına düşünmek gerekiyor. Yoksa Kur’an kendisini ele
vermez. Anlamlarını yüreğimize açmaz. Çatılmış, yükseltilmiş gök kubbeyi siz
sanıyor musunuz ki yer yüzünde bulunan hayatı toprağa borçluyuz. Toprak ay da
da var. Toprak diğer gezegenlerde de var. Evrende toprak istemediğiniz kadar.
Atmosfer olmasaydı o topraklarda ki canlı hayat olmayacaktı. Yani yer yüzünün tavanı olmasaydı tabanı
olmayacaktı. Onun için kozmologlar toprak değil, atmosfer arıyorlar. Atmosferi
bulurlarsa bir gün içinde canlı hayatın, biyolojik hayatın olduğu toprağı da
bulurlar. İşte bizim dikkatimizi buna çekiyor.
Ves sakfil merfu' yükseltilmiş
çatılmış göğü düşün. Allah’ın direksiz diktiği göğü. Direksiz, sütunsuz
yarattığı bu muhteşem kubbeyi düşün. Bu kubbenin çapını düşünürsen, yeryüzünde
Mimar Sinan’ın yaptığı, çattığı kubbenin hayranlık bırakıcı modelleri. Yine
Ayasofya’ya insanların mimari şah eseri olarak bakmalarına sebep olan kubbe
çapıyla kıyaslarsan hayran olunacak büyük mimarı, alemin, kainatın sanii hakikisini,
ne büyük bir sanatkar olduğunu daha iyi anlarsın.
Vel bahril mescur kükreyen taşkın
denizi düşün. Mescur; Alev almış anlamına da gelir, dolup taşmış anlamına da
gelir, karışmış anlamına da gelir. İlki ayetin devamıyla alakalı. Ayetin devamı
kıyametle, yani alev almış anlamının kıyametle ilişkisi açık. Ya tutuşmuş
suların yandığı bir alemi düşünün bir felaketi düşünün. Bir felaket ki sular
bile yanıyor, düşünün. Aslında bu suyun ana elementlerine ayrışması anlamına
gelir. Biliyorsunuz su Hidrojen ve
oksijenden oluşur. Biri yanıcı diğeri de yakıcı iki gazın birleşiminden
söndürücü bir madde çıkıyor ortaya. Buyurun. İşte bir mucize. Allah eğer bunu
geriye döndürürse yanıcı olan yanar,
yakıcı olanda yakar. Su yanar ve yakar. Onun için söndürmez. Allah eşyayı eğer
geldiği yere döndürürse, aslına rücu ettirirse eşya sizin için bir rahmet
olmaktan bir hayat kaynağı olmaktan çıkar bir cehenneme dönüşür. Aslında burada
zımnen söylediği de bu ayetin.
[Ek bilgi; (İlginç bir haber ve
videolar.)
Gölyaka’da Köprübaşı Ömerefendi Köyünde bulunan bir
çiftlikte yer altından çıkan kaynak suyu yanıyor..(Devam
ediyor)
Video-1; Lenkeran - Azerbeycan
Video-2; Yanan su
Allahu alem..:) ]
Son ikisi, öncekiyle alakalı,
yani sibakıyla alakalı, o da nedir Hz. Musa ve ona inen vahiyle alakalıdır.
Dolup taşmış, Hz. Musa’nın peşinden gelen firavun böyle bir denizde boğuldu
anlamına gelir zımnen. Ya da karışmış, önce ayrılmış sonra karıştı ve kavuştu
ve boğdu. Bu iki anlamı da birden taşıyor, önceki ve sonrakiyle alakalı olarak.
Devam ediyor B sayfasına geçiniz.
166. videoyu toplu olarak BURADA
bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder