3 Eylül 2012 Pazartesi

İslamoğlu Tef. Ders. NÛR (41-44)(112-A )






Sevgili Kur’an dostları bugünkü dersimize Nûr suresinin 41. ayeti ile devam ediyoruz.


41-) Elem tera ennAllâhe yüsebbihu leHU men fiysSemavati vel Ardı vet tayru saffat* küllün kad alime salâtehu ve tesbiyhah* vAllâhu Aliymun Bima yef'alun;

Görmedin mi ki, semâlarda ve arzda ne varsa ve saf saf kuşlar, Allâh'ı tespih eder (kulluk işlevini yerine getirmek suretiyle)... Her biri kendi salâtını (hakikati olan Esmâ bileşiminin gereğini yaşaması) ve kendi tespihini (salâtının sonucu olan işlevi) gerçekten bilmiştir... Allâh yaptıklarını (Esmâ'sıyla hakikati olarak) Aliym'dir. (A.Hulusi)

41 - Baksan â hakikat Allah, o Semavât-ü Arzdaki kimseler ve o kanat çırpıp süzülen dizilen kuşlar hep onun için tesbih ediyor, her biri cidden salâtını ve tesbihini bilmiş, Allah da, ne yapıyorlarsa hep biliyor. (Elmalı)


Elem tera ennAllâhe yüsebbihu leHU men fiysSemavati vel Ardı vet tayru saffat sen ey insan, ey bu ilahi hitabın muhatabı olan insan. Göklerde ve yerde bulunan her bir varlığın kanat çırpan kuş katarlarına dek Allah’ın yüce kudretini dillendirdiğini fark etmez misin?

Burada Allah’tan bağımsız bir varlık tabakası ve varlık alanı bulunmadığı ilahi lisanla dile getiriliyor. Canlı, cansız diye ayırdığınız bütün varlıklar ona işaret ederler. Bütün varlıklar bir parmaktırlar. Allah’ı gösteren birer parmak. Bütün varlıklar bir sanattır, sanatkarına işaret ederler. Kuş katarları bile saf saf dizilmiş kuşlar bile Allah’ı tesbih ederler derken ayeti kerime aslında yüce olan Allah’ın yüceliğini ifade ederler. Varlıklarıyla gösterirler diyor, demek istiyor.

Bu anlamda evrene, eşyaya, varlığa hangi gözle baktığınız önemli. İşte Kur’an insanda bir bakış açısı inşa ediyor. Bir tasavvur inşa ediyor. Eğer Kur’an ın inşa ettiği tasavvurla hayatı okursa insan varlığın her birinin mutlak hakikate bir atıf olduğunu fark edecektir.

Zaten Elem tera enne diye girmesi ayetin aslında görmez misin diye çevrilebilir. Fakat görmek nasıl ki göz bakmanın, bakma görmenin, görme fark etmenin, farkına varmanın, farkına varma ise düşünmenin bir aracı ise bütün bu silsile gözle başlar, fakat gözle bitmez ise, onun içinde farkına varma ile neticelenmeyecek bir görme aslında görme değildir. Eğer bakıyor görmüyorsanız, görüyor fark etmiyorsanız, fark ediyor fakat maksadını anlamıyor ve kavramıyorsanız o zaman ne görmenizin, ne gözünüzün ne de ışığın varlığı sizin için bir şey ifade etmiyor demektir.

küllün kad alime salâtehu ve tesbiyhahu doğrusu onların hepsi de O’na teslim olmayı ve O’nu yüceltmeyi bilmektedirler.

Çok ilginç bir ibare. Kuş katarlarına varana dek varlıklar O’na salât ederler, O’na salât etmeyi bilirler diyor. Biliyorsunuz salât namaz anlamına kullanılan bir Kur’ani kavram. Yani bir yerde namaz kılarlar, kendi namazlarını. O zaman kuşların, kuş katarlarının, canlı, cansız varlıkların namazı ne ola ki diye bir soru gelebilir akla. Bu soru çerçevesinde insanın namazını da anlamlandırabilmek için aslında salât’ın kelime kökeni olan salâh sözcüğünün insanı dik tutan omurga anlamına geldiğini bilmemiz gerekiyor. Omurga insanın duruşunu temin eder. Yani insan omurgası sayesinde iki ayak üzerinde yürüyen, dik duran bir varlıktır. İnsanca duruş sergileyen bir varlıktır. Buradan yola çıkarak aslında salâtın Allah’a karşı varlığın esas duruşu veya klas duruşu olduğu sonucuna ulaşabiliriz.

Tüm varlık Allah’a karşı esas duruşunu bozmuyor. Allah’ın koyduğu yerde duruyor. Allah’ın kendilerine verdiği görevi yapıyor. Kendileri için verilmiş olan role itirazsız teslim oluyor. Belki buradan yola çıkarak insana verilen öğütte; Ey insanoğlu sen bu varlığın tepesinde yer alan şerefli bir varlıksın. Yaratılmışların zirvesinde oturup ta senden aşağıda ki varlıkların dahi Allah’a teslim olduğu bir varlık aleminde senin Allah’a isyan etmenin bir mazereti ve gerekçesi olabilir mi? İşte bize sordurması, veya sordurmaya çalıştığı soru bu ayetin.

[Atlanan cümle; vAllâhu Aliymun Bima yef'alun

Allah da, ne yapıyorlarsa hep biliyor. (Elmalı)]


42-) Ve Lillâhi Mülküs Semavati vel Ard* ve ilAllâhil masıyr;

Semâların ve arzın varlığı (dilediği mânâları seyretmek için onları ilminde vareden) Allâh içindir ve dönüş Allâh'adır! (A.Hulusi)

42 - Ve bütün o Göklerin ve Yerin mülkü Allahın, hem bütün gidiş ona. (Elmalı)


Ve Lillâhi Mülküs Semavati vel Ard zira göklerin ve yerin hakimiyeti Allah’a aittir. ve ilAllâhil masıyr ve nihai dönüşte yalnızca ve yalnızca Allah’a dır. Yani ey insan sadece hayatın değil, mematın ve ondan sonrası da Allah’ın elindedir. Ey insan senin varlığını ve yaşamanı mümkin kılan yer ve gökler Allah’ın mülkiyetindedir. Sen O’nun mülkiyetinde bir misafirsin, konuksun. Allah’ın konuğusun. Allah’ın dünya sarayında konuk ediliyorsun. Konuk geldiğin sarayda ev sahibine isyan, ev sahibine hakaret, ev sahibine küfür ne demektir. Bir teşekkür bekliyor ev sahibi senden. Belki borcunu ödeyemezsin, hakkını ödeyemezsin, fakat bir teşekkürde mi edemezsin. İşte burada vurgulanan bu. Göklerin ve yerin Allah’ın mülkü olması insana bunu hatırlatıyor.

İlahi ışığa gözlerini kapayan, O’nun mülkünde yaşayıp O’na isyan eden, bigane kalan biridir. Yukarıdan itibaren vahiyle olan bağlantısını kurduğumuzda bize verdiği öğüt sonuç olarak bu. Yani vahye gözünüzü kaparsanız, Allah’a isyan etmiş olursunuz.


43-) Elem tera ennAllâhe yüzciy sehaben sümme yüellifü beynehu sümme yec'aluhu rukâmen feteral vedka yahrucü min hılalih* ve yünezzilu mines Semai min cibalin fiyha min beradin feyusıybü Bihi men yeşau ve yasrifuhu 'an men yeşa'* yekâdü sena berkıhi yezhebü Bil ebsar;

Görmedin mi ki Allâh bulutları (fikirler) sürüyor, sonra aralarını birleştiriyor (onları hikmetle bütünleştirip), sonra üst üste yığıyor (sistem ve düzen)! Böylece yağmurun (rahmetin) onların aralarından çıktığını görürsün... Semâdan, dağlar misali bulutlardan (rahmet kaynağından) dolu (hakikat ilmi sağanağı) boşanır... Onu dilediği kimseye isâbet ettirir, dilediği kimseden de çevirir! Onun şimşeğinin (tecelli-i zât'ı berkî = anlık şuurda parlayan zâta dönük hakikat müşahedesi) şiddetli parıltısı neredeyse görülesileri görülmez eder! (A.Hulusi)

43 - Baksan â şu hakikate: Allah, bir bulut sevk ediyor sonra onun açıklığını telif eyliyor, sonra onu teraküm ettiriyor da yağmuru görüyorsun hilâlinden çıkıyor, bir de o Semadan, ondaki dağlardan bir tolu indiriyor da dilediğini onunla musab kılıyor ve dilediğinden onu bertaraf ediyor, Şimşeğinin parıltısı hemen hemen gözleri alıverecek. (Elmalı)



43 - Görmedin mi Allah bulutları sürer, sonra onların arasını te’lif eder (Bulutları birbirine geçirerek aralarındaki boşlukları doldurur). Sonra onları birbiri üste yığar (Sıkıştırır) arasından yağmurun çıktığını görürsün. Yukarıdan, oradaki dağlar (gibi bulut parçalarından) bir dolu indirir de onunla dilediğini vurur, (ziyana uğratır) dilediğinden de onu öteye çevirir (ona refakat eden) şimşeğinin parıltısı nedeniyle gözleri alır. (Maurıce Bucaılle- Kitab-ı Mukaddes Kuran ve bilim) 


Elem tera ennAllâhe yüzciy sehaben sümme yüellifü beynehu sümme yec'aluhu rukâmen feteral vedka yahrucü min hılalih Yine sen fark etmez misin ki ey bu ilahi hitabın muhatabı olan insan. Bulutları sürükleyen, sonra onları birbiri üzerine istif eden, kümeler haline getiren, yağmuru, senin onların bağrından boşaldığını gördüğün, ki öyle tercüme etmek daha doğru olur feteral vedka yahrucü min hılalih yağmurun; onların bağrından boşaldığını gördüğün. Sen öyle görüyorsun. Fakat işin özü, işin aslı çok farklı iç içe geçmiş bir işlemin sonucu. İlahi yasaların sonucu olarak o yağmura kavuşuyorsun. Yağdıran işte Allah’tır.

Bulutları sevk ettiği gibi hidayeti de Allah sevk eder. Aslında yağmurda, Kur’an da; hidayet arasında iç içe bir ilişki kurulur. Yağmurla vahiy arasında bir bakışımlılık vardır. Nasıl ki yağmur yağdığı yeri çöl iken göl eder, kuru iken, çorak iken yemyeşil kılarsa vahiyde indiği yüreği çöl iken göl eder. Çorak iken yemyeşil bir vaha eder. Onun için Kur’an ın başından sonuna kadar Kur’an da geçen yağmur misalleri hep zımnen ilahi vahye ve o vahyin indiği yüreği, indiği toplumu, indiği coğrafyayı yeşillendirmesine bir atıf, bir ima içerir.

ve yünezzilu mines Semai min cibalin fiyha min beradin feyusıybü Bihi men yeşau ve yasrifuhu 'an men yeşa' Yine gökten dolu yüklü bulut dağları indiren, peşinden dilediği kimseye onu isabet ettirip dilediğinden de onu uzak tutan yine Allah’tır.

Tabii hidayetle bağlantısını kuracak olursak bu misalin hidayeti, bulut dağları, belki dolu yüklü bulut dağlarına benzetilen hidayetin burada kimi insan için inkar artırıcı, kimi insan için de iman artırıcı boyutu ima ediliyor gibi.

Vahiy herkesin imanını artırmıyor mu? bazılarının da inkarını artırıyor.

Ve nünezziilu minel Kur'âni ma huve şifaun ve rahmetun lil mu'miniyne, ve lâ yeziyduz zalimiyne illâ hasara. (İsra/82) Kur’an dan Allah’a güvenip inananlar için şifa indiriyoruz. Fakat yine aynı Kur’an aynı vahiy zalimlerin, kendi kendine kıyanların ters dönmüş bir akla ve mantığa sahip olanların, varlığa tersinden bakanların hüsranını artırmaktan başka bir şey yapmazlar. Demek ki Vahyin çift taraflı keskin bir kılıca benzemesi işte burada yatıyor. Aslında dilediğine rahmet tarafıyla isabet ediyor dilediğine felaket. Sanki sağanak bir yağmur gibi.

Eğer yer ehli kendisine verilen emaneti bozmuş, götürmüş evlerini verimli toprakların üzerine yapmış, kayalar tepeler, taşlar dururken verimli ovaları hane yapmada kullanmışsa oraya yağan rahmet ora halkı için bir bela ve felakete dönüşüyor. Çünkü verilen emaneti yerinde kullanmadılar. Rahmet toprağın hakkı idi, toprakla rahmet arasına girdiler, engel oldular. Bu engel olmalarının sonucunda da bir rahmet olarak inen yağmur, bir felakete dönüştü. İşte bugün bir çok yerde gördüğümüz gibi.

O nedenle vahiy insanda bir rahmet olarak tecelli etmesi için, iniş amacını gerçekleştirmesi için indiği yer yaratılış amacına ihanet etmemiş olacak.

[Ek bilgi; Hidayetin artma ve azalma özelliğinin en açık fiili  şekilde açığa çıkması örneği:

{Mekke’ye gelip Kâbe ziyaretinde bulunanların önemli bir kısmında, bir kaç gün içinde değişiklikler görülmeye başlanır beraber oldukları arkadaşlar tarafından. Bu insanların kimi son derece hırçın, haşin, bencil, hükmedici bir kişilik ortaya koymaya başlar; kimi de son derece munis, hoşgörülü, sevecen, yardımsever bir hâl alır!. Kimi çarşı-pazar saldırır; kimi de Beytullah’dan dışarıya adım atmak istemez! Kişilerdeki bu değişikliğin sebebi bizim tespitlerimize göre şudur;

Kâbe ’nin altındaki enerji merkezinden, oldukça yüksek frekanslı bir dalga yayılmaktadır “Celâl nurları” diye isimlenen bu nurlar, hem insanlarda şiddet ve celâl hâli oluşturmakta; hem de insanlardaki o ana kadar açığa çıkmamış özelliklerin beyinden dışa vurmasına yol açmaktadır!

Oraya gitmeden önce, normal kendi hâlinde yaşayan bir kısım insanların, oradan döndükten sonra, hiç de o güzelliklere uymayan bir yaşam biçimi içine girmesi; hatta Dinî değerleri bir yana bırakarak beşeriyetin doğal gereklerine ve sonuçlarına göre yaşam sürdürmeye başlaması işte beyni etkileyen bu yüksek radyasyon dolayısıyladır. Bu yüksek frekanslı dalgalar, onun ikincil kişiliğini oluşturan merkezleri güçlendirerek günlük yaşamının bu doğrultuda açığa çıkmasına sebep olur! Nasıl ki, bir balon sönükken üzerindeki defolar belli olmaz, fakat şişirilince ortaya çıkarsa.

Aynı şekilde, oradaki yüksek frekanslı dalgaların beyin faaliyetini arttırması dolayısıyla da herkesin ikincil özellikleri orada ortaya çıkmaktadır!. Ve böylece çok iyi tanıdığınızı sandığınız yakınınızın orada içyüzünü görmeye başlarsınız! Bu çok yüksek enerji dolayısıyladır ki, Mekke’de insanlar çok “celâl”li saatler yaşarlar ve olaylarla karşılaşırlar!

Oraya gidenlerin de bildiği üzere, Mekke halkı genelde sert, hırçın ve celâlli insanlardır!. Bunun sebebi bizim tespitlerimize göre Kâbe altındaki çok yüksek frekanslı dalgalardan, yani radyasyondan, ya da mecazî anlatımla “celâl nurlarının” tesirlerinden ileri gelir!

Misâl vermek gerekirse, Anadolu’nun herhangi bir yerine göre, Kâbe ‘de yayılan dalgalar yüz bin defa daha yüksek frekanslı yani kuvvetli dalgalardır!.. İşte bu yüzden “Kâbe ‘de kılınan namaz başka yerlerde kılınan namazdan 100.000 defa daha sevaplıdır”; ve de “Kâbe ‘de düşündüklerinizden mesûl olursunuz”!

İşte bu yüksek frekanslı ışınım, yani “celâl nurları”, o dalgalarla haşır-neşir olarak büyüyen insanların bahsi geçen özelliklere sahip olması sonucunu getirir!} (A.Hulusi-Temel Esaslar.)]

yekâdü sena berkıhi yezhebü Bil ebsar bir yandan da handi ise o bulutlardan çakan şimşeğin parıltısı gözleri almaktadır. Yani bununla iç içe olma, bir şeyin insana yarar ya da zarar sağlaması sadece o şeyin mahiyeti ile değil, o şeyin indiği insanın ona bakışı ile de alakalı olduğunu görüyoruz. Ve yine gördüğümüz şu ki; Kapkara, kopkoyu bulutlar üstelik dolu bulutları, dağlar gibi bulutlardan bir gök düşünün. Böyle bir manzaranın içinde her tarafı aydınlatan şimşekler. İşte burada adeta her şeyin bir biri ile iç içe, sanki gecenin içinden gündüzün, gündüzün içinden gecenin çıkışı gibi. İma edilen şey bu.


44-) Yukallibullahul leyle vennehar* inne fiy zâlike le 'ıbreten liülil ebsar;

Allâh geceyi ve gündüzü birbirine dönüştürüyor (müşahede, içsellikle {enfüsî} dışsallık {âfakî} arasında yer değiştirmede)! Muhakkak ki bunda basîret sahipleri için bir ibret vardır. (A.Hulusi)

44 - Allah, geceyi gündüzü takip ediyor, şüphe yok ki bunlarda gözü olanlar için muhakkak bir ibret vardır. (Elmalı)


Yukallibullahul leyle vennehar gece ve gündüzü de Allah işte böyle evirip çevirmektedir.

Bir önceki ayetle bir sonraki ayet arasında ki irtibat bu. Bir önceki ayette dolu yüklü bulutlarla kaplı bir gökte nasıl tüm coğrafyayı aydınlatan güçte şimşekler çakabiliyorsa, sizin kapkaranlık zannettiğiniz, artık aydınlanmaz zannettiğiniz koyu bir gecenin de aydınlık bir şafağa gebe olduğunu düşünebilirsiniz.

İşte yer yüzünün ufku ne zaman kararmışsa o ufku aydınlatan bir vahiy şimşeği çakmıştır. Bu vahyin indiği dönem de öyle bir dönemdi. Koyu bir karanlıktı ve insanlar artık yer yüzü aydınlanmaz diyorlardı. Artık insan öldü diyorlardı, artık bitti diyorlardı, son geldi diyorlardı ki, aslında bir şafağın habercisi olan bir geceydi o. Kemalühu zevalühu, bir şeyin son noktası aslında onun bitişidir. Bir şeyin zirvesi onun sonudur. Bu anlamda eleysassubhu Bi kariyb,(Hud/81) şafak yakın değil mi diyen Lût peygamber gibi. Gerçekten bela gecelerinin dahi bir şafağı, bir sabahı vardır.

inne fiy zâlike le 'ıbreten liülil ebsar bak, bütün bunlarda görecek gözü olanlar için alınacak ibretler, dersler, nice nice ibretler vardır.

İnkar ve imanın varlığı, gece ve gündüzün varlığı gibi yasa gereğidir. Varlığa ibret nazarıyla bakanlar, varlığın çift kutuplu tabiatını okurlar ve ona göre davranırlar. Asıl olan da kendi yerinizi doğru seçmektir.


Devam ediyor B sayfasına geçiniz.
112. videoyu toplu olarak http://kurantefsir.wordpress.com/2012/08/31/islamoglu-tef-ders-nur-41-64112/ bulabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder