El Hamdu Lillahi
Rabbil'Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi
ve ashabihi ecmaiyn.
Rabbişrah liy sadriy;
Ve yessirliy emriy;
Vahlül ukdeten min lisaniy;
Yefkahu kavliy;
(Taha 25-26-27-28)
Düğümü çöz
dilimden ki anlasınlar beni diyordu ya Hz. Musa. Onun rabbimize yaptığı duayı
ben de Kur’an ın bu yeni sitesine girerken yapıyor, Rabbim diyorum, göğsüme
genişlik ver, kolaylaştır işimi. Düğümü çöz dilimden ki anlayalar beni. Amin.
Değerli Kur’an dostları yepyeni
bir heyecanı birlikte yaşıyoruz. Çünkü Kur’an ın keşfetmemizi bekleyen yepyeni
bir suresine daha giriyoruz. Vahyin; Allah’ın insana tenezzülü, nüzulü. Yani
insanoğlunun önüne çıkardığı bir gök sofrası olduğunu bilen, ne büyük bir
rahmet olduğunu da bilir.
Vahiy ilahi bir inşa projesidir.
Vahiy yeryüzünde yaratılış amacına uygun bir hayatı inşa için görevlendirilen
insanı inşa eder. İnsan hem hayatın inşacısı olan bir usta, hem de vahyin inşa
ettiği bir nesnedir. Vahiy bu ustayı usta olarak yetiştirirse, kendisi
ustalığını hayata aktarabilir. Onun içindir ki vahiyden bağımsız bir insanileşme
düşünülemez. Çünkü insan, insan doğmaz, insanlaşır, oluşur. Alt yapı olarak
yücelmeye müsaittir. Çünkü ilahi format olan fıtrat üzere yaratılmıştır.
Bu bir zemindir. Bu alt yapıya
uygun bir üst yapı ancak vahiyle kurulur. Yani ilahi fıtrat cıvata; vahiy
somun. Eğer üst yapı alt yapıya uymazsa somun yalama olur. Sadece yalama
olmakla kalmaz, aynı zamanda alt yapının dişini de bozar, onu da yalama eder.
Dolayısıyla yanlış kurulmuş bir üst yapı, doğru kurulmuş alt yapıyı da bozar,
tahrip eder, tahrif eder, mahveder. Onun için vahiy doğru kurulmuş ilahi fıtrat
alt yapısı üzerine, yine gönderilmiş olan ilahi üst yapıdır.
O nedenle vahyin insan için ilahi
bir terbiye,ilahi bir inşa modeli, ilahi bir inşa projesi olduğunu bilen
insanlar vahyin karşısında hep heyecanlarını gizleyemezler. Çünkü Allah
kendileri ile konuşmuştur. Allah onlara tenezzül buyurmuştur. Allah onların
önüne bir gök sofrası, bir maide açmıştır. Buyur kulum bu ebedi sofradan ye
demiştir. Böyle bir sofranın başına oturmanın heyecanını hep birlikte yaşıyor
olmak Allah’a sonsuz şükrü gerektirir. İşte şu anda bu sofranın yepyeni bir
yemeği ile daha karşı karşıyayız. Adı hac suresi.
Hac suresi adını 25. ayeti ile
başlayan hacla ilgili ritüellerden, yani şeairden, menasikden alır. Bu sure
zaman dilimi olarak Mekki mi, ya da Medeni mi olduğu konusunda otoriteler hayli
söz söylemişler. 39 – 40. ayetleri büyük tefsir otoritesi İbn. Abbas’a göre
bedir savaşında inmiş. Eğer bu rivayeti kabul edersek surenin en azından bir
kısmının Medine’de indiğini kabul etmemiz gerekecek.
Yine elimizde ki vahiy
sıralamaları, vahiy kronolojileri; Hz. Osman kronolojisi, İbn Abbas kronolojisi
ve İmam Cafer kronolojisine göre, üçüne göre de bu sure Medine de inmiş
surelerden gösterilir. Fakat 39-40 ayetlerin bağlamına baktığımızda, yani önüne
ve sonuna baktığımızda bu iki ayeti o bağlamdan koparmanın mümkün olmadığını
görüyoruz ki, 6. surenin girişinde biz bir takım kriterler serdetmiştik burada
tefsir yaparken. İşte o kriterlere vurduğumuzda bu iki ayeti ait olduğu bütünden
çıkaramayacağımızı görüyoruz. Bu da bize şu sonucu veriyor, sadece 2 ayet
değil, onların ait olduğu pasajlar da, o iki ayetin indiği zaman dilimine
aittir.
Konusu esas alındığında özellikle
ilk 24 ayetinin Mekke de indiği gözüküyor. Çünkü bu ayetler Ahirete ilişkin
iman esaslarından biri olan ahirete imana ilişkin ayetler. O halde eğer bir
sonuca varmamız gerekirse hac suresi Mekke’nin son dönemi ile Medine’nin ilk
dönemi arasında inmiş ve her iki döneme de sarkan bir sure olarak önümüzde
duruyor.
Sure ilk 24 ayetinde demiştim
insanın ebedi istikbalinden söz ediyor. İnsan yaratılış amacına uygun bir
hayatı inşa etmek istiyorsa, ebedi hayatta nasıl bir ömür geçirdiğinden hesap
vereceğini unutmaması gerekiyor. Yani insanın yer yüzünde k sorumluluğu mutlaka
ve mutlaka onun hesaba çekilmesini gerektirir. Çünkü bir sorumluluk yüklenip de
bu sorumluluğu yerine getirip getirmediğinin sorulmaması düşünülemez.
Onun için eğer insan bir maçla
yaratılmışsa, bir gayesi varsa, mutlaka bir sorumluluğu var demektir.
Sorumluluğu olanın sorumsuz davranması da mümkündür. Sorumlu davrananla
sorumsuz davrananı aynı ve eşit saymak ilahi adalete sığmayacağı için mutlaka
bir hesap sormak gereklidir. Bu hesabın sorulacağı yer de ahirettir. İşte
Kur’an insana davranışlarının sorumluluğunu üstlenme daveti yapmakta ve ey
insan bir gün hesaba çekileceksin demektedir ilk 24 ayetinde.
25. ayeti ile başlayan pasajda
Hac konusu işlenir. Dini sembollerin, kendilerinin amaç değil araç olduğu bu şekilde ima edilir. Özellikle tüm diğer
ibadetlerden farklı olarak hacca menasik (İbâdet
edecek yerler. İbâdet ederken lüzum eden usul, yol ve tarz.) denilmesinin haccı oluşturan ibadetlere menasik denilmesinin
temelinde ki sebepte budur ve Kur’an da hac için diğer ibadetler hakkında
kullanılmayan çok ilginç bir ifade kullanılır. Şeairullah, min şeâirillâh Allah’ın sembolleri.
Demek ki haccı diğer ibadetlerden
ayıran çok özel bir boyut var, o da sembollerle dolu olması. Yani sembolik
boyutunun çok öne çıkan bir ibadet olması. Onun için semboller, sembolize
ettikleri bir hakikate atıf yaparlar. Sembolize ettikleri hakikatler gözden
kaçırılırsa elinizde sadece tarifesi kalır. Sadece kabuğu kalır. Onun içinde
ruhu gitmiş, canı gitmiş bir ceset gibi sayılır.
Bu nedenle bu bölümde ..feinneha min takvel kulub (32)
ifadesi, özellikle hacla ilgili ayetler içerisinde ki bu ibare dikkatimizi
çekmekte. Yani bu semboller gerçek anlamını müminin kalbindeki manada bulur.
Yani sorumluluk şuurunda bulur. Sorumluluk hassasiyetinde bulur. Müminin
kalbinde ki imandan alır sembollerin gerçek manasını. İşte bu ibare bu hakikate
bir atıftır.
49 ve 57. ayetler nübüvvet
kurumunu inkar edenleri muhatap alır ve onlara nübüvvet kurumunun; Allah’ın
insanla diyalogunun olmazsa olmaz bir şartı olduğu dile getirilir ve ispat
edilir. 58. v3 60 ayetler arasında ise geçici hayatla ebedi hayat arasındaki
bağa dikkat çekilir. Dünya hayatıyla ahiret hayatı arasında ki doğrusal ilişki
dile getirilir ve bu noktada insana ahiret; dünyanın hasılatıdır. Dünya
ahiretin tarlasıdır. İlleti sonucundan bağımsız, sonucu illetinden bağımsız
değerlendiremezsiniz. Onun için tarlayı hesaba katıp ta hasadı hesaba katmamak
ne mümkün der insanoğluna.
Ve insanoğluna hayatın bu iki
yüzü arasında kopmaz bir bağ kurması teklif edilir. Yani hayatın dünya yüzü,
hayatın ahiret yüzü. Hayatın geçici yüzü, hayatın kalıcı yüzü. Bu iki yüz
arasında ki bağı koparmanın aslında insanın Allah ile bağını koparmak anlamına
geldiği vurgulanır. Dolayısıyla insanın gerçekle bağını koparıp yalana mahkum
olması anlamına gelir.
[Ek bilgi; "Hac"cın
iki hedefi vardır ki, bunlardan birisine ulaşmak zorunludur!..
1- Yaşamının
"Arafat"ta bulunduğun o anına kadar ruhuna yüklenmiş tüm
günahlarından arınarak, "sıfırlanmak"!..
2- "Maarifi Billah"
ile hâllenmek sûretiyle, ALLÂH ismiyle işaret edilenin ilmiyle âlemlerini ve
düzenini seyretmek.
HAC konusunda öncelikle şunu
belirtelim: Hac günü belirli bir süre Arafat’ta bulunup geçmiş günahlarına
tevbe eden kişi, kul hakkı da dâhil olmak üzere O ANA KADAR Kİ BÜTÜN
günahlarından kurtulur!
HAC, İslâm Dini şartları
arasında herkese son derece yararlı olan bir çalışmadır! Zira. Yaşamı boyunca
kişinin bilerek veya bilmeyerek yaptığı yanlışlardan dolayı beyninde oluşan ve
"günah" adı verilen tüm
negatif yük, eksiksiz olarak dalga (wave) bedenine yani ruhuna yüklenmiştir!
Ruhundaki bu negatif yükün getirdiği ağırlık yüzünden de cehennem denilen
ortamda battıkça batacaktır!
İşte başına gelecek olan bu
felaketten kişinin kendini tümüyle kurtarabilmesi; ruhuna yüklenen negatif
yükün tamamıyla "sıfırlanması-silinmesi"
HAC’da mümkün olur! O ana kadar ruhuna yüklenmiş olan tüm günah adı verilen
negatif yükleri silinir ve "anasından doğduğu günkü kadar günahsız
olarak" geri döner!
Ve yine Rasûlullah
(aleyhisselâm)’ın açıklamasına göre; "Acaba
benim günahlarım af oldu mu?" diye şüpheye düşerse, yeryüzündeki en
büyük günahkâr olur.
Kâbe niçin Mekke’dedir?..
Arafat’ta ne sır vardır ki orada toplanılmaktadır?.. Ve bunun benzeri daha nice
sualin cevabını tafsilatlı bir şekilde "İNSAN ve SIRLARI" isimli
kitabımızda elden geldiğince açıkladığım için burada tekrar aynı konuya
girmiyorum. Arzu edenler orada ilgili bölümde bulabilirler. Ancak kesin olarak
şunu vurgulayayım ki;
Hiçbir hayır ve ibadet,
Hac’cın insana getirisini kazandıramaz!.. Kim aksini söylüyorsa, o henüz
Hac’cın ne olduğunu, değerini idrak etmemiş, hatta fark etmemiştir.
"HAC’ca gidecek kadar imkânı olan, buna rağmen gitmez de o sene içinde
ölürse, ister Yahudi olarak ölsün ister Hıristiyan!" anlamındaki
Resûlallah uyarısı konunun bütün önemini vurgulamaktadır!
"Hac’ca gidip de elin
Arabına para mı kazandıracağım; onun yerine burada bir hayır yaparım"
tarzından yaklaşımlar; son derece düşüncesiz ve bilgisiz yaklaşımlardır. Çünkü
bu kişilerin HAC’cın ne olduğu hakkında hiçbir bilgisi yoktur!
"Kızımı everirim;
torunumu sünnet edeyim; yaşlanıp ticaretten el-etek çekeyim" tarzındaki
yaklaşımlar kadar saçması olamaz!
HAC esasen ilk fırsatta ve
olabildiğince gençken yapılmasında fayda ve hatta zaruret olan bir çalışmadır.
Nasibinde varsa oradan aldıkların bir ömür boyu sana fayda sağlar! Gidenlerin
görmüş olduğu gibi, dünyanın her yerinden gidenler yarı yarıya gençlerken;
sadece Türkiye’den gidenler, neredeyse ayağını zor sürüyenlerdir. Endonezya’dan
gelenler arasında evlenmeden önce evleneceği eşi ile Hac vazifesini ifa etmek
için gelenlerin haddi hesabı yoktur!
Bir de hanımların şu çok
önemli problemi vardır Hac konusunda:
"Hac’ca gidip geldikten
sonra başımı örtmem, tam tesettüre girmem gerek; oysa ben bunu yapamam!.. Bu
yüzden Hac’ca gidemem!" ÇOK BÜYÜK BİR YANLIŞ! Şu anda bir veya birkaç
vakit namaz kılıp, sonra da günlük normal kıyafetle dolaşıyor musunuz?.. Evet!
Namazda, ibadet sırasında başınızı örtüp, daha sonra da açıyor musunuz?. Evet!
Öyle ise, Hac’ca da gider,
örtünür; farzınızı yerine getirir; döndükten sonra da elinizden ne kadarı
geliyorsa, o kadarını yaparsınız!
İslâm Dini’nin en büyük
düşmanları, Dinden görünüp, şartları zorlaştırarak, insanları Dinden, Allâh ve
Resûlallah’tan uzaklaştıran; Dinden soğutup, nefret ettirenlerdir!
Biliniz ki..; Hac da en az
namaz kadar zorunlu ve yararlı bir çalışmadır! Böylesine önemli bir olaydan
"gelince başımı örtemem" gerekçesiyle geri kalmak, aklın alamayacağı
kadar büyük bir yanılgı ve kayıptır!
Baş örtmek Kurân’da belirtilen
farzlardan biridir! Bunu yapmayan; Allâh’ın bu konudaki teklifine uymamaktadır!
Kur’ân bu konuda bir ceza bildirmemiştir! Başını örten, elbette ki Allâh’ın bu
teklifine uymasının karşılığını fazlasıyla alacaktır. Başını örtmeyen ise,
Allâh’a karşı sorumlu olur! Allâh, bu davranışının karşılığını dilediği gibi
verir! Ancak, Kurân’da;
"Hac’ca giden her hanım
dönüşte başını örtecektir; örtmeyenin Hac’cı kabul değildir" gibisinden
bir hüküm kesinlikle mevcut değildir!
GIYBET etmemek de kesin hem de
çok ağır hükümlerden biridir!.. "Ölü kardeşinin çiğ etini yemektir
gıybet" diye tanımlanmıştır Kurân’da! Ben bu suçu işlemekten kendimi
alamıyorum; öyle ise örtülü başımı açayım, diyor musunuz?.. Elbette hayır! Bir
emri yerine getirememek, nasıl bir başka yerine getirebildiğin emirden de
vazgeçmeyi getirmezse; Hac’ca gitmek imkânın olduğu hâlde, baş örtememek
yüzünden Hac’ca gitmemek o derece büyük yanlıştır!
Bu vesileyle şunu bir kere
daha vurgulayayım...
İSLÂM DİNİ’NDEKİ TEKLİFLER, "PAKET PROGRAM"
DEĞİLDİR! Yani, ya hepsini tam olarak yaparsın, ya da hiçbirini yapma türünden,
değildir!
Senden, istenilenler
bellidir!.. Yani yapman ve yapmaman gerekenler. Sen bunlardan elinden geldiği
kadarını yaparsın; yapamadıkların da eksiğindir. Hüküm Allah’a aittir!
"Ben bunlardan falanca ve
filanca emirleri yerine getiremiyorum; öyle ise hiçbirini yapmayayım"
düşüncesi kesinlikle yanlış ve düşüncesizce kabuldür!
Yap da, ne kadarı elinden
geliyorsa, o kadarını yap!
Hac’ca gitme imkânına sahipsen, elinden geliyorsa, hemen
git! Geldiğinde başını örtemeyeceksen; o da eksiğin kalsın! İnşAllâh o da nasip
olur!
Özetle diyeyim ki; Tek
başınıza, canlı ve bilinçli bir hâlde ölüm ötesine yapacağınız sonsuz yolculuğu
idrak ediyorsanız, imkânlarınız içinde elinize geçen ilk fırsatta Hac’ca
gidiniz! Aksi hâlde bu konuda öylesine pişmanlık duyacaksınız ki; bunun haddi
hesabı yoktur!
Devrinin "İnsan-ı
Kâmil"i Abdülkerîm El-Geylânî’nin Hac’cın bâtın mânâlarıyla ilgili bazı
değerlendirmelerini size nakletmek istiyorum. Kendisinden büyük feyz aldığım bu
son derece değerli Zât’ı böylece saygıyla anıyorum.
Hac niyeti: Allâh talebi
yolunda devamdır. İhram: Yaratılmışları görmeyi terktir!
Başı traş: Beşer içinde önder
olma düşüncesinden arınmaktır!
Tırnak kesmeyi terk: Kendinden
oluşan fiillerin hakiki fâilinin ALLÂH olduğunu fark etmektir!
Güzel koku sürmeyi terk: ZÂT
hakikatini hissedince, Esmâ özellikleriyle kayıtlanmaktan kurtulmaktır!
Cinsi münasebeti terk: Bedende
tasarrufu bırakmaktır.
Sürme çekmeyi terk: KEŞF
arzusundan kurtularak ZÂT hüviyetinde yok olmaktır!
Mikat: Kalpten ibarettir.
Kâbe: ZÂT’tan ibarettir!
Haceri Esved: İnsanî lâtifeden
ibarettir.
Haceri Esved’in siyah oluşu:
Tabiat özelliğinin kalbi renklendirmesi.
Tavaf: Allâh’a yakışır
şekilde, insanın hüviyeti, aslı, menşei, müşahede yerinin idrak olunmasıdır.
Tavafın 7 olması: Allah’ın
yedi sıfatından ibarettir. Onlar, Hayat, İlim, İrade, Kudret, Semî, Basar,
Kelâm.
Tavaftan sonra mutlak namaz:
Anlatılan vazifeleri yapan için Ahadiyyet’in zuhûru ile ona ait hükmün
yaşamıdır.
Bu namazın İbrahim makamında
kılınması: Hullet makamına işarettir.
Zemzem: Hakikat ilimlerine
işaret eder.
Zemzemi içmek: Hakikat
ilimlerinde dallanmaktır.
Safa: Halka nisbet edilen
sıfatlardan soyunmaktır.
Merve: İlâhî isim ve sıfat
kadehlerinden doya doya içmektir.
Traş: İlâhî riyasetle
tahakkuka işarettir.
Bıyıkları kısaltmak: Kurbet
ehlinin makamı olan tahakkuk derecesinden inmektir.
İhramdan çıkış: Halka açılmak;
sıddık derecesinde halk arasına inmektir.
Arafat: Maarifi Billah
makamıdır... Arafat’ta iki bayrak dikilmesi, Celâl ve Cemâl sıfatlarına
işarettir; ki Allâh’a marifet yolu onlara göredir.
Müzdelife: Makamın şuyuu ve
yükselmesinden ibarettir.
Meş’ari haram: Şerr’i
emirlerde durup, Allâh’ın haramlarına saygıdan ibarettir.
Mina: Kudret makamı; ehli
zevat için murada nail olmaktır.
Üç şeytanı taşlamak: Benlik,
tabiat ve âdettir.
Yedi taş atmak: Yedi ilâhî
sıfatla bunu başarmaktır.
İfaza tavafı: Allâh feyzinin
devamında sürekli terakki etmektir.
Veda tavafı: Allâh sırrını hak
edene emanettir.
Eğer, bâtın yani iç, sır
mânâsından biraz daha söz etmek gerekirse Hac’cın. Hac’cın bâtın niyeti Allah’a
ulaşmaktır!
İhram giymek, Allah’a ulaşmak üzere tümüyle dünyadan
arınmak için sanki ölen biriymişçesine kefen giymektir!
Hac öncesindeki yedi tavaf, yedi nefs mertebesinde urûc
yaparak Allâh Zât’ının zuhur mahâlli olan Kâbe’nin hakikatiyle özdeşleşmeye
gayrettir!
Arafat, mukaddes vadi’dir.
Arafat’ta tüm beşerî kavramlardan arınılır! Bu arınış sonrasında üç şeytanla
birlikte benlik, tabiat ve âdetler taşlanılarak bunlara geri dönmemek üzere
uzaklaşılır! Buradan Kâbe‘ye gelip yapılan tavaf ve namaz, yedi sıfatta
yapılacak seyr ile Zât’a ulaşmaktır.
Tavaftan sonra kılınan namaz,
bunu nasip edenin huzurunda beşeriyetinin hiçliğini itiraf ve şükürdür.
Veda tavafıyla birlikte
geldiğin yere dönmek, "BakâBillah" içinde "seyri
anillah"tır! Hizmet için halkın arasına geri dönmektir!
Biz, Hac’da Kâbe’nin kişiliği,
ruhaniyetiyle görüşenleri, sohbet edenleri biliriz! Hac’da daha öylesine sırlar
vardır ki, bunları yazmak şimdilik mümkün değildir! Şu kadarını iyi bilelim ki,
HAC aklınızın alamayacağı kadar muazzam ve çok yönlü bir çalışmadır. Bundan,
yanlış şartlanmalar yüzünden geri kalmak, bir kişi için hayatının en büyük
kayıplarının arasında olacaktır!
(AHMED HULÛSİ) http://www.ahmedhulusi.org/yazi/hacca-gelince.htm
)]
[Ek bilgi; (BELED/1 DEN)
Rabbimizin üzerine yeminle söze başladığı bu belde Mekke şehridir. Kitabımızın
başka bir âyetinin ifâdesiyle “Ümmü’l
Kurâ” şehirlerin anası, ana kent denen temel, asıl, esas olan, yani
hepsinin, tüm şehirlerin anası olan bir şehir. İnsanlığın ilk merkezi,
şehirlerin ilk merkezi olan Mekke’ye yemin ediyor Rabbimiz. Kâinatın efendisine
doğum yeri, dâvetinin merkezi, vahyine iniş yeri yaparak Rabbimiz
şereflendirdiği Mekke şehrine ve kendisinin de Beytinin bulunduğu Harem
bölgesine yemin ediyor. Madem ki Rabbimiz mekânların en şereflisi, en kutsalı
olarak bu beldeye yemin ediyor, öyleyse bu beldenin bizim hayatımızdaki önemi
çok büyüktür. O halde biraz tanıyalım bu beldeyi.
Şehrin çok
yakınında Arafat diye bir merkez vardır. Arafat "Arafe" kökünden
gelir. İrfanın merkezi, bilgi merkezi, bilgiye ulaşma merkezidir burası. Hacca
gidilince bir süre burada vakfe yapılır. İrfana, bilgiye ulaşmak üzere burada
bir süre durulur. Bunun mânâsı şudur: Kulluk için önce mârifet, bilgi gerekir. Bilgisiz kulluk mümkün değildir.
Dünyanın neresinde olursa olsun, mü’minin, Allah’a Allah’ın istediği kulluğu
icra edebilmesi için kulluk bilgisine ulaşması gerekmektedir. Onun içindir ki
mutlaka durup bir süre ilme zaman ayırmalıdır. İşte Arafat’taki vakfe bunu anlatır.
Mü’min irfana ulaşma, kulluk bilgisini elde etme makamındaysa o anda Arafat’ta
bulunmaktadır. Mü'min Kur’an’la, sünnetle, vahiyle beraber olarak bilgi sahibi
olacak. Bilgi nedir? Bilgi ya ilimdir, ya zandır. Hayatta geçerliliği olan,
hayata intibakı olan, amele dönüştürülen, yani insanı amele sevk edene ilim, öbürüne de zan diyoruz.
Arafat’ta
irfana ulaştık. Peki hep bekleyecek miyiz burada? Yani hep ilim mi öğreneceğiz?
Hayır, bir süre sonra Arafat’tan Meş’ar’e hareket edilir. Peki Meş’ar nedir? Meş’ar,
bilginin şuura dönüştürüldüğü, bilginin amele döküldüğü merkezdir. Bilginin
hiçbir işe yaramayan kuru bir bilgi olmaktan çıkarılıp şuura ve amele
dönüştürüldüğü merkezdir. Arafat’ta elde edilen bu bilgiler sonra Meş’ar’de
şuur haline gelmeli, amele dönüşmeli, yani bu bilgiler bizim olmalıdır. Onun
içindir ki Arafat’ta uzunca durulmaz, uzun süre beklenilmez. Buradan hemen
Meş'ar’e hareket edilmelidir. Uzun süre ilim öğrenelim, ilimde şu noktaya
ulaşalım da ondan sonra amele başlayalım yok. Hemen Meş’ar’e hareket edilir.
Zaten hep hareket halinde değil miyiz mezara doğru?
Meş'ar’de şuurlandık, yani
öğrendiğimiz bilgiler amele dönüşerek bizde şuur haline geldi. Bir şey
öğrendik, onu hemen kendimize mal etmek, onu derhal uygulamaya koymaktır şuur.
Meselâ namazı öğrendik, o anda biz Arafat’tayız. Bu bilgimizle hemen amele
koşarsak Meş’ar’deyiz. Bundan sonra da Mina’ya hareket edilir. Mina, kurban
kesme, kurban etme mahallidir. Yani Arafat’ta öğrendiğimizi Meş’ar’de
uygulamaya koyunca karşımıza çıkabilecek tüm engelleri kurban edecek bir
noktaya gelebilmişsek, biz o anda Mina’dayız demektir. Ne tür engeller
çıkabilir karşımıza? Dükkan, meslek, okul, toplum, moda, âdetler, töreler, ağa,
patron gibi kulluğumuzun karşısına ne tür engeller çıkarsa çıksın onların
tümünü kurban edebilecek bir noktaya gelebilmişsek Mina’dayız demektir.
Meselâ
tepeden tırnağa örtünmeniz gerektiğini, Allah’ın sizden böyle bir kulluk
istediğini öğrendiniz. Bu kulluk bilgisine ulaştığınız makam sizin için
Arafat’tır. Siz o anda Arafat’tasınız. Hemen buradan Meş’ar’e hareket ettiniz.
Yani öğrendiğiniz bu bilgiyi şuura dönüştürüp hemen tepeden tırnağa örtündünüz.
O anda siz Meş’ar’dasınız demektir. Eğer icra ettiğiniz bu kulluğunuzun
karşısına çıkacak baba, ana, koca, âdetler, töreler, çevre, moda ve toplum,
okul ve diploma gibi çıkabilecek engellerin tümünü kurban edebiliyorsanız, o
zaman siz Mina’dasınız demektir.
Veya meselâ Kur’an’ı, sünneti
tanımanız gerektiğini, onları tanımadan Allah’ın istediği gibi bir
Müslümanlığın gerçekleşmeyeceğini mi öğrendiniz? Birine İslâm’ı ulaştırmanız,
Kur'an’ı ulaştırmanız gerektiğini mi öğrendiniz? Bu bilgiye ulaştığınız yer,
yurt, makam, mekân sizin için Arafat’tır. Siz o anda Arafat’tasınız. Vahiyle
öğrendiğiniz bu kulluk bilgisini mutlaka yapmanız gerektiğine inanıp onu şuur
haline getirin. Onu kuru bir bilgi olmaktan çıkarıp gereğini yerine getirmeye,
amele dönüştürmeye çalışın. İşte bunu becerdiğiniz makam sizin için Meş’ar’dır.
Bu bilgiyi şuur haline, amel haline getirin ve bu uğurda her şeyinizi kurban
etmeye hazır hale gelin. Yani Mina’da, kurban kesme mahallinde, ya da kurban
etme makamında bulunun.
Eğer bunu becerdiyseniz o zaman buyurun
Kâbe’ye. Hacda böyle Arafat’la başlayan Mina ile son bulan bir yay çizildikten
sonra farz olan tavafı yapmak üzere Kâbe’ye gelinir. Bunu beceren kişi,
Allah’ın Beytine girmeye hak kazanmış, Allah’ın konuğu olma şerefine ermiş
demektir.
Şimdi de
bu mukaddes beldenin, Mekke şehrinin içinde bulunan Beytullah’ın içindeyiz.
Öyle bir Beyt ki, yeryüzünde ilk inşa edilen oydu:
“Doğrusu insanlar için ilk kurulan ev, Mekke'de, dünyalar için
mübarek ve doğru yol gösteren Kâbe’dir.” (Âl-i
İmrân 96)
“Biz beyti (Kâbe’yi) insanlar için toplanma, sevap kazanma yeri ve
emniyet kıldık.” (Bakara 125)
“Hatırlayın, İbrahim demişti ki: “Rabbim
burasını emin bir belde kıl! Ahalisinden Allah’a ve âhiret gününe îman edenleri
çeşitli meyvelerle rızıklandır” diye dua etmişti.” (Bakara 126)
Burası,
atamız İbrahim’in, “Ya Rabbi bu belde emin olsun! Emniyette olsun. Yerden ve
gökten gelebilecek her türlü belâ ve musîbetlerden emin olsun. İnsanların
birbirlerini yediği, zulümlerle haksızlıklarla birbirlerini yok etmeye
çalıştığı, birinin diğerine hak tanımadığı bir dünyada yaşadıkları dönemlerde
bile bu belde emin olsun, emniyetin sembolü olsun. Bu beldede insanlar huzur
içinde yaşasın!” diye dua ettiği kıblemizdir.
“Orada apaçık deliller vardır; kim oraya girerse, güvenlik içinde
olur.” (Âl-i İmrân 97)
Orada
Makam-ı İbrahim vardır, siz oradasınız ve emniyettesiniz. Peki ne demek Makam-ı
İbrahim’de olmak? Makam-ı İbrahim’de olmak, onun makamında, onun konumunda
olmak demektir. Değilse İbrahim makamı orada şöyle on, on beş kişinin ancak
sığabileceği bir mekân değildir. Çünkü kitabımızın bir başka âyetinin beyanıyla
oraya girenler emniyettedir. Şimdi orada o mekâna on, on beş kadar insanı
sığdırıp onları emniyete aldık, diğerleri için ne diyeceğiz? Onlar emniyette
değiller mi diyeceğiz? Nasıl anlayacağız bu İbrahim makamını?
Şu anda ben baba makamındayım,
şu anda ben koca makamındayım, emretme, nehy etme makamındayım gibi bir ifade
kullanılır. Babalığın, kocalığın mekânsal olarak bir makamı, koltuğu olmaz
değil mi? Ben şu anda baba olma sorumluluğundayım, ben şu anda koca olma
sorumluluğunu taşıyorum demektir bu. İşte İbrahim makamında olmak ta bu
mânâdadır. Yani ben İbrahim makamındayım, ben İbrahim’in yükünü yüklenme, O’nun
sorumluluğunu taşıma, O’nun misyonuna sahip çıkma, O’nun gibi olma makamındayım
demektir.
Eğer o makamdaysan onun yaptığını
yapacaksın. Ne yaptı İbrahim (a.s.)? Onun yaptıklarının tamamını şimdi burada
anlatma imkânımız yoktur. Kur’an da Rabbimiz uzun uzun onu bize anlatır.
Kur’-an’ı okudukça onu öğreneceğiz inşallah. Ama sadece buraya ilişkin olarak
diyecek olursak: O, Allah’a kulluğuna engel olan oğlu bile olsa onu Allah adına
kesmeye yatırdı. Biz de Allah’a kulluğumuza engel olan her şeyi, baba, ana,
karı, koca, çevre, nefis, dükkan, okul, doktora, diploma, makam, mansıp neyse,
Allah’a kulluğumuza engel olan ne varsa hepsini kesme adına yatırabiliyor
muyuz? İşte biz Makam-ı İbrahim’deyiz demektir. Başka ne var orada?
Sonra Hz.
Adem’den bu yana hiç yalnız kalmayan bir amele yürüyoruz: Tavaf. Tavaf, emre
âmâde beklemek, kulluğa hazır beklemek demektir. Rabden gelecek emir ve nehiy
her neyse kabulüm demektir. Rabbin kapısının eşiğinde: “Lebbeyk ya Rabbi!
Lebbeyk ya Rabbi! Buyur ya Rabbi! Bir arzun mu var ya Rabbi! Bir emrin mi var
ya Rabbi! Ben buradayım! Ben senin kapının eşiğindeyim! Ben senin emrine
âmâdeyim ya Rabbi” diye emir mahallinde hizmet mahallinde, kulluk makamında
dolaşmak, beklemek demektir. Hani bakanların, müdürlerin kapılarının önünde
emre âmâde bekleyenler, zile basar basmaz: “Buyurun efendim! Emredersiniz
efendim! Bir arzunuz mu var efendim!” diye hizmete koşarlar ya, işte onlardan
daha büyük bir şevkle ve istekle Rahmân’ın beytinin eşiğinde, O’nun rızasına
koşmak demektir.
Tavafta sadece yürünür.
Rahmân’ın Beytinin etrafında yürünür. Öyleyse hac’ta üç şey yapılır: Birisi
Arafat’ta duruş, diğeri Müzdelife’de yatış, öbürü de Kâbe’nin avlusunda
yürüyüş. Arafat’ta duran, Müzdelife’de yatan kişi burada da yürüyecektir. Tavaf
adına yürüyecek. Zaten bizim tüm hayatımızda yaptığımız da bu üç şeydir. Tüm
hayatımızda biz bu üç şeyi yaparız. İşte bize maket bir hayat olarak sunulan
ömürlük bir ibadet olan haccda da Rabbimiz Arafat’ta durmamızı, Müzdelife’de
yatmamızı, Kâbe’de de yürümemizi emrederek tüm hayatımızın örneğini
sunmaktadır.
“Ey kullarım! Tüm duruşlarınız Arafat’taki
gibi olsun! Tüm duruşlarınız bilgiye, irfana ulaşma adına olsun, sakın boş
oturmayın. Tüm yürüyüşleriniz Kâbe’nin avlusundaki, Rabbinizin huzurundaki
yürüyüşleriniz gibi olsun. Tüm yatışlarınız da günaha girmeden Müzdelife’deki
yatışlarınız gibi olsun. Her an Allah huzurunda olduğunuzun şuurunda olun. Hep
Allah kontrolünde bir hayat yaşadığınızın bilincine erin!”
Rabbinin
huzurunda yürüyorsun. Allah beytinin eşiğinde tavaf ediyorsun. Ama şunu hiçbir
zaman unutmamalısın ki, sen bu hareketi ne başlatansın ne de bitirensin. Yani
sen bu konuda, kulluk konusunda, tavaf konusunda ne ilksin, ne de sonsun. Bu
hareket seninle başlamamış ve seninle de bitmeyecektir. Başlatan başlatmış bu
hareketi, sen de bir yerinden katılıp devam edeceksin. Başka ne var o mübarek
beldede?
Kâbe’nin
hemen yakınında Zemzem var. Zemzem, rızık konusunu anlatır. Rızkın Allah’tan
olduğunu, Rezzak’ın sadece Allah olduğunu anlatır. Sonra Safa ile Merve ve bu
ikisi arasında sa'y var. Zemzem, aramak, rızık aramak için çalışma zemini,
çalışma kuralı anlatılır burada. Safa ile Merve arasında sa’y edecek, rızık
arayacaksın. Ama sadece Safa ile Merve’yle sınırlıdır bu arayış. Yani her yerde
çalışmayacaksın, her yerden kazanmayacaksın. Bu işin bir hududu, bu işin
durulacak sınırları vardır. Safa’yı öteye, Merve’yi de beriye aşmamak lâzımdır.
Allah’ın belirlediği haram-helâl sınırlarını aşmamak lâzımdır.
Sonra
dönüp dolaşıp karşısında sürekli beraber olacağımız, gözümüzü onunla
sevindireceğimiz Kâbe var. Çünkü bu bina hidâyet kaynağıdır insanlar için. O
bizi hidâyete götürme özelliğine sahiptir. Niye engellenir öyleyse insanlar
oradan bilmiyorum. Kâfirler neyse, mü'minler bile engelleniyor şimdi ondan.
Kâbe yerde insanın Allah’la irtibatının ilk merkezidir. Hz. Adem’le Havva’nın
ilk buluşma yeridir. Hz. İbrahim, oğluyla kaidelerini yükseltmiştir.
İşte
Rabbimiz bu beldeye yemin ediyor. Rabbimiz bu beldeyi göklerin ve yerin
yaratılışından beri emin ve mübarek kılmıştır. Allah’ın Resûlü bu hususu bir
hadislerinde şöyle anlatır:
“Allahu Teâlâ bu beldeyi, gökleri ve yeri
yarattığı gün haram kılmıştır. Kıyâmete kadar onun haramlığı Allah’ın haram
kıldığı şekilde devam edecektir.”
Bu beldeyi
tanıyın ki o beldede Nebiler Nebisi, Efendiler Efendisi doğmuş, büyümüş.
Doğmadan babasını kaybetmiş, doğduktan kısa bir süre sonra annesini kaybetmiş,
orada Peygamber olmuş. Vahyin ilk geldiği yerdir orası. İnançlarından dolayı
insanların boyunlarına ip takılıp sokaklarında sürükletildiği, kimilerinin
kızgın kumların altında işkencelere maruz bırakıldığı, evinden çıkamasın diye
peygamberin evinin önüne dikenlerin atıldığı, pazarlarında panayırlarında aman
bunu dinlemeyin diye adım adım bir gölge gibi Ebu Leheb ve benzerleri
tarafından takip edildiği, Taif’ten kan revan dönerken Mut’-im’in emanında
ancak girebildiği, Şi’bi Ebi Talib’de
karantinaya alın-dıkları, boykotlara maruz bırakıldıkları, her santiminde
Rasulullah ve ashabının izlerinin, eserlerinin bulunduğu bir şehir…
“Dişsiz mi biri, onu kardeşleri yerdi” diyen şairin
anlattığı gibi insanların Kâbe’nin etrafında çırılçıplak tavaf ettikleri, kapıları
yok, kapı kolları yok, arabaları, garajları yok, çadırların, hurma liflerinin
ev diye insanlara hizmet verdiği bir Mekke. İşte Rabbimiz bu şehre yemin
ediyor. Bu beldeye yemin olsun ki (Besâiru-lKur’an-
Ali küçük)]
Devam ediyor B sayfasına geçiniz.
104. videoyu toplu olarak
http://kurantefsir.wordpress.com/2012/07/06/904/
bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder