A sayfasından devam.
81-) Ve li Süleymaner riyha asıfeten tecriy Bi
emriHİ ilel Ardılletiy barekna fiyha* ve künna Bi külli şey'in alimiyn;
Süleyman'a
da fırtınayı boyun eğdirdik... Onun (Süleyman'ın) hükmüyle, içinde bereketler oluşturduğumuz bölgeye doğru
eserdi! Biz, her şeyde bilen biziz. (A.Hulusi)
081 - Süleyman
için de şiddetli rüzgârı ki o içine bereketler verdiğimiz Arza emriyle cereyan
ediyordu ve biz her şeyi biliriz. (Elmalı)
Ve li Süleymaner riyha asıfeten tecriy Bi
emriHİ ilel Ardılletiy barekna fiyha kendisini bereketli kıldığımız
ülkeye doğru esip onun emriyle çalışan gemileri yüzdürsün diye şiddetli
rüzgarları Süleyman’a amade kıldık, onun emrine verdik.
Cera, ecriy, burada tecriy
formuyla gelmiş; aktı, kaydı, yüzdü anlamına gelir ki su ile birlikte
kullanılır genelde. Suyun üzerinde kayan, yüzen gemiler için de Kur’an da hep
bu fiil kullanılır. Bununla neyin kastedildiği açıktır. Hz. Süleyman’ın dillere
destan devletini ve o devletin ihtişamını oluşturan deniz filolarına, gemi
filolarına bir atıf var burada. O ak denizde ki ve kızıl denizde ki rüzgarları
çok iyi kullanarak muhteşem bir medeniyet oluşturmuştu.
Bir peygamber kraldı, devlet
başkanıydı. Adil devleti sadece adaletiyle değil aynı zamanda refah ve
ihtişamıyla da göz kamaştırıcıydı. Onun için dillere destan olmuştu ve Hz.
Süleyman yine 1. krallar bölümünde geçecek yanlış hatırlamıyorsam. Tevrat’ın 1.
Krallar bölümünde. Onun gemileri ve rüzgarı nasıl ustaca kullanıp o felah ve
refah toplumunu inşa ettiği ayrıntılarıyla anlatılır.
Burada ki kendisini bereketli
kıldığımız ibaresinin karşılığı elbette Kudüs ve etrafı, mukaddes beldeler,
topraklar. Ki daha önce ki bir atıftan da mukaddes toprakların tüm insanlık
için bir değer olduğunu, yani bütün bir insanlığın ortak değeri olduğunu
ayetten yola çıkarak izah etmiştik.
ve künna Bi külli şey'in alimiyn
zira bizdik her şeyin iç yüzüne vakıf olan, yani eşyanın yasasını biz
biliyorduk. Suyun kaldırma gücünü, rüzgarın itekleme gücünü, havanın
aerodynamiğini, ısının termodinamiğini, yani tüm eşyanın tabi olduğu yasaları
biz çok iyi biliyorduk. Ve insanın da bilmesini istiyorduk. Çünkü onları
insanın emrine amade kıldık.
Ama insan onları emrine amade
kılması için yasalarını keşfetmesi lazımdı. Yasalarını keşfederse ancak
onlardan yararlanabilirdi. Yasalarını keşfetmesi için de onların bir yasa ile
yaratıldığını bilmesi lazımdı. Onların bir yasa ile yaratıldığını bilmesi için
bir yaratanının olduğunu fark etmesi lazımdı. Yine bunu bilmesi için eşyayı
keşfetmesi lazımdı. Eşyayı keşfetmesi için merak etmesi, eşyaya merak nazarıyla
bakması lazımdı. Bunun içinde düşünen bir akıl sahibi olması lazımdı. İşte
bütün bu lazımlar Kur’an ın bize sürekli dönüp dönüp öğütlediği şeylerdir.
82-) Ve mineş şeyatıyni men yeğusune lehu ve
ya'melune amelen dune zâlik* ve künna lehüm hafizıyn;
Onun (Süleyman) için denizin dibine dalan ve daha başka iş de yapan
şeytanlardan da (Süleyman'a hizmet verenler
vardı)... Biz onların bekçileriydik.
(A.Hulusi)
082 - Şeytanlardan
da onun için dalgıçlık edenleri ve daha başka amel için çalışanları tesir
etmiştik ve hep onları zabteden biz idik. (Elmalı)
Ve mineş şeyatıyni men yeğusune lehu ve
ya'melune amelen dune zâlik Hz. Süleyman’ın o muhteşem
medeniyetinden söz ediyor bu ayetler. Devam ediyor;
Yine dik başlı birileri hem onun
için dalgıçlık yapıyorlar, hem de bunun dışında başka hizmetler görüyorlardı.
Dalgıçlık yapıyorlar, inciler, mercanlar, değerli taşlar çıkarıyorlar, ya da
deniz ürünleri çıkarıyorlar, denizi medeniyetin oluşmasında temel bir faktör
olarak niteleyen bu ayete dikkat etmek lazım.
Burada ki; Ve mineş şeyatıyn şeytanlar,
kimler? Dik başlı birileri diye çevirmem boşuna değil. Çünkü bunların
mahiyetini bilmiyoruz. Kur’an da insanlar içinde, görünmeyen varlıklar içinde
şeytan ifadesi kullanılır. Şeytan sadece bir tür varlığa değil, her varlığın en
kötü olanına verilen isimdir. İnsan şeytanlarımı, cin şeytanlarımı olduğunu
bilemediğimiz bu ibarede ki hakikat; şeytanın serkeşlik ettiği, baş eğmediği,
yola gelmedi anlamındaki isim kökeninden yola çıkarak bir mana verebiliriz.
Şatana, baş eğmedi, dik başlılık
etti, yola gelmedi demektir. Bu kökten türetilen şeytan baş eğmeyen, yola
gelmeyen, dik başlılık eden, kimseye eyvallah etmeyen tabir caizse, bir varlık
türünü işaret eder. Buradan anlıyoruz ki Hz. Süleyman o kadar görkemli bir
iktidar kurmuştu ki, hiç kimsenin baş eğdiremediği güçler, ona baş eğmek
zorunda kalmışlardı. O başkalarının baş eğdiremediği, ele geçiremediği, ele
avuca sığmayan güçleri dahi kullanıyor, nebevi iktidarına bir payanda yapıyordu
onları. Burada söylenen bu hakikattir.
ve künna lehüm hafizıyn aslında
onlara mukayyet olan yine bizdik. Yani tamam o baş eğdiriyordu, o başkalarına
hiç baş eğmeyen serkeş güçleri, zorba güçleri, emrinde kullanıyordu. Belki
bunlar vahşi toplumlardı, belki bunlar her önüne gelene şeytan gibi zarar veren
gerçekten som zararlı varlıklardı. Fakat Hz. Süleyman eşyanın yasalarını merak
edip o yasaları keşfettiği için bunları da kullanıyordu. İnsanın tabi olduğu
psiko sosyal yasaları da keşfetmişti. Onun içinde insanlar içerisinde şeytan
gibi artık kötülüğü kendisine ahlak edinmiş olan, kötülüğü kendisine karakter
haline getirmiş olan tipleri de kullanıyordu anlamı da verebiliriz rahatlıkla.
Bunda verirken ayetin son
cümlesini unutmamak durumundayız, onları muhafaza eden aslında yine bizdik.
Yani bir peygamber dahi olsa, iktidarı ne kadar büyük olursa olsun nihayetinde
onun tüm başarıları Allah’a atfedilmek durumundadır. Çünkü Allah’ı göz ardı
ederek bir başarı düşünmek mümkün değildir hissesini veriyor bu ayetin son
cümlesi.
[Ek bilgi; {Allah
Teala bu âyet-i kerimede Hz. Süleyman'a verdiği mucizelerden biri olan,
rüzgârın onu alıp dilediği yere götürmesini zikretmektedir.
Rivayete
göre, Hz. Süleyman'ın tahtadan yapılma bir seccadesi vardı. Memleketini idare
etmek için gerekli olan herşeyi onun üzerine yerleştiriyor, sonra rüzgâra
emrediyordu. Rüzgâr da onu alıp istediği yere götürüyordu. Kuşlar da onu
gölgelendiriyordu. Bu hususta diğer âyetlerde de şöyle buyruluyor:
"Bunun üzerine biz de rüzgârı Süleyman'ın
emrine verdik. Rüzgâr onun emriyle, onun istediği yere kolayca eser giderdi."(Sad/36)(Elmalı)
Süleyman'ın emrine de rüzgarı verdik. Sabah
gidişi bir aylık, akşam dönüşü bir aylık yol idi. Erimiş bakır menbaını da ona
sel gibi akıttık. Hem Rabbi'nin izniyle elinin altında cinlerden de çalışan
vardı. Onlardan da kim emrimizden dışarı çıkarsa ona ateş azabından
tattırırdık. (Sebe/12)(Elmalı)
Dalgıç ve yapı ustası şeytanları da.
(Sad/37)(Elmalı)
Ve daha diğerlerini de zincirlerde bağlı
olarak. (Onun emrine verdik).(Sad/38)(Elmalı) (Taberi Tef.)}
************************************************************************
[Ek bilgi 2 ; îmam-ı
Mükâtil'in rivayetine göre, cinler ve şeytanlar ibrişimden bir halı dokumuşlar
ve ortasına da Süleyman (a.s.) için altından bir taht koymuşlardır. Süleyman
(a.s.) o tahtın üzerinde oturuyordu. Etrafında da altın ve gümüşten yapılmış üç
bin kürsü vardır. Bu kürsülerin altın olanlarının üzerinde peygamberler, gümüş
olanların üzerinde âlimler, etrafta halk ve halkın etrafında da cinler ve
şeytanlar otururlardı. Kuşlar Süleyman (a.s.)'in üzerinde kanat açıp onu
gölgelerlerdi. Sabah rüzgârı yere serili olan halıyı kaldırıp Süleyman (a.s.)'ı
ordusuyla beraber istediği yere götürürdü. Şeytanlar ise denizden onun için
yakut, inci ve daha başka şeyler çıkarırlardı. Onların hiçbiri Süleyman
(a.s.)'in emrinden dışarı çıkmazdı. Çünkü Allah ü Teâlâ onların hepsini
gözetiyordu. (Ebü'l-Leys Semerkandi)}]
83-)
Ve Eyyube iz nada Rabbehû enniy messeniyeddurru ve ente Erhamur Rahımiyn;
Eyyub...
Hani Rabbine: "Gerçekten hastalık beni yıprattı ve sen Erhamur
Rahıymiynsin" diye nida etti. (A.Hulusi)
083 - Eyyub’u
da, zira «rabbehu enni messeniyed durru
ve ente erhamur rahimîn» diye rabbine nidâ etti. (Elmalı)
Ve Eyyub Eyyub’u da an bu kitapta. iz nada Rabbehû
enniy messeniyeddurru ve ente Erhamur Rahımiyn hani o bir zamanlar
bu dert, bu ıstırap gelip beni buldu. Ama sen merhametlilerin en
merhametlisisin diye rabbine yalvarmıştı.
84-) Festecebna lehu fekeşefna ma Bihi min
durrin ve ateynahu ehlehu ve mislehüm meahüm rahmeten min ındiNA ve zikra lil
abidiyn;
Biz de
Ona icabet ettik ve hastalığından kurtardık... Ayrıca ona, indîmizden bir
rahmet ve abidler (yakîn gelene kadar gerekli
çalışmaları yapanlar) için hatırlatma olarak,
ehlini ve onlarla beraber onların mislini de verdik. (A.Hulusi)
084 - Biz
de duâsını kabul ettik de hemen kendisindeki durru açtık ve tarafımızdan bir
rahmet ve âbidler için bir muhtıra olmak üzere ona ehlini ve beraberlerinde
onların bir mislini de verdik. (Elmalı)
Festecebna lehu fekeşefna ma Bihi min durrin
bizde onun duasını kabul etmiş ve onu bizar eden dertten kurtarmıştık. ve ateynahu ehlehu
ve mislehüm meahüm rahmeten min ındiNA ve zikra lil abidiyn dahası
katımızdan bir rahmet ve gereği gibi kulluk edenlere bir öğüt olmak üzere ona
yakınlarını bir kat daha artırarak geri vermiştik.
Evet, değerli dostlar burada Hz.
Eyyub’dan söz ediliyor. Aslında Hz. Eyyub’un önceleri büyük varlık ve iktidar
sahibi biri olup daha sonra başına büyük felaketler gelip önce varlığını, sonra
dirliğini, düzenini, sonra servetini sonra evladını ve eşini, en sonunda
sıhhatini tamamen kaybedip ölümcül bir hastalığa yakalanarak acılar içinde
kıvranışını.
Bütün bu gerçekten dramatik
serüvenini uzun uzun ayrıntılarıyla anlatan pasajları Kitabı Mukaddeste kendi
adıyla geçen Eyyub kitabında okumak mümkün. (http://incil.info/kitap/Eyup/1) fakat
burada ki ve yine Kur’an ın birkaç yerde daha anılan Hz. Eyyub’a ilişkin
pasajlarla Kitabı Mukaddeste anlatılan Eyyub portresi arasında çok ciddi bir
mahiyet farkı var. O da şu; Orada, Kitabı Mukaddeste, kendi adıyla anılan
bölümde anlatılan, bir peygamberden daha çok bir sitemkar görüyoruz. Başına
gelenlerden dolayı Allah’a sürekli sitem eden, keşke doğmasaydım, hiç
olmasaydım, dünyaya gelmeseydim, beni anamdan doğurtmasaydın gibi sitemlerle
konuşan birini görüyoruz. Ama burada; Ey merhametlilerin en merhametlisi diye
Allah’ın rahmetine sığınıp dua eden bire peygamber görüyoruz. Onun için mahiyet
farkı da bu.
Gerçekten Hz. Eyyub tarihte
sabrıyla örnek olmuş bir peygamberdi. Başına gelen varlıktan sonra yokluk,
zenginlikten sonra yoksulluk, sıhhatten sonra hastalık gibi başına gelen bu
ağır acılara sonuna kadar sabretmiş ve en sonunda ona veren ve ondan geri alan,
ona tekrar geri vermişti, bunu görmüştü. Onun için de bu ayetlerde nasıl
Allah’ın; Veren ve alan, daraltan ve açan olduğunun tezahürünü görüyoruz.
Philip Hitti, kendisi Lübnan
asıllı bir oryantalisttir, Arap asıllı bir oryantalisttir, bu konuda çok
detaylı araştırmalar yaparak Hz. Eyyub’un aslında Arap bölgelerinde yaşamış
Arap asıllı bir peygamber olduğu sonucuna varır. O sıkıntılara sonuna kadar
sabretmiş ve sabrıyla Allah’ın rahmetine ermiş, Allah ondan imtihan için
aldıklarını daha dünyada fazlasıyla geri vermişti.
Onun için peygamberimize
atfedilen bir hadiste; “Bir müminin
başına bela 3 sebeple gelir. Ya günahlarına kefaret olmak için, Ya ahirette ki
derecesini artırmak için, ya da daha büyük bir belaya kalkan olmak için.”
Neticede hepsi de müminin karına.
Ama belki burada bu kıssadan
alacağımız hisse şu olmalı; Veren alır. Verenin almaya hakkı vardır. Onun için
mümin hamd eder. Şükür verilince edilendir, Hamd alınınca da edilendir. El
Hamdu Lillahi Rabbil'Alemiyn (Fatiha/2) Hamdlerin tamamı yalnızca
Allah’a, alemlerin rabbi olan Allah’a aittir ayeti de bu gerçeği ifade eder.
Neden hamd
edilir? Çünkü O vermişti. 2.si; bir daha verebilir. 3. sü; daha büyüğünü
alabilirdi. Daha büyük bir bela verebilirdi. 4. sü; yine eğer bir gün elde
edeceksek O’nun kapısından isteyeceğiz. O verecek. Onun için hamd edilir.
Devam ediyor
C sayfasına geçiniz.
103. videoyu toplu olarak http://kurantefsir.wordpress.com/2012/06/29/islamoglu-tef-ders-enbiya-078-112103/ bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder