3 Temmuz 2012 Salı

İslamoğlu Tef. Ders. ENBİYA (081-084)(103-B)


A sayfasından devam.

81-) Ve li Süleymaner riyha asıfeten tecriy Bi emriHİ ilel Ardılletiy barekna fiyha* ve künna Bi külli şey'in alimiyn;

Süleyman'a da fırtınayı boyun eğdirdik... Onun (Süleyman'ın) hükmüyle, içinde bereketler oluşturduğumuz bölgeye doğru eserdi! Biz, her şeyde bilen biziz. (A.Hulusi)

081 - Süleyman için de şiddetli rüzgârı ki o içine bereketler verdiğimiz Arza emriyle cereyan ediyordu ve biz her şeyi biliriz. (Elmalı)


Ve li Süleymaner riyha asıfeten tecriy Bi emriHİ ilel Ardılletiy barekna fiyha kendisini bereketli kıldığımız ülkeye doğru esip onun emriyle çalışan gemileri yüzdürsün diye şiddetli rüzgarları Süleyman’a amade kıldık, onun emrine verdik.

Cera, ecriy, burada tecriy formuyla gelmiş; aktı, kaydı, yüzdü anlamına gelir ki su ile birlikte kullanılır genelde. Suyun üzerinde kayan, yüzen gemiler için de Kur’an da hep bu fiil kullanılır. Bununla neyin kastedildiği açıktır. Hz. Süleyman’ın dillere destan devletini ve o devletin ihtişamını oluşturan deniz filolarına, gemi filolarına bir atıf var burada. O ak denizde ki ve kızıl denizde ki rüzgarları çok iyi kullanarak muhteşem bir medeniyet oluşturmuştu.

Bir peygamber kraldı, devlet başkanıydı. Adil devleti sadece adaletiyle değil aynı zamanda refah ve ihtişamıyla da göz kamaştırıcıydı. Onun için dillere destan olmuştu ve Hz. Süleyman yine 1. krallar bölümünde geçecek yanlış hatırlamıyorsam. Tevrat’ın 1. Krallar bölümünde. Onun gemileri ve rüzgarı nasıl ustaca kullanıp o felah ve refah toplumunu inşa ettiği ayrıntılarıyla anlatılır.

Burada ki kendisini bereketli kıldığımız ibaresinin karşılığı elbette Kudüs ve etrafı, mukaddes beldeler, topraklar. Ki daha önce ki bir atıftan da mukaddes toprakların tüm insanlık için bir değer olduğunu, yani bütün bir insanlığın ortak değeri olduğunu ayetten yola çıkarak izah etmiştik.

ve künna Bi külli şey'in alimiyn zira bizdik her şeyin iç yüzüne vakıf olan, yani eşyanın yasasını biz biliyorduk. Suyun kaldırma gücünü, rüzgarın itekleme gücünü, havanın aerodynamiğini, ısının termodinamiğini, yani tüm eşyanın tabi olduğu yasaları biz çok iyi biliyorduk. Ve insanın da bilmesini istiyorduk. Çünkü onları insanın emrine amade kıldık.

Ama insan onları emrine amade kılması için yasalarını keşfetmesi lazımdı. Yasalarını keşfederse ancak onlardan yararlanabilirdi. Yasalarını keşfetmesi için de onların bir yasa ile yaratıldığını bilmesi lazımdı. Onların bir yasa ile yaratıldığını bilmesi için bir yaratanının olduğunu fark etmesi lazımdı. Yine bunu bilmesi için eşyayı keşfetmesi lazımdı. Eşyayı keşfetmesi için merak etmesi, eşyaya merak nazarıyla bakması lazımdı. Bunun içinde düşünen bir akıl sahibi olması lazımdı. İşte bütün bu lazımlar Kur’an ın bize sürekli dönüp dönüp öğütlediği şeylerdir.


82-) Ve mineş şeyatıyni men yeğusune lehu ve ya'melune amelen dune zâlik* ve künna lehüm hafizıyn;

Onun (Süleyman) için denizin dibine dalan ve daha başka iş de yapan şeytanlardan da (Süleyman'a hizmet verenler vardı)... Biz onların bekçileriydik. (A.Hulusi)

082 - Şeytanlardan da onun için dalgıçlık edenleri ve daha başka amel için çalışanları tesir etmiştik ve hep onları zabteden biz idik. (Elmalı)


Ve mineş şeyatıyni men yeğusune lehu ve ya'melune amelen dune zâlik Hz. Süleyman’ın o muhteşem medeniyetinden söz ediyor bu ayetler. Devam ediyor;

Yine dik başlı birileri hem onun için dalgıçlık yapıyorlar, hem de bunun dışında başka hizmetler görüyorlardı. Dalgıçlık yapıyorlar, inciler, mercanlar, değerli taşlar çıkarıyorlar, ya da deniz ürünleri çıkarıyorlar, denizi medeniyetin oluşmasında temel bir faktör olarak niteleyen bu ayete dikkat etmek lazım.

Burada ki; Ve mineş şeyatıyn şeytanlar, kimler? Dik başlı birileri diye çevirmem boşuna değil. Çünkü bunların mahiyetini bilmiyoruz. Kur’an da insanlar içinde, görünmeyen varlıklar içinde şeytan ifadesi kullanılır. Şeytan sadece bir tür varlığa değil, her varlığın en kötü olanına verilen isimdir. İnsan şeytanlarımı, cin şeytanlarımı olduğunu bilemediğimiz bu ibarede ki hakikat; şeytanın serkeşlik ettiği, baş eğmediği, yola gelmedi anlamındaki isim kökeninden yola çıkarak bir mana verebiliriz.

Şatana, baş eğmedi, dik başlılık etti, yola gelmedi demektir. Bu kökten türetilen şeytan baş eğmeyen, yola gelmeyen, dik başlılık eden, kimseye eyvallah etmeyen tabir caizse, bir varlık türünü işaret eder. Buradan anlıyoruz ki Hz. Süleyman o kadar görkemli bir iktidar kurmuştu ki, hiç kimsenin baş eğdiremediği güçler, ona baş eğmek zorunda kalmışlardı. O başkalarının baş eğdiremediği, ele geçiremediği, ele avuca sığmayan güçleri dahi kullanıyor, nebevi iktidarına bir payanda yapıyordu onları. Burada söylenen bu hakikattir.

ve künna lehüm hafizıyn aslında onlara mukayyet olan yine bizdik. Yani tamam o baş eğdiriyordu, o başkalarına hiç baş eğmeyen serkeş güçleri, zorba güçleri, emrinde kullanıyordu. Belki bunlar vahşi toplumlardı, belki bunlar her önüne gelene şeytan gibi zarar veren gerçekten som zararlı varlıklardı. Fakat Hz. Süleyman eşyanın yasalarını merak edip o yasaları keşfettiği için bunları da kullanıyordu. İnsanın tabi olduğu psiko sosyal yasaları da keşfetmişti. Onun içinde insanlar içerisinde şeytan gibi artık kötülüğü kendisine ahlak edinmiş olan, kötülüğü kendisine karakter haline getirmiş olan tipleri de kullanıyordu anlamı da verebiliriz rahatlıkla.

Bunda verirken ayetin son cümlesini unutmamak durumundayız, onları muhafaza eden aslında yine bizdik. Yani bir peygamber dahi olsa, iktidarı ne kadar büyük olursa olsun nihayetinde onun tüm başarıları Allah’a atfedilmek durumundadır. Çünkü Allah’ı göz ardı ederek bir başarı düşünmek mümkün değildir hissesini veriyor bu ayetin son cümlesi.

[Ek bilgi; {Allah Teala bu âyet-i kerimede Hz. Süleyman'a verdiği mucizelerden biri olan, rüzgârın onu alıp dilediği yere götürmesini zikretmektedir.

        Rivayete göre, Hz. Süleyman'ın tahtadan yapılma bir seccadesi vardı. Memleketini idare etmek için gerekli olan herşeyi onun üzerine yerleştiriyor, sonra rüzgâra emrediyordu. Rüzgâr da onu alıp istediği yere götürüyordu. Kuş­lar da onu gölgelendiriyordu. Bu hususta diğer âyetlerde de şöyle buyruluyor: 

        "Bunun üzerine biz de rüzgârı Süleyman'ın emrine verdik. Rüzgâr onun emriyle, onun istediği yere ko­layca eser giderdi."(Sad/36)(Elmalı)

        Süleyman'ın emrine de rüzgarı verdik. Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü bir aylık yol idi. Erimiş bakır menbaını da ona sel gibi akıttık. Hem Rabbi'nin izniyle elinin altında cinlerden de çalışan vardı. Onlardan da kim emrimizden dışarı çıkarsa ona ateş azabından tattırırdık. (Sebe/12)(Elmalı)

        Dalgıç ve yapı ustası şeytanları da. (Sad/37)(Elmalı)

        Ve daha diğerlerini de zincirlerde bağlı olarak. (Onun emrine verdik).(Sad/38)(Elmalı)  (Taberi Tef.)}

************************************************************************
[Ek bilgi 2 ; îmam-ı Mükâtil'in rivayetine göre, cinler ve şeytanlar ibrişimden bir halı dokumuşlar ve ortasına da Süleyman (a.s.) için altından bir taht koymuşlardır. Süleyman (a.s.) o tahtın üzerinde oturuyordu. Etrafında da altın ve gümüşten yapılmış üç bin kürsü vardır. Bu kürsülerin altın olanlarının üzerinde peygamberler, gümüş olanların üzerinde âlimler, etrafta halk ve halkın etrafında da cinler ve şeytanlar otururlardı. Kuşlar Süleyman (a.s.)'in üzerinde kanat açıp onu gölgelerlerdi. Sabah rüzgârı yere serili olan halıyı kaldırıp Süleyman (a.s.)'ı ordusuyla beraber istediği yere götürürdü. Şeytanlar ise denizden onun için yakut, inci ve daha başka şeyler çıkarırlardı. Onların hiçbiri Süleyman (a.s.)'in emrinden dışarı çıkmazdı. Çünkü Allah ü Teâlâ onların hepsini gözetiyordu. (Ebü'l-Leys Semerkandi)}]

       
        83-) Ve Eyyube iz nada Rabbehû enniy messeniyeddurru ve ente Erhamur Rahımiyn;

Eyyub... Hani Rabbine: "Gerçekten hastalık beni yıprattı ve sen Erhamur Rahıymiynsin" diye nida etti. (A.Hulusi)

083 - Eyyub’u da, zira «rabbehu enni messeniyed durru ve ente erhamur rahimîn» diye rabbine nidâ etti. (Elmalı)


Ve Eyyub Eyyub’u da an bu kitapta. iz nada Rabbehû enniy messeniyeddurru ve ente Erhamur Rahımiyn hani o bir zamanlar bu dert, bu ıstırap gelip beni buldu. Ama sen merhametlilerin en merhametlisisin diye rabbine yalvarmıştı.


84-) Festecebna lehu fekeşefna ma Bihi min durrin ve ateynahu ehlehu ve mislehüm meahüm rahmeten min ındiNA ve zikra lil abidiyn;

Biz de Ona icabet ettik ve hastalığından kurtardık... Ayrıca ona, indîmizden bir rahmet ve abidler (yakîn gelene kadar gerekli çalışmaları yapanlar) için hatırlatma olarak, ehlini ve onlarla beraber onların mislini de verdik. (A.Hulusi)

084 - Biz de duâsını kabul ettik de hemen kendisindeki durru açtık ve tarafımızdan bir rahmet ve âbidler için bir muhtıra olmak üzere ona ehlini ve beraberlerinde onların bir mislini de verdik. (Elmalı)


Festecebna lehu fekeşefna ma Bihi min durrin bizde onun duasını kabul etmiş ve onu bizar eden dertten kurtarmıştık. ve ateynahu ehlehu ve mislehüm meahüm rahmeten min ındiNA ve zikra lil abidiyn dahası katımızdan bir rahmet ve gereği gibi kulluk edenlere bir öğüt olmak üzere ona yakınlarını bir kat daha artırarak geri vermiştik.

Evet, değerli dostlar burada Hz. Eyyub’dan söz ediliyor. Aslında Hz. Eyyub’un önceleri büyük varlık ve iktidar sahibi biri olup daha sonra başına büyük felaketler gelip önce varlığını, sonra dirliğini, düzenini, sonra servetini sonra evladını ve eşini, en sonunda sıhhatini tamamen kaybedip ölümcül bir hastalığa yakalanarak acılar içinde kıvranışını.

Bütün bu gerçekten dramatik serüvenini uzun uzun ayrıntılarıyla anlatan pasajları Kitabı Mukaddeste kendi adıyla geçen Eyyub kitabında okumak mümkün. (http://incil.info/kitap/Eyup/1) fakat burada ki ve yine Kur’an ın birkaç yerde daha anılan Hz. Eyyub’a ilişkin pasajlarla Kitabı Mukaddeste anlatılan Eyyub portresi arasında çok ciddi bir mahiyet farkı var. O da şu; Orada, Kitabı Mukaddeste, kendi adıyla anılan bölümde anlatılan, bir peygamberden daha çok bir sitemkar görüyoruz. Başına gelenlerden dolayı Allah’a sürekli sitem eden, keşke doğmasaydım, hiç olmasaydım, dünyaya gelmeseydim, beni anamdan doğurtmasaydın gibi sitemlerle konuşan birini görüyoruz. Ama burada; Ey merhametlilerin en merhametlisi diye Allah’ın rahmetine sığınıp dua eden bire peygamber görüyoruz. Onun için mahiyet farkı da bu.

Gerçekten Hz. Eyyub tarihte sabrıyla örnek olmuş bir peygamberdi. Başına gelen varlıktan sonra yokluk, zenginlikten sonra yoksulluk, sıhhatten sonra hastalık gibi başına gelen bu ağır acılara sonuna kadar sabretmiş ve en sonunda ona veren ve ondan geri alan, ona tekrar geri vermişti, bunu görmüştü. Onun için de bu ayetlerde nasıl Allah’ın; Veren ve alan, daraltan ve açan olduğunun tezahürünü görüyoruz.

Philip Hitti, kendisi Lübnan asıllı bir oryantalisttir, Arap asıllı bir oryantalisttir, bu konuda çok detaylı araştırmalar yaparak Hz. Eyyub’un aslında Arap bölgelerinde yaşamış Arap asıllı bir peygamber olduğu sonucuna varır. O sıkıntılara sonuna kadar sabretmiş ve sabrıyla Allah’ın rahmetine ermiş, Allah ondan imtihan için aldıklarını daha dünyada fazlasıyla geri vermişti.

Onun için peygamberimize atfedilen bir hadiste; “Bir müminin başına bela 3 sebeple gelir. Ya günahlarına kefaret olmak için, Ya ahirette ki derecesini artırmak için, ya da daha büyük bir belaya kalkan olmak için.” Neticede hepsi de müminin karına.

Ama belki burada bu kıssadan alacağımız hisse şu olmalı; Veren alır. Verenin almaya hakkı vardır. Onun için mümin hamd eder. Şükür verilince edilendir, Hamd alınınca da edilendir. El Hamdu Lillahi Rabbil'Alemiyn (Fatiha/2) Hamdlerin tamamı yalnızca Allah’a, alemlerin rabbi olan Allah’a aittir ayeti de bu gerçeği ifade eder.

Neden hamd edilir? Çünkü O vermişti. 2.si; bir daha verebilir. 3. sü; daha büyüğünü alabilirdi. Daha büyük bir bela verebilirdi. 4. sü; yine eğer bir gün elde edeceksek O’nun kapısından isteyeceğiz. O verecek. Onun için hamd edilir.


Devam ediyor C sayfasına geçiniz.
103. videoyu toplu olarak http://kurantefsir.wordpress.com/2012/06/29/islamoglu-tef-ders-enbiya-078-112103/  bulabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder