19 Ağustos 2013 Pazartesi

İslamoğlu Tef. Ders. FETİH (GİRİŞ) (161-A)






El Hamdu Lillahi Rabbil'Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr. Allahümme amin..!

Değerli Kur’an dostları bugün Kur’an ülkemizin yepyeni bir sitesine daha gireceğiz. Fetih suresi. Gerçekten de adına layık bir sure. Fetih tasavvurumuzu inşa eden bir sure. Kur’an a göre fetih nedir, bunun içini dolduran bir sure.

Fetih yürek fethidir, fetih gönüllerin önünü açmaktır, fetih kalplerin kapısını açmaktır, fetih iman ile insan arasında ki engelleri açmaktır. Fetih, tohum ile toprağın buluşması gibi, rüzgârla yaprağın buluşması gibi. Kökle saçakla suyun buluşması gibi imanla insanın buluşmasıdır diyen bir sure.

Sure Mushaf sıralamasında 48. sırada yer alır. Adını yüreklere giden yolun açılması anlamına gelen fetih adını, ilk ayetinden alır. İnsan ile İslam arasında ki engellerin kaldırılması, kalplerin kapılarının açılması, insana imanın ulaşması anlamını taşır. Buhari’de ki bir rivayetten surenin daha ilk nesil zamanında, hatta Hz. Peygamber hayatta iken bu isimle anıldığını öğreniyoruz.


Feth-i ilâhîye gelince o, ahsen-i takvîme mazhariyetinin hakkını edâ etmiş hak erine Cenâb-ı Hakk'ın özel bir teveccühü ve bir fazl-ı husûsîsidir. Bu sayede sâlikin kalbinde ve ruhunda öyle bir nur, öyle engin bir mârifet hâsıl olur ki, böyle bir mazhariyet ne iç içe çilelerle ne de başka bir yöntemle kat'iyen elde edilemez….
Sofîler bu fetihleri daha farklı açılımlarıyla ele almışlardır. Ezcümle, feth-i karîbi, melekût ve melekût ötesine açılma şeklinde yorumlamışlardır ki, bu yüce pâyeye mazhar hak yolcusu, bir bir bütün esbap perdelerini aşar ve min vechin O'na ulaşır, ulaşır da kendi sa'y, gayret ve ef'âlini, damlanın deryada kaybolması gibi ilâhî ef'âl içinde muzmahil görür…
Esmâ ve ef'âl-i ilâhiye sıfât-ı sübhâniyeye, onlar da Zât-ı Zîşân'a perde oldukları gibi, bir mânâda kalb ruha, ruh da sırra hicap mâhiyetindedir. Bütün bu hicapların bir bir aralanması, hatta tamamen kaldırılması sayesindedir ki, her şey işte o zaman (min haysü hüve hüve) duyulup görülür ve gayb iken ayân olur…. (Fettullah Gülen)]

İniş zamanını tespit kolay, çünkü sure bize bastığı yeri haber veren bir sure. Yani bağlamıyla ilgili bir çok doneler sunan bir sure. Vahiy ayakları yerde, başı gökte ilahi bir hitaptır diye hep tarif ederiz. Bu surenin ayaklarının zaman içinde, tarih içinde nerde durduğunu kesin tespit edebiliyoruz. Bir bütün halinde nazil olduğu içinde konu bütünselliğine sahip olduğunu biliyoruz.

İbn Abbas tertibinde sure nüzul sıralamasında 91. sırada yer alır. Ki bu tertibe göre Mümtehıne suresi ile Nisa suresi arasında.

Yine Hz. Osman tertibine göre ise, ki bu farklı bir tertip farklı bir iniş sıralaması, 111. sırada yer alır.  Cuma suresi ile Maide suresi arasında.

Surenin konusu Hudeybiye barış antlaşması çerçevesinde şekillenen gerçekten tüm muhataplara, tüm zamanlarda geçerli olan ilkeler manzumesi veren bir konudur. Sureyi iyi anlamak için surenin dış bağlamını, indiği şartları, nüzul ortamını şöyle özet halinde hatırlatmam gerekecek. Buyurun hep beraber vahyin indiği çağa, indiği ortama, indiği topraklara gidelim ve böyle bir sure, böyle bir müjde, böyle bir göz aydınlığı, böyle bir yüz aydınlığı, böyle bir gönül ferahlığı rabbimiz tarafından bir gök sofrası olarak insanlığın önüne hangi şartlarda, hangi ortamın bir gereği olarak indi onu görelim.

Hendek, Mekke müşrik devletinin Medine İslam devletine karşı yaptığı son büyük saldırı idi. Hendek’te tüm güçlerini ortaya koymuşlardı müşrikler. Sadece Mekke’liler değil, onların müttefikleri de yer almıştı Hendek’te. Bölgede ne kadar muhalif var, en büyük ittifakı gerçekleştirerek İslam’ı öz vatanında boğmak için çepeçevre kuşatmışlardı. Fakat Allah’ın yardımı dinine desteği sayesinde Hendek’ten hiçbir şey elde edemeden gerisin geri döndüler. Rüsva bir halde döndüler.

Onlar dönerken bir sabah kalktığında mü’minler ağaran ufka doğru baktıklarında müşriklerin ordugahında sanki bir harp olmuş gibi gece esen kasırga onların çadırlarını yerle bir etmiş, develerinin yüklerini savurmuş, hatta kazanlarını sağa sola fırlatmış bir halde, sanki savaştan yenik ayrılmış bir ordunun geriye bıraktığı yangın yeri seyreder gibi seyretmiş ve arkasından gerçekten de Resulallah’ın stratejik dehasını da gösteren şu sözü söylemişti.

- Artık sıra sizde..! Yani onlar bitti, son güçlerini kulandırlar. Artık zirveyi inişe geçtiler, artık sıra bizde. Demişti.

İşte bunun ardından yaklaşık iki yıl sonra, ki hicretten 6 yıl sonraya tekabül ediyor. Efendimiz ve muhacirler 6 yıllık bir vatan hasretiyle yanıp kavrulmuş, özellikle aşığı oldukları Kâbe’nin hasreti rüyalarına kadar girer olmuştu.

İşte bu özlem bir gün Resulallah’a bir rüya gördürdü. Rüyasında ihramlı bir biçimde, ardında mü’minler olduğu halde Kâbe’ye girdiğini, Kâbe’yi tavaf ettiğini görmüştü. Rüyasını gerçekleştirmek için, bu rüyanın kendisine bir işaret olduğu açıktı. Bu rüyayı gerçekleştirmek için etrafa bir davetiye gönderdi. Tüm bedevi müttefiklere, civarda ki Arap kabilelerde dahil tüm müttefiklere böyle bir yolculuğu olacağını, bu küçük hac yolculuğuna katılmak isteyenlerin kafileye gelmek için yola çıkmaları gerektiğini söyledi.

Fakat civarda ki bedevi Arap kabileleri bu çağrıya icabet etmediler. Korktular. Dahası, böyle bir halde böyle silahsız bir halde, böylesine yalın kılıç bir halde, böyle bir zamanda Resulallah ve arkasında gidenlerin bir daha geri dönmeyeceğini düşündüler. Mekke’lilerin onları kırıp geçireceğini, yol edeceklerini düşündüler. Surenin 11. ayeti onların gizledikleri bu düşüncelerini mucizevi bir biçimde ele veriyor.

Gelen insanlar tamamı Medine’de ki müminlerden, hemen hemen çoğunluğu, tamamına yakını da muhacirlerden oluşan 1400 – 1500 kişi idi. Bu iki rakam arasında ki farkın çocuk denecek yaşta ki gençlerden oluştuğunu düşünüyorum şahsen. Yani 1400 savaşabilecek insan vardı, bunların 100 tanesi savaşamayacak derecede küçük hacca, küçük hacca, ya da umreye gelmek için yola çıkmış gençlerdi.

Hicretin 6. yılının zilkade ayının başında, miladi takvimle 628 tarihinin mart ayına tesadüf ediyor. Kafile yola çıktı. Kafile silahsızdı, çünkü küçük hac için çıkmışlardı. Yanlarına kurbanlarını da almışlardı. Hacca gitmek, savaşa gitmek değildi. Onun içinde bir kılıçtan başka hiçbir şey almamışlardı. Bunun 1. nedeni yola çıkış aylarının haram aylarından biri olmasıydı. Bu ayda Arap geleneğine göre zilkade ayında hiç kimse, hiç kimseye savaş açmaz, babasının düşmanı da olsa onun kılına dokunamazdı. Araplar bu geleneklerine çok sadık idiler. Dolayıysa Mekke müşriklerinin de bu kadiym geleneği çiğnemeyeceklerini, Resulallah’a ve arkasından umre için gelen mü’minlere dokunmayacaklarını düşünmüşlerdi. Onun içinde sade bir kılıçla geleneğe uygun olarak, onun dışında ne bir zırh, ne bir kalkan, ne bir miğfer, ne bir kargı ve ne de bir başka teçhizat almaksınız yola çıktılar.

Hepsi beyaz güvercinler gibi ihramlıydılar. Yanlarında kurbanlarını da getirmişlerdi. Özlemleri dağlar gibiydi. Mekke’yi çok özlemiştiler. Hatta Bilal ağlayarak Mecennenin suyu üzerine şiirler söylüyor, Mekke’yi ne kadar özlediğini, ne kadar büyük bir hasretle görmek istediğini dile getiriyordu. Dinleyenleri ağlatıyordu.

Bu özlemle yola çıktılar. Resulallah’ın rüyası onlar için gerçekleşmiş bir hakikat gibiydi. Dolayısıyla Kâbe’yi göreceklerini, ziyaret edeceklerini, hac edeceklerini, tavaf edeceklerini, hasret gidereceklerini düşünerek yola çıkmışlardı.

[Ek bilgi: MEKKE YOLUNDA
Herkes bu kafilenin savaş için değil, savaşın haram sayıldığı aylar içinde ihram giyerek, Kabe'de kurban edilmek üzere adanmış develeri alarak Beytullah'a doğru silahsız olarak gittiklerini görüyordu.
Hz. Peygamber'in (s.a.) bu hareketi Kureyşlileri son derece müşkül durumda bıraktı. Çünkü yüzlerce seneden beri Araplar arasında Kabe'yi ziyaret ve Hac için mübarek kabul edilen haram aylardan Zi'lka'de ayında bulunuluyordu. Bu ayda ihram giyip Hac veya Umre için gelen bir topluluğu engellemek hiçkimsenin hakkı değildi. Düşman kabul ettikleri bir kabile dahi olsa, kesinkes uydukları kanunlar nedeniyle onların kendi bölgelerinden geçmesini engelleyemezlerdi.
Kureyşliler: "Eğer biz Medine'nin bu topluluğuna saldırarak Mekke'ye girmelerini engellersek, bütün Arabistan'da kıyamet kopacak; her Arab "Bu tam bir zulümdür, haddi aşmadır" diye feryat edecek, bütün Arap kabileleri Kabe'yi mülkiyetimize geçirip, tekelimize aldığımızı zannedecek," diye endişeye düştüler. Hatta bu tavrımız sonucu bazı kabilelerde gelecekte bir kimsenin Umre veya Hac yapması veya yapmamasının bizim arzumuza bağlı olacağı, kızdığımız kimseyi Kabe'yi ziyaretten, Medinelileri engellediğimiz gibi engelleyeceğimiz endişesini uyandıracaktır diye düşünmeye başladılar. Eğer böyle bir hata yaparsak bütün Arablar bize karşı gelir düşüncesine kapıldılar.
Buna karşılık Muhammed (s.a) 'in beraberindeki büyük kalabalığı huzur içinde şehrimize sokarsak, bütün Arap diyarında itibarımız zedelenecek, şöhretimiz sönecek ve halk Muhammed'den (s.a) korktuğumuzu söyleyecek diye düşünüyorlardı. Sonunda korku ve şaşkınlık içinde konuyu tartıştıktan sonra Cahiliye devri gururları ağır bastı, şeref ve haysiyetleri uğruna, ne pahasına olursa olsun bu kafileyi şehirlerine sokmamak kararı aldılar.
(Tefhimu’l Kur’an – Ebu’l alâ Mevdudi)]

Mekke’liler Müslümanların izin talebini beklenilenin tersine reddettiler. Bu barış ayında, savaşın haram olduğu kendi geleneklerine göre yasak olduğu bu ayda hac için, umre için, ziyaret için Kâbe’ye gelenlerin asla engellenmediği ve engellendiğinin görünmediği böylesi bir ayda geleneklerine aykırı davranarak Müslümanların kafilesini Mekke’ye sokmak istemediler.

Hz. Peygamber niçin geldiklerini izah için Hz. Osman’ı Mekkelilere yolladı. Osman Bin Affan Mekke’nin soylu kabilelerinden birinin çocuğuydu, ona dokunamazlardı. Bu düşünceyle Resulallah Hz. Osman’ı yollamıştı. Fakat Hz. Osman gittikten sonra kafilenin konak yerine gelen haber hiçte iyi değildi. Hz. Osman’ın öldürüldüğü haberi gelmişti, şehit edildiği haberi gelmişti. Bu Resulallah’ta ve etrafında ki mü’minler de öylesine büyük bir hüzne yol açtı ki, gerçekten de tarifi imkansızdı.

Bunun üzerine ihanete uğramış olmanın üzüntüsüyle efendimiz oradaki herkesten kanının son damlasına kadar çarpışıp şehit olacağına dair bey’at istedi ve orada bulunan herkes sıraya girerek kanının son damlasına kadar hak ve hakikat uğrunda. Adalet ve özgürlük uğrunda, tevhid ve iman uğrunda çarpışıp öleceğine dair Resulallah’a bey’at etti. Bölgede ki bir ağacın altında o ağaca şeceretü Rıdvan, bu Bey’at ada Bey’atur Rıdvan. Yani Allah’ın razı olduğu bey’at adı verildi. Ki Allah’ın razı olmasını da biz yine bu sureden öğreniyoruz 18. ayetinden;

Lekad radıyAllâhu 'anilmu'miniyne iz yubayi'ûneke tahteşşecere. (18) Allah mü’minlerden o ağacın altında Bey’at ettikleri zaman razı olmuştur mealinde ki bu ayet, işte bu Bey’at e katılanları müjdeliyordu.

Yine İnnelleziyne yübayi'ûneke innema yübayi'ûnAllâh (10) diyerek 10. ayetinde onların aslında Resulallah’a bey’at etmediklerini, Resulallah’a bey’at etmelerinin Allah’a bey’at anlamına geldiğini müjdeliyordu.

Devam ediyor B sayfasına geçiniz.
161. videoyu toplu olarak BURADA bulabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder