El Hamdu Lillahi
Rabbil'Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi
ve ashabihi ecmaiyn.
Rabbişrah liy sadriy;
Ve yessirliy emriy;
Vahlül ukdeten min lisaniy;
Yefkahu kavliy;
(Tâhâ 25-26-27-28)
Rabbim, göğsüme genişlik ver,
kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Rabbeneftah bil hayr,
vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr. Allahümme
amin..!
Değerli Kur’an dostları bugün
Kur’an ülkemizin yepyeni bir sitesine daha gireceğiz. Fetih suresi. Gerçekten
de adına layık bir sure. Fetih tasavvurumuzu inşa eden bir sure. Kur’an a göre
fetih nedir, bunun içini dolduran bir sure.
Fetih yürek fethidir, fetih
gönüllerin önünü açmaktır, fetih kalplerin kapısını açmaktır, fetih iman ile
insan arasında ki engelleri açmaktır. Fetih, tohum ile toprağın buluşması gibi,
rüzgârla yaprağın buluşması gibi. Kökle saçakla suyun buluşması gibi imanla
insanın buluşmasıdır diyen bir sure.
Sure Mushaf sıralamasında 48.
sırada yer alır. Adını yüreklere giden yolun açılması anlamına gelen fetih
adını, ilk ayetinden alır. İnsan ile İslam arasında ki engellerin kaldırılması,
kalplerin kapılarının açılması, insana imanın ulaşması anlamını taşır.
Buhari’de ki bir rivayetten surenin daha ilk nesil zamanında, hatta Hz.
Peygamber hayatta iken bu isimle anıldığını öğreniyoruz.
[Ek bilgi ; Feth-i Karîb, Feth-i Mübîn
ve Feth-i Mutlak….
Feth-i ilâhîye gelince o,
ahsen-i takvîme mazhariyetinin hakkını edâ etmiş hak erine Cenâb-ı Hakk'ın özel
bir teveccühü ve bir fazl-ı husûsîsidir. Bu sayede sâlikin kalbinde ve ruhunda
öyle bir nur, öyle engin bir mârifet hâsıl olur ki, böyle bir mazhariyet ne iç
içe çilelerle ne de başka bir yöntemle kat'iyen elde edilemez….
Sofîler bu fetihleri daha
farklı açılımlarıyla ele almışlardır. Ezcümle, feth-i karîbi, melekût ve
melekût ötesine açılma şeklinde yorumlamışlardır ki, bu yüce pâyeye mazhar hak
yolcusu, bir bir bütün esbap perdelerini aşar ve min vechin O'na ulaşır, ulaşır
da kendi sa'y, gayret ve ef'âlini, damlanın deryada kaybolması gibi ilâhî ef'âl
içinde muzmahil görür…
Esmâ ve ef'âl-i ilâhiye
sıfât-ı sübhâniyeye, onlar da Zât-ı Zîşân'a perde oldukları gibi, bir mânâda
kalb ruha, ruh da sırra hicap mâhiyetindedir. Bütün bu hicapların bir bir
aralanması, hatta tamamen kaldırılması sayesindedir ki, her şey işte o zaman
(min haysü hüve hüve) duyulup görülür ve gayb iken ayân olur…. (Fettullah Gülen)]
İniş zamanını tespit kolay, çünkü
sure bize bastığı yeri haber veren bir sure. Yani bağlamıyla ilgili bir çok
doneler sunan bir sure. Vahiy ayakları yerde, başı gökte ilahi bir hitaptır
diye hep tarif ederiz. Bu surenin ayaklarının zaman içinde, tarih içinde nerde
durduğunu kesin tespit edebiliyoruz. Bir bütün halinde nazil olduğu içinde konu
bütünselliğine sahip olduğunu biliyoruz.
İbn Abbas tertibinde sure nüzul
sıralamasında 91. sırada yer alır. Ki bu tertibe göre Mümtehıne suresi ile Nisa
suresi arasında.
Yine Hz. Osman tertibine göre
ise, ki bu farklı bir tertip farklı bir iniş sıralaması, 111. sırada yer alır. Cuma suresi ile Maide suresi arasında.
Surenin konusu Hudeybiye barış
antlaşması çerçevesinde şekillenen gerçekten tüm muhataplara, tüm zamanlarda
geçerli olan ilkeler manzumesi veren bir konudur. Sureyi iyi anlamak için
surenin dış bağlamını, indiği şartları, nüzul ortamını şöyle özet halinde
hatırlatmam gerekecek. Buyurun hep beraber vahyin indiği çağa, indiği ortama,
indiği topraklara gidelim ve böyle bir sure, böyle bir müjde, böyle bir göz
aydınlığı, böyle bir yüz aydınlığı, böyle bir gönül ferahlığı rabbimiz
tarafından bir gök sofrası olarak insanlığın önüne hangi şartlarda, hangi
ortamın bir gereği olarak indi onu görelim.
Hendek, Mekke müşrik devletinin
Medine İslam devletine karşı yaptığı son büyük saldırı idi. Hendek’te tüm
güçlerini ortaya koymuşlardı müşrikler. Sadece Mekke’liler değil, onların
müttefikleri de yer almıştı Hendek’te. Bölgede ne kadar muhalif var, en büyük
ittifakı gerçekleştirerek İslam’ı öz vatanında boğmak için çepeçevre
kuşatmışlardı. Fakat Allah’ın yardımı dinine desteği sayesinde Hendek’ten
hiçbir şey elde edemeden gerisin geri döndüler. Rüsva bir halde döndüler.
Onlar dönerken
bir sabah kalktığında mü’minler ağaran ufka doğru baktıklarında müşriklerin
ordugahında sanki bir harp olmuş gibi gece esen kasırga onların çadırlarını
yerle bir etmiş, develerinin yüklerini savurmuş, hatta kazanlarını sağa sola
fırlatmış bir halde, sanki savaştan yenik ayrılmış bir ordunun geriye bıraktığı
yangın yeri seyreder gibi seyretmiş ve arkasından gerçekten de Resulallah’ın
stratejik dehasını da gösteren şu sözü söylemişti.
- Artık sıra sizde..! Yani onlar
bitti, son güçlerini kulandırlar. Artık zirveyi inişe geçtiler, artık sıra
bizde. Demişti.
İşte bunun ardından yaklaşık iki
yıl sonra, ki hicretten 6 yıl sonraya tekabül ediyor. Efendimiz ve muhacirler 6
yıllık bir vatan hasretiyle yanıp kavrulmuş, özellikle aşığı oldukları Kâbe’nin
hasreti rüyalarına kadar girer olmuştu.
İşte bu özlem bir gün
Resulallah’a bir rüya gördürdü. Rüyasında ihramlı bir biçimde, ardında
mü’minler olduğu halde Kâbe’ye girdiğini, Kâbe’yi tavaf ettiğini görmüştü.
Rüyasını gerçekleştirmek için, bu rüyanın kendisine bir işaret olduğu açıktı.
Bu rüyayı gerçekleştirmek için etrafa bir davetiye gönderdi. Tüm bedevi
müttefiklere, civarda ki Arap kabilelerde dahil tüm müttefiklere böyle bir
yolculuğu olacağını, bu küçük hac yolculuğuna katılmak isteyenlerin kafileye
gelmek için yola çıkmaları gerektiğini söyledi.
Fakat civarda ki bedevi Arap
kabileleri bu çağrıya icabet etmediler. Korktular. Dahası, böyle bir halde
böyle silahsız bir halde, böylesine yalın kılıç bir halde, böyle bir zamanda
Resulallah ve arkasında gidenlerin bir daha geri dönmeyeceğini düşündüler.
Mekke’lilerin onları kırıp geçireceğini, yol edeceklerini düşündüler. Surenin
11. ayeti onların gizledikleri bu düşüncelerini mucizevi bir biçimde ele
veriyor.
Gelen insanlar tamamı Medine’de
ki müminlerden, hemen hemen çoğunluğu, tamamına yakını da muhacirlerden oluşan
1400 – 1500 kişi idi. Bu iki rakam arasında ki farkın çocuk denecek yaşta ki
gençlerden oluştuğunu düşünüyorum şahsen. Yani 1400 savaşabilecek insan vardı,
bunların 100 tanesi savaşamayacak derecede küçük hacca, küçük hacca, ya da
umreye gelmek için yola çıkmış gençlerdi.
Hicretin 6. yılının zilkade
ayının başında, miladi takvimle 628 tarihinin mart ayına tesadüf ediyor. Kafile
yola çıktı. Kafile silahsızdı, çünkü küçük hac için çıkmışlardı. Yanlarına
kurbanlarını da almışlardı. Hacca gitmek, savaşa gitmek değildi. Onun içinde
bir kılıçtan başka hiçbir şey almamışlardı. Bunun 1. nedeni yola çıkış
aylarının haram aylarından biri olmasıydı. Bu ayda Arap geleneğine göre zilkade
ayında hiç kimse, hiç kimseye savaş açmaz, babasının düşmanı da olsa onun
kılına dokunamazdı. Araplar bu geleneklerine çok sadık idiler. Dolayıysa Mekke
müşriklerinin de bu kadiym geleneği çiğnemeyeceklerini, Resulallah’a ve
arkasından umre için gelen mü’minlere dokunmayacaklarını düşünmüşlerdi. Onun
içinde sade bir kılıçla geleneğe uygun olarak, onun dışında ne bir zırh, ne bir
kalkan, ne bir miğfer, ne bir kargı ve ne de bir başka teçhizat almaksınız yola
çıktılar.
Hepsi beyaz güvercinler gibi
ihramlıydılar. Yanlarında kurbanlarını da getirmişlerdi. Özlemleri dağlar
gibiydi. Mekke’yi çok özlemiştiler. Hatta Bilal ağlayarak Mecennenin suyu
üzerine şiirler söylüyor, Mekke’yi ne kadar özlediğini, ne kadar büyük bir
hasretle görmek istediğini dile getiriyordu. Dinleyenleri ağlatıyordu.
Bu özlemle yola çıktılar.
Resulallah’ın rüyası onlar için gerçekleşmiş bir hakikat gibiydi. Dolayısıyla
Kâbe’yi göreceklerini, ziyaret edeceklerini, hac edeceklerini, tavaf
edeceklerini, hasret gidereceklerini düşünerek yola çıkmışlardı.
[Ek bilgi: MEKKE YOLUNDA
Herkes bu kafilenin savaş için
değil, savaşın haram sayıldığı aylar içinde ihram giyerek, Kabe'de kurban
edilmek üzere adanmış develeri alarak Beytullah'a doğru silahsız olarak
gittiklerini görüyordu.
Hz. Peygamber'in (s.a.) bu
hareketi Kureyşlileri son derece müşkül durumda bıraktı. Çünkü yüzlerce seneden
beri Araplar arasında Kabe'yi ziyaret ve Hac için mübarek kabul edilen haram
aylardan Zi'lka'de ayında bulunuluyordu. Bu ayda ihram giyip Hac veya Umre için
gelen bir topluluğu engellemek hiçkimsenin hakkı değildi. Düşman kabul
ettikleri bir kabile dahi olsa, kesinkes uydukları kanunlar nedeniyle onların
kendi bölgelerinden geçmesini engelleyemezlerdi.
Kureyşliler: "Eğer biz
Medine'nin bu topluluğuna saldırarak Mekke'ye girmelerini engellersek, bütün
Arabistan'da kıyamet kopacak; her Arab "Bu tam bir zulümdür, haddi
aşmadır" diye feryat edecek, bütün Arap kabileleri Kabe'yi mülkiyetimize
geçirip, tekelimize aldığımızı zannedecek," diye endişeye düştüler. Hatta
bu tavrımız sonucu bazı kabilelerde gelecekte bir kimsenin Umre veya Hac
yapması veya yapmamasının bizim arzumuza bağlı olacağı, kızdığımız kimseyi Kabe'yi
ziyaretten, Medinelileri engellediğimiz gibi engelleyeceğimiz endişesini
uyandıracaktır diye düşünmeye başladılar. Eğer böyle bir hata yaparsak bütün
Arablar bize karşı gelir düşüncesine kapıldılar.
Buna karşılık Muhammed (s.a)
'in beraberindeki büyük kalabalığı huzur içinde şehrimize sokarsak, bütün Arap
diyarında itibarımız zedelenecek, şöhretimiz sönecek ve halk Muhammed'den (s.a)
korktuğumuzu söyleyecek diye düşünüyorlardı. Sonunda korku ve şaşkınlık içinde
konuyu tartıştıktan sonra Cahiliye devri gururları ağır bastı, şeref ve
haysiyetleri uğruna, ne pahasına olursa olsun bu kafileyi şehirlerine sokmamak
kararı aldılar.
(Tefhimu’l Kur’an – Ebu’l alâ
Mevdudi)]
Mekke’liler Müslümanların izin
talebini beklenilenin tersine reddettiler. Bu barış ayında, savaşın haram
olduğu kendi geleneklerine göre yasak olduğu bu ayda hac için, umre için,
ziyaret için Kâbe’ye gelenlerin asla engellenmediği ve engellendiğinin
görünmediği böylesi bir ayda geleneklerine aykırı davranarak Müslümanların
kafilesini Mekke’ye sokmak istemediler.
Hz. Peygamber niçin geldiklerini
izah için Hz. Osman’ı Mekkelilere yolladı. Osman Bin Affan Mekke’nin soylu
kabilelerinden birinin çocuğuydu, ona dokunamazlardı. Bu düşünceyle Resulallah
Hz. Osman’ı yollamıştı. Fakat Hz. Osman gittikten sonra kafilenin konak yerine
gelen haber hiçte iyi değildi. Hz. Osman’ın öldürüldüğü haberi gelmişti, şehit
edildiği haberi gelmişti. Bu Resulallah’ta ve etrafında ki mü’minler de
öylesine büyük bir hüzne yol açtı ki, gerçekten de tarifi imkansızdı.
Bunun üzerine ihanete uğramış
olmanın üzüntüsüyle efendimiz oradaki herkesten kanının son damlasına kadar
çarpışıp şehit olacağına dair bey’at istedi ve orada bulunan herkes sıraya
girerek kanının son damlasına kadar hak ve hakikat uğrunda. Adalet ve özgürlük
uğrunda, tevhid ve iman uğrunda çarpışıp öleceğine dair Resulallah’a bey’at
etti. Bölgede ki bir ağacın altında o ağaca şeceretü Rıdvan, bu Bey’at ada
Bey’atur Rıdvan. Yani Allah’ın razı olduğu bey’at adı verildi. Ki Allah’ın razı
olmasını da biz yine bu sureden öğreniyoruz 18. ayetinden;
Lekad radıyAllâhu 'anilmu'miniyne iz
yubayi'ûneke tahteşşecere. (18)
Allah mü’minlerden o ağacın altında Bey’at ettikleri zaman razı olmuştur
mealinde ki bu ayet, işte bu Bey’at e katılanları müjdeliyordu.
Yine İnnelleziyne yübayi'ûneke innema
yübayi'ûnAllâh (10) diyerek 10. ayetinde onların aslında
Resulallah’a bey’at etmediklerini, Resulallah’a bey’at etmelerinin Allah’a
bey’at anlamına geldiğini müjdeliyordu.
Devam ediyor B sayfasına geçiniz.
161. videoyu toplu olarak BURADA
bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder