Sevgili Kur’an dostları geçen
dersimizde işlediğimiz ayetler, A’raf suresinde 103. ayetten itibaren başlamış
olan uzun bir konunun sonuydu. Bu konu, yaklaşık 70 ayetle anlatılan bu konu,
Müslüman İsrail oğullarının Yahudileşme serüvenini anlatıyordu.
A’raf suresi bilindiği gibi Mekke
döneminde, hicretten yaklaşık 3 ya da 4 yıl önce indirilmiş bir sure. Bunu
dikkate aldığınızda, bir de bunun üzerine Mekke’de Yahudi nüfusun bulunmadığını
dikkate aldığınızda, neden Mekke de onlarca, hatta yüzlerce ki yaklaşık 200
ayeti aşkın bir bölüm ayırır Kur’an İsrail oğullarının Yahudileşme serüvenine.
Neden bu konu. Neden Mekke de soruları çok önem kazanıyor.
İşte bu nedenlere vereceğimiz en
makul cevaplardan biri bu ümmete; Ey ümmeti Muhammed, sizde Müslüman ümmeti
Musa gibi Yahudileşebilirsiniz. Unutmayın ki tüm ümmetler başlangıçta vahye uymuşlar
ama, kendilerine emanet edilen vahyi sonuna kadar taşımayıp ihanet ettiklerinde
bir tür Yahudileşmişlerdi. İşte bu ümmette bu tehlikeye karşı uyarılmış ve
Yahudileşmeyin ey Ümmeti Muhammed hitabıyla karşı karşıya kalmıştı.
Burada bir hakikat dile
getiriliyordu. O hakikatte tüm insanlığa verilen vahyin aynı merkezden, aynı
kaynaktan, aynı ilkeler, esaslar etrafında olduğu hakikati. Ama bu tabii vahyin
aynı ilkeler etrafında, aynı kaynaktan geldiği hakikati, insanlığın tek ortak
noktası değildi. Yani bir de ondan daha öte, daha önce gelen, daha temel bir
ortak hakikat vardı. Vahyin de temelinde yer alan ortak bir hakikat.
İşte Kur’an sözü 172. ayette,
A’raf suresinin bu ayetinde sözü, ondan daha geniş bir zemin olan insanlığın
ortak temeline getirdi ve dedi ki;
172-) Ve iz ehaze Rabbüke min beniy Ademe min
zuhurihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm alâ enfüsihim* elestü BiRabbiküm* kalu
bela şehidna* en tekulu yevmel kıyameti inna künna an hazâ ğafiliyn;
Hani
Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden (menilerinden,
genlerinden) kendi zürriyetlerini alıp; onları
kendi nefslerine şahitlendirerek sordu: "Elestu BiRabbiküm = Rabbiniz
değil miyim?", (onlar da) "KALU = dediler, BELA = evet, Şehidna = bilfiil
şahidiz"... Kıyamet sürecinde, "Biz bundan kozalıydık (gafildik)"
demeyesiniz! (İslam fıtratı üzerine yaratılır
tüm insanlar konusunu anlatmakta... A.H.) (A.Hulusi)
172 -
Hem rabbin: Beni Âdemden, bellerinden zürriyetlerini alıp da onları nefislerine
karşı şahit tutarak «rabbiniz değil miyim» diye işhad ettiği vakit, «evet»
dediler: «şâhidiz», Kıyamet günü bizim bundan haberimiz yoktu demeyesiniz. (Elmalı)
Ve iz ehaze Rabbüke min beniy Ademe min
zuhurihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm alâ enfüsihim Ve rabbin Adem
oğullarının sulplerinden, onların nesillerini çıkardığı her zaman onları
kendileri hakkında, şahit, tanık kıldık.
elestü BiRabbiküm ve dedi ki; Ben
sizin Rabbiniz değil miyim. Daha doğru bir ifade ile, ben değimliyim sizin
rabbiniz. (Dedi ki, yok ayette, onu ben söyledim. Adeta ayetin simgesel oluşunun
bir ifadesi olarak araya dedi formu sokulmamış.)
kalu bela şehidna Onlar da
kesinlikle dediler. Biz buna tanığız, biz buna şahidiz.
en tekulu yevmel kıyameti inna künna an hazâ
ğafiliyn; Niçin bunu yaptık biliyor musunuz? Bu temeli niçin koyduk.
İşte o niçinin cevabı budur. Bunu hatırlattık ki kıyamet günü bizim bu
gerçekten haberimiz yoktu demeyesiniz.
Bu ayet Kur’an da gerçekten de
simgesel anlatımın ulaştığı en büyük zirveyi temsil eder. Harika bir örneğidir
sembolik anlatımın. Ayette bir diyalog geçiyor. Rabbim Adem oğullarının
sulbünden, onların nesillerinden çıkardığı zaman nesillerini, onları kendileri
hakkında şahit tuttu. Diyor. Ve ben değil miyim sizin rabbiniz. Deyince onlar
da, Adem oğullarının nesilleri de; Elbette dediler. Bela, kesinlikle sensin bizim rabbimiz şehidna, bunun şahidi de biziz. Dediler.
Bu diyalog iki şekilde
anlaşılabilir.
1 – Sembolik ve simgesel olarak
anlaşılabilir,
2 – Lafzi olarak, yani hakikaten
böyle bir konuşma böyle bir diyalog geçmiştir şeklinde anlaşılabilir.
Bu ayeti lafzi
olarak yorumlayan müfessirler, tek bir rivayete dayanırlar. Hemen tamamının
dayandığı rivayette; Hz. Adem’in sulbünden, nesillerinin alınıp onlarla böyle
bir sözleşme gerçekleştirildiği ifade edilir. Bu rivayet Hadis tekniği
açısından hayli tartışılan bir rivayet. Ama ondan da öte eğer bu rivayetin bir
de dirayet açısından, lafız açısından kritiğini yaparsak tartışma katmerleşir.
Çünkü bu hadiseyi, bu diyalogu hakiki manada, lafsi manada alan tüm müfessirler
bu rivayete dayanıyorlar, ama rivayet, Hz. Adem’in sulbünden söz ediyor. Oysaki
burada Hz. Adem’den değil, Adem oğullarından söz ediliyor. Dolayısıyla biz
anlıyoruz ki her Adem oğlunun sulbünden gelen nesilleri ile yapılmış doğal bir
sözleşmeden söz ediliyor.
O halde biz bu ayetteki bu
diyalogu hakiki manada anlamak yerine ayetin ruhuna da uygun olan mecazi bir
ifade olduğu şeklinde anlamamız daha doğru olur diye düşünüyorum. Ki bu düşünce
sadece bana ait değil, bir çok tesir sahibi de bu konuda böyle düşünmüşler ki
başta İbn. Kesir, Mücahit, tabiin müfessirlerinden. Daha sonra gelen büyük
müfessir İbn Kesir bu ayetin mecazi bir sözleşmeye dikkat çektiğini
söylercesine fıtrata atıf yapıyor ve fıtratla ilgili ayetleri ve hadisleri
alıyor. Onların başında;
..fıtratAllâhilletiy
fetaren Nase aleyha.. (Rum/30)
Allah’ın, insanlığı
üzerinde yarattığı temiz fıtrattan söz ayetten geliyor. Ve onun arkasına; O çok
meşhur Hadis;
- Küllü mevlûdin Yu’ledu ala fıtratil İslam.
Her doğan, İslam fıtratı üzere
doğar. Daha sonra onu annesi, babası, yakınları çevresi putperest yapar.
Fıtratına yabancılaştırır,
kendisine yabancılaştırır, özüne yabancılaştırır, hakikate yabancılaştırır,
Allah’a yabancılaştırır. Yani o pirüpak olan fıtratı daha sonra dış çevresel
faktörler tahrif eder, tahrip eder. Ama asıl ve öz daima o temiz
fıtrattır.
Burada ayeti lafzi manada
anlamak için biraz da ruh ve bedenin kesin ayırımına dayalı bir felsefeye
dayanmak lazım. Oysa İslam tarihinde ruh ve beden ayırımına kesin ayırımına
dayalı bir anlayış, ancak hicri 3. yüzyılda Yunan düşüncesinin, Yunan
felsefesinin Arapçaya çevrilmesinden sonra yaygınlaştı. Ondan önce, özellikle
Kur’an ın indiği neslin zihninde, tasavvurunda ruh ve ceset, ruh ve beden öyle
birbirinden çok bağımsız birbirinden kesinkes ayrılmış şeyler olarak tasavvur
edilmiyordu.
Onun içinde İslam tarihinde
ki düşünsel zikzaklar takip edilerek hangi anlayışlar ne zaman yaygınlaşmış,
hangi ayetlere hangi anlamlar hangi dönemlerin eseri olarak verilmeye başlanmış
bunu çıkarmak mümkündür. Ve özellikle hermetik felsefenin dayandığı insani
bakış açısı böyle bir keskin ayırıma dayanır. Onun için de hermetik felsefe
girdikten sonra İslam düşüncesine nefis ile ilgili tüm ayetler, adeta insan
benliğinden, insanın kendi varlığından bağımsız bir şeymiş gibi anlaşılmaya başlanmıştır
ki bu da ilginç bir değişim örneğidir.
Bu
ayette söylenen açık değerli Kur’an dostları. Bu ayette Allah’ın insana verdiği
irade, akıl, vicdan. Fıtratın dili olarak vicdan, fıtratın beyni olarak akıl,
fıtratın gücü olarak irade, aslında bir sözleşme anlamına geliyor. İnsanın
Allah’la sözleşmesi. İnsan eğer fıtratını, yaratılıştan gelen bu fıtratını
takip ederse hakikati bulur. İşte onun içindir ki İmam Cafer akla; İnsanın
içindeki peygamber diyor. Eğer takip ederse, fıtratı takip ederse yine hakikati
bulur. Onun içindir ki Allah’ın, müteal bir yaratıcının varlığını bilmek için
ille de dışarıdan bir bilgiye ihtiyacı yoktur. Kendisi hakkındaki doğal bilgisi
gibidir bu bilgi. Çünkü insanın kendisi hakkındaki bilgi, husuli değil, huduri
bir bilgidir. Sonradan elde edilmiş bir bilgi değil, insanın özünde yerleşik
olan bilgidir. Onun için hiçbir deli, deliyim diye yiyeceği ağzı yerine
kulağına götürmez.
Aklı yoktur, delirmiştir.
Tamam doğru ama yiyeceği ağzına götürür. Ateş yemez. İlginçtir. Neden, çünkü
varlığı hakkındaki bilgi doğal bilgidir. Sonradan kazanılmamıştır. Kaybettiği
aklıyla sonradan kazanılmış bilgileri aslında kaybetmiştir. Biz delirdi deyince
aslında sonraki bilgilerini kaybetti anlamına gelirdi diyoruz. Yoksa doğal aklı
duruyor. Kendisi hakkındaki bilgi duruyor. Onun için eline el gibi, ayağına
ayak gibi bakar. Başını baş olarak görür. Tersine yürümeye çalışmaz, elleri
üzerine yürümeye çalışmaz deli, ayakları üzerinde yürür. Çünkü bu bilgi huduri
bir bilgidir.
Tıpkı bunun gibi bu varlığı,
varlık alemini meydana getiren bir yüce var edicinin var olduğu hakkındaki
bilgide huduri bir bilgidir özünde.
İşte fıtrat; Allah’ın
insanın özünde yarattığı o temiz zemindir. Pırıl pırıl zemindir ve vicdan
fıtratın dilidir. Fıtrat vicdan dili ile konuşur. Fıtrat bazen haykırır,
bağırır İmdat diler. Bunu vicdan aracılığı ile yapar. Fıtrat bazen gıda ister.
Canı bir şeyler ister fıtratın. Arzu eder. Peki fıtrat bütün bunları vicdan
diliyle seslendirir ise eğer, ya vicdanının dilini duymayan insan fıtrata nasıl
cevap verir.
İşte onun için küfür
denmiştir. Küfür örtmektir. Kelime manası örtmek. Dolayısıyla vicdanın üzerinin
örtülmesi sapmanın başlangıcıdır. İşte sapma böyle gerçekleşir. Onun için
dalalet, sapıklığın her türü bir vicdan dan kopuştur. Doğadan kopuştur. İnsanın
doğal olandan kopuşu, sapmanın işaretidir.
Peki bunun tersi de geçerli
değil mi? İşte bu noktada o hakikati görüyoruz. Aslında tüm dinler, tüm
vahiyler, tüm nebiler, resuller insanı bir yere çağırmıyor. İnsanı bir yerlere
çağırmıyor. İnsanı çağırdığı yer, insanın kendisi. Din insanı özüne çağırıyor.
Din insanı kendisine, fıtratına çağırıyor.
Bunu nerden anlıyoruz
açıkça? İşte ayet;
ve eşhedehüm alâ enfüsihim onları
kendi benliklerine şahit kıldık.
İnsan kendisine çağırıldığı içindir
ki kendisinden başka şahit aranmıyor. Senin şahidin yine sensin deniliyor. Çünkü
kendine çağırıldın. Bize gel demiyor kimse. Onun için İslam’a çağırmak, insanı
kendine çağırmaktır. Kendine gel demektir. Kendine gel denilen her insan,
Islama çağrılmıştır. O halde kendini unutan aslında İslam’dan çıkmıştır.
Kendine karşı yabancılaşan, işte ıslama karşı da yabancılaşmıştır.
O sebeple eğer böyle
anlarsak, dini böyle anlarsak, vahyi böyle anlarsak, insanı böyle anlarsak,
Kur’an ın anlattığı gibi anlamış oluruz. Değilse, Kur’an ın anlatmadığı bir şey
çıkarmış oluruz. Yine böyle anlarsak o zaman vahiyle insanı, o zaman fıtratla
vahyi birbirinin parçası olarak görürüz. Birini sözlü fıtrat, diğerini insan
şeklindeki ayet olarak görürüz. Birinin insanı ayete dönüştürülmüşünü, öbürünü
ise insanın vahye dönüştürülmüşü biçiminde görürüz.
Onun için biri toprak olur,
diğeri tohum. Birbiri ile buluşturup ekerseniz, işte orada iman biter. Cennet
biter, muhabbet biter. Habbe olur, imanın hububatı olur, tohumu olur. Muhabbet
olur. İnsan vahyi, muhabbet enerjisi gibi algılar ve vahiyden muhabbet üretir.
Vahiy insanı yürüyen bir muhabbete dönüştürür. Müebbet olur o da cennet olur.
Onun için bu ayette geçen
diyalog, gerçekte simgesel anlatımın ulaştığı harika bir örnek. Tıpkı Kur’an da
ki
..fekale leha ve lil Ardı'tiya tav'an ev kerha* kaleta eteyna
tai'ıyn; (Fussilet/11) Ayeti var ya;
Göklere ve yere biz
emrettik ister razı olarak gelin, ister zorla gelin dedik, onlarda razı olarak
geldik dediler.
Buradaki diyalog ne ise,
işte buradaki fıtratla yapılan diyalogda ona benzer.
Yine Kur’an da emanet
ayetinde;
İnna 'aradnel emanete ales Semavati vel Ardı vel cibali feebeyne
en yahmilneha ve eşfakne minha ve hamelehel İnsan…
(Ahzap/72)
Biz emaneti göklere,
yerlere, dağlara sunduk. Emanet bir çok şey olabilir ama bir şey kesinlikle
olmak durumunda İrade, akıl ve irade. Yani aslında fıtrat diyebilirsiniz. Çünkü
ben aklı, iradeyi, vicdanı; fıtratın farklı duyuları gibi algılıyorum. Fıtratın
fakültesinin farklı duyuları gibi algılıyorum. O sebeple Fıtrat emanetini
göklere, yerlere ve dağlara sunduk, onlar kaçındılar.
İşte buradaki sunuş ve
kaçınış nasıl bir dille anlatılmışsa, buradaki insan fıtratının doğru, insan
özünün hak olma gerçeği de işte aynı dille mecazi bir biçimde anlatılıyor.
İlginç değil mi, küfür
dedim, vicdanın üzerini örtmektir. Örtünüz zaman sesini duyamaz olursunuz.
Artık vicdan bağırsa çağırsa, imdat dilese artık ses duyulmaz olur. Vicdan,
yönlendiremez olur sahibini. Vicdanını katletmiştir. Bu şu demektir. İşte
sözleşmeye ihanet etmiştir, fıtrat sözleşmesine. Özüne yabancılaşmıştır,
kendisine yabancılaşmıştır. Kendisine yabancılaşan Allah’a yabancılaşır. Eşyaya
yabancılaşır. Kendisiyle barışık olmayan neyle barışık olabilir ki.
İşte burada ve Kur’an ın
her tarafında bir kavram sık kullanılır. Tezekkür. Zikir. Hatırlatma demektir,
hatırlama demektir. Neden hatırlama, bir şeyin hatırlanması söz konusu ise
orada unutma söz konusudur. Unutulan bir şey vardır ki, hatırlanmak istenmekte,
hatırlatılmaktadır. Nedir o unutulan, fıtrat, o öz. Onun için vahyin
sıfatlarından biri de ez zikr, hatırlatmadır.
İnna nahnu nezzelnez Zikra..
(Hicr/9)
Biz, işte biz indirdik
zikri. Yani hatırlatan vahyi. Onun için tüm vahiylerin sıfatıdır zikir. Kur’an
ın değil yalnızca. Vahyin sıfatıdır. Tıpkı Furkan gibi.
O sebeple değerli dostlar.
Unutan aynı zamanda fıtratına yabancılaşır. İnsan, nisyan demektir bir yerde.
İnsan kelimesinin kökenlerinden biride o dur. Ünsiyet yakın olan anlamına
geldiği gibi bu kombinezon içerisinde nisyan da insan kelimesi ile akrabadır.
Unutmak..! Unutur insan, yu’rafu bi’n nisyan, El insan yu’rafu
bi’n-nisyan. İnsan unutmakla bilinir. Unutmakla ma’ruf ve ma’lüldür. Neyi
unutur? Doğasına yerleştirilmiş o fıtratı, doğasını, kendisini unutur yani.
İşte Allah’ın formatlamasıdır.
İnsan formatlanmıştır. Formatında vardır inanç. Formatında vardır iman.
Formatında vardır aşkın bir inanç. O sebeple yer yüzünün tüm çocukları Müslüman
doğarlar. Ve yeryüzünün tüm çocukları din kardeşimizdir. Adı Hans olsa da, adı Mary
olsa da, adı Margaret olsa da, yer yüzünün hangi tarafında bir çocuk
görmüşseniz o sizin din kardeşinizdir. Ve yer yüzünde bir çocuk ölürse, bir
Müslüman iki kez acı çeker. Bir insanlıkta eşi, iki dinde kardeşi olduğu için.
Acısını çifte duyar. İşte bu yüzdendir. Bu yüzden her doğal olan sizin
dininizin bir parçasıdır ve bu yüzdendir ki; insanlara, İslam’a gelin demek,
kendinize gelin demekle eş anlamlıdır.
[Ek bilgi; ELESTÜ BİRABBÜKÜM HAKİKATİ
Kelime (Tümel Ruh) Allah’ın
kendisine yerleştirdiği sır ve hikmetleri öğrenmiş, sonradan var olduğunu
kavramış, zatını kuşatıcı bir bilgiyle tanımıştır. Bu bilgi onun için
kendisiyle beslendiği ve hayatını sonsuza kadar sürdüğü bir gıda haline
gelmiştir.
Bu en yüce tecelli de Hakk ona
şöyle demiş;
- Benim senin nezdindeki ismim
nedir? Ruh karşılık vermiş;
- Sen benim rabbimsin.
Böylece Hakkı ancak Rablik
mertebesinde tanımış Kâdim Hakk uluhiyetiyle ayrılmıştır. Çünkü Hakkı bu yönü ile ancak kendisi bilebilir. Allah ona
şöyle demiştir;
- Sen benim merbûbum(Rabbin
kulu) Ben senin rabbinim sana kendi isim ve sıfatlarımı verdim. Binaenaleyh
seni gören kişi beni görmüş, sana itaat eden kişi bana itaat etmiş, seni bilen
beni bilmiş seni bilmeyen ise beni de bilmemiştir.
Senden aşağıda bulunanların
ulaşacağı son nokta, nefislerinin senin bilgine ulaşmalarıdır. Onların sana
dair bilgilerinin zirvesi senin niteliğini değil sadece var olduğunu bilmektir.
Benimle ilişkinde de sen böylesin.
Kendi nefsini bilmeyi
aşamazsın kendinden başkasını göremezsin ve benim hakkımda ancak varlık
bakımından bilgi elde edebilirsin. Bilgi bakımından beni kuşatmış olsaydın hiç
kuşkusuz sen, ben. Ben ise kuşatılmış, dolayısıyla zatım senin zatın olurdu.
Fakat böyle bir durumda zatın benin zatım olsaydı. İşte sana ilahi sırları
gönderiyorum ve onlarla seni terbiye ediyorum. Sen onları kendinde yaratılmış
olarak bulursun ve tanırsın.
Bunları sana nasıl ulaştırdığımın bilgisinden seni perdeledim.
Çünkü onu müşahadeyi taşımaya gücün yetmez. Şayet onu bilseydin mahiyet bir
olurdu. Mahiyetin bir olması imkansızdır. Şu halde senin onu müşahede etmen imkansızdır.
Bileşiğin mahiyeti, yalının mahiyetine döner mi. Hakikatlerin değişmesine4 yol
yoktur.
Bilmelisin ki senin aşağında
olan kimseler sana tabi olduğu gibi sen de bana tabisin. Dolayısıyla sen
elbisemsin, sen benim örtümsün, sen benim perdemsin.
Bunun üzerine ruh Hakka şöyle
der;
-Rabbim benim mülkümün
olduğunu duydum.peki nerededir o mülk?
Bu soru üzerine Hakk; Ruh için
nefsi kendisinden(ruhtan) ortaya çıkarmıştır. Nefis türeme yoluyla olan
mefuldür. Ruh şöyle demiştir;
- Bu benim parçam, ben ise
onun bütünüyüm. Tıpkı ben senden (Haktan) olduğum halde sen benden değilsin.
Hakk şöyle karşılık vermiş;
- Doğru söyledin ey ruhum.
Ruh şöyle demiş;- Rabbim senin
vasıtan ile konuştum Kuşkusuz beni sen terbiye ettin yardım ve terbiye sırrını
benden gizledin ve onun bilgisini sadece kendine ayırdın. Benim yardımımı da
sahip olduğum mülkten (Nefs) perdele ki ben seni bilemediğim gibi o da beni
bilemesin.
Bunun üzerine Hakk nefse kabul
edicilik ve muhtaçlık niteliği yatarmış, aklı ise mukaddes ruha vezir
yapmıştır. Sonra ruh nefse dönmüş ve şöyle demiştir;
- Ben kimim? Nefis cevap
vermiş;
-Rabbimsin Hayatım sana bağlı
olduğu gibi bekâmda sana bağlıdır.
(Fütuhat-ı Mekkiye C/1-S/322
İbn. Arabi)]
[Ek bilgi 2; RUHLAR
EZELDE Mİ YARATILDI?
"Hani Rabbin Âdemoğullarından,
onların bellerinden (menilerinden, genlerinden) kendi zürriyetlerini alıp;
onları kendi nefslerine şahitlendirerek sordu: "Elestu BiRabbiküm =
Rabbiniz değil miyim?", (onlar da) "KALU = dediler, BELA = evet,
Şehidna = bilfiil şahidiz"... Kıyamet sürecinde, "Biz bundan
kozalıydık (gâfildik)" demeyesiniz!" (7.A'raf: 172)
Âyetin esas vurgulamak istediği gerçeğin fark edilememesi yüzünden, bu
âyetin anlamı saptırılarak; tamamen ilgisiz yorumlar ortaya atılmış; bunlar
çeşitli asılsız hikâyelerle bezenmiş ve nihayet bugünkü asılsız genel kabule
gelinmiştir!
Özetleyelim bugünkü yanlış ve asılsız
genel kabulü.
"Allâh, Dünya'ya gelecek ne
kadar insan varsa, başka bir mekânda onların toplu hâlde ruhlarını yaratmış ve
orada onlara sormuş; ben sizin Rabbiniz değil miyim? İnsanların ruhları da, güya
orada cevap vermişler; evet sen bizim Rabbimizsin", diyerek. Sonra o
ruhlar, oradan, teker teker Dünya'ya gelip, ana rahimlerinde oluşan bedenlere giriyorlar
ve sonra da çıkıp tekrar o âleme gidiyorlar. Ve hatta bazı derin ve kapsamlı
düşünce ve bilgi sahibi olmayan kişilere göre, tekâmül için tekrar Dünya'ya
geliyorlar! Buna da yeniden Dünya'ya gelerek bir bedene girme anlamına
"reenkarnasyon" diyorlar!"
Bu yanlış anlayışa dayalı olarak, "elest bezmi" isimli bir hikâye
daha uyduruluyor. Güya o ruhlar âleminde tanışıp ülfet edenler, burada da
tanışırmış, sevişenler burada da sevişirmiş, orada birbirinden hoşlanmayanlar,
burada da birbirinden hoşlanmazlarmış!
Önce işin aslını özetleyelim, sonra da delillerimizi sıralayalım. Âyetin
işaret ettiği anlam şudur Allâhu âlem;
"Allâh insanı İslâm fıtratı üzere yaratmıştır" hükmü üzere, her
insan henüz sperm hâlinde iken, kendisinde oluşan babasının geninden İslâm
fıtratının programını alarak dünyaya gelir.
"Onların bellerinden zürriyetlerini alır" ifadesi genetik olarak
intikâl eden İslâm fıtratının sperm hâlindeki varlığına işaret eder ve
vurgular! Yani, sperm hâlindeyken insan -BELLERİNDEN ZÜRRİYET ALINDIĞINDA-
fıtrat olarak Rabbini bilme yetisine sahip kılınmıştır.
Esasen, genetik olarak bu programla yüklenmiş olan cenin, ana rahminde 120.
günde, özünden boyutsal bir şekilde gelen melekî etki ile, "RUH" adı
verilen ve beyin tarafından üretilen dalgalardan oluşan, ölüm ötesi boyut
bedenini üretmeye başlar!.. Ve ona, yani "ruh"a, tüm zihinsel
fonksiyonların hâsılası, dalgalar (wave) şeklinde yüklenir! Yani, başka bir
yerden gelip bedene giren bilinçli bir "ruh" olayı kesinlikle geçerli
değildir!
Dünya öncesi yaşamda, bir yerlerdeki ruhlar âlemine dayanak gösterilmek
istenen âyeti dikkatle düşünürsek, burada "Âdemoğullarının
BELLERİNDEN" söz edildiğini fark ederiz. "BEL" olayı ruh
boyutuna değil; içinde yer almakta olduğumuz Dünya boyutuna ait bir şeydir.
"Bel suyu" menidir, spermin dünyasıdır!
Bu çok büyük yanlış anlamanın temelinde, "EZEL" kelimesinin "BOYUTSALLIK" ifade eden manada anlaşılmayıp, sanki
mekânsal bir geçmiş olarak değerlendirilmesi yatmaktadır!
Bu konuda geniş bilgi, "Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU" isimli kitabımızda vardır. Ayrıca
Elmalılı Hamdi Yazır'ın Kur'ân tefsiri olan "Hak Dini Kur'ân Dili"
isimli tefsirinin 4.cildinin 2324.sayfasında bu yazdıklarımızın doğruluğunu
teyit eden bilgileri bulabilirsiniz... Sayın Süleyman Ateş'in "Yüce
Kurân'ın Çağdaş Tefsiri" isimli eserinin 3.cildinin 412.sayfasına da
bakabilirsiniz.
İmam Gazâli, "Ravzatüt Talibin" isimli eserinde bu konuyla ilgili
şöyle der:
"Çünkü Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi vesellem'in ruhu da anneleri
tarafından dünyaya getirilmelerinden önce mevcut ve yaratılmış değildi..."
Ruh dışarıdan gelip bedene giren bir şey değilse; çıktıktan sonra da
yeniden başka bir bedene girmesi söz konusu olabilir mi? (AHMED HULÛSÎ)]
Devam ediyor B sayfasına geçiniz.
57. videoyu toplu olarak http://kurantefsir.wordpress.com/2011/08/25/islamoglu-tef-ders-araf-172-20657/ bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder