11 Şubat 2013 Pazartesi

İslamoğlu Tef. Ders. SEBE (22-23) (135-A)






Değerli Kur’an dostları bugün dersimize Sebe suresinin 22. ayeti ile devam ediyoruz.


22-) Kulid'ulleziyne ze'amtüm min dunillâh* lâ yemlikûne miskale zerretin fiys Semavati ve lâ fiyl Ardı ve ma lehüm fiyhima min şirkin ve ma lehu minhüm min zahiyr;

De ki: "Allâh dûnunda var sandıklarınızı çağırın (hadi)! (O isimlendirdikleriniz) ne semâlarda ve ne de arzda zerre ağırlığınca bir şeye mâlik değildirler! Onların (o isimlendirdiklerinizin) bu ikisinde bir ortaklığı yoktur ve O'nun bunlardan bir destekçisi de yoktur." (A.Hulusi)

22 - De ki: Allahın berisinden o zu'mettiklerinize (Tanrı olduğunu zannettiklerimize) istediğiniz kadar yalvarın, ne Göklerde ne Yerde zerre miktarına güçleri yetmez, onların bunlarda bir ortaklığı da yok, onun onlardan bir zahîri de yoktur. (Elmalı)


Kulid'ulleziyne ze'amtüm min dunillâh de ki; Allah dışında kendilerine tanrısal güç atfettiğiniz kim varsa onları çağırın, ya da onlara yalvarıp yakarın. Bu ayeti kerimenin bağlamını hatırlayacak olursak dünyevi iktidarların gelip geçici olduğunu söylemişti daha önceki dersimizde işlediğimiz ayetler. Davud ve Süleyman peygamberin kurduğu adalet devletine ve görkemli medeniyete atıf yapmış, bunları iktidarın pozitif örnekleri olarak göstermişti. Arkasından da Sebe uygarlığına atıf yapmış bunu da tevhitten ve imandan uzak iktidara yani negatif iktidara örnek göstermişti.

Fakat bütün bunların ortak yanı diğer tüm dünyevi iktidarlar gibi geçici olmasıydı. İşte bu tarihi hakikati, bu beşeri hakikati hatırlattıktan sonra Kur’an sözü ilahi iktidarın ebediliğine getirir ve bu söze Allah dışında tanrılık atfedilen her bir şeyin ki, iktidar sahiplerine genelde Allah’a layık sıfatlar atfedilir. Bu bir tasavvur bozukluğudur. Nedense onların servet, güç ve iktidarları kalıcıymış gibi görülür. Ya da servet, güç ve iktidara tanrısallık atfedilir. Bir tür tapınma atfedilir. Bir tür kulluk atfedilir.

Onun için iktidarın, servetin, gücün gözleri kamaştırmasının önüne geçer vahiy. Göz kamaştırıcı iktidar, servet ve gücün aslında ilahi bir sınav olduğunu, gelip geçici olduğunu, hiçbir zaman hakikate referans olamayacağını, bu güç Davud ve Süleyman’ın gücü de olsa, Sebe’nin gücüde olsa, Nemrud’un gücüde olsa, İbrahim’in iktidarı da olsa, Musa’nın iktidarı da olsa, firavunun iktidarı da olsa hiçbir kimse için bu gücün ebedilik ifade etmediğini, dolayısıyla imtihan ifade ettiğini, kişinin ya da grupların, ya da uygarlıkların elde ettikleri bu servet, güç ve iktidarı ne uğruna kullandıklarının belirleyici olduğunu bize bu ayetle bir kez daha hatırlatıyor.

lâ yemlikûne miskale zerretin fiys Semavati ve lâ fiyl Ard ne göklerde ne de yerde onların zerre kadar bir gücü, bir payı yoktur. Yani iktidar sahipleri göklerde ve yerde mülkiyet iddia edemezler. Göklerin ve yerin yegane maliki Allah’tır. O halde buradan çıkarılacak sonuç, ey insan eğer iktidar karşısında hayran kalıyorsan, hayran kalacak bir iktidar arıyorsan geçici dünyevi iktidara bakma. Göklerin ve yerin sahibinin iktidarına bak. Hayran kalınmak için Allah’ın iktidarı yeter.

ve ma lehüm fiyhima min şirk üstelik onlar bu ikisinin yönetiminde bir ortaklık sahibi de değildirler. Yani dünyevi iktidarlar, kendisine güç vehmedilenler, güç görülenler, azizler ya da şerirler, iyiler ya da kötüler fark etmez. Kendisine tanrısal nitelikler yakıştırılanlar, bu konuda Allah’a ortakta değiller. Yani bir payları da yok. ve ma lehu minhüm min zahiyr dahası o, onlar arasından kendisine bir yardımcı da atamamıştır.

Bütün bunlar yan yana getirildiğinde şu çıkıyor meleklere, velilere, azizlere ve hatta peygamberlere aracılık atfı kesinlikle nehy ediliyor. Yani insanın Allah’tan bağımsız herhangi bir insan ya da güce, görünür görünmez herhangi bir güce Allah’a ait bir niteliği yakıştırması gibi görülüyor.

Aracılık fikri aslında insanın Allah ile ilişkisini koparıyor. Yani ben ne yaparsam yapayım eğer bir gün ahiret varsa, hesap varsa ve hesap vereceksem, bir biçimde yırtarım, bir aracı bulurum, bir kayırıcı bulurum mantığı insanın Allah ile ilişkisini koparan, kesen bir mantık olmanın da ötesinde insanın ahlaki sorumluluğunu aşan bir mantık. Çünkü sorumlu davranışlar sergilememin bir de mazereti oluyor böyle bir sapma. Onun için vahiy ilk muhatabı olan müşriklerin yamuk ve yanlış şefaat anlayışlarını, itikatlarını kökten reddeder. Bu konuda ki 25 ayetinin tamamında. konuya devam ediyor sure.


23-) Ve lâ tenfa'uş şefa'atü 'ındeHU illâ limen ezine leh* hattâ izâ füzzia' 'an kulubihim kalu ma zâ kale Rabbüküm* kalül Hakk* ve "HU"vel 'Aliyyül Kebiyr;

Kendisine izin verilen müstesna, O'nun indînde şefaat fayda vermez! Nihayet bilinçlerini saran dehşet yatıştığında: "Rabbinizin hükmü nedir?" derler... "Hak" derler... "HÛ"; Alîy'dir, Kebiyr'dir. (A.Hulusi)

23 - Huzurunda şefaat fayda de vermez, ancak izin verdiği kimseninki müstesna, nihayet kalplerinden dehşet giderildiği zaman «rabbiniz ne buyurdu?» Derler. «hakkı» derler, o öyle yüksek, öyle büyük, (Elmalı)


Ve lâ tenfa'uş şefa'atü 'ındeHU illâ limen ezine leh onun nezdinde kendisi lehine izin verdikleri dışında hiç kimse için şefaat fayda vermez.

Ayet açık, Ve lâ tenfa'uş şefa'atü 'ındeHU illâ limen ezine leh onun nezdinde kendisi lehine izin verdikleri dışında hiç kimse için şefaatin yararı olmaz.

Tenfe’u fiilinin mef’ule geçmemesi, fail üzerinde kalması ve limen birleşik edatında ki lâm dan dolayı şefaatin tümünü olumsuzlar, ayetin grameri. Yani kökten illa istisnası kökten keser, tümünü olumsuzlar. Kur’an da ki bu ayette dahil tüm şefaat ayetleri şu iki ayet ışığında anlaşılmak zorundadır.

lâ yeşfe'une illâ limenirteda… (Enbiya/28) onun razı olmadığı hiç kimseye şefaat edemezler. Yani Mef’umu muhaliflinden ancak onun razı olduğuna şefaat edebilirler.

Onun razı olduğu kim? Şefaat edilecek kimse, yani O’nun razı olduğuna şefaat edebilirler.

Yine şu ayet ışığında anlaşılmalı Kul Lillâhiş şefa'atü cemiy'a. (Zümer/44) De ki şefaat tümüyle Allah’a mahsustur. O halde bu gibi ayetlerde ki istisnayı nasıl anlamalı. Daha genelde şefaati nasıl anlamalı.

Şefaat doğru tanımlanacak olursa Kur’an a göre şudur. Devredilmiş bir ilahi yetkinin kullanımı değildir şefaat. Yani ilahi bir yetkinin bir başkasına devri değildir. Şefaat bir ödüllendirme değildir. Şefaat Allah tarafından verilmiş ödülü sahibine tevdi etmedir, sahibine vermedir.

Eğer yukarıda ki ayetleri göz önünde bulunduracak olursak lâ yeşfe'une illâ limenirteda… (Enbiya/28) onlar Allah’ın razı olduğu kimse dışında hiç kimseye şefaat edemezler.

Eğer birinden Allah razı olmuşsa bu durumda şefaate gerek mi var? Diye sorulabilir. Yani zaten razı olmuş. O zaman şefaat ne? Bu ayetlerle birlikte anlayacaksak ve bu ayetlerin birbiriyle çelişmediği iman ettiğiniz bir husussa ki öyledir, o zaman şefaat anlayışımızı bu ayetlere göre düzeltmemiz gerekiyor. O da şudur; Allah razı olduğu ve affettiği kimseye af ödülünü, belgesini bir başka razı olduğu kimse aracılığı ile iletebilir. Yani af belgesini, af ödülünü verme işini birine vererek onu da ödüllendirir, onu da onurlandırır. Tabir caizse ilahi şefaat hem sahibine hem de onu tevdi eden, onu takdim edene ikisine birlikte gitmiş olur. Bu çerçevede şefaat Allah’ın rızalığını, razı olmasını, razı olduğu kimseye bildirme işidir. Bu bildirme işini Allah’ın yine razı olduğu başkalarına yaptırması da onun için bir ödülüdür. Onu onurlandırmasıdır.

Böyle düşündüğümüzde, böyle yaklaştığımızda Kur’an da ki 25 adet olan şefaat ayetlerinin tamamını birbiriyle tefsir etmiş, birbiriyle açıklamış, birbiriyle anlamış oluruz. Ve zaten doğru yaklaşım da budur.

[Ek bilgi; ŞEFÂAT VE ŞİRK

Bedenin yaşı vardır ama şuurun yaşı yoktur!... Şuur yaşı, ilim yaşıdır!... İlim yaşının ilerlemesi de ancak, dünyada sağlıklı yaşayabildiğin ve tefekkür edebildiğin kadardır. Öyle ise ilim yaşımızı, en kısa sürede en âzamîye çıkartıp da ayrılmak dünyadan, en akıllıca iş olur gibime geliyor!

“Dün dünde kaldı cancağızım”, diyordu.... “Bugün yeniden başlamak lâzım....”,

Dün bana sordular sohbette... " Rasûlullah`ın şefâati ehli kebâire imiş; ne demek bu" diye....

“Ehli kebâir” kimdir?...

Bu açıklamada iki şeyi iyi anlamak lâzım; dedik...

Bir, “ŞEFÂAT” nedir?... Nasıl olur?....

İki, “Kebâir” nedir?...

Şefâat, sanılıyor ki, biri gelip koluna girip seni sürükleyecek; bir yere sokacak! Birisi koluna girip de, seni bir yere mi götürecek!?.

Şefâat, dünyada var; âhirette var... mahşerde var, cehennemde var. Rasûlullah Aleyhisselâm’ın şefâati var; evliyanın şefâati var; âlimlerin şefâati var...!

Nedir bu şefâat?... Neye dönük bir şefâattir?... Yalnızca cehennemden çıkmaya dönük bir şefâat mi?...

Günahların en büyüğü nedir?..

"İnneş şirke lezulmün azîm"! (Lokman/13) "Şirk azîm zulümdür"; diyor âyet. Yâni, "Allah"ı, tanrı mesabesine koymak!... Şirk budur! "Sizin için korktuğum gizli şirktir, artık açık şirk olmaz ümmetimde" diyor.

Öyle ise Tanrıya tapmak "kebâir"in tâ kendisidir! Büyük günahların en başında gelen ve hepsinin kökenidir! Bütün günahların kökeninde de "Şirk-i hafî" yani "tanrıya inanmak" yatar!

"Ey iman edenler.... Allah`a iman edin"; âyetindeki uyarı, Hz. Muhammed ve Kur`ân ‘a iman, edip henüz Tanrı anlayışından kurtulmamış olan SAHÂBEYE gelmişti. “Sahâbe”, yâni Allah Rasulü`nü gören(!)ler böyle olursa... Ya bizler?!

Allah`a imanın yolu da, cehennemden kurtuluşun yolu da hep şirki hafîden kurtulmak için ŞEFÂATE NÂİL OLMAKTAN GEÇER!

"Allah izin vermedikçe ŞEFÂAT edemez kimse", (Sebe/23)
Âyetini... "TANRI izin vermedikçe ŞEFÂAT edemez kimse" diye anlarsak.... Cehennem ateşimiz kolay kolay sönmez bizim!... Yanarız da yanarız!..

“Tanrı izin vermedikçe ŞEFÂAT edemez kimse”, cümlesi ile; “ALLAH izin vermedikçe şefâat edemez kimse”, cümlesi arasındaki fark nedir?

Evimizdeki nesneyi, biz, Topkapı Sarayı’nın hazine dairesinde bile arasak bulamayız!...

Çünkü evimizde! Biz, “şefâati reddederken”; “şefâat nasıl ulaşır” bize?

Basiretimizi örten perde örtülü olduğu sürece, biz nasıl şefâati görüp, şefâate ulaşabiliriz?

“Tanrı”ya inanırken... “Tanrı”nın büyükelçi(!)sine ve “Arapça bilen Tanrı”nın “Arapça yazılı gönderilmiş” bir kitaptaki emirnâmesine iman ederken! Türlü kerâmetleriyle âdeta bir sihirbaz gibi değneği ile bizi cehennemden kurtaracak “Tanrının Evliyâsı”na inanırken. Nasıl, ŞEFÂAT bize ulaşır? Allah (özümüzden), izin vermezken; içindeki, şefâati reddederken; kim şefâat edebilir ki!... Basiretimizi örten perde nasıl kalkar da, şefâate ulaşırız biz!.... Ve böylece de, nasıl şirki hafîden arınıp; her şey’in hakikatı ve varlığımızın kaynağı olan “ALLAH İsmiyle İşaret Edilen”e iman edip; “Kur’ân ”ı "OKU"ruz?... (şirkten) arınmamışlar el sürmesin!… dendiği halde…

Bize kalırsa... Önce, Allah`tan (yani özünden gelen bir yolla) izin çıkıp, ŞEFÂATE nâil olmak gerek, sonra şefâati değerlendirip, diğer âfâkî perdelerden arınmak, sonra da, nefsine bilincine-şuuruna-gerçek "ben"ine zulmetmeyi terketmek!

Sen, nefsine sürekli zulmetmektesin; nefsinin, hakikatını yaşamasına engel olduğun sürece, üstelik bu gerçeği bildiğin halde, çevrenle paylaşmıyorsan, o “en yakınım” dediklerine de zulmün en büyüğünü yapıyorsun!

Ama ben istiyorum da olmuyor!

Niye olmuyor?

Muslukçuda pasta satılmaz! Bilgisayarcıda ayakkabı aranmaz!

Şeytan, zâhirine bakıp Âdem’in, “İblis” oldu! Âdem’in, ilmine ve hakikatine bakıp onu değerlendirebilseydi, bu sahnelenen oyun oynanmayacaktı zaten!

Biz, yalnızca ilim için yaratıldık! İlmi de, ateşin arkasına koydu ki Allah, korkaklar o ateşe "nefsim yanmasın, yanarak arınmasın" diyerek yaklaşamasın da; böylece, yanma korkusuyla, da lâyık olmadıklarını ele geçiremesinler diye.

Ateşte benliğini yakma korkusunu atıp, içine dalabilenler; Deccal’ın sağ yanındaki ateş Cehenneminden geçip, ilim ve irfân Cenneti`ne girebilirler! Korkuyu atamayanlar ise, ateşten geçemezler ve ilme irfâna ulaşamazlar. Korkuyu atmak gerek!

Yunus Emre’nin dediği "Ödünü sıdır"ın açıklamasını yanındaki arkadaş yapmıştı bana... Allah’tan yapmış... Sayesinde hep gözü kara daldım her yeni ilmin içine!...

Geldik elli küsûrlara altmış küsûrlara... Ne yaşayacağımız, özellikle de aklımız başımızda, ağrısız sızısız sağlıklı olarak ne kadar yaşayacağımız meçhul!

"Şirki hafi"den kurtulduk mu?... Vicdanımız cevap versin!...
“ALLAH İsmiyle İşaret Edilen”in, bir “Tanrı” olmayıp; ne olduğunu farkedip; hiç olmazsa iman edebildik mi?... O`nu her an ve her yerde görüp, dinleyebiliyor muyuz?... Her dem O`nunla konuştuğumuzun farkında ve bilincinde miyiz?...

Şefâatin ulaşması için, önce uzatılanı geri çevirmemek gerek! Şefâat, Cehennem`den kurtulmak içindir; ki bu, Cehennem`in dünya bölümünde de olur, Âhiret bölümünde de!

Şefâat, Allah`a da ermek içindir! Ki bu da ancak dünyada iken ilm’ullah’ın zâhir olduğu kişiyi bulmak ve onu değerlendirmekle mümkündür!

Şefâat, kişinin yanlışlarda ısrarına yol açan, yanlışlarından dönmesine engel olan bilgi yetersizliğini ortadan kaldırıp, kişiyi o konuda bilgilendirmektir!

Nebi ve Rasûllerin de, Evliyanın da şefâati hep bu yoldadır. Kişi o bilgilerle kendinde arınmayı oluşturur ve yanmaktan kurtulur! Gereğini de yaşayarak (hem enfüsünde hem âfâkında) bilinç boyutunda “Allah”a erer!

Öyle ise, önce, “ötendeki TANRI” değil, özündeki “ALLAH” izin verecek ki; sen o şefâate açık hâle geleceksin! Şefâati, def etmeyeceksin. Sonra o, ŞEFÂAT olan bilgiyi değerlendirecek, ilim doğrultusunda yaşayarak arınacaksın. Sonra da “şirki hafî” sona erip “ALLAH”a ereceksin.

Kısaca dünkü sorunun cevabı böyle idi... Bu konuyu etraflı düşünmek, tartışmak ve anlamak, “şefâat” kapısının açılması demektir, umarım!.

Hakkınızı helâl edin bir kusur ettiysek bilmeyerek! Vicdanınızla baş başasınız.

O günde hesap görücü olarak NEFSİNİZ (ilminiz-şuurunuz) yeter!...(İsra/14)

hattâ izâ füzzia' 'an kulubihim kalu ma zâ kale Rabbüküm yeniden dirilişin yani kıyametin dehşeti kalplerinden giderilince. Birbirlerine veyahut ta ödül verilenler ödül verecek, tevdi edecek, takdim edecek olanlara soracaklar ma zâ kale Rabbüküm rabbimiz sizin hakkınızda ne buyurdu. Evet, burada bir çok müfessirin de vurguladığı gibi kıyametin dehşetinden sarsılacak olanlar, kendisinden şefaat umulan kimseler. Yani onlar da hesabın dehşeti altında tir tir titreyecekler.

Bu titreme nasıl giderilecek onu anlatıyor ayet. Yani birilerinin beni falanca kayırır ahirette, falancanın eteğinden tutarım ve yırtarım diye düşündüğü o büyük kimseler, ulu kimseler, nebiler, veliler, alimler, sıddıyklar, şehitler tir tir titreyecek mahşerin ve hesabın ağırlığı altında. Fakat onlardan bu dehşet nasıl giderilecek. İşte bu soru cevap, bu temsili diyalog onu veriyor bize. Yani onlara falancaların ödülünü Allah sizin elinizle vermeyi diledi denildiğinde onlarda ki hesap dehşeti giderilmiş olacak.

Demek ki Allah bizim elimizle ödül dağıttığına göre biz de artık rahatlayabiliriz. Demiş olacaklar. İşte bu temsili diyalog bize bu imayı veriyor.

kalül Hakk* ve "HU"vel 'Aliyyül Kebiyr cevap verecekler bu soruya karşılık. Hakk neyse onu söyledi. Yani rabbimiz hakkı söyledi, gerçeği söyledi. Zaten mükemmel olanda, büyük olanda sadece O’dur diyecekler.

Ne demek kalül Hakk; Hakkı dediler. Bu iki manaya gelebilir.

1 – Kim ne hak ettiyse onu.

2 – şefaat konusunda birilerinin ne söylediği değil, Allah’ın ne dediği önemli. Allah’ta bu konuda hakikati söyledi. Yani biraz önceki ayetin ifade ettiği gibi Zümer/44, Enbiya/28 gibi bir çok Kur’an ayetinde ifade edildiği gibi bu manada ödül verme hakkının sadece Allah’a ait olduğunu, Allah’ın verdiği ödülü birileri eliyle tevdi edebileceğini, takdim edebileceğini, bu takdimin ödülü onun verdiği anlamına gelmediğini, ödülü takdim edenin de ödüle muhtaç olduğunu, dolayısıyla kendisine ödül verilen ya da verilecek olanların ödül isteyecekleri kapının ödülü takdim eden kapı değil, ödülü veren kapı olması gerektiğini, onun da sadece Allah olduğunu Zümer/44 de ifade edildiği gibi ve dolayısıyla teşekkürü de Allah’a yapmak gerektiğini bu ödülden dolayı teşekkür edilecek biri varsa onun da Allah olduğunu, ödülü tevdi edene değil, ödülü verene teşekkür etmek gerektiğini ve ondan istemek gerektiğini biz bu ayetten böylece öğrenmiş oluyoruz.

İşte Kur’an ın şefaat tasavvuru kısaca bu. Herkese ancak, ayetin sonunda ki o el ‘aliym, el Kebiyr. Mükemmel olan diye çevirdim, gerçekten de Allah’tan başka hiçbir varlık mükemmel olmayacağı için. Mükemmellik Allah’a has bir şey. En yüce olan, en büyük olan, el Kebiyr. Çünkü insanlara ödülü ancak böyle bir zat verebilir. Mükemmel olmalı ki kendisi başkalarını ödüllendirsin. Ödülleri takdir etsin. Varlık içerisinde insanların kendisine muhtaç olduğu bu ihtiyaç açısından hiç kimsenin bir diğerinden farklı olmadığı ve istisna tutulmadığı tek varlık Allah’tır.

Bu anlamda vahyin ilk muhatabı olan müşriklerin sapık şefaat akidesi de reddedilmiş oldu. Zümer/3. ayetinde ifade buyrulduğu gibi vahyin ilk muhatabı olan müşrikler kendilerine; Bunlara niçin tapıyorsunuz, bu putlara niçin tapıyorsunuz denildiğinde şöyle cevap veriyorlardı;

ma na'budühüm illâ liyükarribûna ilAllâhi zülfâ. (Zümer/3) biz bunlara sadece ve sadece bizi Allah’a yakınlaştırsınlar diye ibadet ediyoruz. Diyorlardı. İşte böylesine bir çarpık noktaya, böylesine yamuk bir şefaat anlayışından yola çıkarak varmışlardı. Onun için vardıkları bu sapma noktasının daha baştan tıkanması onların ve tüm insanların ve tabii ki Kur’an ın tüm muhataplarının şefaat anlayışlarının düzeltilmesine bağlıydı.

Devam ediyor B sayfasına geçiniz.
135. videoyu toplu olarak BURADA bulabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder