Değerli Kur’an dostları bugün
dersimize Sebe suresinin 22. ayeti ile devam ediyoruz.
22-) Kulid'ulleziyne ze'amtüm min dunillâh* lâ
yemlikûne miskale zerretin fiys Semavati ve lâ fiyl Ardı ve ma lehüm fiyhima
min şirkin ve ma lehu minhüm min zahiyr;
De ki:
"Allâh dûnunda var sandıklarınızı çağırın (hadi)! (O isimlendirdikleriniz) ne semâlarda ve ne de arzda zerre ağırlığınca bir şeye
mâlik değildirler! Onların (o
isimlendirdiklerinizin) bu ikisinde bir
ortaklığı yoktur ve O'nun bunlardan bir destekçisi de yoktur." (A.Hulusi)
22 -
De ki: Allahın berisinden o zu'mettiklerinize (Tanrı olduğunu
zannettiklerimize) istediğiniz kadar yalvarın, ne Göklerde ne Yerde zerre
miktarına güçleri yetmez, onların bunlarda bir ortaklığı da yok, onun onlardan
bir zahîri de yoktur. (Elmalı)
Kulid'ulleziyne ze'amtüm min dunillâh
de ki; Allah dışında kendilerine tanrısal güç atfettiğiniz kim varsa onları
çağırın, ya da onlara yalvarıp yakarın. Bu ayeti kerimenin bağlamını
hatırlayacak olursak dünyevi iktidarların gelip geçici olduğunu söylemişti daha
önceki dersimizde işlediğimiz ayetler. Davud ve Süleyman peygamberin kurduğu
adalet devletine ve görkemli medeniyete atıf yapmış, bunları iktidarın pozitif
örnekleri olarak göstermişti. Arkasından da Sebe uygarlığına atıf yapmış bunu
da tevhitten ve imandan uzak iktidara yani negatif iktidara örnek göstermişti.
Fakat bütün bunların ortak yanı
diğer tüm dünyevi iktidarlar gibi geçici olmasıydı. İşte bu tarihi hakikati, bu
beşeri hakikati hatırlattıktan sonra Kur’an sözü ilahi iktidarın ebediliğine
getirir ve bu söze Allah dışında tanrılık atfedilen her bir şeyin ki, iktidar
sahiplerine genelde Allah’a layık sıfatlar atfedilir. Bu bir tasavvur
bozukluğudur. Nedense onların servet, güç ve iktidarları kalıcıymış gibi
görülür. Ya da servet, güç ve iktidara tanrısallık atfedilir. Bir tür tapınma
atfedilir. Bir tür kulluk atfedilir.
Onun için iktidarın, servetin,
gücün gözleri kamaştırmasının önüne geçer vahiy. Göz kamaştırıcı iktidar,
servet ve gücün aslında ilahi bir sınav olduğunu, gelip geçici olduğunu, hiçbir
zaman hakikate referans olamayacağını, bu güç Davud ve Süleyman’ın gücü de
olsa, Sebe’nin gücüde olsa, Nemrud’un gücüde olsa, İbrahim’in iktidarı da olsa,
Musa’nın iktidarı da olsa, firavunun iktidarı da olsa hiçbir kimse için bu
gücün ebedilik ifade etmediğini, dolayısıyla imtihan ifade ettiğini, kişinin ya
da grupların, ya da uygarlıkların elde ettikleri bu servet, güç ve iktidarı ne
uğruna kullandıklarının belirleyici olduğunu bize bu ayetle bir kez daha
hatırlatıyor.
lâ yemlikûne miskale zerretin fiys Semavati ve
lâ fiyl Ard ne göklerde ne de yerde onların zerre kadar bir gücü,
bir payı yoktur. Yani iktidar sahipleri göklerde ve yerde mülkiyet iddia
edemezler. Göklerin ve yerin yegane maliki Allah’tır. O halde buradan
çıkarılacak sonuç, ey insan eğer iktidar karşısında hayran kalıyorsan, hayran kalacak
bir iktidar arıyorsan geçici dünyevi iktidara bakma. Göklerin ve yerin
sahibinin iktidarına bak. Hayran kalınmak için Allah’ın iktidarı yeter.
ve ma lehüm fiyhima min şirk üstelik
onlar bu ikisinin yönetiminde bir ortaklık sahibi de değildirler. Yani dünyevi
iktidarlar, kendisine güç vehmedilenler, güç görülenler, azizler ya da
şerirler, iyiler ya da kötüler fark etmez. Kendisine tanrısal nitelikler
yakıştırılanlar, bu konuda Allah’a ortakta değiller. Yani bir payları da yok. ve ma lehu minhüm
min zahiyr dahası o, onlar arasından kendisine bir yardımcı da
atamamıştır.
Bütün bunlar yan yana
getirildiğinde şu çıkıyor meleklere, velilere, azizlere ve hatta peygamberlere
aracılık atfı kesinlikle nehy ediliyor. Yani insanın Allah’tan bağımsız
herhangi bir insan ya da güce, görünür görünmez herhangi bir güce Allah’a ait
bir niteliği yakıştırması gibi görülüyor.
Aracılık fikri aslında insanın
Allah ile ilişkisini koparıyor. Yani ben ne yaparsam yapayım eğer bir gün
ahiret varsa, hesap varsa ve hesap vereceksem, bir biçimde yırtarım, bir aracı
bulurum, bir kayırıcı bulurum mantığı insanın Allah ile ilişkisini koparan,
kesen bir mantık olmanın da ötesinde insanın ahlaki sorumluluğunu aşan bir
mantık. Çünkü sorumlu davranışlar sergilememin bir de mazereti oluyor böyle bir
sapma. Onun için vahiy ilk muhatabı olan müşriklerin yamuk ve yanlış şefaat
anlayışlarını, itikatlarını kökten reddeder. Bu konuda ki 25 ayetinin
tamamında. konuya devam ediyor sure.
23-) Ve lâ tenfa'uş şefa'atü 'ındeHU illâ limen
ezine leh* hattâ izâ füzzia' 'an kulubihim kalu ma zâ kale Rabbüküm* kalül
Hakk* ve "HU"vel 'Aliyyül Kebiyr;
Kendisine
izin verilen müstesna, O'nun indînde şefaat fayda vermez! Nihayet bilinçlerini
saran dehşet yatıştığında: "Rabbinizin hükmü nedir?" derler...
"Hak" derler... "HÛ"; Alîy'dir, Kebiyr'dir. (A.Hulusi)
23 -
Huzurunda şefaat fayda de vermez, ancak izin verdiği kimseninki müstesna,
nihayet kalplerinden dehşet giderildiği zaman «rabbiniz ne buyurdu?» Derler.
«hakkı» derler, o öyle yüksek, öyle büyük, (Elmalı)
Ve lâ tenfa'uş şefa'atü 'ındeHU illâ limen
ezine leh onun nezdinde kendisi lehine izin verdikleri dışında hiç
kimse için şefaat fayda vermez.
Ayet açık, Ve lâ tenfa'uş şefa'atü 'ındeHU illâ limen
ezine leh onun nezdinde kendisi lehine izin verdikleri dışında hiç
kimse için şefaatin yararı olmaz.
Tenfe’u fiilinin mef’ule
geçmemesi, fail üzerinde kalması ve limen birleşik edatında ki lâm dan dolayı
şefaatin tümünü olumsuzlar, ayetin grameri. Yani kökten illa istisnası kökten
keser, tümünü olumsuzlar. Kur’an da ki bu ayette dahil tüm şefaat ayetleri şu
iki ayet ışığında anlaşılmak zorundadır.
lâ yeşfe'une illâ limenirteda… (Enbiya/28)
onun razı olmadığı hiç kimseye şefaat edemezler. Yani Mef’umu muhaliflinden
ancak onun razı olduğuna şefaat edebilirler.
Onun razı olduğu kim? Şefaat
edilecek kimse, yani O’nun razı olduğuna şefaat edebilirler.
Yine şu ayet ışığında anlaşılmalı
Kul Lillâhiş şefa'atü cemiy'a. (Zümer/44) De
ki şefaat tümüyle Allah’a mahsustur. O halde bu gibi ayetlerde ki istisnayı
nasıl anlamalı. Daha genelde şefaati nasıl anlamalı.
Şefaat doğru
tanımlanacak olursa Kur’an a göre şudur. Devredilmiş bir ilahi yetkinin
kullanımı değildir şefaat. Yani ilahi bir yetkinin bir başkasına devri
değildir. Şefaat bir ödüllendirme değildir. Şefaat Allah tarafından verilmiş
ödülü sahibine tevdi etmedir, sahibine vermedir.
Eğer
yukarıda ki ayetleri göz önünde bulunduracak olursak lâ yeşfe'une illâ limenirteda… (Enbiya/28)
onlar Allah’ın razı olduğu kimse dışında hiç kimseye şefaat edemezler.
Eğer birinden Allah razı olmuşsa
bu durumda şefaate gerek mi var? Diye sorulabilir. Yani zaten razı olmuş. O
zaman şefaat ne? Bu ayetlerle birlikte anlayacaksak ve bu ayetlerin birbiriyle
çelişmediği iman ettiğiniz bir husussa ki öyledir, o zaman şefaat anlayışımızı
bu ayetlere göre düzeltmemiz gerekiyor. O da şudur; Allah razı olduğu ve
affettiği kimseye af ödülünü, belgesini bir başka razı olduğu kimse aracılığı
ile iletebilir. Yani af belgesini, af ödülünü verme işini birine vererek onu da
ödüllendirir, onu da onurlandırır. Tabir caizse ilahi şefaat hem sahibine hem
de onu tevdi eden, onu takdim edene ikisine birlikte gitmiş olur. Bu çerçevede
şefaat Allah’ın rızalığını, razı olmasını, razı olduğu kimseye bildirme işidir.
Bu bildirme işini Allah’ın yine razı olduğu başkalarına yaptırması da onun için
bir ödülüdür. Onu onurlandırmasıdır.
Böyle düşündüğümüzde, böyle
yaklaştığımızda Kur’an da ki 25 adet olan şefaat ayetlerinin tamamını
birbiriyle tefsir etmiş, birbiriyle açıklamış, birbiriyle anlamış oluruz. Ve zaten
doğru yaklaşım da budur.
[Ek bilgi; ŞEFÂAT VE ŞİRK
Bedenin yaşı vardır ama şuurun
yaşı yoktur!... Şuur yaşı, ilim yaşıdır!... İlim yaşının ilerlemesi de ancak,
dünyada sağlıklı yaşayabildiğin ve tefekkür edebildiğin kadardır. Öyle ise ilim
yaşımızı, en kısa sürede en âzamîye çıkartıp da ayrılmak dünyadan, en akıllıca
iş olur gibime geliyor!
“Dün dünde kaldı cancağızım”,
diyordu.... “Bugün yeniden başlamak lâzım....”,
Dün bana sordular sohbette...
" Rasûlullah`ın şefâati ehli kebâire imiş; ne demek bu" diye....
“Ehli kebâir” kimdir?...
Bu açıklamada iki şeyi iyi
anlamak lâzım; dedik...
Bir, “ŞEFÂAT” nedir?... Nasıl
olur?....
İki, “Kebâir” nedir?...
Şefâat, sanılıyor ki, biri
gelip koluna girip seni sürükleyecek; bir yere sokacak! Birisi koluna girip de,
seni bir yere mi götürecek!?.
Şefâat, dünyada var; âhirette
var... mahşerde var, cehennemde var. Rasûlullah Aleyhisselâm’ın şefâati var;
evliyanın şefâati var; âlimlerin şefâati var...!
Nedir bu şefâat?... Neye dönük
bir şefâattir?... Yalnızca cehennemden çıkmaya dönük bir şefâat mi?...
Günahların en büyüğü nedir?..
"İnneş şirke lezulmün
azîm"! (Lokman/13) "Şirk azîm zulümdür"; diyor âyet. Yâni,
"Allah"ı, tanrı mesabesine koymak!... Şirk budur! "Sizin için
korktuğum gizli şirktir, artık açık şirk olmaz ümmetimde" diyor.
Öyle ise Tanrıya tapmak
"kebâir"in tâ kendisidir! Büyük günahların en başında gelen ve
hepsinin kökenidir! Bütün günahların kökeninde de "Şirk-i hafî" yani
"tanrıya inanmak" yatar!
"Ey iman edenler....
Allah`a iman edin"; âyetindeki uyarı, Hz. Muhammed ve Kur`ân ‘a iman, edip
henüz Tanrı anlayışından kurtulmamış olan SAHÂBEYE gelmişti. “Sahâbe”, yâni
Allah Rasulü`nü gören(!)ler böyle olursa... Ya bizler?!
Allah`a imanın yolu da,
cehennemden kurtuluşun yolu da hep şirki hafîden kurtulmak için ŞEFÂATE NÂİL
OLMAKTAN GEÇER!
"Allah izin vermedikçe
ŞEFÂAT edemez kimse", (Sebe/23)
Âyetini... "TANRI izin vermedikçe ŞEFÂAT edemez
kimse" diye anlarsak.... Cehennem ateşimiz kolay kolay sönmez bizim!...
Yanarız da yanarız!..
“Tanrı izin vermedikçe ŞEFÂAT
edemez kimse”, cümlesi ile; “ALLAH izin vermedikçe şefâat edemez kimse”,
cümlesi arasındaki fark nedir?
Evimizdeki nesneyi, biz,
Topkapı Sarayı’nın hazine dairesinde bile arasak bulamayız!...
Çünkü evimizde! Biz, “şefâati
reddederken”; “şefâat nasıl ulaşır” bize?
Basiretimizi örten perde
örtülü olduğu sürece, biz nasıl şefâati görüp, şefâate ulaşabiliriz?
“Tanrı”ya inanırken...
“Tanrı”nın büyükelçi(!)sine ve “Arapça bilen Tanrı”nın “Arapça yazılı
gönderilmiş” bir kitaptaki emirnâmesine iman ederken! Türlü kerâmetleriyle
âdeta bir sihirbaz gibi değneği ile bizi cehennemden kurtaracak “Tanrının
Evliyâsı”na inanırken. Nasıl, ŞEFÂAT bize ulaşır? Allah (özümüzden), izin
vermezken; içindeki, şefâati reddederken; kim şefâat edebilir ki!... Basiretimizi
örten perde nasıl kalkar da, şefâate ulaşırız biz!.... Ve böylece de, nasıl
şirki hafîden arınıp; her şey’in hakikatı ve varlığımızın kaynağı olan “ALLAH
İsmiyle İşaret Edilen”e iman edip; “Kur’ân ”ı "OKU"ruz?... (şirkten)
arınmamışlar el sürmesin!… dendiği halde…
Bize kalırsa... Önce,
Allah`tan (yani özünden gelen bir yolla) izin çıkıp, ŞEFÂATE nâil olmak gerek,
sonra şefâati değerlendirip, diğer âfâkî perdelerden arınmak, sonra da, nefsine
bilincine-şuuruna-gerçek "ben"ine zulmetmeyi terketmek!
Sen, nefsine sürekli
zulmetmektesin; nefsinin, hakikatını yaşamasına engel olduğun sürece, üstelik
bu gerçeği bildiğin halde, çevrenle paylaşmıyorsan, o “en yakınım” dediklerine
de zulmün en büyüğünü yapıyorsun!
Ama ben istiyorum da olmuyor!
Niye olmuyor?
Muslukçuda pasta satılmaz!
Bilgisayarcıda ayakkabı aranmaz!
Şeytan, zâhirine bakıp
Âdem’in, “İblis” oldu! Âdem’in, ilmine ve hakikatine bakıp onu
değerlendirebilseydi, bu sahnelenen oyun oynanmayacaktı zaten!
Biz, yalnızca ilim için
yaratıldık! İlmi de, ateşin arkasına koydu ki Allah, korkaklar o ateşe
"nefsim yanmasın, yanarak arınmasın" diyerek yaklaşamasın da;
böylece, yanma korkusuyla, da lâyık olmadıklarını ele geçiremesinler diye.
Ateşte benliğini yakma
korkusunu atıp, içine dalabilenler; Deccal’ın sağ yanındaki ateş Cehenneminden
geçip, ilim ve irfân Cenneti`ne girebilirler! Korkuyu atamayanlar ise, ateşten
geçemezler ve ilme irfâna ulaşamazlar. Korkuyu atmak gerek!
Yunus Emre’nin dediği
"Ödünü sıdır"ın açıklamasını yanındaki arkadaş yapmıştı bana...
Allah’tan yapmış... Sayesinde hep gözü kara daldım her yeni ilmin içine!...
Geldik elli küsûrlara altmış
küsûrlara... Ne yaşayacağımız, özellikle de aklımız başımızda, ağrısız sızısız
sağlıklı olarak ne kadar yaşayacağımız meçhul!
"Şirki hafi"den
kurtulduk mu?... Vicdanımız cevap versin!...
“ALLAH İsmiyle İşaret Edilen”in, bir “Tanrı” olmayıp; ne
olduğunu farkedip; hiç olmazsa iman edebildik mi?... O`nu her an ve her yerde
görüp, dinleyebiliyor muyuz?... Her dem O`nunla konuştuğumuzun farkında ve
bilincinde miyiz?...
Şefâatin ulaşması için, önce
uzatılanı geri çevirmemek gerek! Şefâat, Cehennem`den kurtulmak içindir; ki bu,
Cehennem`in dünya bölümünde de olur, Âhiret bölümünde de!
Şefâat, Allah`a da ermek
içindir! Ki bu da ancak dünyada iken ilm’ullah’ın zâhir olduğu kişiyi bulmak ve
onu değerlendirmekle mümkündür!
Şefâat, kişinin yanlışlarda
ısrarına yol açan, yanlışlarından dönmesine engel olan bilgi yetersizliğini
ortadan kaldırıp, kişiyi o konuda bilgilendirmektir!
Nebi ve Rasûllerin de, Evliyanın
da şefâati hep bu yoldadır. Kişi o bilgilerle kendinde arınmayı oluşturur ve
yanmaktan kurtulur! Gereğini de yaşayarak (hem enfüsünde hem âfâkında) bilinç
boyutunda “Allah”a erer!
Öyle ise, önce, “ötendeki
TANRI” değil, özündeki “ALLAH” izin verecek ki; sen o şefâate açık hâle
geleceksin! Şefâati, def etmeyeceksin. Sonra o, ŞEFÂAT olan bilgiyi
değerlendirecek, ilim doğrultusunda yaşayarak arınacaksın. Sonra da “şirki
hafî” sona erip “ALLAH”a ereceksin.
Kısaca dünkü sorunun cevabı
böyle idi... Bu konuyu etraflı düşünmek, tartışmak ve anlamak, “şefâat”
kapısının açılması demektir, umarım!.
Hakkınızı helâl edin bir kusur
ettiysek bilmeyerek! Vicdanınızla baş başasınız.
O günde hesap görücü olarak
NEFSİNİZ (ilminiz-şuurunuz) yeter!...(İsra/14)
hattâ izâ füzzia' 'an kulubihim kalu ma zâ kale
Rabbüküm yeniden dirilişin yani kıyametin dehşeti kalplerinden
giderilince. Birbirlerine veyahut ta ödül verilenler ödül verecek, tevdi
edecek, takdim edecek olanlara soracaklar ma zâ kale Rabbüküm rabbimiz sizin hakkınızda ne
buyurdu. Evet, burada bir çok müfessirin de vurguladığı gibi kıyametin
dehşetinden sarsılacak olanlar, kendisinden şefaat umulan kimseler. Yani onlar
da hesabın dehşeti altında tir tir titreyecekler.
Bu titreme nasıl giderilecek onu
anlatıyor ayet. Yani birilerinin beni falanca kayırır ahirette, falancanın
eteğinden tutarım ve yırtarım diye düşündüğü o büyük kimseler, ulu kimseler,
nebiler, veliler, alimler, sıddıyklar, şehitler tir tir titreyecek mahşerin ve
hesabın ağırlığı altında. Fakat onlardan bu dehşet nasıl giderilecek. İşte bu
soru cevap, bu temsili diyalog onu veriyor bize. Yani onlara falancaların
ödülünü Allah sizin elinizle vermeyi diledi denildiğinde onlarda ki hesap
dehşeti giderilmiş olacak.
Demek ki Allah bizim elimizle
ödül dağıttığına göre biz de artık rahatlayabiliriz. Demiş olacaklar. İşte bu
temsili diyalog bize bu imayı veriyor.
kalül Hakk* ve "HU"vel 'Aliyyül
Kebiyr cevap verecekler bu soruya karşılık. Hakk neyse onu söyledi.
Yani rabbimiz hakkı söyledi, gerçeği söyledi. Zaten mükemmel olanda, büyük
olanda sadece O’dur diyecekler.
Ne demek kalül Hakk; Hakkı
dediler. Bu iki manaya gelebilir.
1 – Kim ne hak ettiyse onu.
2 – şefaat konusunda birilerinin
ne söylediği değil, Allah’ın ne dediği önemli. Allah’ta bu konuda hakikati
söyledi. Yani biraz önceki ayetin ifade ettiği gibi Zümer/44, Enbiya/28 gibi
bir çok Kur’an ayetinde ifade edildiği gibi bu manada ödül verme hakkının
sadece Allah’a ait olduğunu, Allah’ın verdiği ödülü birileri eliyle tevdi
edebileceğini, takdim edebileceğini, bu takdimin ödülü onun verdiği anlamına
gelmediğini, ödülü takdim edenin de ödüle muhtaç olduğunu, dolayısıyla
kendisine ödül verilen ya da verilecek olanların ödül isteyecekleri kapının
ödülü takdim eden kapı değil, ödülü veren kapı olması gerektiğini, onun da
sadece Allah olduğunu Zümer/44 de ifade edildiği gibi ve dolayısıyla teşekkürü
de Allah’a yapmak gerektiğini bu ödülden dolayı teşekkür edilecek biri varsa
onun da Allah olduğunu, ödülü tevdi edene değil, ödülü verene teşekkür etmek
gerektiğini ve ondan istemek gerektiğini biz bu ayetten böylece öğrenmiş
oluyoruz.
İşte Kur’an ın şefaat tasavvuru
kısaca bu. Herkese ancak, ayetin sonunda ki o el ‘aliym, el Kebiyr. Mükemmel
olan diye çevirdim, gerçekten de Allah’tan başka hiçbir varlık mükemmel
olmayacağı için. Mükemmellik Allah’a has bir şey. En yüce olan, en büyük olan,
el Kebiyr. Çünkü insanlara ödülü ancak böyle bir zat verebilir. Mükemmel olmalı
ki kendisi başkalarını ödüllendirsin. Ödülleri takdir etsin. Varlık içerisinde
insanların kendisine muhtaç olduğu bu ihtiyaç açısından hiç kimsenin bir
diğerinden farklı olmadığı ve istisna tutulmadığı tek varlık Allah’tır.
Bu anlamda vahyin ilk muhatabı
olan müşriklerin sapık şefaat akidesi de reddedilmiş oldu. Zümer/3. ayetinde
ifade buyrulduğu gibi vahyin ilk muhatabı olan müşrikler kendilerine; Bunlara
niçin tapıyorsunuz, bu putlara niçin tapıyorsunuz denildiğinde şöyle cevap
veriyorlardı;
ma na'budühüm
illâ liyükarribûna ilAllâhi zülfâ. (Zümer/3) biz bunlara sadece ve
sadece bizi Allah’a yakınlaştırsınlar diye ibadet ediyoruz. Diyorlardı. İşte
böylesine bir çarpık noktaya, böylesine yamuk bir şefaat anlayışından yola
çıkarak varmışlardı. Onun için vardıkları bu sapma noktasının daha baştan
tıkanması onların ve tüm insanların ve tabii ki Kur’an ın tüm muhataplarının
şefaat anlayışlarının düzeltilmesine bağlıydı.
Devam ediyor
B sayfasına geçiniz.
135. videoyu
toplu olarak BURADA
bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder