Değerli Kur’an dostları geçen
dersimizde Fatır suresin 18. ayetine kadar işlemiştik. Bu dersimizi aynı
surenin 19. ayeti ile sürdürüyoruz.
19-) Ve ma yesteviyl a'ma vel basıyr;
Âmâ (kör) ile basîr (gören) bir olmaz. (A.Hulusi)
19 - Ne
kör ile gören, müsavi olur. (Elmalı)
Ve ma yesteviyl a'ma vel basıyr ne
gerçeği görenle, gerçeği görmeyen bir olur.
20-) Ve lez zulümatü ve len nûr;
Karanlıklar
(cehalet) ile
Nûr da (ilim de)!
(A.Hulusi)
20 - Ne
zulümat ile nûr. (Elmalı)
Ve lez zulümatü ve len nûr ne de
aydınlıkla karanlıklar bir olur.
Aslında bir önceki ayette, daha doğrusu
geçen dersin sonlarından işlediğimiz ayetlerle bu ayetler arasında doğrudan
bağlantı var. Özellikle Fatır suresinin, Allah’ın yaratışında ki farklılıklar,
çeşitlilikler ilahi bir yasa olarak tanıtıldığı, takdim edildiği göz önüne
alınacak olursa, işte o farklılıkların insana dönük yüzünde bir takım çift
kutupluluklar dile getiriliyor. Yine bir yasa olarak dile getiriliyor. Ama bu
tabii ki iradesi olan, seçme yeteneği olan, aklı olan bir insanla ilgili ise
sonuçta tabiattaki çiçeklerin, tabiattaki böceklerin farklılığına benzemeyen
bir farklılıktan söz ediliyor demektir. Fiziki körlükle alakası yok burada
bahsedilen körlüğün. Ve ma yesteviyl a'ma vel
basıyr (19) körle gören bir olur mu diyor, bir olmaz diyor.
Kur’an kendine özgü bir özürlülük
kavramı inşa ediyor, özürlülük tasavvuru inşa ediyor. Kur’an a göre gözü kör
olana, gözü görmeyene, görme engelli olana kör demezler. Çünkü Kur’an insanın
fiziki durumuyla değil, maskesiyle değil, insanın toprağa dönüşecek yeri ile
değil, insanın ölümsüz yeri ile ilgileniyor. İnsanın insanca tarafıyla
ilgileniyor. İnsanı insan kılan yeri ile ilgileniyor, ruhu ile ilgileniyor,
aklıyla ilgileniyor. Onun için burada kör olan baş gözü değil, yürek gözü ki,
onu Kur’an da bir ayette aynen böyle buluyoruz.
..lâ ta'mel ebsaru ve lâkin ta'mel
kulubülletiy fiyssudur. (Hac/46) Gözler kör olmaz, fakat asıl kör
olanlar göğüstekilerdir. Yani kalp gözü diye de ifade ettiğimiz gönlün görme
kapasitesi. Yakub’un Yusuf’un kokusunu aldığı yer, o yer. Mecnunun, Leylanın
kokusunu aldığı yer o yer. İşte o yer. Görür duyar, işitir, sızlar, acı çeker,
sever, özler, yanar. Ona Kur’an kalp diyor. Yani bütün bir iç dünya. İnsanı
insan eden iç potansiyel, insanın görünmez boyutu. Bakanlar değil, görenlerden
söz ediliyor burada. Yine çiftler devam ediyor.
21-) Ve lezzıllu ve lel harur;
Zıll (Esmâ kuvveleri gölgesi şuur)
ile harur (yakan sıcak bedenler) de! (A.Hulusi)
21 - Ne
de zıll ile harûr. (Elmalı)
Ve lezzıllu ve lel harur dahası, ne
serinletici gölge ile kavurucu sıcaklıklar.
22-) Ve ma yesteviyl ahyâu ve lel emvat*
innAllâhe yüsmi'u men yeşa'* ve ma ente Bi müsmi'ın men fiyl kubur;
Diriler
(hakikat ilmi)
ile ölüler (kendini vefat edince yok olacak
sanan bedenliler) de bir olmaz! Muhakkak ki
Allâh dilediğine işittirir... Sen, kabirlerin içindeki (kozalarının - beyinlerinin içindeki dünyalarında yaşayıp
kendini bununla kilitlemiş) kimselere
işittirme işlevine sahip değilsin! (A.Hulusi)
22 - Ölüler
de müsavi olmaz diriler de, gerçi Allah her dilediğine işittirirse de sen
kabirlerdekine işittirecek değilsin. (Elmalı)
Ve ma yesteviyl ahyâu ve lel emvat
ne de (manen) dirilerle ölüler bir olur.
Manen dedim hayat ölüm tasavvuru
da tıpkı gören görmeyen tasavvuru gibi manevidir. Yaşamak ne ölmek ne? Kur’an a
sorarsanız bir çoğumuzun cevapladığı gibi cevaplamıyor bunu. Sizin yaşıyor diye
baktığınıza Kur’an ölü diye bakabiliyor. Çünkü Kur’an a göre yaşamanın ölçüsü
organizma değil, yaşamanın ölçüsü soluk alıp vermek değil, yaşamanın ölçüsü
fiziki boyutunuzun çalışıyor olması değil.
Yaşamanın ölçüsü metafizik
boyutunuzun, fizik ötesi boyutunuzun, iç dünyanızın, insanı insan eden tarafın
çalışıyor olup olmaması, yaşıyor olup olmaması. Onun içinde taş gibi kalplerden
söz eder Kur’an, taştan daha katı kalplerden. Mühürlenmiş gönüllerden söz eder
Kur’an. Ya da bizim ölü dediklerimizin yaşadığından söz eder. Fakat onların
yaşadığı hayatı bizim bilmediğimizden söz eder. İşte burada da olan bu,
söylenen bu. Manen ölmüş olanlar, ya da yaşayanlar.
Bu meyanda aklıma gelen bir çok
örnek var. Amir Bin Füheyre Bir’i Maune de tuzağa düşürülüp şehit edilen 40 ya
da 70 kişilik kafilenin başındaydı. Onu öldüren katil Cebbar anlatıyor. “Onu
ben öldürdüm” diyor. Öldürürken şöyle dedi legat füztû vallahi. Vallahi işte
şimdi kazandım.” Ve Cebbar soruyor; Ben öldürenim o ölen nasıl o kazanıyor?
Nasıl o kazanmış oluyor.
Cebbara göre müşrik tasavvura
göre kendisi kazandı. Çünkü onun tasavvurunda hayat tek, hayatın bir tek
mertebesi var o da bu. Ama Amir onun baktığı yerden bakmıyor. Amirin
tasavvurunda hayatın mertebeleri çok ve hayatın bu mertebesi en küçük ve en
düşük mertebesi. Onun için hayatın yüksek mertebesini kazandığını söylüyor o.
Fakat karşısında ki onu anlamıyor. Kur’an ın inşa ettiği bir tasavvur işte
hayata böyle bakıyor, farklı bakıyor. Herkesin ölüm dediğine o hayat diyor.
herkesin diri dediğine o ölü diyor.
innAllâhe yüsmi'u men yeşa' şu kesin
ki Allah dilediğine işittirir. ve ma ente Bi müsmi'ın men fiyl kubur fakat sen
mezardakilere asla işittiremezsin. Yani açılımı mezara girmiş gibi ölü olan
kimselere, manen ölmüş olan kimselere asla işittiremezsin. Burada ki tabii ki
bir mecazdır, manen ölmüş olanlar kastedilmektedir.
23-) İn ente illâ neziyr;
Sen
kesinlikle yalnızca uyarıcısın! (A.Hulusi)
23 - Sen
sade bir nezîrsin. (Elmalı)
İn ente illâ neziyr sen sadece ve
sadece bir uyarıcısın. Doğrudan hitap Resulallah’a döndü ve eğer hidayet senin
elinde olsaydı tamamdı. İstediğini hidayete erdirirdin. Fakat böyle değil. Yani
hidayet tek taraflı bir şey değil demek bu. Bu ayetin söylediği şey bu. Hidayet
sadece hidayet verenin katıldığı bir şey değil, hidayetinin muhatabının da
katıldığı bir şey. Çift taraflı bir şey, enteraktif bir şey, hidayete layık
olacak ki hidayete ulaşsın. Kendisi isteyecek ki ona hidayet verilsin. Kapıyı
vuracak ki kapı açılsın. Talep edecek ki kavuşabilsin. Yürüyecek ki varabilsin.
Hidayet işte böylesine çift
taraflı bir şey. Eğer böyle olmasaydı Peygamber Nuh, kafir oğlu Kenan için
hidayet verici olurdu. Eğer böyle olmasaydı Peygamber İbrahim putperest
babasına hidayet iletirdi, verirdi. Eğer böyle olmasaydı Peygamber Lût eşine ve
kızlarına hidayet verirdi. Onları hidayete ulaştırırdı. Hidayet öncelikle
insanın iradesiyle talebine bağlı. Öncelikle insanın duasına bağlı, yönelişine
bağlı, tercihine bağlı. Yani hiçbir hidayet muhatabının iradesini yok saymaz,
atlamaz, görmezden gelmez.
24-) İnna erselnake Bil Hakkı beşiyran ve
neziyra* ve in min ümmetin illâ halâ fiyha neziyr;
Muhakkak
ki biz seni Hak olarak irsâl ettik, müjdeci ve uyarıcı! Hiçbir ümmet yoktur ki
onun içinde bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın. (A.Hulusi)
24 - Muhakkak
ki seni Hakk ile hem bir Beşîr hem bir nezîr gönderdik, hiç bir ümmet de yoktur
ki içlerinde bir nezîr geçmiş olmasın. (Elmalı)
İnna erselnake Bil Hakkı beşiyran ve neziyra
şüphe yok ki seni, hakikate sadık bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. ve in min ümmetin
illâ halâ fiyha neziyr zira hiçbir ümmet yoktur ki illâ halâ fiyha neziyr içlerinden bir
uyarıcı çıkmamış olsun.
Her ümmete bir peygamber. Aslında
Kur’an ın değişik yerlerinde bu konuda bilgiye rastlıyoruz. …ve likülli kavmin had.
(Ra’d/7) her toplumun bir yol göstericisi vardır buyurur. Bu sadece
peygamberlikle dar anlamda sınırlı değil. peygamberlerden sonra da risalet
mirasını nesil nesil taşıyan onların varisleri, yani alimler, davetçiler de
belki bu kapsama girerler. Hicr/10, Nahl/36., Şu’ara/208. ayeti gibi bir çok
ayet bu konuda bu ilkeyi dile getirir.
Risaleti
ulaştırmak, aslında risaletin kendilerine iletildiği insanların risalete olan
teşekkür borcudur. Hidayet sadece muhatabını hidayete ulaştırmakla, ya da
muhatabında nakes bulmakla, yankı bulmakla yetinmez. Hidayete ulaşmış olmak o
hidayeti başkalarıyla paylaşmayı gerektirir. Yani size nasıl taşındıysa sizin
de başkalarına taşıyarak şükrünü eda etmeniz gerekir. O nedenle;
…ve uhıye ileyye hazel Kur'anu liünziraküm
Bihi ve men belağa. (En’am/19)buyrulur. Bana bu Kur’an sizi ve onun
ulaştığı kimseleri uyarmam için gönderildim. Burada 1. cümle açık ve biliyoruz.
Ama özellikle 2. cümlecik yani onun ulaştığı kimseleri de ki ve men beleğa,
onun ulaştığı kimseler. O kendi kendine mi ulaşıyor. Birilerinin onu ulaştırmak
için çaba göstermesi gerekmiyor mu. Eğer gerekmiyorsa o zaman bu surenin
ileriki ayetlerinde gelecek olan vahyi biz emanet ettik, miras bıraktık. O yeti
nasıl anlayalım? Ki;
Sümme evresnel Kitabelleziynastafeyna min
'ıbadiNA (32) aynen böyle diyor.
Bu ilahi kelamı tebliğ işini kullarımızdan seçtiklerimize bıraktık, miras
bıraktık. Bir şey miras kalıyorsa o mirasa sadakat gerekiyor. Vahyin miras
bırakıldığı kimseler bu ümmet değil mi?
Ayet açık, Resulallah’ın
vefatıyla risalet mirası kolektif bir mirasa dönüştü. Eğer o mirasa sadakatten
söz edersek, ihanetten de söz etmemiz lazım. Zaten ayetin devamı ondan söz
ediyor. Ve insanları üçe ayırıyor. Risalete karşı aldıkları tavra göre
insanları üçe bölüyor. Yani ilahi vahyin muhatabı olan ümmeti, ümmeti Muhammedi
özelde üçe ayırıyor; Vahye ihanet edenler, ortalama bir yol tutturanlar ve
vahyi taşımada öncülük edenler.
Ayet gelecek, o zaman bunun ne anlamı olur? İşte bu ayeti
tefsir ederken mutlaka 32. ayete atıf yapmak ve onunla birlikte düşünmek
durumundayız.
25-) Ve in yükezzibuke fekad kezzebelleziyne
min kablihim* caethüm Rusulühüm Bil beyyinati ve Bizzuburi ve Bil Kitabil
müniyr;
Eğer
seni yalanlıyorlarsa, gerçekten onlardan öncekiler de yalanlanmıştı. Rasûlleri
onlara apaçık deliller, zübur (hikmet bilgileri) ve aydınlatıcı bilgiler olarak gelmişti. (A.Hulusi)
25 - Seni
tekzip ediyorlarsa bunlardan evvelkiler de tekzip etmişlerdi, onlara
Peygamberleri beyyinelerle, suhuflarla ve nurlu kitab ile gelmişlerdi. (Elmalı)
Ve in yükezzibuke fekad kezzebelleziyne min
kablihim eğer seni yalanlıyorlarsa unutma ki senden öncekiler de
yalanlamışlardı.
caethüm Rusulühüm Bil beyyinati ve Bizzuburi ve Bil Kitabil müniyr
oysa ki elçileri onlara hakikatin apaçık
delilleri ile birlikte gelmişler, hikmet yüklü sayfalarla, aydınlatıcı vahiy
ile gelmişlerdi.
26-) Sümme ehaztülleziyne keferu fekeyfe kâne
nekiyr;
Sonra o
hakikat bilgisini inkâr edenleri yakaladım... Benim Nekiyr'im (beni inkâr sonucu cezam)
nasıl oldu! (A.Hulusi)
26 - Sonra
ben o küfredenleri tuttum alıverdim, o vakit inkârım nasıl oldu? (Elmalı)
Sümme ehaztülleziyne keferu en
sonunda inkarda ısrar edenleri yakaladım, enseledim, tabir caizse kıskıvrak
enseledim. fekeyfe
kâne nekiyr görsünler bakalım inkar nasıl olurmuş. Tanımamazlık
nasıl olurmuş görsünler. Yani felaket sizin Allah’ı tanımamanız değil, asıl
felaket Allah’ın sizi tanımaması. Felaket sizin Allah’ı inkarınız değil, asıl
felaket Allah’ın sizi inkarı. Allah sizi tanımazdan gelirse, görmezden gelirse,
göz ardı ederse işte felaket o, işte kıyamet o. İşte en büyük azap ve gazap o.
Onun için tehdit cümlesi ile bitiyor. Görsünler bakalım inkar nasıl olurmuş.
Devam ediyor B sayfasına geçiniz.
137. videoyu toplu olarak BURADA
bulabilirsiniz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder