a sayfasından devam
3-) Ve ma yüdriyke le'allehu yezzekkâ;
Ne bilirsin, belki o arınacak! (A. Hulusi)
03 - Ne bilirsin o belki temizlenecek. (Elmalı)
Ve ma yüdriyke le'allehu yezzekkâ (sana gelince ey
peygamber. -Parantez içinde böyle bir giriş cümlesi tasavvur edebiliriz- sana
gelince ey peygamber) nerden biliyorsun, ve ma yüdriyke, nerden
biliyorsun le’allehu yezzekkâ hadi o sana gelen âma arınacak idiyse.
Burada bir uyarı açık. Peki başında ki iki ayet olmadan doğrudan bu
uyarıyla başlaması bir problem oluşturur mu? Bizce oluşturmaz. Çünkü gerekçesi
biraz sonra zaten önümüze sürülecek. Şöyle bir manzara tasvir edelim; Allah
resulüne müşriklerin kodamanlarından birkaç kişi yönelmiş geliyorlar. O anda eş
zamanlı olarak bir de gariban bir mü’min geliyor. Üstelik gözleri görmüyor.
Gariban mü’minin geldiğini gören müşrik kodamanlar yüzlerini ekşitiyorlar,
hoşlanmıyorlar, manzaradan hoşlanmıyorlar, onunla aynı kareye girmekten
hoşlanmıyorlar. Allah resulü de onların bu tavırlarından rahatsız oluyor. Ama
rahatsız olması âmanın geldiği için.
Neden? Çünkü onlar belki de bu vesileyle imana girecekler, belki Allah
resulünü ender dinleme moduna girmişler, burada bu fırsat kaçacak bu adamlar da
küfür belasından kurtulamayacaklar diye Allah resulü telaş ediyor. Ve Allah
resulünün de hoşuna gitmiyor. Âmanın o anda gelip, belki eş zamanlı gelip bu
olayın böyle gerçekleşmiş olması.
İşte Allah resulü bunun için uyarılıyor. Allah resulü âmadan yüz
çevirmiş, ondan uzaklaşmış ki tevella yüz çevirip uzaklaşmak demek. Yani sadece
yüz çevirmek değil, yüz çevirmek mecazdır. Uzaklaşmak. Allah resulü uzaklaşmaz.
Allah resulü böyle bir şey yapmaz. Dolayısıyla uzaklaşan onlar. Yüzünü ekşiten
onlar, ama Allah resulü onların uzaklaşmasına üzülüyor ve bu sefer Âmanın
gelişini isabetsiz buluyor, zamansız buluyor. İşte ona bir cevap ona bir uyarı
olarak geliyor bu ayetler.
[Ek bilgi; Sûrenin nüzul sebebiyle alâkalı din
konusunda söz söyleme hakkına sahip olan seleflerimizden müfessir ve
muhaddisler bu sûrenin bir hadise üzerine geldiğini söyleyerek bize şu olayı
naklederler:
Bir defasında Allah’ın
Resûlü Mekke’nin kalburüstü insanlarını, eşrafı, Mekke’de büyük kabul
edilenleri büyük kabul ederek onları huzuruna almış din anlatıyor, tebliğde
bulunuyordu. Kureyş’in aristokratlarını ikna edip Allah’ın dinine
kazandırabilmek için olağanüstü çaba sarf ediyor, deliller getirmeye
çalışıyordu. Onların dine kazandırılmasıyla toplumda dinin yayılmasının
hızlanacağı, onların inanmalarının İslâm’a izzet kazandıracağı ümidiyle
Allah’ın Resûlü tüm dikkatini, tüm himmetini teksif etmiş, bütün gücüyle onlara
yönelmiş, onlara din anlatırken birdenbire iki gözü âmâ olan, gözleri görmediği
için de düşe kalka, güçlükle oraya kadar ulaşan İbni Ümmü Mektum çıkagelir ve:
“Ey Allah’ın Resûlü! Bana hidâyet yolunu göster! Ben Müslüman olmak istiyorum!”
der.
Bu konuda farklı rivâyetler var. Kimileri de bu zatın daha önceden
Müslüman olduğunu ve anlayamadığı bir âyetin mânâsını sorduğunu veya “ey
Allah’ın Resûlü! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğretir misin?” diyerek
geldiğini söylerler.
Ya Müslüman olmak için, yahut da Müslümanlığını güzelleştirmek için
gelip ResulAllah’tan bilgi ister. Âma olup çevresini göremediği için,
yani o ortamda Rasulullah efendimizin kendilerini Allah’ın dinine kazandırmak
üzere uğraşıp dil döktüğü Mekke aristokrat grubun farkında olmadığı için veya
ResulAllah’ın o andaki meşguliyetinden dolayı bu talebini birkaç kez
tekrarlar.
O anda kendince bu müdürdür, bu genel müdürdür, bu amirdir, bu
büyüktür, bu reistir, bu liderdir, bu elit tabakadır, bu aristokrattır diye
müşriklerin ele başlarını ikna derdiyle kalbi ve kafası dopdolu olan ve onun bu
tavrından dolayı çevresindekilerin ürkmesinden endişelenen Allah’ın Resûlü:
“Şimdi bunun sırası mıydı ey Ümmü Mektum?” dercesine onun bu
davranışı-nı münasebetsizlik kabul ederek, onun talebini cevapsız bırakarak
ısrarla ötekilere yönelişini sürdürür. Zira reislerin, güçlülerin, kalburüstü
insanların dine girmesi için çırpınıyordu o anda. İşte Allah’ın Resûlü bu âma
kişiyi cevapsız bırakıp ötekilere din anlatmaya devam edince bu sûre nazil
olur.
Bir tarafta reisler var,
öbür tarafta kör bir adam. Bir tarafta toplumun üstün kabul ettiği, toplumun
değer verdiği aristokratlar, beri ta-rafta toplumda hiçbir değeri olmayan,
hiçbir statüsü bulunmayan bir âmâ.
Gerçi Rasulullah efendimizin mâzeretleri vardı. Bir kere Allah’ın
Resûlü bilmiyordu. Onların bu âmâya tercih edilip edilmeyeceğini bilmiyordu.
Daha önce bu konuda kendisine bir uyarı gelmemişti. Nitekim bu uyarıdan sonra
Allah’ın Resûlü asla böyle bir davranışta bulunmadı. Hayatının sonuna kadar bu
uyarıdan sonra Rasulullah efendimiz hiçbir fakirin yüzüne surat asmadı, hiçbir
kimseye zenginliğinden ötürü özel alâka göstermedi.
Bir de şöyle bir mâzereti vardı ResulAllah’ın. Ümmü Mektum
ResulAllah’ın akrabasıydı. Her an onun görüşüp konuşma imkânına sahipti. Yani
daha sonra da gelip görüşebilirdi ResulAllah’la. Başka zaman da sorabilirdi
soracaklarını.
Ama yine de Allah Resûlü’nün bu davranışında cahiliyyenin değer
yargıları vardı. Bunu, Rabbimizin bu sûresindeki tavrından, peygamberini bundan
dolayı kınamasından anlıyoruz. (Besâiru-l
Kur’an – Ali Küçük)]
[Ek bilgi 2; Bazı tefsirlerde, Efendimiz’in bu
hadiseden sonra İbn Ümmi Mektum’u gördüğünde ona ikramlarda bulunarak ‘merhaba
ey Rabbimin beni kendisi sebebiyle itab ettiği kişi’ dediğine de yer verilir.
(Mesela bkz.: Kurtubî, XIX, 138; Beyzavî, IV, 523.)..
…Yapılan İzahlar Işığında Uygun Bulduğumuz Meâl;
1-2. (Ey Nebi, sen de gördün ki), o (kibirli adam), yanına a’mâ (biri) geldi diye rahatsız olup surat astı ve (sonra) sırtını dönüp gitti. (Prof. Dr. Yener Öztürk]
1-2. (Ey Nebi, sen de gördün ki), o (kibirli adam), yanına a’mâ (biri) geldi diye rahatsız olup surat astı ve (sonra) sırtını dönüp gitti. (Prof. Dr. Yener Öztürk]
4-) Ev yezzekkeru fetenfe'ahüzzikra;
Yahut hatırlatılanı düşünecek de böylece o zikra (hatırlatma)
kendisine fayda verecek! (A. Hulusi)
04 - Veya öğüt belleyecek de o öğüt kendine fâide
verecek. (Elmalı)
Ev yezzekkeru fetenfe'ahüzzikra ya da senin öğüdün
ona verecek, o da öğüt alacak idiyse. Hadi böyle olacak idiyse. Yani sen
isabetsiz buldun, âmanın gelişini zamansız buldun, onun gelişini hoş görmedin.
Yani keşke gelmeseydi de şu müşrik reislerine İslam’ı tebliğ etseydim dedin
içinden. Fakat hangisinin öğüt alacağını ne biliyorsun? Kimin öğüt alacağını ne
biliyorsun, bilmiyorsun ki. Ama Allah biliyor. Allah kalpleri görüyor. Sen
kalpleri görmüyorsun ama Allah görüyor. Dolayısıyla olanda hayır vardır. Yani
onlar yüz çevirip çekip gittilerse, aslında öğüt almaya gelmediler de ondan
gittiler. Onun için sen âmaya yönel, sen öğüt alacak olana yönel. Sen öğüdün
fayda vereceği kimseye yönel. Onlar zaten öğüt almayacaklardı, yani onlar için
üzülmene değmez. Onlar için kendini yıpratmana değmez.
Lealleke bahı'un nefseke ella yekûnu mu'miniyn. (Şuârâ/3) mü’min
olmuyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin diyordu ya Kur’an. Yani onlar
üzülmeye değmeyen adamlar. Sen şu gözleri görmeyen, şu yoksul, şu kabilesi
meşhur olmayan adam var ya ona bak. Aslında biz burada ki hikmeti ileriki
yıllarda, Medine de nübüvvet iktidarının kurulduğu ve peygamber devletinin neşv
ü nema bulduğu Medine de görüyoruz. Bu âma zat Allah resulünün seferleri
sırasında tam 12 kez Allah resulünün yerine Medine valisi olarak vekalet
ediyor. Demek ki gelecek için bir vali adayı, bir Allah resulünün yerine Medine
ye, İslam devletinin başkentine vekalet edecek bir devlet başkanı vekili,
yetiştiriliyor aslında.
Rabbimizin baktığı yerden bakınca ne farklı görünüyor. Onun için ilk
görünen şeye hükmetmemek lazım kimin geleceğinin ne olduğunu Allah bilir. Demek
ki rabbimiz daha o günden Allah resulüne bu zatın madenini gösteriyordu, cins
madenini.
Bu ayete şöyle bir mana da verebiliriz; Ev
yezzekkeru fetenfe'ahüzzikra veya alacağı öğüdün kendisine yarar sağlayacağını.
Yani sen öğüt vereceksin bu bir unsur. Verdiğin öğütte kendisine yarar
sağlayacak. Demek ki öğüdün iki boyutu var. 1.- öğüt vermek, 2 – Öğüt almak.
Yani öğüt veren peygamber de olsa öğüt alan almadıktan sonra o öğüdün hiçbir
yararı olmaz. Burada söylenen bu. Demek ki öğüt almak için iradeyi kullanmak ve
öğüt alacak bir irade sergilemek lazım. Yani öğüt veren dünyanın alemlere
rahmet olan insanı da olsa, öğüt alan almadıktan sonra kimse öğüt veremez.
Evet, öğüt almayana kimse öğüt veremez. Onun içinde öğüt almayan cezayı hak
eder. Öğüt almayanın mazereti yoktur. İşte burada söylenmek istenen hakikatte
budur.
Burada tercihimiz yudriy fiilinin birike zamiri, diğeri müteakip iki
cümle olan iki mefulüyle birlikte tek bir cümle gibi okunması esasına dayanır.
Sen sadece öğüt verirsin. Yani ilk iki ayetin muhataplarının farklı 3. ve
devamında ki ayetlerin muhatabının da farklı. İlk iki ayetinin muhatabının
müşrik reisleri, daha sonraki ayetlerin muhatabının da Allah resulü olduğuna
dair okuma tercihimizin gerekçesi de yüdriy fiilinin iki mef’ul alır, Hatta
bazen üç mef’ul alır bu fiil. Dolayısıyla iki mef’ulünün birin ke zamiri,
diğerinin de müteakip iki cümle oluşuna dayanmaktadır.
Bu ayetlerde kalpleri sen okuyamazsın vurgusu da var. Zaten efendimiz
bunu itiraf ediyor. Diyor ki Lem ab as em eşukka alâ kulubinnas ben
insanların kalplerini açıp bakmak için gönderilmedim. Yine bir savaş sırasında
son anda tevhid kelimesini söyleyen ama öldürülmekten kurtulamayan bir müşrik
üzerine; sen demek rabbim Allah’tır diyen birini mi öldürdün ey Usame diye
Üsame Bin Zeyd i şiddetle uyarması ve o kadar uyarması ki Hz. Üsame nin keşke
bu günden sonra Müslüman olsaydım diyecek kadar yerin altına geçmesi, utanması
hadisesinde biz bunu görüyoruz. Üsame dönmüş ve demişti ki;
- Ama Ya ResulAllah o kendini kurtarmak için öyle söyledi. La ilahe
illallah dedi. Efendimiz ona dönüp kalbini açıp baktın mı buyurmuştu. Hel
şakakte kalbeh; kalbini, yarıp baktın mı?
Ne güzel bir uyarı, hepimiz için. Yani kalbini yarıp bakmadık, kalbini
yarıp bakmış gibi muamele edemeyiz. İnsanların kalplerinden geçeni okuma
iddiasında olamayız. Biz zahirle amel ederiz. Biz beyana itibar ederiz. Biz
insanın özünde güvenli olduğuna inanırız. Kalbini Allah’a havale ederiz. Eğer
kandırmaya çalışıyorsa kendini kandırıyordur. Eğer nifaka sapıyorsa o Allah’a
ayandır. Allah’ı kimse aldatamaz, kandıramaz. Biz beyana itibar ederiz. Onun
içindir ki Allah resulü münafıkların beyanına itibar edip onları İslam
toplumunun dışına çıkarmadı vefat edinceye kadar. bildiklerine dahi bunu
yapmadı. İşte burada verilen bir başka öğütte bu.
Yine bir başka öğüt daha var. 3. bir nokta seçkinciliği ret, elitizmi
reddediyor bu ayetler. Yani toplumun en akıllılarını, en zenginlerini, en
varlıklılarını, en yakışıklılarını alalım, gerisi döküntü. Biz toplumu
yönetenlere yönelelim, veya toplumun kaymak tabakasına yönelelim, onları
gözümüze kestirelim gerisi nasıl olsa süprüntüdür. Bu elitist bir yaklaşımdır.
Bu elitizmdir, seçkinciliktir ve Kur’an bunu reddediyor.
Haddi zatında toplumun zayıfları, ezilenleri, mustazafları, ezilmişleri
İslam’ın doğal müttefikleridir. Tarih boyunca böyle olmuştur. Tüm
peygamberlerin getirdiği ilahi davete ilk uyan toplumun ezilen kesimleri olmuş.
onun içinde çağlar üstü doğruların ortak adı olan İslâm’ın doğal müttefiki hep
ezilenler olmuştur. Aksine o çok hürmet edilen, kendisine öncelik tanınan
toplumun kodamanları en son gelenler olmuş ve gelirken de kendi hislerini kendi
kirlerini de paslarını da beraberlerinde getirmişlerdir. Onlar tulâka olmuştur
Allah resulünün ifadesi ile Mekke nin fethi günü. Yani salıverilmişlerden
olmuşlardır. Asla gönülden teslim olmamışlardır. Gönülden teslim olanları
çıkmışsa da çoğunluğu hep sureta, teslim olmak zorunda kalmışlardır.
İşte bu ayetlerin bize verdiği ders sosyolojik olarak toplumu sınıflara
bölen bir zihniyeti redir. Toplumun içerisinde öğüt alabilen kim varsa bizim
için saygıya değer olan öncelikli olan o olmalıdır. Yani burada ey Müslüman’lar
Allah rızası için iş yaptığını söyleyenler, Allah yolunda çalıştığını iddia
edenler zengin sevmeyin. Yani zengin sever olmayın.
Zenginden nefret edin değil Allah’a yakın olmanın paranın varlığıyla
yokluğuyla alakası yok. Zengin de Allah’a yakın olabilir. Fakir fakir olduğu
için Allah’tan uzak yada yakın olmaz. Zengin de zengin olduğu için Allah’tan
uzak ya da yakın olmaz. Herkes takvasıyla uzak yada yakın olur. Burada servetin
belirleyici olması istenmiyor. Şöhretin belirleyici olması istenmiyor, fiziğin
belirleyici olması istenmiyor. Statünün belirleyici olması istenmiyor. Konumun
belirleyici olması istenmiyor. Yani insanlara değer biçerken, insanlara
dışlarıyla konumlarıyla, statüleriyle değil, Allah’ın yarattığı bir değer,
Allah’ın yarattığı bir unsur, Allah’ın yarattığı şerefli bir varlık olarak
saygı duyun, değer verin, cebinden değer vermeyin, kesesinden bakarak değer
vermeyin. Menfaatinizden bakarak değer vermeyin. Yani yağlı bir av görmüş tilki
gibi bakmayın insanlara. İnsanlara bakarken Allah’ın gör dediği yerden bakın
öğüdü var burada.
5-) Emma menistağnâ;
Kendini mustağni görene gelince... (A. Hulusi)
05 - Amma istiğnâ edene gelince. (Elmalı)
Emma menistağnâ bizim okuyuşumuza göre ve ikinci
ayetlerin muhatabına yeniden döndü pasaj, ve dedi ki; Emma menistağnâ amma şu müstağni kimseye gelince.
Kendi kendine yettiğini zannedene gelince. İstiğna bu. Ğaniy görmek kendisini.
Kendisini kendisine yeter zannetmek.Neden zannettiğinde diye çevirdim, çünkü
kendi kendine yetmez insan. İnsanoğlu kendi kendisine yettiğini zanneder ama
yetmez. Bakın insanoğlu bu manada
başkasına muhtaç olma anlamında diğer canlılardan daha zayıftır. Bir inek
yavrusu doğar doğmaz yürür de, bir insan yavrusunu yürütmek için aylar, hatta
bir yılı aşkın bir zaman boyunca kucakta gezdirmek lazım. Annesine muhtaçtır,
bakıcısına muhtaçtır, çevreye muhtaçtır, babaya muhtaçtır. İnsan hep muhtaçtır.
Ama kendi kendine yettiğini zanneden, hele bu zan ile Allah’a posta koymaya
kalkışan bir tipi düşünün. Bu ayet, ‘abese/5. ayeti işte o tipi getiriyor
gözümüzün önüne.
Şirk nedir diye sorsanız tarifim şudur; Şirk insanın kendi kendisine
yettiğini zannetmesidir.
6-) Feente lehu tesaddâ;
Sen ona ilgi gösteriyorsun! (A. Hulusi)
06 - Sen onun sedâsına özeniyorsun. (Elmalı)
Feente lehu tesaddâ sen bütün ilgini
ona yönelttin, ona döndün. Yani kendi kendisine yettiğini zannedene yöneldin,
ona döndün, fakat âmaya yöneltmedin. Bu yakışmadı diyor yani. Bu sana
yakışmadı. Bunu ey nebim, ey resulüm, ey elçim. Bunu sana yakıştıramadım.
Nebiye bir uyarı tabii ki.
7-) Ve ma 'aleyke ella yezzekkâ;
Onun arınmamasından sana ne! (A. Hulusi)
07 - Onun temizlenmemesinden sana ne? (Elmalı)
Ve ma 'aleyke ella yezzekkâ ama onun, berikinin
arınmamasının sorumlusu sen değilsin ki. Ve ma
'aleyke ella yezzekkâ yani o kodamanın, o varlıklı müşriğin akıllanmamasının,
arınmamasının, temizlenmemesinin ki; tezekki burada çok önemli bir anahtar
kelime tezekki. Ella yezzekka. Arınmamasının sorumluluğundan sana ne.
Yani sen sorumlu değilsin, seni Allah sorumlu tutmaz. Sen öğüt verirsin, o öğüt
alır veya almaz. Almazsa bunun hesabını Allah sana sormaz ki Onun hesabını
Allah ona sorar.
Ama bu kelime gerçekten anahtar bir kelime ve bu kelime aynı zamanda
öğüt verip, verdiğiniz öğüdün karşılığını almanız. Veyahut ta birinin sizi
arındırıp sizi arındırana müspet cevap vererek sizinde arınmanız manasına
gelir. Tezekki: kelime olarak, kip olarak bu manaya gelir. Onun için Yetezekka
dır aslı mutavaat içindir bu kelime. Mutavaat yani dönüşlü bir fiil. Ne demek?
Siz etki yapacaksınız etkinize tepki alacaksınız. Siz arındıracaksınız,
arındırmaya çalıştığınız insan da arınacak.
Buradan yola çıkarak kelimenin mutavaat kipinden yola çıkarak
vardığımız sonuç tezekki; nefis teskiyesi dediğimiz tezekki sadece tek taraflı
bir işlem değildir. Yani kendinizi ölü yıkayıcı elinde ölü gibi hissederek
tezekkiye eremezsiniz, tezkiyeye eremezsiniz. Tezekki yapamazsınız. Çünkü
mutavaat içindir. Biri sizi yıkayacak, ama siz de yıkanacaksınız. Biri sizi
arıtmaya kalkacak ama siz de arınacaksınız. Yani iradeniz mutlaka işin içinde
olacak. İradeniz işin içinde olmazsa, mürit olmazsanız, irade etmezseniz,
iradenizi kullanmazsanız sizi yıkayanın dünyanın en iyi yıkayıcısı olması, en
iyi deterjanlarıyla yıkaması hiçbir işe yaramaz.
İşte aslında kelimenin kökü, yezzekka kelimesi ki
aslı yetezekka dır, Mutavaat için bu kipten olması bize sadece temizleyenin iyi
olması yetmez, temizlenenin de bu iradeyi sergilemesi lazım manasını verir.
Yani gönüllü olacak temizlenmeye. Vahiy temizleyicidir, gerçekten
temizleyicidir.
(Kul) innema ene beşerun mislüküm yuha ileyye ennema ilâhuküm
ilâhün Vahid. (Fussilet/6) Allah resulü ben de sizin gibi bir
insanım demesi emr olunuyordu. Yani ne var ki bana vahy olunuyor, ben de sizin
gibi bir insanım. Demek ki Allah Resulü istediğini temizleyemiyor, onun istemesi
yetmiyor ya da. Kur’an da Ebu Talip hakkında indirildiği ifade buyrulan o ayeti
hatırlayalım;
İnneke lâ tehdiy men ahbebte ve lakinnAllâhe yehdiy men
yeşa. (Kasas/56) sen sevdiğini doğru yola iletemezsin, hidayete
iletemezsin. Fakat Allah dilerse onu hidayete eriştirir. Allah’ın dilemesi
içinde kendinin dilemesi lazım. Kendinin dilemesi olmazsa Allah dilemez. Evet,
Ve kulil Hakku min Rabbiküm... De ki Hakk
rabbinizden açıkça ortaya çıkmıştır. Hakikat femen şâe
felyu'min ve men şâe felyekfür. (Kehf/29)artık dileyen iman
etsin, dileyen küfretsin. Bu ve buna benzer bir çok ayetin de gösterdiği gibi,
önce dilemek lazım ki Allah’ta dilesin. Allah’ın verdiği iradeyi hidayet
istikametin de kullanmayanın hidayetini dilemez Allah. Allah dilememizi
istemeseydi, dilemeyi vermezdi, iradeyi vermezdi.
Devam ediyor c sayfasına geçiniz.
‘Abese suresin i toplu olarak BURADA
bulabilirsiniz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder