Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin
ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ecmaiyn. Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr,
Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr.
Rabbim hayırla başlat, hayırla
tamamlat. Rabbim bize kolay getir bize güç kılma amin.
Değerli Kur’an dostları bugün dersimize
çağ açıp çağ kapatan Kur’an vahyinin gerçek manada çağ açıp çağ kapatan,
insanlığın son çevriminde ki ebedi risaletin adı olan Kur’an vahyinin ilk inen
ayetlerinin yer aldığı ‘Alâk suresini işleyeceğiz.
Vahiy; Allah insanla konuşmaya
başladığında başladı. Vahiy bir gök sofrasıydı insanlığın ruhlarının önüne
rabbimiz tarafından serildi acıkan ruhlar doysun diye, insan yolunu bulsun
diye, kâinatın göz bebeğine çöp batmasın, kâinatın göz bebeği kör olmasın diye.
İnsan yer yüzünde ki hilafet sorumluluğunu bi hakkın ifa etsin, kalfalık
görevini hakkıyla yapsın diye. Zira insan ilahi rehberlik olmaksızın yolunu
şaşırırdı. Eğer insan Allah’ın rehberliğini aldığınızda akıllı vahşiye dönerdi.
En tehlikeli vahşi akıllı vahşi idi. Onun için rabbimiz insana ruhu üflediğinde
ruh ile beraber fıtratı ve aklı verdi ve melekleri bu fıtrat ve akıl önünde
yere kapanmaya davet etti. Hizmetine, emrine amade olmaya davet etti.
Aslında meleklerin yere kapandığı
şey insanın cesedi değildi, insanın ölümlü tarafı değildi. Yani beşer değildi ve nefahtü
fiyhi min RuhİY feka'u lehu sacidiyn. (Hicr/29) ne zaman ki ruhundan
üfledim ona, işte o zaman o anda yere kapanın, secdeye kapanın emri, aslında
secde edilenin beşer değil üflenen ruh, o ruh ile verilen akıl ve irade
olduğunu ve secdenin de yer yüzü meleklerinin insanın emrine amade kılınması
demeye geldiğini anlıyoruz.
İşte bu mana da vahiy insanlıkla
yaşıttır. İlk insan, ilk vahiy. Hatta eğer kainatı “Kün” emri ile başlayan
varlığı, oluşu dikkate alacaksak vahiy ilk olandır. Önce söz vardı diyen
Yohanna incili doğru söylüyor. Hakikaten önce söz vardı. Eğer Allah bir şeyi
yaratmayı murat ediyorsa en yekule lehu kün feyekûn.
(Yasin/82) ona ol demesi yeterdi, o da oluş sürecine girer ve olmayı devam
ettirirdi. Dolayısıyla vahiy aslında varlığın ilk halkasıydı. Ama biz burada
vahiy ile bilincin inşasını, ilahi rehberliği anladığımız için insana olan
vahyi dile getiriyoruz. Vahyin tarihinin insanlıkla yaşıt olduğunu söyledik.
İnsanlığın son çevrimi vahyin de zirvesini teşkil etti. Vahyin zirvesi Kur’an
vahyi idi, peygamberlerin zirvesi Abdullah İbn. Muhammed A.S. a, vahiylerin
zirvesi Kur’an Hira mağarasında bir Ramazan gecesinde, bir Ramazan’ın pazartesi
gününe denk gelen bir gecesinde inmeye başladı.
Abdullah
oğlu Muhammed bir çöl kasabası olan ve etrafı lav kayalıklarıyla çevrili, ot
bitmeyen, ırmağı olmayan, suyu olmayan, ormanı olmayan, ziraata elverişli
olmayan, hayvancılığa elverişli olmayan bir vadide, Mekke vadisinde yetişti.
Mekke 10.000 nüfuslu bir çöl kasabasıydı, yetimdi eşraf bir ailede dünyaya
gelmişti Ben-i Haşim; Haşimoğulları ailesinden. Fakat ailenin gücü düşmüş, son
yıllarda Mekke’de ki iki hasım, iki rakip güçten biri olan Mahzumoğlullarına
geçmişti Mekke’nin reisliği.
İşte bu
çerçeve de aile bir düşüşü yaşıyordu ve ailenin kurban edilmekten son anda
kurtulan oğlu Abdullah, köken olarak Yesrip’li bir aileye mensup Amine ile
evlenmiş, bu evlilikten hamile kalmıştı amine. Abdullah bu sırada 18 veya 19
yaşlarındaydı, zaten aynı yıl içerisinde de ticaret için gittiği Şam’dan
dönerken doğduğu topraklara gelemeden yolda vefat etti ve geriye hamile eşini
ve henüz yüzünü dahi görmediği yavrusunu
bıraktı. Dolayısıyla Allah resulü babasını hiç görmedi yetim olarak dünyaya
geldi.
Dünyaya
geldikten sonra Ben-i Sad Bin Bekr kabilesine mensup Halime adlı bir emzikli
kadın, yani emzikli bebesi olan bir süt anne tarafından süt yavru alınarak
Ben-i Sad bin Bekr kabilesine götürüldü. Orada birkaç sene kaldı adet olduğu
vechiyle badiye de. Çünkü Mekke’nin havası kuru ve sıkıntılı bir hava idi,
küçük bebekler üzerinde aksi tesir yapıyordu.
Annesine
döndüğünde doyasıya anne diyemedi Abdullah İbn. Muhammed. Çünkü rabbimiz
annesini de alacaktı. Adeta seni ben terbiye edeceğim mesajıydı bu. Yani seni
annene bırakmam, seni babana dahi bırakmam. Ve dedesine yaslandı
AbdulMuttalib’e AbdulMuttalib’in sevgilisiydi. Onun minderine ancak o
oturabiliyordu Kâbe’nin önünde ki Dâru’n Nedve’nin önüne serili minderine. Ve
tam dede diyecekti ki dedesini de Allah elinden aldı.
25 yaşına
geldiğinde Mekke’nin zengin ve ahlaklı dulu, daha önce kendisiyle birkaç kere
ortak ticaret yaptığı Hatice Binti Huveylid ile evlendi. Bu evlilikten Allah
resulünün çocukları oldu ve bunların en sonuncusu Fatıma, vahyin inişinden
hemen 6 ay veya bir rivayette bir yıl önce doğmuştu. Ve işte tarihler MS. 610
yılını gösterdiğinde Mekke de insanlık tarihinin en büyük hadisesi gerçekleşti.
Çağ açıp çağ kapatan bir olay bu, gerçek manada çağ açıp çağ kapatan. Karanlık
çağları bitirip bitmeyen aydınlık çağları başlatan bir olay.
Allah
resulüne yalnızlık sevdirilmişti. Allah resulünün daha önceden hiç şiirle
uğraştığı görülmemişti, yazı yazmayı zaten bilmiyordu. Bölgede bin adamı
sınıfına girmiyordu bin adamlığı iddiası hiç olmamıştı, şairlik iddiası hiç
olmamıştı, kâhinlik iddiası hiç olmamıştı. Allah resulünden peygamberlik
öncesinde olağan üstü bir olay sadır olmamıştı diyebiliriz rahatlıkla. Zira
eğer Allah resulünden olağan üstü bir olay sadır olmuş olsaydı biz buna ne
diyelim diye kara kara düşünen Mekke’nin inkârcıları Kâhin diyelim, şair
diyelim, efendim mecnun diyelim, arraf diyelim deli diyelim vs. ihtimalleri
ortaya atıldığında Kâhin diyelim diyene ya ne söyleyelim, biz ondan önce, biz
vahiy almadan önce onun herhangi bir olayına şahit olmadık ki diye sorana Velid
Bin Muğıre şöyle demişti. Kişiyi anne babasından, kavminden, kardeşlerinden,
akrabalarından ailesinden kopartıyor, bundan daha derin sihir mi olur demişti.
Yani demek ki hiçbir örnek bulamadılar,i eğer bir tek örnek bulsalardı Allah
resulünden peygamber olmazdan önceki hayatında yaşanmış olağan dışı bir örnek,
Falan zamanda falan şeyi yapmamıştı, şu olağanüstü sihir zuhur etmişti, şöyle
bir sihir gerçekleştirmemiydi diye onu bahane ederlerdi.
Diyemediler,
söyleyemediler. şairliğini de iddia edemediler çünkü hiç rastlamamışlardı. Din
adamı da değildi, din adamıyla ilgili herhangi bir görev de ihraz etmemişti.
Dolayısıyla tüccardı, ticaret yapıyordu ve el emin adını almıştı ticaretinde ki
dürüstlüğünden dolayı hayatında ki dürüstlüğünden dolayı. Hem de Mekke de el
emin denilen tek insandı bir başkasına bu lakap verilmemişti. Bir rivayete göre
bu lakabı daha sonra ona en azılı düşmanı olacak olan Ebu Cehil vermişti. Yani
düşmanları dahi onun eminliğinde müttefik idiler.
İşte geçmişi
böyle olan ve geçmişinde ahlakın 1 numara olduğunu Kur’an ın tasdik ettiği
biriydi Allah resulü. Ve inneke le alâ hulukın 'azıym (Kalem/4) hiç
şüphe yok ki sen muhteşem bir ahlaka sahipsin diyordu. Yine Allah resulünün
geçmişinde herhangi bir dine çağırdığı, inanca çağırdığı, etrafını davet
ettiğine dair hiçbir olaya rastlamıyoruz. Hatta Kur’an onun geçmiş inançlarına
dair bir ifadesinde mâ künte tedriy melKitâbu ve lel iymân. (Şûrâ/52)
sen bundan önce kitap nedir, iman nedir bilmezdin buyuruyordu. Ve
vecedeke dâ(aaa)llen feheda. (Duha/7) Seni yolunu şaşırmış
bir halde bulup o doğru yolu göstermedi mi diyordu Kur’an.
Dolayısıyla yanlışı görüyordu.
Çevresinde ki olup biten yanlışlara elbette ki vicdanı dayanmıyordu, isyan
ediyordu fakat o dünyanın en nazlım, en sakin, en nazik, en zarif, en latif, en
sessiz insanıydı. Etrafıyla o güne kadar hiçbir hususta kavgaya giriştiği
görülmemişti. Herhangi birisiyle takıştığı görülmemişti, herhangi bir nizaya
daldığı görülmemişti. Mekke de herkes herkesle kavga eder, fakat Abdullah oğlu
Muhammed kavgalara nihayet verirdi. Mekke de herkes birbiri ile nizalaşır,
Fakat Abdullah oğlu Muhammed hakemlik yapardı. Hacer-ül Esved in Kâbe’nin
duvarına yerleştirilmesi hadisesinde olduğu gibi. Dolayısıyla o hep iyiliklerde
yer aldı. Hiç kavgalarda yer almamıştı hif-ul Fudul da yer almıştı çünkü
faziletliler veya artıklat ittifakıydı. Kelimeye hangi anlamı yükleyeceğimize
dair değişen bir mana bu. Onun için Abdullah oğlu Muhammed hayatıyla
dürüstlüğüne sadece dostlarını değil düşmanlarını da hayran bırakmıştı.
İşte bu hayatın sahibi olan
Abdullah oğlu Muhammed yalnızlık bana sevdirildi buyuruyor. Peygamber olduktan
sonra peygamberlik geldiği dönemde ki ruh halini ifade ederken yalnızlık
sevdirilmişti. Çünkü zulme batmıştı her yer kapkaraydı. Cahiliyetin koyu karanlığı
insanların vicdanlarını da karartmıştı. Yoksul hakkını arayamıyordu, zalimler
daha zalim, varsıllar daha varsıl, yoksullar daha yoksul oluyordu. Mazlumun
hakkını arayacak bir mercii yoktu, gücü, gücü yeteneydi, kurt kanunu hakimdi.
Dolayısıyla yani cahiliyenin çöl kanunu hakimdi. Cahiliyenin çöl kanunu
güçlünün haklı olduğu bir kanundu. Cahiliyenin çöl kanunu sözün gücünün değil
gücün sözünün üstün olduğu bir kanundu. Allah sözün gücünü üstün kılmak için
vahyi indirdi ve Abdullah oğlu Muhammed’i peygamber olarak seçti, zaten
peygamberleri Allah seçerdi.
Varlık kendi içerisinde bir
hiyerarşiye sahipti camid varlıklar yani taş toprak gibi. Onun üstünde nebatat,
bitkisel varlıklar. Onun üstünde canlı varlıklar hayvan, hayvanat. Onun üstünde
insan. Ama varlık sadece görünen varlıkla sınırlı değildi ki bir de bundan
ötesi vardı. Bu alemi mülke dair varlıklardı, bir de alemi misal, yada alemi
Berzah dediğimiz ara aleme ait görünmeyen ve bir de onun üstünde alemi ervah
vardı ruhlar alemi. Birde onun üstünde alemi melekût vardı. Bir de onun üstünde
alemi lâhud ki alemlerin üstünde bir alemdi.
Allah’a ait bir alem. Görünen
alemle görünmeyen alemler arasında bir geçiş noktası var mıydı, varsa neydi.
Tıpkı cansız varlıklarla veya katı maddelerle bitkiler alemi arasında nasıl
mercanların, resiflerin bir ara, bir geçiş noktası oluşturması söz konusuysa diğer
görünen alemlerin hepsinin arasında geçiş noktaları tabir caizse dudak dudağa
değen teğet noktaları varsa, peki insan da yükselirse bir üst alemin hangi dudağına
değerdi. İşte bu sorunun cevabı nübüvvet idi, risalet idi. İnsan Allah
tarafından seçilir ve yüceltilirse bir üst alemin dudağına değerdi onun kulağı
ve o dudaktan o kulağa dökülenler vahit olurdu.
Vahiy başı gökte ayakları yerde
ilahi bir hital idi. İnsanlığın önüne saçılmış, serilmiş bir gök sofrasıydı. Bu
gök sofrası insanlığın saadeti için idi. Çünkü insanlık yer yüzünün ustası idi.
Ustanın usta olması için önce çırak olması lazımdı ve vahiy de ustayı
yetiştirecek ilahi bir inşa projesiydi. İşte vahiy orada başladı Kur’an vahyi.
Hz. Aişe ve Ebu Musa El- Eşari
anlatıyorlar. Fil olayından 40 yıl sonra bir Ramazan gecesinde ilk vahiy indi.
Beyhaki; rüyalar silsilesi hicretten 13 yıl önce Rebiulevvel ayında başladı
diyor, 6 ay sürdü diyor bu silsile ve ondan sonra da vahiy gelmeye başladı
diyor. Hicretten 13 yıl önce Miladi 610 yılının şubat ayına denk geliyor. Ondan
6 ay sonrası ise 610 yılının ağustos ayına denk geliyor yani o yılın Ramazan
ayı. Dolayısıyla 610 yılının Ramazan ayının bir pazartesi gecesinde. Yani
Ramazan ın son 10 günü içinde bulunan bir pazartesi gecesinde ilk vahiy indi.
Pazartesi gecesi olduğunu
ResulAllah’tan öğreniyoruz, çünkü ResulAllah pazartesileri neden oruç tuttuğu
sorusuna; Çünkü o gün ben doğdum ve o gün Kur’an doğdu buyurmuştu. Dolayısıyla
Allah resulü ilk vahyi aldı ve işte o ilk vahiy Ikra’ ile başlayan ilk 5, bir
rivayette ilk 8 ayetti. Şimdi o ilk inen vahiyleri işleyebiliriz.
Devam ediyor b sayfasına geçiniz.
‘Alâk suresini toplu olarak BURADA
bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder