Sevgili dostlar, sevgili Kuran dostları rabbimizden gönlümüzü Kuran a aç, Kuran’ı gönlümüze aç niyazıyla bugünkü tefsirimize başlıyoruz.
Geçen dersimizde Tevbe suresinin 37. ayetine kadar işlemiştik. Bu ayetlerde hatırlayacak olursak küfrün, inkarın aslında kişinin kendisi ile sınırlı kalmadığı, yürekte başlayan inkar hastalığının; insanın davranışlarına, insanın bakış açısına, insanın hayatı ve evreni algılayışına yansıdığını ve bu yansıma sonucunda inkarcı insanın hayatın yasalarını inkara, hayatın yasalarıyla oynamaya, onları yerinden etmeye kadar işi götürebileceğini görmüştük. Müşrikler aylarla, doğanın Allah’ın koyduğu bir yasası olan aylarla oynamaya kadar işi vardırmışlardı.
Bunun temelinde yatan en büyük sebepte insanın kendisini, heva ve heveslerini merkeze alan, menfaatini merkeze alan bir yaklaşım idi. Ki bunu şöyle de özetleyebiliriz, güç ve servet yasalara değil, yasalar güç ve servete tabidir anlayışını görüyorduk. Yani gücüm varsa haklıyım, gücüm yoksa hakkım yok anlayışı. İşte gücü ve serveti iktidarı elinde tutanların Allah’ın doğa yasalarını dahi değiştirebileceklerine ilişkin, ya da değiştirmeye kalkacaklarına ilişkin bir atıftı. Müşriklerin aylar hakkında yaptıkları tahrifat.
Şimdi o ayetlerin ardından yeni bir pasajla, tevbe suresinin tefsirine devam ediyoruz.
38-) Ya eyyühelleziyne amenû ma leküm izâ kıyle lekümünfiru fiy sebiylillâhis sâkaltüm ilel'Ard* eradıytüm Bil hayatid dünya minel'ahireti, fema metaul hayatid dünya fiyl' ahireti illâ kaliyl;
Ey iman edenler... Size ne oldu ki: "Allâh yolunda savaşa çıkın" denildiğinde ağırlaşıp arza çakıldınız! Sonsuz gelecek yaşam karşılığında dünya hayatına mı razı oldunuz? (Oysa) dünya hayatının nimetleri gelecek yaşamdakilere göre, hiç mesabesindedir! (A.Hulusi)
38 - Ey o bütün iman edenler! Ne oldu ki size Allah yolunda seferber olun denilince yerinize yığıldınız kaldınız yoksa Âhiretten geçip Dünya hayata razı mı oldunuz? Fakat o Dünya hayatın zevki Âhiretin yanında ancak pek az bir şey. (Elmalı)
Ya eyyühelleziyne amenû Ey imanda sebat eden kimseler.
Bu ibare içindeki amenû, geçmiş fiilini, mazi, fiilini, geçmiş zaman kipinin aynı zamanda ısrarı, sebatı ve sürekliliği de içinde barındırdığından yola çıkarak sadece ey iman edenler değil, ey imanda sebat gösterenler, ey imanını bir hayat biçimine dönüştürmek isteyenler. Ey imanı içselleştirmek isteyenler anlamında çevirmek istiyorum, onun içinde düz bir çeviri yerine hep dolaylı ve yaklaşık çeviriyi, ifadenin çağrışımlarını da aktarabilen yaklaşık çeviriyi tercih ediyorum. Siz ey imanda sebat gösterip imanı hayata dönüştürmek isteyenler, bu isteğinizde samimiyseniz eğer;
ma leküm izâ kıyle lekümünfiru fiy sebiylillâhis sâkaltüm ilel'Ard size ne oluyor da imanınızda sabit, kademseniz eğer, samimiyseniz, dirençli iseniz size ne oluyor da Allah yolunda savaşa çıkın denildiğinde yere çakılıp kalıyorsunuz.
Açık, ibare açık. Tefsir; anlamın hatipten, yani kaynağından muhataba yani hedefine varırken uğradığı kayıpları geri kazanma sanatıdır. Onun için tefsir yaparız. Yani anlamın bize taşınıncaya kadar bütün bu uzun süreç içerisinde verdiği kayıpları geri kazanmak için tefsir yaparız. Bunu geri kazanmak içinde hâl karinelerine bağlama, iç ve dış bağlama, dilin imkanlarına, o sözcüğün etimolojisine, o sözcüğün zaman içinde geçirdiği dönüşümlere, anlam kaymalarına, anlam kayıplarına ya da anlam kazanmalarına bakarız ve fazlalıklarını atıp, eksikliklerini geri kazanıp o söz indiğinde ne anlama geliyordu önce onu tespit ederiz. Yani anlam kayıplarını kazanırız. Kaynağına gideriz. Sözün indiği kaynağa mümkün olduğunca yaklaşırız.
Ondan sonra Te’vil aşaması başlar. Sözü kaynağından indiği gibi görür alır ve o anlamı getiririz. Bizim bulunduğumuz şimdi ve burada ya taşırız. O anlamı yeniden üretiriz tabir caizse. “O anlamı tüketmeyiz.”. “O anlamı hayata koyarız.”. “O anlamı bilince koyarız. O anlamı bizde bir yaşam biçimine, bir bakış açısına, bir tasavvura dönüştürürüz. O anlam adeta dirilir, canlanır ve tabii ki diriltir. Onun için yaptığımız da, ya da yapmaya çalıştığımız da budur ve burada şu okuduğum ibare aslında apaçık, öylesine açık ki bize imanın vazgeçilemez bir tavrını veriyor. O tavır da Allah’a teslimiyet. Eğer iman etme iddianız varsa; Ben iman ettim fakat teslim olmuyorum demek gerçekten abesle iştigaldir. Gerçekten saçma bir şeydir. Hem de çok saçma bir şey.
Teslimiyetin olmadığı bir yerde imandan söz edebilmek mümkün değildir. O sebeple burada özellikle iman eden insanların sınandığı şedid, çetin bir sınav alanına dikkat çekiliyor. O çetin sınav alanı da can sınavı. Onun için Kuran’da Allah yoluna; İnsanların mallarını, insanların fikirlerini, insanların enerjilerini, insanların bir takım imkanlarını koymaları bir tarafa; insanların canlarını koymaları, hayatlarını koymaları, öbür tarafa, terazinin öbür kefesine konulur. Onun için can sınavı sınavların en çetinidir.
Can sınavı aslında iman sınavıdır. Size can veren Allah’a, neyinizi verecek kadar yakınsınız, Allah’a olan sevginizin ölçüsü, verebileceğiniz şeyle orantılıdır. Onun için Rabbimiz hep vahyinde imanı sınarken can sınavını, sınavların zirvesinde değerlendirir.
Burada; Haydi Allah yolunda savaşa çıkın ibaresi; ünfiru fiy sebiylillâh ibaresi Tebük seferine bir atıftır.
Tebük seferi, Resulallah’ın düşmanı Ebu Amir tarafından kışkırtılan Bizanslıların, Medine İslam Devleti üzerine yürümek için bir ordu toplamaları haberinin Resulallah’a ulaşmasıyla başlar. Aslında efendimiz A.S. böyle bir sefer için baştan beri niyetli değildi. Fakat Suriye de bulunan Bizans’ın uç beylikleri, Bizans’a bağlı Arap kabileleri ve tabii ki Bizans’ın Suriye ordusu sınırlarına yakın bölgelerde gerçekleşen bu tarihin en büyük iman hamlelerinden birine duyarsız kalamazdı.
Kalmadı da. Ve Bizans bu hareketten, bu iman hamlesinden oldukça rahatsızlık duyuyordu. Çünkü sınırlarına kısa sürede gelip dayanmıştı. Daha dün hiç adı duyulmamış olan bir avuç mümin insan bölgede, bugünkü Avrupa büyüklüğünde bir toprak parçasına hakim olmuşlardı. Hem de bunu 10 yıl, 8 yıl gibi hatta çok kısa bir sürede, tüm askeri stratejistlerin havsalalarının alamayacağı, gerçekten hiçbir matematik hesabın içinden çıkamayacağı bir süratte bir boyutta bu kazanım elde edilmişti.
Onun için bölgede ki tüm güçler, büyük güçler rahatsızdı. Bizans’ta rahatsızdı ve bu rahatsızlığını Müslümanlar üzerine bir ordu toplayarak saldırmak biçiminde izhar edebilirdi, ortaya koyabilirdi.
Onun için Hz. Peygamber bu haberi alır almaz, ki Ebu Amir aslında Medineli bir lider, bir ayağı Şam’da olan, Bizans yönetimiyle çok iyi geçinen, bölge kralları nezdinde hatırlı bir adamdı. Medine yerlilerindendi, ama kendisi hem büyük bir ticaret hacmine sahip bir tüccardı, hem de hatırlı bir liderdi. Medineliler onu lider seçmek için aday göstermişlerdi.
İşte Resulallah’ın Medine de oluşunu kendi müstakbel iktidarının en büyük engeli olarak görüyordu ve bu adam gitti Bizans’ı Resulallah.a karşı kışkırtmaya kalktı. Resulallah bunun üzerine Hicretin 9. yılında bir ordu topladı.
İşte Tebük seferi dediğimiz bu sefer böyle gerçekleşti. Tebük; Medine – Şam yolu üzerinde, Şam’a yakın bir mesafede bulunan bir yerleşim birimi idi. Resulallah oraya kadar vardı ordusuyla. Ama herhangi bir saldırı olmayınca, ya da saldırmak için bir teşebbüste bulunulmayınca, peygamberi nebevi siyaset gereği saldırı olmadığında Resulallah hiç saldırmamıştır. Taarruz olmadığında Resulallah hiç durduk yerde bir başka yere taarruz etmemiştir.
Onun için bu ilke gereği Resulallah ordusu ile birlikte geri döndü. Ancak bu seferin çok ilginç hatıraları oldu. Çünkü bu sefer yaz ortasında, Medine’nin ikliminin en güzel olduğu, hurmaların olgunlaştığı, fakat yolculuğun bölgede çok çetinleştiği ve Tebük gibi 14 günlük biteviye yürüyüşle, fasılasız aralıksız yürüyüşle 14 günlük bir mesafeye herkes doğaldır ki gönüllü gitmezdi. Oraya insanları götürecek ayaklar olamazdı. İman olabilirdi. İnanç olurdu. İnsanlar 14 gün o sıcakta, o kavurucu sıcakta yalnız ve yalnız imanları uğruna yürüyüşe, hem de ucunda can tehlikesi olan bir yürüyüşe katlanabilirlerdi.
İşte bu büyük sınav Kuran’da bu surede ayrıntılarıyla ele alınıyor ve daha gelecek ayetlerde bu sınavdan geriye kalan 3 kişinin o büyük tevbesi de bizim için Kuran’ın ışığına gözünü ve gönlünü dayayan her mümin için zamanlar ve zeminler üstü müthiş bir tecrübe olarak yansıyor ve ibret oluyordu.
eradıytüm Bil hayatid dünya minel'ahirah öte dünyayı boş verip bu dünya hayatıyla mı tatmin oluyorsunuz.
Bu soru can yakıyor. Bu soru tüm problemlerin temelinde yatan soru. İnsan ne ile tatmin oluyor. Sizi ne tatmin eder. Aslında siz kaç paralık adamsınız sorusunun cevabı da bu. Sizin fiyatınız nedir sorusu sizi ne tatmin eder sorusundan bağımsız değildir. Siz kaç kuruşluk insansınız, ey nefsim, sen kaç paralık adamsın diyorsak herkes kendisine bu soruyu sorarsa eğer, Kuran’ın bu sorusunu da hemen peşine eklemeli. Neyle tatmin oluyorsun, seni ne tatmin eder, seni ne mutmain kılar, gönlün ne ile teskin olur, artık neye “tamam, buldum” dersin, veya seni ne sevindirir. İşte bu kendinize biçtiğiniz değeri ölçmek için harika bir ölçüm yöntemidir. Öte dünyayı boş verip Bu dünya hayatı ile mi tatmin oldunuz?
İlginç bir nükte, burada bir kelimeden yola çıkarak ilginç bir nükte akılma geldi. Özellikle Arap dilinin özelliği gereği ed dünya, dena, edna kökünden gelir. Yakın demektir, alçak demektir, aşağı değer demektir. Ama neden dünya formunda gelir bu çok önemli. Mücerret, yalın halde kullanıldığında da dünya deriz. Dilimize de dünya olarak girmiştir. Oysaki bu kelimenin dünya biçiminde söylenişi aslında bir terkip, görünmeyen bir terkip olduğunu gösterir. Yalın halde dünya da deseniz siz; hayatid dünya, el hayatid dünya diyorsunuz. Bu bir sıfat tamlamasıdır. Dünya hayatı. Buda şunu gösterir; eğer bir el hayatid dünya dan söz ediyorsanız bir de el hayatid ahirah, öte dünyadan söz ediyorsunuz demektir. Yani dünya diyen bir mantık mutlaka iki dünyanın varlığına inanarak bunu kullanır.
Peki, müşrik mantığı böyle değildi. İbrahimi mantık böyleydi. Müşrik mantığı İbrahim’im tahrifine dayalı bir mantık. Onun için dünya dediğinizde ahireti de bir ikiz olarak kastetmiş olursunuz. Onun için el hayatid dünya olmasaydı terkip o zaman dünya demememiz gerekirdi. Çünkü dünya sözcüğü, formu, sıfatı olan el hayat formunun, dişil olduğu için el hayat, dünya formu da dişil denmiştir.
Çok ilginç. El hayat nasıl bir hayat, dünya, aşağı hayat. Daha doğrusu sıfat dünyadır burada, El hayat mevsuftur. Tanımlanan. Onun için tanımlayan dünyadır. Bundan dolayı el hayatid dünya tanımlanandan dolayı tanımlayan mevsuftan dolayı sıfat dişil olarak gelmiştir, müennes olarak gelmiştir. Yani buradan yola çıkarak şunu diyebiliriz; Dünya diyen aynı zamanda ukbanın da varlığına inanmış olur. Farkında olarak ya da olmayarak bir başka dünyanın daha varlığını bilmiş olur.
fema metaul hayatid dünya fiyl' ahireti illâ kaliyl; Ama unutmayın ki bu dünya hayatının safası öte dünya yanında pek değersizdir. İşte dünya kelimesinin etimolojisinden yola çıkarak dünyanın sıfatı olduğu el hayata gönderme olarak ve el hayatid dünyanın öteki kutbu olan el hayatül ahirah ile arasındaki farkı bilme açısından Kuran’ın kelimelerle, ibarelerle, kalıplarla terkiplerle insanın düşüncesine zerk ettiği bir düşünce sistemi var. Bir bakış açısı, bir tasavvur sistemi. Size dünya dedirtirken aynı zamanda ahireti dedirten bir tasavvur sistemi. Size dünya dedirtirken, sizin farkında olsanız ya da olmasanız dahi el hayatid dünya, el hayatül ahirah çiftini sizin zihninize zerk eden bir düşünce sistemi. Bir düşünce sistematiği. Onun için işte bu ayet onun için böyle bitiyor. Unutmayın ki bu dünya hayatının sefası, öte dünya yanında pek değersizdir.
39-) İlla tenfiru yuazzibküm azâben eliymen ve yestebdil kavmen ğayreküm ve lâ tedurruhu şey'a* vAllâhu alâ külli şey'in Kadiyr;
Eğer gazaya çıkmazsanız, sizi acı bir azapla azaplandırır; sizin yerinize (size bedel) başka bir toplum getiririz ve siz O'na hiçbir şekilde zarar veremezsiniz... Allâh her şeye Kaadir'dir. (A.Hulusi)
39 - Eğer toplanıp seferberlik etmezseniz o sizi elîm bir azâb ile ta'zib eder ve yerinize başka bir kavim getirir ve siz ona zerrece zarar edemezsiniz, Allah her şeye kadirdir. (Elmalı)
İlla tenfiru yuazzibküm azâben eliyme eğer savaşa çıkmazsanız size acı bir azap çektirir. ve yestebdil kavmen ğayreküm ve lâ tedurruhu şey'a ve sizin yerinize başka bir toplum getirir de, yokluğunuzla O’na hiçbir zarar vermiş olamazsınız.
Bilmem anlaşılıyor mu sevgili Kuran dostları. Sizin yerinize başka bir toplum getirirde, yokluğunuzla Allah’a hiçbir zarar veremezsiniz diyor vahiy, Kuran vahyi. Yani hiçbir nesil, hiçbir insan, hiçbir toplum, hiçbir ırk kendisini Allah için vazgeçilmez addetmesin diyor. Vazgeçilmezlik safsatasına bir fırça çekiyor. Böyle bir şey yok diyor. İslam’ın vazgeçilmezi yoktur, İslam’ın vazgeçilmez halkı, vazgeçilmez ırkı, vazgeçilmez milleti, vazgeçilmez adamı yoktur. İslam sizin için vazgeçilmezdir, siz İslam için değil demek istiyor. Hakikat ve ilahi değerler kimsenin babasının malı değildir diyor. Hakikat ve ilahi değerler kimseye babasından, atasından miras kalmaz demek istiyor. Daha anlamıyor muyuz Kuran dostları.
..men yertedde minküm an diynihı fesevfe ye'tillâhu Bi kavmin.. (Maide/54)
Kuran’ın bir çok yerinde bunu andıran bir çok hitap var. Kim Allah’ın dininden döner yüz çevirirse, Allah’ın getirdiği hayat tarzından yüz çevirirse, Allah onların yerine yeni bir toplum getirir de, ..yuhıbbuhüm ve yuhıbbuneH onlar O’nu severler, O’da onları sever. ezilletin alel mu'miniyne e'ızzetin alel kafiriyn. Müminlere karşı yer gibi, toprak gibi davranırlar, ama inkarda direnenlere karşı yalçın kayalar gibi göğüs gererler diyor.
Demek ki, değiştirilen, takas edilen, elden çıkarılan toplum bu konularda artık zaaflı hale gelmiş, artık bu konularsa su almaya başlamış, onun için takas edilmişler. Yine bir başka ayet;
..in yeşe' yüzhibküm ve ye'ti Bi halkın cediyd; (İbrahim/19)
Eğer isterse sizi siler, süpürür, temizler, hepinizi yok eder, yerinize yepyeni bir yaratık getirir diyor. İnsan da değil. Onun için insanla sınırlandırılamaz, Bi halkın cediyd; yepyeni bir yaratılışla size bir alternatif getirir. Bu da mümkün. İnsan dışı bir alternatifte mümkün. Yani eğer insan kendisine beslenen umutları tamamen boşa çıkarırsa bir gün kendisine alternatifte getirilebileceğini aklından çıkarmamalı. İnsana dahi alternatif bulan, alternatif olabileceği bilinirken, ya biz olmasaydık diye başlayan cümleler sarf edenler, bizim millet olmasaydı, bizim ırk olmasaydı, bizim kavim, bizim kabile olmasaydı diye başlayan cümlelere ne demeli. Vazgeçilmezlik safsatasını reddeden bir ayetle karşı karşıyayız.
vAllâhu alâ külli şey'in Kadiyr; İşte tüm söylediğimiz bu şeylerin bir sonuç hükmü mesabesinde ayet geldi; Zira Allah her şeye muktedirdir.
Devam ediyor B sayfasına geçiniz.
63. videoyu toplu olarak http://kurantefsir.wordpress.com/2011/09/23/islamoglu-tef-ders-tevbe-038-06063/ bulabiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder