27 Ağustos 2010 Cuma

İslamoğlu Tef. Ders. BAKARA SURESİ (1- 5 (3) a




Euzübillahimineşşeytanirracim,

Bismillahirrahmanirrahim



Değerli dostlar bugün tefsir dersimizde Bakara suresine başlayacağız.

Bakara suresi adını, sure içinde yer alan 67.ncü ve 73. ncü ayetler arasında aktarılan İsrail oğulları ile ilgili bir olaydan almakta. Bakara İnek anlamına geliyor. İnşallah ilgili ayetlere gelince bu sureye adını veren olayı birlikte işleyeceğiz.

Bakara suresinin indirildiği zaman, hemen surenin tamamı hicretten sonraki ilk iki yılda indirilmiştir. Bu, Sureyi anlamamız için sürekli göz önünde tutmamız gereken bir olgu. Çünkü ayetlerin indiği toplum, yani Kur’an ın ilk muhatabı olan insanlar elbette ki Kur’an ın iniş sürecinde ciddi bir biçimde yer almaktalar. Onun için de ayetleri iyi anlamak için; Ayetlerin ilk muhataplarının yaşamlarını, hayat tarzlarını, taleplerini arzularını, hatalarını yanılgılarını, yine ayetlerin ilk muhatabı olan toplumun yapısını, o toplumun sosyal taleplerini, o toplumun akidevi, inanca müteallik yapısını iyi bilmemiz gerekiyor.

Onun içinde bu surenin indiği zamanını hicretten sonraki ilk iki yıl olarak vurgulamam çok büyük önem arz etmekte. Tabii ki surenin son ayetleri nübüvvetin son yılında nazil olmuştur. Yani hicretten sonra ilk iki yılda nazil oldu derken biz surenin kahir ekseriyetinin hicretten sonraki ilk iki yılda nazil olduğunu söylemiş oluyoruz. Hatta bu sure de yer alan 281. ayetin son inen ayet olduğu yolunda da görüşler var.

Surenin önceki sure ile teması konusunda da bir şeyler söylemem gerekirse; Fatiha suresi, bakara suresi ile ciddi bir biçimde ilişkili. Bu surenin Kur’an ın tedvininde Fatiha suresinden sonra yer almış olması tesadüfi değildir. Hatırlayacaksınız Fatiha da; “İhdinas sıratal müstekıym.” Bizi dosdoğru yola ilet. Bize dosdoğru yola kılavuzluk et diye dua ederken, Bakara suresinde adeta bu duaya cevap verilircesine:

Elif lam mim zalikel kitab.” İşte bu kitap Zalikel kitabü la raybe fıh” Kendisinde kuşku olmayan bu kitap, hüdel lil müttekıyn.” Allah bilincine ulaşanlar için bir hidayettir. Bir kılavuz bir rehberdir. Yani siz fatiha da Allah’tan; Bir kılavuz, bir rehber istiyorsunuz, sizi doğru yola yönlendirecek, Allah’ta size duanızı kabul edip; Al işte bu kitap senin arzu ettiğin, senin benden istediğin rehberdir. Kılavuzdur buyuruyor.

Tabii fatiha ile bakara arasındaki ilişki sadece bununla sınırlı değil, yine hatırlayacaksınız fatiha suresi tefsirinden, Fatihanın son ayetini Peygamberimiz;

“ğayril mağdubi aleyhim ve lad dallin.”

Kendilerine gazaplanılanlardan ve sapıtanların yolundan götürme bizi. Duasında kendilerine gazaplanılanlar yani gazaba uğrayanları Yahudileşen İsrail oğulları, sapıtanları da Hıristiyanlaşan Hz. İsa Ümmeti olarak tefsir etmiştik.

İşte Resulallah’ın bu tefsiri bakara suresinde olabildiğince açılacak. Bu surede yaklaşık 120 ayet İsrail oğullarının nasıl Yahudileştiğini anlatacak. Onun için de bakara suresi adeta fatihanın bir tefsiri niteliğinde. Sadece o kadar değil, aslında bakara suresi Kur’an ın bir fihristi niteliğinde.

Hazır söz buraya gelmişken surenin muhtevası konusunda da birkaç söz söylemem gerekiyor. Bakara suresi girişinde inanç kategorilerini ele alarak başlar. Müminler hakkında 5 ayet, Kafirler hakkında 2 ayet, ve onun ardından 14 ayetle de münafıkları işler. Yani bu sure önce mümini ve imanı, ardından kafiri ve küfrü, onun ardından da nifakı ve münafıkı, iki yüzlüyü tanımlayarak girer.

Bu tanımların ardından insan oğlunun serüvenine geçilir. Yaklaşık üç milyon yıllık insanlığın yürüyüş destanı nasıl başladı, biz bunun cevabını sadece Allah’tan alabilirdik. İşte o cevap sadedinde bakara da insanoğlunun, insanlaşma sürecinde ve Adem ile başlayan şuurlu ve iradeli bir varlık olarak yeryüzünde halifeliğe, kendisinden önceki ya da Allah’ın halifeliğine soyunan bir varlık olarak insanoğlunun yeryüzünde ki Çıkış ve yeryüzünde insanlık görevini üstleniş hikayesini biz bakara suresinden ilk olarak dinliyoruz, öğreniyoruz.

Onun ardından sözü bakara suresi, İsrail oğullarına getirir ve İsrail oğullarını adeta bu ümmete ibret vesikası olarak ta takdim eder. Bununla şunu söyler. Yani bu surenin belkemiğini zaten bu hadise oluşturur. İsrail oğullarının Yahudileşme serüveni. Bununla bu ümmete şu mesaj verilmek istenir;

“Ey Muhammed ümmeti, dikkat edin sizi bekleyen en büyük tehlike Yahudileşmektir. Nasıl sizden önce insanlığa vahyi taşıma görevini Allah İsrail oğullarına yüklemişse, şimdi de Muhammed ümmetine yükledi. Musa ümmeti vahyi taşıma görevine ihanet etti. Bu ihanetinin cezası olarak ta gazaba uğradı ve Yahudileşti. Ey Muhammed ümmeti eğer sen de tıpkı İsrail oğulları gibi, tıpkı Musa ümmeti gibi vahyi taşına görevine ihanet edersen, vahye ihanet edersen senin de sonun onlara benzer.” Yani sen de gazaba uğrarsın mesajı verilmek isteniyordu.

Yine bu sure de 3 semavi dinin adeta asılları olan peygambere ve Kâbeye ve kıbleye dikkat çekilir.

Bu surenin verdiği mesajlardan biri de tüm semavi din mensuplarının, Allah’ın koyduğu semboller etrafında birleşmesidir. Bu sembollerin başında İbrahim Peygamber gelmektedir. Ki 3 semavi dinde kendisini bu peygambere nispet eder.

Yine Allah semavi din mensuplarının tümüne adeta İbrahim peygamberin eli ile yapılan Kabe’yi merkez olarak gösterir. Bu surenin sonlarına doğru işlenen kıble meselesinde verilemek istenen mesaj şudur.;

- Ey Yahudiler, Siz İbrahim Peygambere sahip çıktığınız halde, onu büyük atanız olarak tanıdığınız halde niçin Kabe’ye ihanet ediyorsunuz. Niçin Kabe’nin Rabbinin gösterdiği istikameti kabul etmek istemiyorsunuz? Niçin Muhammed A.S. ın Kıblesini Kabe’ye döndürmesine itiraz ediyorsunuz?

İşte bununla verilmek istenen mesaj tüm semavi din mensuplarına Allah’ın gösterdiği semboller etrafında birleşme çağrısıdır.

Bu sure son olarak hepinizin yakından bildiği “Amenerresulü” ile tamamlanır. Son iki ayetinde adeta seslendiği, çağırdığı tüm insanlık kesimlerine, Allah’ın rahmetini, Allah’ın mağfiretini, bağışını müjdeler. Böylece mesajını tamamlar. Bu açıklamadan sonra ben sureyi tefsire geçiyorum.





Bismillahirrahmanirrahim”

“Varlığımı da oluşturup ismi Allah olan rahmandır, rahiymdir” ki onun nâmınadır eylemim. (A.Hulusi)

“Rahman, Rahim olan Allah’ın adıyla”(elmalı.)



1 - “Elif lam mim.”

Eliif, Lâââm, Miiiym. (A.Hulusi)

1 - Elif, Lâm, Mîm. (Elmalı)



Elif lam mim Bu 3 harf hurufu mukadda’dır. Yani müstakil harfler. Bu böyle okunmuştur peygamberimiz tarafından, biz de böyle okuyoruz. Bu tür harfler Kur’an da 29 surenin başında gelir. Bu harflerin toplamı, tamamı yani 14 harften oluşmuştur. Hurufu mukadda Arap alfabesinin yarısına denktir. Yani 28 harfli Arap alfabesinin yarısı olan 14 rakamına denk bir biçimde tüm mukadda harfleri 14 harften oluşur. Yine Hurufu Mukadda’yı oluşturan harfler, birli ile beşli arasında değişir. Ya birlidir ya ikilidir, Birlidir “Nun,” Gaf” gibi, İkilidir, Ha mim” , Taha”, Yasin” gibi. Bazen üçlüdür; “Elif lam mim.” Gibi. Dörtlüdür beşlidir.

Bu Arap dilinin yapısına da göndermedir aynı zamanda. Çünkü Arap dilini oluşturan tüm kelimeler de bir ile beş arasında ki harflerden müteşekkildir. Ya 1, ya, 2, ya 3, ya 4, ya 5 lidir. Altı harfli bir kelime bulunmaz Arap dilinin yapısında. Dolayısıyla buradan da oraya bir gönderme vardır.

Bu harflerin anlamı konusunda tüm müfessirler arasında çok uzun yorumlar yapılmış ve tartışmalar olmuş. Haddi zatında asrı saadette bu harflerin anlamı olarak ne söylenmiş diye sorulacak olursa, peygamberimizden bu harflerle ilgili bir rivayet göremiyoruz. Sahabeden gelen rivayetlerde farklı. Hz. Ebu Bekir’den gelen rivayette; “Her kitabın bir sırrı var, Kur’an ın sırrı da Hurufu mukaddadır.” Diyor.

Yine Hz. Ali’den buna benzer bir rivayet var. Diğer iki halife Hz. Ömer ve Hz. Osman’dan da buna benzer bir görüş aktarıldığı iletiliyor müfessirler tarafından.

Yine sahabet sonrası dönemde, bu harflerin ne anlama geldiği üzerinde çok fazla yorum yapılmamış. Ancak hicri 2. y.y. dan sonra tefsir ilminin artık müstakil bir disiplin olarak tedvin edilmesiyle bu harfler üzerindeki spekülasyonlar da artmış, Örneğin Taberi de bunu görüyoruz. Taberi tefsirinde bu harflerle ilgili sayfalar dolusu uzun yorumlar aktarır. Hatta Resulallah döneminde bu harflerin Yahudiler tarafından rakam sistemli bir okunuşa tabi tutulduğu söylenir. Ki Yahudilerin geleneğinde böyle bir sistem vardır. Ebcet hesabı diye bilinen hesap ta, işte rakam sistemli harflere dayanır. Ama böyle bir gelenek Araplarda bulunmamaktadır. İslam da da bulunmamaktadır. Bu kadim bir Yahudi geleneğidir. Rakam sistemli harf kullanma geleneği. Onun için kendi geleneklerine uygun olarak manasını anlayamadıkları bu harfleri Yahudiler, Rakam sistemli harf olarak okumaya çalışmışlar ve hatta bundan yola çıkarak bu ümmetin ömrünü tespit etmeye kalkmışlar. Tabiî ki Rasulullah tarafından olsun, sahabe tarafından olsun Yahudilerin bu girişimi onaylanmamış.

Rakam sistemli Harflerde Elif, 1 e tekabül eder, Lam, 30 a, Mim, 40 a. Yani böyle bir hesaplama ile bu ümmetin ömrünü bulmaya çalışmışlar. Tüm Hurufu mukadda dan. Tabii bunun yanlış olduğu bugünden geriye doğru bakınca, ayan beyan açık bir biçimde gözüküyor.

Yine bu harfler bazı yorumcular tarafından özel manalara geldiği, “Elif”, lam” ve mim” in birer şifre olduğu yolunda değerlendirilmiş ki Bu da doğru değil çünkü bunu doğrulayacak sahih bir rivayet aktarılmamaktadır. Mesela Elif, Lam, Mim” i; En Allah u Alem biçiminde tefsir edenler olmuş lakin bu yorum hep ayakları havada kalmıştır.

Yine bu harflerin, böyle bir sistemin Arap dilinde daha önce kullanıldığını göremiyoruz. Gerçi Taberi tefsir kitabında bir çok şiir almış. Arap dilinde bunların daha önce kullanıldığını ispat için ama hiçbiri bunu ispat için yeterli delil olamamakta ne yazık ki. Çünkü gösterdiği delillerin hiç birisinde şahit olarak getirdiği şiirlerin hiç birisinde böyle bir kullanım görülmemektedir. Bizde ki Hüseyin’e hüso, Abdullah’a apo, Mehmet’e memo denildiği gibi Araplarda da; Salihe, sal, Haris’e hari, denildiğini göstermiş delil olarak ki bununla hurufu mukadda arasında hiçbir ilişki göremiyorum ben.

Yine Ya Zeyd gıf”, Ey Zeyd dur, sözünü Arapların Ya Zeyd Gaf” biçiminde de söylediklerini delil göstermiş ki, Yani Gıf”, “Dur” kelimesinin ilk harfinin alarak söylendiğini, bu da buna delalet etmez. Yani Hurufu Mukadda’yı açıklayan şeyler değildir.

Peki nedir bunlar? En ciddiye alacağımız iki görüş var. Birincisi Hz. Ebu Bekir’den biraz önce naklettiğim görüş ki o görüş; “Her kitabın bir sırrı vardır, bu da Kur’an ın sırrıdır.” 

Dikkat edin müteşabihi değil, bendeniz müteşabih olarak görmüyorum. Çünkü Müteşabih; mecaz olandır. Yani içinde teşbih olandır. Bu harfler manası tamamıyla bilinmeyen harfler olması hesabiyle müteşabih değil, Hz. Ebu Bekir’in ifade ettiği gibi sırdır.

Ama ondan da önemli olan ikinci bir görüş var ki; Bu görüş Başta Şabi, Katade, Zemahşeri, İbn. Teymiye gibi bir çok alimin ortaklaşa görüşüdür. O da şudur.

Bu harfler Kur’an a delalet etmektedir. Lafza delalet etmektedir. Daha doğrusu Kur’an ın kaynağına delalet etmektedir. Yani bunlar eğer Latince alfabeyle söyleyecek olursak A, B, C, anlamına gelir. Ya da Alfabeden herhangi bir harf seçmeye benzer.Bununla şu söylenmek istenmiştir ki bunu tefsire ilişkin ilk yazılan kaynaklardan biri olan Ebu Ubeyde’nin Mecaz ül Kur’an’ı doğrulamakta, bunlara huruf ul heca, yani hece harfleridir denilmekle yetiniliyor. Başka hiçbir açıklama da yapılmıyor ilk yazılan bu en ciddi Kur’an araştırmasında.

Bunlar hece harfleridir. Bunların delaleti tamamen Kur’an a yöneliktir. Yani bu harflerin başında olduğu 29 sure incelenecek olursa bu surelerin tamamının ilk ayetleri hep vahyin önemini vahye atıfla, Allah’ın vahyini öne çıkararak başlamaktadır. Bizde buradan anlıyoruz ki bu harfler vahyin mahiyetine dikkat çekmekte, vahyin önemine, Kur’an ın kaynağına dikkat çekmektedir.

Burada, özellikle bu yorumdan yola çıkarak iki soru sormak gerekiyor.

1 – Bu harflerin anlamı nedir.

2 – Bu harflerin işlevi nedir.

Bendeniz son olarak tercih ettiğim ve benimsediğim görüşü, işte bu iki soruya bir cevap sadedinde şöyle dile getirmek istiyorum; Bu harflerin anlamını sadece Allah bilir. Bu mana da Hz. Ebu Bekir’in söylediği ile bu söylediğim şey örtüşmektedir. Bu harflerin eğer bir anlamı varsa, ki, mümkündür, onu sadece Allah bilir. Lakin işlevi nedir sorusuna gelince bu harflerin kesinlikle işlevi vardır. İşlevi vahye dikkat çekmektir. Ve meydan okumaktadır.

İşte elinizde tuttuğunuz bu kitap, sizin de bildiğiniz ve kullandığınız harflerden meydana geliyor. Eğer becerebiliyorsanız, eğer gücünüz yetiyorsa haydi, siz de bu harfleri kullanarak böyle bir kitap yazın da görelim. Denilmek istenmektedir adeta. Adeta Vahyin kaynağına dikkat çekilerek;

Bakınız bu vahiy insanlık dünyasına bu sizin bildiğiniz, insanların kullandığı, insanların vaz ettiği, ortaya koyduğu harflerle ulaştırıldı. Ancak bu harflerle ulaştırılan manalarının ilahi olduğunu siz de görüyorsunuz. Eğer bunun kaynağı hakkında şüphe ediyorsanız siz haydi bunun gibi bir metin yazın da görelim. Diye bir meydan okumadır diye düşünüyorum.

(Ek bilgi MUKATTA’A HARFLERİ
(Surelerin başında yer alan) söz konusu harflere “kesik kesik” okundukları için el-Hurûfu-l Mukatta’a denmektedir. Tefsir de en çok tartışılan konulardan biri olan bu harfler harekelenerek değil hecelenerek okundukları için kendilerine “hecâ” veya “tehaccî” harfleri de denmektedir. Ayrıca başında bulundukları surelerin açılış kelimeleri veya harfleri oldukları için “fevâtih” adıyla da anılan bu harfler 27’si Mekkî, 2’si ise Medenî olmak üzere toplam 29 surenin başında bulunmaktadırlar.
Mukatta’a harfleri; Sâd; (Sâd/1), Kaaf; (Kaaf/1), Nûn; (Kalem/1,) şeklinde tek harfli,
Tâ hâ; (Tâhâ/1) Yâ sîn; (Yâ sîn/1), Tâ sîn; (Neml/27), Hâ Mîm; (Mü’min/1), (Fussilet/1), (Zuhruf/1), (D^hân/1), (Casiye/1), (Ahkaaf/1) şeklinde 2 harfli,
Elif lâm mîm; (Bakara/1), (Âl-i İmrân/1), (Ankebut/1), (Rûm/1), (Lokmân/1), (Secde/1) şeklinde 3 harfli
Elif Lâm Mîm sâd; (A’raf/1) şeklinde 4 harfli,
Kâf hâ yâ ‘ayn sâd; (Meryem/1), Hâ mîm ‘ayn sîn kaaf; (Şûrâ/1) şeklinde 5 harflidir.
Bunlar toplam 14 harften oluşmakta ve 14 değişik formda kullanılmaktadır. Müstakil bir ayet sayılıp sayılmamaları konusunda her hangi bir kural söz konusu değildir. Hz. Peygamberden öğrenildiği şekliyle kabul edilmişlerdir. Buna göre;
10 tanesi bir ayetin parçası, {(Yûnus/1), (Hûd/1), (Yûsuf/1), (Ra’d/1), (İbrahim/1), (Hicr/1), (Neml/1), (Sâd/1), (Kaaf/1), Kalem/1)}
18 tanesi tek başına bir ayet; (Bakara/1), (Â. İmrân/1), (A’raf/1), (Meryem/1), (Tâhâ/1), Şû’arâ’/1), (Kasas/1), (Ankebut/1), (Rûm/1), (Lokmân/1), (Secde/1), (Yâsîn/1), (Mü’min/1), (Fussilet/1), (Zuhruf/1), (Dühan/1), Câsiye/1), (Ahkaaf/1).
Bir örneği ise iki ayet sayılmaktadır. (Şûrâ/1-2).
Bu harflerin anlamlarının olup olmadığı ile ilgili olarak çeşitli tartışmalar yapılmıştır. Bu bağlamda bazı hatırlatmaların yapılması bir zorunluluktur.
KUR’AN DA ANLAMI OLMAYAN KELİMELER VE AYETLER VAR MIDIR?
Mukatta’a harfleri konusunu incelerken “Kur’an da anlamı olmayan kelimeler veya ayetler olabilir mi? Sorusunu ele almak gerekmektedir.
1 – Yüce Allah insanlara onların konuştuğu dillerle hitap etmiştir. Vahyin insanların konuştuğu bir dille gönderilme gerekçesi “anlaşılması” dır. Çünkü anlam kelamın ruhu, lafız ise kelamın bedeni mesabesindedir. Bu ikisinin ayrılması kelamın hayattan çekilmesi sonucunu getirir ki buna “kelamın ölümü” de diyebiliriz. Bir sözün söyleniş gayesi anlaşılmasıdır. İnsanlar birbirleriyle anlaşılmak için konuşurlar, bu sayede anlaşırlar. Konuşmanın gayesi anlaşılmak olduğuna göre Yüce Allah da elbette anlaşılmak için konuşmuş be kelâmını insanlara melek aracılığında vahiy yoluyla ulaştırmıştır.
2 – Kur’an “açık ve anlaşılır” bir şekilde Arapça hitaptır. Onun Arapça gönderilişi ilk muhatapları Arap olduğu içindir. İbrahim/4 te beyan edildiği üzere her peygamber kendi kavminin diliyle gönderildiği için Kur’an da Arapçadır. Anlaşılsın diye Arapça indirilen bu kitabın anlaşılmaz ayeti olmamalıdır. Yusuf/2, ve Zuhruf/3 te bu husus açıkça beyan edilmektedir. “Biz onu akledesiniz, anlayasınız diye Arapça bir Kur’an (Hitap) olarak indirdik.”
3 – Kur’an ın sıfatlarından birisi el-mübîn dir. Bu kelime “apaçık olmak açıklamak” anlamında ki “ebâne” kökünden türetilmiştir ve “apaçık olan açıklayan” demektir. Kur’an mesajı ve onun ayetleri özünde açık, işlev olarak da açıklayıcıdır. Kur’an, Nahl/89 da kendisinin her şeyi açıkladığını haber vermektedir. Tibyân olmak da kökü aynı olan el-mübîn sıfatı gibi apaçık ve açıklayıcı olmayı gerektirir. Böyle olunca Kur’an da anlaşılamaz ayetin bulunduğu iddiası bu sıfata aykırıdır.
4 – Kur’an Nahl/103 ve Şu’arâ’/195 te kendisini “apaçık Arapça bir lisan” a sahip olarak tanıtmaktadır. Bu özellikte ki bir kitabın ayetlerinin anlaşılamaması söz konusu olamaz.
5 – Kur’an Hûd/1 ve Fussilet/3 te ayetlerinin Yüce Allah tarafından açıklandığını beyan etmektedir. Her iki ayette de fussilet kelimesi kullanılmakta, bu nedenle Kur’an da anlaşılamaz ayetin olamayacağı belirtilmiş olmaktadır.
6 – Fussilet/44 de dile getirildiği üzere Kur’an farklı bir dilde indirilseydi ilk muhatapları olan Araplar şöyle derlerdi. “Bunun ayetlerinin açıklanması gerekmez miydi? Araba yabancı dille bir (hitap)mı?” Buradan hareketle Kur’an ayetlerinin açıklandığı ve böyle bir itirazın yersiz olduğu ifade edilmektedir. Demek ki Kur’an da anlamsız veya anlaşılamaz ayet yoktur.
7 – Hidayet, rahmet, şifa, öğüt, hatırlatma gibi sıfatları ve işlevleri bulunan Kur’an ın anlaşılmaması söz konusu olamaz. Aksi halde bu sıfatlar anlamını kaybedecektir.
8 – Kur’an “tedebbür” emreder Nîsa/82, Mü’minûn/68, Sâd/29ü ve Muhammed/24 te yer alan bu kavram, ayetlerin kökünü ve arka planını iyice incelemeyi, bu sayede ileriye yönelik tedbir almayı ifade eder. Bir anlamda satıra bakarak satır arasını görmeyi ve söylenenden hareketle söylenmek isteneni kavramayı içerir. Özelliği olan bu tür kelimelerle dile getirilen Kur’an ın anlaşılamayan ayetleri olamaz.
Bütün bu söylediklerimizin özeti olarak şunu söyleyebiliriz; Kur’an da önce yaklaşıl 50 küsür (İsra/88), (Tûr/34). Sonra 10, (Hûd/13), en sonunda da bir sürelik (Bakara/23), (Yûnus/38) meydan okuma ayetleri vardır. Meydan okumada aslolan şey, aslında prensip olarak mümkün olan bir isteğin meydan okuyarak dile getirilmesidir. Kur’an harf, kelime ve cümlelerden meydana getirilmiştir ki bunları Arapça veya diğer pek çok insan kullanmaktadır.
Muhataplar söyleneni anlıyorlardı, çünkü anlaşılmayan bir şeyle meydan okunamazdı. Ancak insanlar Kur’an ın eşsiz edebiyat özelliği ve şaşılacak şekilde fert ve toplumu dönüştürücülüğü nedeniyle bu meydan okuma karşısında aciz kalmışlardır. İşte sırf bu açıdan bile bakıldığında Kur’an da anlaşılmayan bir ayetin bulunması düşünülemez…. (Mehmed Okuyan – Kısa surelerin tefsiri 4. Cilt/98-105)
 

[Ek bilgi; “Elif. Lam. Mîm.” Surenin başındaki bu üç harf ile bütün olarak varlığa işaret ediliyor. Çünkü “Elif”, daha önce değindiğimiz gibi ilk varlık olan zata işarettir. “Lam”, Cebrail olarak adlandırılan faal akla işarettir. Faal akıl, ara varlıktır; varlığın başından feyiz alır, varlığın sonuna feyiz verir. “Mîm” ise, varlığın sonunu temsil eden Hz. Muhammed’e işaret eder. “O Kitab…” Daire onunla tamamlanır ve başı ile birleşir. Bu yüzden Hz. Muhammed (s.a.v.), Hatemdir, mühürdür, sondur. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Zaman döndü dolaştı, yüce Allah’ın semaları ve arzı yarattığı ilk güne ulaştı.” İbn. Arabi-Tevilat)]



2 - “Zalikel kitabü la raybe fıh. hüdel lil müttekıyn.”

Hakkında şüphe edilmesi mümkün olmayan o Hakikat ve Sünnetullah BİLGİsi (KİTAP), korunmak isteyenlere gerçeği idrak etme kaynağıdır. (A.Hulusi)

(İşte o kitap, bunda şüphe yok, müttakiler (kötülükten korunacaklar) için hidayettir. (Elmalı)



Zalikel kitabü la raybe fıh. hüdel lil müttekıyn Hani Fatiha da ; İhdinas sıratal müstekıymDiye rabbimizden; “Bizi dosdoğru yola ulaştır. “ Diye dua etmiştik ya. İşte o şu anda cevabını buluyor, o duamıza Allah bu kitabı uzatıyor. “İşte bu kitap, kendisinde kuşku olmayan bir kitap.” “hüdel lil müttekıyn.” “Müttakiler için hidayettir.”

Bu “la rayb” da ki Rayb kelimesi kuşku anlamına gelir. Bu hangi anlamda anlaşılması gerekir diye sorulacak olursa, yine bu surenin hemen 23. ayetinde;

Ve in küntüm fiy raybin mimmâ nezzelnâ alâ abdinâ fe'tû Bisûretin min mislihi ved'û şühedâeküm min dûnillahi in küntüm sadikıyn; (Bakara/23)

Eğer siz kulumuza indirdiğimiz şeyden kuşkulanıyorsanız, şüpheleniyorsanız, haydi şahitlerinizi de getirerek, Allah dışındaki tüm şahitlerinizi de toplayarak onun gibi bir sure getirin, onun bir benzerini getirin diye meydan okumaktadır.

O ayette kullanılan şüphe ile bu ayette kullanılan şüpheyi birbiriyle tefsir etmek gerekirse o zaman burada kendisinde şüphe olmayandan kasıt, bu kitabın kaynağının ilahi olduğunda şüphe olmayan biçiminde açıklanır.

Yine bu şu manaya da gelebilir. “la raybe fıh* hüdel lil müttekıyn” Bu kitabın Muttakiler için bir kılavuz, bir rehber, doğru yolu gösteren bir kılavuz oluşunda kuşku yoktur biçiminde anlaşılabilir. Böyle de anlaşılabilir dolayısıyla her iki anlayışta doğrudur. Bu ayeti kerime de geçen; “Muttakıyn” ifadesi Allah bilinci diye çevrilebilir.

“İttika” Aslında etimolojik anlamı korkmak, korunmaktır. Sakınmaktır. Mesela Arap’lar; “ıttaka bi terasihi.”, Kalkanıyla kendisini korudu derler. Yine bir hadiste;

“Künna izeşteddel be’se ittegayna bi resulillah” (Hadis) “Savaş çok kızışınca biz ResulAllah’a etten duvar ördük. Koruduk. Yani biz ResulAllah’a korunak olduk. O ittegayna bu anlama geliyor. Düşmanıyla kendisi arasında bir engel koymak ittiga budur. Peki bu manayı eğer şer’i manaya taşırsak ne anlama gelir;

Cehennem ile insan arasına engel koymak. Allah ile insanın arasının açılmaması için, şeytan ile insan arasına engel koymak. Nefis ile insan arasına engel koymak. Arzular, heva ve heveslerle iman arasına engel koymak. Düşmanla dost arasına engel koymak. Bu anlamlara gelir.

Ama tabiî ki eğer biraz önceki misalimizden yola çıkarsak; Bir insanın Muttaki olabilmesi, Allah’a karşı sorumluluk şuuruyla donanabilmesi ile mümkündür. Bu bir şuur meselesidir. Şeytan’a karşı, cehenneme karşı engel koyabilmemiz için Allah ile aranızdaki engelin kaldırılması gerekmektedir. Niçin koyarsınız engeli? Allah’a daha yakın olabilmek için. İşte bu manada Allah şuurunun uyanması lazım insanda.

Bazı ilim adamları bu kelimeyi; Allah’a karşı sorumluluk şuuru biçiminde çevirmişler. Bu güzel bir çeviri ancak eksik bir çeviri. Bu Yalnızca Allah’a karşı sorumluluk bilinci değil, aynı zamanda Allah’a karşı duyulan bir muhabbet ve yakınlığı da ifade eder. Çünkü Allah’tan sakınmak değil, Allah’a yaklaşmak için günahtan sakınmak. Allah’tan da çekinmek niçin, O’nun sevgisini kaybetmekten O’nun sevgisini yitirmekten çekinmek. Devam ediyoruz;



3 - Elleziyne yu'minûne Bil ğaybi ve yukiymûnas salâte ve mimma rezaknahum yünfikun;

İşte onlar gayblarındaki (algılayamadıkları) hakikate (Nefslerinin Allâh Esmâ'sının anlamlarının bir terkip-bileşimi şeklinde meydana geldiğine) iman ederler, salâtı ikame ederler (fiilen edâ yanı sıra anlamını yaşarlar) ve kendilerine verdiğimiz maddi - manevî yaşam gıdasından Allâh adına karşılıksız paylaşırlar. (A.Hulusi)

(Onlar ki gaybe iman edip namazı dürüst kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar. (Elmalı.)



Elleziyne yu'minûne Bil ğaybi ve yukiymûnas salâte ve mimma rezaknahum yünfikun O Muttakiler ki, Allah bilincine ulaşan insanlar ki, gayba iman ederler. Yani; İdrak edemedikleri hakikatlerin olduğunu kabul ederler. Varlık alemindeki tüm hakikatleri sadece 5 duyu yolu ile idrak edemeyeceklerine inanırlar. Ya da 5 duyunun ya da aklın hakikati bilmede yeterli olamayacağını idrak eder ve inanırlar.

Gayp; Allah, cennet, cehennem, ahiret, melek bütün bunlar gayb alemine girerler. Gayp; Yok olan, gaip olan değil Türkçe‘de kullanıldığı gibi, İnsan idrakinin, insan havsalasının, insan aklının kavramaktan aciz olduğu hakikat demektir. İnsan aklının aciz olduğu hakikati biz nasıl öğreniriz; İşte vahiy yolu ile öğreniriz. Gabya iman etmeyen Adeta şu söyleniyor burada; Gabya iman etmeyen bu kitaptan istifade edemez. Çünkü İttika’nın birinci şartı olarak bu getirilmiş. Adeta Muttakinin kimliği tarif ediliyor. Ellezine ile başlayan ayetten sonraki ayetlerde. Yani Muttaki kimdir. Öncelikle Muttakinin yani Allah bilincine ulaşan kimsenin birinci özelliği gabya iman edecek. Yani hakikati sadece gözü ile görüp eli ile tuttuğundan ibaret olmadığını bilecek. Hakikatin çok daha genişi, Çok daha büyük ve çok daha farklı olabileceğine inanacak. İşte o zaman Muttaki olmanın birinci özelliğini yakalamış olur.

[Ek bilgi; Gayba iman; tezkiye, yani kalbi, kalıcı mutluluklara nail olmaktan alıkoyan bedensel harici mutluluklara meyletmekten arındırmak gibi kalbi ameller gerektirir. Çünkü mutluluk üç kısımdır:

1 - Kalbi mutluluk,

2 - bedensel mutluluk,

3 - bedeni hariçten çevreleyen mutluluk.

Kalbi mutluluk; irfan, hikmet, ilmi, ameli ve ahlaki kemalâttan ibarettir.

Bedensel mutluluk; sağlık, güç, cismani lezzetler ve tabii şehvetlerdir.

Bedeni hariçten çevreleyen mutluluk ise, mal ve maddi sebeplerdir.(İbn. Arabi-Tevilat)]

[Ek bilgi; "İŞTE ONLAR, GAYBA İMAN EDERLER; NAMAZLARINI İKÂME EDERLER; VE KENDİLERİNE VERDİĞİMİZ RIZIKTAN ALLAH iÇİN BAĞIŞTA BULUNURLAR...  VE YİNE ONLAR, SANA NÂZİL OLANA VE SENDEN ÖNCE NÂZİL OLANA İMAN EDERLER; VE ÖLÜMÖTESİ YAŞAMA ÎKAN SAHİBİDİRLER..."

Yukarıda anlamını vermeye çalıştığımız âyetlerde görüldüğü üzere "korunmak için" en başta gerekli olan "GAYBA İMAN"dır..

"GAYB" kelimesiyle bizim beş duyu adını verdiğimiz kesitsel algılama araçlarımızla tespit edemediğimiz âlemler(boyutlar) ve bu âleme (boyuta) ait varlıklar anlatılır...

Beş duyu dediğimiz kesit tespiti yapan araçlarımızın kapasitesi dışında kalanları algılayamayan beyin, bunların tümünü "GAYB" olarak nitelendirir... Beş duyu aracılığıyla ile değerlendirilebilenlerin adı ise Din dilinde "şehâdet" âlemidir... Ki bu bizim “madde âlemi (boyutu)” dediğimiz kısımdır...

Madde âlemi, beş duyu verileriyle kayıtlanmış beynin "varsayım" dünyasıdır... Çünkü gerçekte evren tümüyle bir ışınsal yapıdır ki; her dalga boyu kesitinden, farklı boyutlar yani âlemler oluşmuş bulunmaktadır...

Farklı dalga boylarından oluşmuş katmanlardaki varlıkların her bir türüne göre de içinde bulundukları âlem(boyut) kendi “MADDE” âlemleridir... Yani "madde âlemi" diye gerçek ve mutlak tek bir "madde âlemi" olmayıp; her boyut varlığının kendi katmanı, onun kendi özel "madde âlemini" oluşturmaktadır...

Bu itibarla, "ölüm ötesi" yaşama geçenler dahi, bir tür "madde âlemi" içinde yaşamaktadırlar...

Keza, "cehennem" ya da "cennetler"; ya da şu an için “cinlerin” kendi boyutları dahi, onların algılamalarını sağlayan duyu araçlarına GÖRE "madde âlemidir"...

Bu olayı giriş bölümümüzde detaylı olarak izah ettiğim için burada tafsilâta girmeyeceğim. Ancak şu kadarını ifade edeyim ki, insanın bir düşünsel yapısı vardır; bir de bedeni... Düşünsel yanı olan “bilinç” ya da “şuur” hiç bir zaman “bedensiz” kalmaz!... Bu beden, biyolojik-fiziksel beden olabilir; ya da “RUH” adı verilmiş bulunan halogramik ışınsal beden olabilir....

Netice itibariyle, insan, sonsuza dek, bir bedenle-bilincin bütünü olarak yaşamına devam eder.

Eski asırlarda, eski asırları günümüzde seslendirenlerde, çağdaş bilgiler olmadığı için gereksiz tartışmalarla uğraşılmıştır...

Ölümden sonraki beden, yani kıyâmette(haşr) tüm insanların toplu olarak bir arada bulunacakları safhadaki beden, ya da daha sonraki aşamada yaşanacak hayat, bedenli mi bedensiz mi; “ruh”la mı, “ruh” artı “madde beden”li mi; gibi çağımız bilimi ışığında hiç bir anlamı olmayan tartışmalar!...

Helikopterin seyahat aracı olduğu ortamda; kağnı arabasının tekerleğinin ceviz mi, gürgen mi; ya da altı ortalı mı, sekiz ortalı mı olmasının tartışılması gibi!... Ya da qurtz teknolojisi kullanılırken, kum saatinin fazilet ve faydalarından söz etmek gibi...

Madde ve madde ötesinin gerçekte, tek bir tümel yapının göresel katmanları olduğunu farkedip kavrayan bir kişi için, bunlardan daha anlamsız soru olamaz!...

Bugünkü algılama aracımıza göre, şu içinde bulunduğumuz katman "madde"dir!... Bu bedenden ayrılıp ışınsal bedene geçtiğimiz anda da, o beden yapımıza GÖRE, o katman "madde olarak algılanacak"tır!...

Durum eğer iyice kavranılırsa, fark edilecektir ki, biz sonsuza dek, nitelikleri birbirinden farklı da olsa, her an "madde" âlemleri içinde yaşamımızı sürdüreceğiz!... Bu göresel "madde" âlemlerine (boyutlarına) ne isim verilirse verilsin!...

Evet, işte şu ana kadar bahsetmiş olduğum algılayamadığımız boyutlar ve o boyutlara ait tüm varlıklar "GAYB"ın iki türünden biri olan "GAYB-I MUZAF" sınıfındandır..

"GAYB" ikiye ayrılır;

1-"GAYB-I MUZAF"... "İzâfi-göresel Gayb"

2-"GAYB-I MUTLAK"... "Kesinlikle algılanması mümkün olamayan Gayb"

“GAYB-I MUZAF”, izâfi yani göresel algılanamayanlar, anlamınadır.. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız hususlar için kullanılır...

“GAYB-I MUTLAK” ile ise sadece "ALLAH"ın ilmi kastedilir!... Hiç bir yaratılmış, "ALLAH" ilminde ne vardır, asla bilemez ve bu ilmi kapsayamaz!...

Keza, "ALLAH" Zâtı itibariyle "Mutlak Gayb"tır!... Bilinmesi, kavranılması, tefekkürü kesin olanaksızdır!... Hiç bir yaratılmış, O "ZÂTI" algılayamaz!... Ancak izhar ettiği mânâlar yollu, bu mânâları yaratan şu özelliklere de sahiptir, denebilir!...

-"GAYBI ANCAK ALLAH BİLİR, başkası bilmez" denilen gayb, "mutlak gayb"tır!...

"Mutlak Gayb"ın dışındaki "izâfi gayb" ise, "ALLAH" dilemesi ve takdiri sonucu olarak bilinebilir... Ve bu biliş, "Allah"ın muradı doğrultusunda çok yönlü olabilir...

Gerek kerâmet adı verilen yoldan Evliyaullah’ın "keşif" ve "fetih" sonucu erdikleri; ve gerekse de istidrac yollu gerçekten sapmış kişilerin bildikleri "algılayamadıklarımız" hep bu durum sonucudur...

Öte yandan, "göresel gayb"ın en önemli bölümü, "âhiret" dediğimiz, ölüm ötesi yaşam boyutudur... Kabir alemi; berzah alemi; mahşer âlemi; sırat süreci; cehennem ve cennet yaşamları hep bu "göresel gayb" ismi altında mütalâa edilir... (Ahmed Hulusi-HZ. MUHAMMED NEYİ "OKU"DU / http://tumkitaplar.org/find/default.asp?KA=0&Sub=1&chk_BKD=&chk_TMK=&chk_HPI=0&txtFind=&cmb_Kitaplar=&SubID=308 )]


İkincisi; “ve yükıymunas salate.” Onlar namazı istikamet eda ederler. Yükıymune ifadesini istikamet üzere biçiminde çeviriyorum. Bunların birincisi; İmani anlamda istikamettir. Yani ibadeti yalnızca Allah’a yöneltirler. Yalnızca Allah için yaparlar ki; İyya ke na’budu”, Fatihadaki Yalnız sana kulluk ederiz ayetinin anlamını pekiştiren bir anlamdır. Onun için namazı istikamet üzere kılmanın birinci şartı müşrikler gibi kılamamaktır.

Buradaki istikamet üzere kılmanın ne olduğunu anlamak için “Maun” suresini çok iyi bilmek lazım. Orada; “Namaz kılanlar yazıklar olsun deniliyor, hemen o ayetin önünde ise “onlar yetimi gözetmezler. Yoksulu doyurmazlar, doyurmaya teşvik etmezler, yetimi itip kakarlar” deniliyor.Yani eğer böyle yapıyorsa kıldığı namazla hayat arasına engel koyuyor demektir. O zaman, “Vay o kimsenin haline denilmiş oluyor. Birincisi namazda istikamet budur.

İkincisi; İbadeti Allah’ın koyduğu usule uygun yapmaktır.

Üçüncüsü ise İbadeti yalnızca ve yalnızca Allah’ın rızasını gözeterek yapmaktır. İbadeti gösteriş için, başkaları için, başkaları görsünler diye yapmamaktır. İşte bütün bunların toplamı namazı istikamet üzere kılmaktır. Bütün bunların içerisinde bir de bu istikametin sosyal boyutu vardır ki o da dördüncüsünü teşkil eder.

Dördüncüsü; Kıldığı namazla, hayatında yaptığı diğer eylemler arasında doğrudan bir orantı kurmaktır. Yani namazı nasıl Allah için kılıyorsa, namaz dışında yaptığı tüm eylem ve işleri de Allah için yapmak, yani bir hayatı Allah için yaşamak anlamına gelir.

İşte namazı istikamet üzere kılanlar, Muttakilerin ikinci vasfı. Üçüncüsü; “ve mimma razaknahüm yünfikun.” Kendilerine rızık olarak verilenlerden Allah için harcayanlar.

İnfak Harcamak demek, Hatta infak’ın kökeni, kök anlamı tüketmek bitirmek, sonuna kadar harcamak anlamına gelir. Yani kendilerine rızık olarak verdiklerimizden sonuna kadar Allah yolunda harcayanlar.

Ayet i kerimede bir inceliğe dikkat çekmek istiyorum, Fazlalıklardan harcayanlar değil. İşe yaramayanlardan harcayanlar değil, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden harcayanlar.

Burada birincisi gayba iman, ikincisi namazı istikamet üzere eda, üçüncüsü de zekat. Üç özellik sayılıyor. Birincisi imana tealluk ediyor. Yani kul Allah ilişkisine. İkincisi namaz. Namaz kulun kendisi ve Rabbi ile olan ilişkisini, yani kulun hem nefsi ile, hem de Rabbi ile olan ilişkisini düzenliyor. Üçüncüsü Zekat ise kuldan topluma doğru. Görüyorsunuz kul-Allah ilişkisi , kul kendisiyle ilişkisi, kulun toplumla ilişkisi bir ayette düzenleniyor ve yine devam ediyor Muttakilerin vasfı sayılmaya.



4 - Velleziyne yu'minune Bi ma ünzile ileyKE ve ma ünzile min kabliK(E), ve Bil ahireti hum yûkınûn;

Onlar hakikatinden sana (boyutsal geçişle) inzâl olunana ve öncekilere inzâl olmuşlara iman ederler; geleceklerindeki sonsuz yaşam süreçlerine de ikân (kesin idrakten kaynaklanan kabul) hâlindedirler. (A.Hulusi)

(“Ve onlar ki hem sana indirilene iman ederler, hem senden önce indirilene.” (Elmalı)



Velleziyne yu'minune Bi ma ünzile ileyKE ve ma ünzile min kabliK  “Yine o kimseler sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler.”

Burada Yahudileşen İsrail oğullarına ve Hıristiyanlaşan İsa ümmetine bir gönderme var. Çünkü onlar, Museviler Hz. İsa A.S. ve Hz. Muhammed A.S. a inanmıyorlar. İsevilerse Hz. Muhammed A.S. ı inkar ediyorlar. Biz Müslümanlar ise sadece kendi peygamberimize değil, ondan önceki tüm peygamberlere iman etmeyi, imanın olmazsa olmaz bir unsuru olarak görürüz. İşte bu ayette bunu ifade eder. Yani Müslümanlar tüm hakikatlere iman ederler. Müslümanlar kendilerinden önceki hakikati temsil eden, İslam’ın değişmez değerlerini önceki ümmetlere getiren tüm kitaplara ve tüm peygamberlere hiçbirini farklı tutmaksızın, hiç birini istisna kılmaksızın iman etmeden kendi peygamberlerine ve kitaplarına da iyi iman etmiş olmazlar.

“ ve bil ahırati hüm yukınun” Ve Muttakilerin beşinci özelliği; dördüncüsü Allah’ın Resulüne ve ondan önceki indirilenlere iman, Beşincisi ahirete yakıyn derecesinde iman.  ve bil ahırati hüm yukınun Yani buradaki “yukınun” yakıyn derecesinde iman. Zaten yakıyn buradan geliyor, aynı kökten.” Hakkal yakıyn, aynel yakıyn ve ilmel yakıyn” diye yakıyn’ı üçe ayırmışlar. Yani bir şeyi bilgi ile bilmek, bir şeyi gözle, görerek, gözlem yolu ile bilmek ve bir şeyi yaşamak, yaşar gibi bilmek. İşte ahireti de görmedikleri halde, bizzat gözlemlemedikleri halde, sanki yaşar gibi inanmamız isteniyor. Onun için de  ve bil ahırati hüm yukınun Onlar ahireti adeta yaşar gibi ahirete inanırlar. İşte böyle yapan Muttakiler için ne var, o da burada geliyor,

[Ek bilgi; Burada kastedilen iman, tahkiki imandır ki, kalbi amelleri gerektiren üç kısım imanı da kapsar. Bu kalbin bezenmesidir. Yani ilahi kitaplarda indirilen hüküm ve irfanı, yeniden diriliş hallerine ve ahiret hadiselerin taalluk eden bilgileri, kutsi ilim hakikâtlerini özümsemesidir. (İbn.Arabi-Tevilat)]



5 – Ülâike alâ hüden min Rabbihim ve ülâike humul muflihûn;

İşte onlar, Rablerinden (nefslerini oluşturan Esmâ bileşiminden kaynaklanan) HÜDA (hakikati idrak) hâlindedirler ve onlar kurtuluşa ermişlerdir. (A.Hulusi)

“Bunlar, işte Rabblerinden bir hidayet üzerindedirler ve bunlar işte felaha erenlerdir.” (Elmalı)



Ülâike alâ hüden min Rabbihim Bütün bunları kendisinde yaşayanlar bu özellikleri barındıranlar; “ala hüdem mir rabbihim” Rablerinden kendilerine lutfedilmiş bir hidayet üzeredirler.

“ve ülaike hümül müflihun.” Allah’ın kılavuzladığı, Allah’ın kılavuzluğunda, Allah’ın yoluna koyulan insanları bekleyen son ise gerçekten hakiki bir mutluluktur. “ve ülaike hümül müflihun.” Ebedi bir mutluluğa ulaşacak olanda onlardır.

İman edenler hakkında 5 ayet iman edenleri tarif ettikten sonra şimdi bir de öbür cepheye geçiriyor Kur’an bizi ve bu sefer de kafirlerin durumunun ne olacağını söylüyor, ne olduğunu söylüyor. Hatta kafirlerin niçin küfre saplanıp kaldıklarını izah ediyor ve diyor ki;



Devam ediyor B sayfasına geçiniz.

Bakara 3. videoyu toplu olarak BURADA bulabilirsiniz.

2 yorum:

  1. esselamualeykum....
    Allah razı olsun kardeş.yapmış olduğunuz çalışma çok faydalı.Rabbim ilminizi arttırsın,ecrini versin inşaAllah... selam ve dua ile

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ve aleyküm selam. Geciktiğim için bağışla. Pek yorum gelmediği için kontrol etmemiştim. Ben alimlerimizin talebesiyim, onların ilimlerini derliyorum. Allah onlardan razı olsum. Bize de anlama nasip etsin.

      Sil