24 Ağustos 2010 Salı

TEFSİRE GİRİŞ (1- A)












İlâhi hamdini sözümüze Sertaç ettik, zikrini kalbimize mirac ettik, adını gönlümüze minhac ettik. Biz yoktuk var ettin. Varlığından haberdar ettin, aşkınla gönlümüzü bî karar ettin. Hidayetine sığındık, kapına geldik. İnayetine sığındık lûtfuna geldik. Kulluk edemedik, affına geldik. Bize Hakkı duyur, hakikati öğret. Gerçeği göster, gerçeği söyle. Sen göstermezsen biz göremeyiz. Sen söyletmezsen biz söyleyemeyiz. Sevdir bize hep sevdiklerini, yâr et bize erdirdiklerini. Sevdin de habibini kâinata gönderdin, Muhammed Mustafa kıldın, server-i enbiya kıldın, şefi’i ruzi ceza kıldın. Her türlü salât ona, onun âl ve ashabına olsun yarab.



Sevgili dostlar uzun bir maraton olan tefsir derslerimizin bu ilk dersinde ölümsüz bir tefsirin yazarı olan değerli bir müfessirimizin tefsirinin girişinde ki bir dua ile başlamayı anlamlı buldum. Ta gönülden amin dediğim bu içten duayı tefsire giriş olarak işleyeceğimiz bugünkü dersin de bir girizgâhı olarak okudum.



Bugün tefsir derslerimizin, Kur’an derslerimizin ilki olan bu derste size tefsir değil, tefsir ilminin usulü hakkında, tarihsel gelişimi hakkında, anlama ve yorumlamanın mantığı hakkında bir takım temel bilgiler vermek istiyorum. Çünkü Usül tüm ilimlerin olmazsa olmazıdır. Onun için eskilerin eskimez bir sözü vardır; Usulsüzlük, vusulsüzlüktendir. Yani vasıl olamayış amaca ulaşamamak, usul bilememekten dolayıdır. O sebeple bir ilim, ilim olabilmesi için bir disiplin, müstakil bir disiplin olabilmesi için, bir metodolojiye ihtiyaç duyar.



Aslında yöntem, metot bir Sünnetullahtır. Sünnetullah’ta Allah’ın yöntemi değil midir. Yöntemsiz başarı düşünülemez. Yöntemsiz bir ilim ve disiplin düşünülemez. Hele bu ilim Kur’an ı anlamanın ilmi olan tefsir gibi önemli bir ilimse, böyle bir ilmin yöntemi, metodolojisi olmasın mı. İşte bugün ilk dersimizde biz 1.400 yıllık müthiş bir geleneğe ve kütüphaneleri taşıran muazzam bir birikime sahip olan ve belki de dünya ilim tarihinde eşine ve benzerine bir başka medeniyette rastlanmayan tefsir usulü üzerinde duracağım.



Varlık kategorileri İslâm ilâhiyatında üç ana başlık altında değerlendirilir.



1 – Zorunlu varlık.



2 – Mümkin varlık,



3 – Muhal varlık.



Zorunlu varlık, vacip varlık Allah’tır, yaratıcıdır. O’nun varlığı bir başkasının varlığında mebni değildir. O kendi başına vardır, bizatihi vardır, varlığının öncesi ve sonrası yoktur varlığı bir başkasının varlığına muhtaç değildir. O’nun dışında var olan her bir şey, O’nun varlığının ispatı ve delilidir. Onun içindir ki Kur’an da spesifik olarak hiçbir ayet bulamazsınız Allah’ın varlığını ispat eden. Çünkü Allah’ın varlığını inkar, ilahiyatın konusu değildir. Psikolojinin ve tıbbın konusudur. Çünkü bir ruh hastalığıdır. Böyle bir şey ancak klinik vaka olarak tedavi edilmelidir. Çünkü bir insan kendi varlığını inkâr etmeden Allah’ın varlığını inkar edemez.



Gerçi Allah’ın varlığını inkar edenler de inkar ettikleri Allah’ın yerine mutlaka peydahlanmış bir tanrı koymak zorunda kalıyorlar ve o tanrıya da “tesadüf” ismini veriyorlar. Oysa ki bu muazzam alem, muazzam kainat, bu alemdeki her bir şeyin muhteşem işleyişi, birbiri arasındaki o muazzam ilişki ve yine insanın kendi bünyesinde gerçekleştirilen o muhteşem ilişki. Hep bütün bunlar Allah’ın kudretinin, varlığının, birliğinin en büyük delilleridir.



Onun için Kur’an Allah’ı ispat sadedinde herhangi bir gayrete girişmez. Kur’an ın bu alanda söylediği şey Allah’ın yanında başka tanrılara yer vermek, yani şirk olgusuna karşı Kur’an daima tevhidi savunur. Yoksa Allah’ın bizatihi varlığını ispat için bir tek ayet gösterilemez. Çünkü bu lüzumsuzdur, gereksizdir. Onun için Kur’an da İhlas suresi diye bildiğimiz;



Kul HUvAllâhu Ehad. (İhlas/1) Allah vardır diye başlamaz, Allah birdir diye başlar, tektir diye başlar. Çünkü varlığı; ispatı gerekmeyen bedihi bir hakikattir. Eğer varlık aleminde bir tek hakikat varsa o da Allah’ın varlığıdır.



İkinci Kategoride mümkün varlık yer alır. İnsan da işte bu kategori içinde değerlendirilir. Mümkün varlık, yani varlığı bir başka varlığa dayalı olan, varlığını bir başka varlığa borçlu olan varlık. İşte tüm mahlukat mümkin varlıktır. Çünkü kendi başına var değildir, kendi başına var olamaz, kendi başına varlığını sürdüremeyecektir. Allah’a muhtaçtır, bir başka zata muhtaçtır. Bir başka zat onu var etmiştir. Varlığını sürdürmesi için sürekli ona ihtiyaç durmaktadır. İşte onu mümkin varlık kılanda budur.



İnsan mümkün varlık kategorisinin zirvesinde yer alır. Yani mahlukatın ekseninde insan, mevcudatın ekseninde Allah yer alır. Mevcudatın, tüm varlıkların ekseninde ve zirvesinde yer alan Allah, yaratıklarının en önünde de insanı koymuş ve onu şerefli bir varlık olarak yaratmıştır.



Üçüncü varlık yani aslında varsayım, muhal varlıktır, yoktur, yokluktur yani. Var kabul edilir. Niçin böyle bir üçüncü kategoriye ihtiyaç duyuldu derseniz İslâm ilahiyatında, Hâlık ve mahlûkun dışında bir alem yoktur. Eğer ille de bir şey var diyecekseniz o yokluktur.



Yokluk karanlığa bedeldir. Varlık aydınlığa. Aydınlığın bir kaynağı vardır. Varlık aydınlığının kaynağı Allah’tır, ışığını Allah’tan alır. Allâhu Nûrus Semâvâti vel Ard. (Nûr/35) budur işte. Allah göklerin ve yerin nurudur. Ama O’nun karşısında karanlık yer alır. Karanlık aslında yoktur, muhaldir, farzı muhaldir. Işığın yokluğuna karanlık denir. Aydınlığın yokluğu halidir karanlık. Yoksa bizatihi kendi başına var değildir. Onun içinde karanlığın kaynağı olmaz. İman ve Tevhid aydınlığa, Küfür, şirk ve batıl da karanlığa benzer.



Bu varlık kategorileri açıklamasından sonra mümkin varlığın zirvesinde oturan insan, Allah’ın kendisine şuûr verdiği bir varlıktır. Mevcudatın ekseni olan Allah, Mahlûkatın ekseni olan insana özel bir muamele yapmıştır. Onu yer yüzünde halife olarak seçmiş ve onunla konuşmuştur. Allah’ın insana verdiği o özel yeteneği biz Allah’ın ikramı olarak görüyoruz ve Kur’an da bize bunu böyle söylüyor.



Ve lekad kerremna beniy Adem. (İsra/70) Biz Ademoğluna, insanoğluna kat kat ikram ettik. Kerremna nın anlamı kat kat ikram ettik.



Peki Allah’ın insana olan kat kat ikramı nedir diye soracak olursak;



1 – Fıtrattır. Allah’ın insana ilk ikramı fıtrattır. Yani doğası, temiz doğası. Allah bu fıtratı Kur’an da şöyle vurgular;.



fıtratAllâhilletiy fetaren Nase aleyha. (Rûm/30) İnsanları üzerinde yaratıldığı fıtrat, Allah’ ın fıtratı, yani temiz bir fıtrat, pak bir doğru. İşte Allah’ın insana ikramı, ilk ikramı bu temiz fıtrat, yani temiz vicdandır. Eğer başka bir ikram olmasaydı insan doğruyu yanlıştan bu temiz fıtrat ve vicdan sayesinde ayırması gerekirdi. Ama Allah ikramını da bununla da sınırlı tutmayıp bunun üzerine 2. bir ikram daha etti ve insana;



2 – Duyuları ve şuûru verdi. İnsan şuûrlu bir varlıktır, duyularını şuûrlu bir biçimde kullanan tek varlıktır. Onun için de insanı diğer canlılardan ayıran şuûrudur.



Bir fare için peynir peynirdir, ama bir insan için peynir, peynir değildir sadece. Onun için bir fare peynirin nerede olduğuna bakmaz. Tuzağa onun için yakalanır. İnsan fare gibi görmez peyniri, sadece peyniri değil, peynirin altındaki tuzağı da görür, O peynir nerede sorusunu sorar insan, niçin orada sorusunu sorar insan. Bunu soran sadece insandır. Oraya niçin yerleştirmişler diye sorar insan. Onun için fareyle insanı ayıran temel özellik işte bu şuûrdur. Allah’ın bir lûtfudur insana.



3 – Üçüncüsü Allah insana olan ikramını bu kadarla da sınırlamamış, bir üçüncü ikram daha vermiş; Akıl. İnsan akıllı bir varlıktır. Aklıyla iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan güzeli çirkinden ayırandır ve;



4 - Allah insana olan ikramını, bu üç kevni ikramın üzerine bir dördüncü ikram daha yapmış ki o da şer’i ikramdır. Nedir? Vahiy. Allah insanla konuşmuş. Oysaki ilk 3 ikramı insanın doğruyu bulması için yeterliydi. Ama rahman ve rahim olan Allah, insana olan şefkatini, merhametini, sevgisini işte bir dördüncü biçimde, yani vahiy biçiminde göstermiş.



Tabii ki bu kadar ikram edilen insanın, bu kadar hak tanınan insanın sorumluluktan azade olması düşünülemezdi. Eğer bir yerde hak varsa orada sorumlukta olmalıydı. Onun için insan varlık içerisinde en çok sorumluluğu olan bir varlıktır. Bu sorumluğu Kur’ an’ dan da anlıyoruz;



Eyahsebul'İnsanu en yutreke süda. (Kıyamet/36) İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor. Yine başıboş bırakılmayacağını sanan, bilmesi gereken insana irade verildiği Kur’an tarafından hatırlatılıyor ve deniliyor ki;



Elem nec'al lehû 'ayneyn. (Beled/8) biz ona bir çift göz vermedik mi?



Ve lisanen ve şefeteyn. (Beled/9) aslında bakınız bir çift göz diğer canlılarda da var. Hayvanlarda da var. Ancak ayetin arkasını dinlediğinizde insana verilen gözün çok farklı bir fonksiyonu olduğunu da anlarsınız. Ve lisanen ve şefeteyn ve bir dil ve bir çift dudak. Konuşmak için bir çift dudak vermedik mi?



Ve hedeynahünnecdeyn. (Beled/10) ve bunlarla donattıktan sonra insanı iki yolun ağzına getirip bırakmadık mı. Yani iki yöne doğru yönelttik. Çatal bir yol. Ve hedeynahünnecdeyn.



Felaktehamel'akabete. (Beled/11) Ama insan yükü yüklenmedi. Buradaki yük sorumluluk. Buradaki yük hakikati taşıma sorumluluğu. Buradaki yük gözün, dilin ve dudakların işaret ettiği bilinç, akıl ve idrak sorumluluğudur. Çünkü göz mecazi olarak nazara delalet eder, araştırmaya delalet eder, ya gözlemle bilirsiniz bir şeyi, ya işitmeyle bilirsiniz bir şeyi, ya da sezgi ile bilirsiniz. Sezginin merkezi kâlp, gözlemin merkezi göz, işitmenin merkezi kulaktır. İşte bu nokta da Kur’an bize verilen bu hassaları hatırlatarak bizim sorumluluğumuzun ne kadar büyük olduğunu söylüyor. İnsan, yine bir başka ayette;



.. imma şakiren ve imma kefura. (İnsan/3) iki yolun ağzına bıraktık insanı. Ya küfreder, ya şükreder. Ya iman eder, ya da inkar eder. Bu iradenin, insana verilen iradenin en büyük delili. İnsan iradesi sonucunda seçiminin sahibidir ve seçiminin sonucunda da ya ödüllendirilir, ya cezalandırılır.



İşte bu anlamıyla dini kavramların tümünü yan yana dizersek, din, sırat, tarîk, şeriat, hepsi yol ve yolun türevleri anlamına gelir. İnsanda bir yolcudur, yolcu. Müebbet bir yolcu, ebedi bir yolcu, uzun yola çıkmaya hüküm giymiş bir yolcu. Din de işte insanin yürüyeceği, yürümesi gereken yoldur. Çünkü Allah eğer insana sen yolcusun demişse onu yolsuz bırakması düşünülemez, “ben yolcuysam yolumu göster ya Rabbi” diyen insana; “İşte kulum sana yolunu da gösterdim hangi yolda  yürüyeceğini de gösterdim, yürüyeceğin yolun işaretlerini de verdim” demiştir. Din bu manada bir hayat tarzıdır. Bir yaşam biçimidir. İslam ebedi yolculuğun ebedi ilkelerine verilen isimdir.



Peki İslam bu manada ne zaman başladı diye soracak olursak, tek bir cevap verilebilir, Allah insan la konuşmaya başladığında başladı. İslam’ın başlama tarihi, Allah’ ın insanla konuşma tarihine eşittir. Buradan yola çıkarak sunu hemen söyleyebiliriz, İslam hiçbir peygambere verilmiş özel şeriatın adı değildir, İslam zamanlar ve zeminler üstü insanlığın değişmez değerleridir.



Bilinen ve bilinmeyen peygamberler sadece İslam’ın peygamberidir. Bilinen ve bilinmeyen tüm kitaplar, sadece İslam’ın kitabıdır, onun için İslam sadece belli bir zümrenin, sadece belli bir ümmetin, sahip çıkacağı ipotek altına alacağı, mevzi bir inanç sistemi değil; İslam tüm insanlık tarihi boyunca, doğruyu hakkı  hakikati temsil eden değişmez değerlerin tek  adıdır.



Kur’ an bu  gerçeği söyle vurgular. 18 peygamberi sayar. En’am suresi 90. ayete kadar18 peygamberi sayar; Nuh peygamberi, İbrahim peygamberi, Lût peygamberi, Musa peygamberi, Elyesa peygamberi, Yunus peygamberi, İsa peygamberi. Bir çok peygamberi sayar ve en sonunda döner ve son peygambere der ki;



Ülaikelleziyne hedAllâh. (En’am/90) İşte bütün bu sayılan peygamberler ve daha sayılmayanlar da Allah tarafından bir hidayet üzeredirler. Yani Allah’ın yönlendirdiği yol üzerindedirler ve muhataba dönülerek; fe Bi hüdahumuktedih. (En’am/90) sen de bunların yoluna uy. Yani sen kendinle başlayan bir surecin mübeşşiri değilsin, sen senden evvel insanlık tarihi ile yaşıt bir surecin son müjdecisin.



Peygambere nübüvvetin hiç kesilmeden akan bir ırmak olduğu hatırlatılıyor. Ve deniliyor ki sen de senden önce ki gidenlerin yoluna tabi ol. İşte onun için Resulallah kendisinden evvelki peygamberlerin bir devamı olduğunu sık sık  hatırlatmış ve “Ben bir türedi değilim.“ demesi istenmiştir Kur’an da.



Hidayet, biraz önceki ayette ve diğer ayetlerde  geçen hidayet nedir? Allah’ ın yönlendirmesi nedir diye soracak olursak, öncelikle hidayeti insanın Allah’ tan isteyebileceği en büyük nimettir diye tanımlamak lazım. Yani bir insan Allah’ tan bir tek şey isteyecekse eğer, o bir tek şey;



İhdinasSıratal'müstakıym (Fatiha/6) olmalıdır. Bizi hidayete, dosdoğru yola ulaştır, bize dosdoğru yola ulaşacak bir şuûr diriliği ver. İşte Allah’ tan insanın isteyeceği bir tek şey olsaydı eğer, o da hidayet olmalıydı diyor. Bu manada hidayet, Allah’ın insana şefkat ve merhametidir. Allah’ ın insana şefkat ve merhameti, rahman ve rahim olan Allah’ ın insana şefkati, merhameti.



Vahy: Allah’ ın dil dışı yöntemlerle insanla konuşması, insana mesaj iletmesidir ve vahy Allah’ ın en büyük hidayetidir. İhdinasSıratal'müstakıym diyen insana;



Zâlikel Kitâb'u lâ raybe fiyhi hüden lil muttekıyn. (Bakara/2) diye vahyin kitabı uzatılmaktadır.



İşte bu kitap kendisinde şüphe bulunmayan bu kitap Allah’ a karşı sorumluluk duyanlar için hidayettir. Onun için Vahy mahza (tek) hidayettir.



Vahy nedir: Biraz öncede tanımladığım gibi Allah’ ın dil dışı yani göstergeler olmaksızın sözsüz bir bildirimidir, insanla konuşmasıdır. Bu teşri-i kanundur.



Bir de tekvini kanun vardır. Tekvini kanun, kâinatın tabi olduğu yasadır. Kâinata bakın Allah’ ın tekvini kanunları üzerinde durur. O halde statik bir kadere sahip olan kâinatın nasıl kanunları varsa, dinamik bir kadere sahip olan insanın da tabi olduğu birtakım kanunlar olmalıydı değil mi? Dinamik bir kadere sahip olan insanın tabi olduğu kanunlar da dinamik, statik bir kadere sahip olan tabiat ve doğanın sahip olduğu kanunlar da statiktir.



Onun için insanın tabi olduğu kanunlar tıpkı dinamik bir kadere sahip olusu gibi dinamiktir. Onun için Allah insanlık tarihinin uzun yürüyüşü boyunca birden çok peygamber, birden çok kitap göndermiştir, Allah insanla, insanlık yürüyüş destanı boyunca sık sık konuşmuş, insana sık sık mesaj yollamıştır.



Vahiy Allah’ ın adem oğluna kat kat ikramının en sonuncusudur, hani; Ve lekad kerremna beniy Adem.(İsra/70) buyruluyordu. Biz adem oğluna kat kat ikram ettik, İşte o kat kat ikramın bir katı en son katı vahiydir. Vahyin inişini ifade eden İNZAL, TENZİL lafzı lügat olarak ikram manasına gelir. Onun için Araplar, misafire ikram ettikleri yemeğe nüzul derler,



İlginç, onun için görüyorsunuz Kur’an da biz bir şeyi indirdik, inzal ettik ifadesi geçtiği yerde, siz bundan insana ikram ettik, insana hediye ettik, insana lütfettik anlamını çıkarmalısınız. O nedenle Kur’an da inzal, tenzil ifadeleri, demir için kullanılır. Demiri indirdik, hayvan için kullanılır, 8 çift hayvan indirdik. Su için kullanılır, su için kullanıldığında, gökten yere doğru yağdığı için, belki kelime olarak mantığına uygun düşüyor. Ama bu kelime dağ için kullanıldığın da, demir için kullanıldığın da, elbise için  kullanıldığın da, ki Kur’ an da elbise için, elbise indirdik. Elbisenin gökten inmediğini biliyorsunuz. Demirin gökten inmediğini biliyorsunuz. ???




O halde bütün bunları aslında doğru bir biçimde ayet indirdik, melek indirdik, hepsini birden insana ikram olarak, bir kerem olarak verdik ki; İşte Ve lekad kerremna beniy Adem. (İsra/70) de ki insan oğluna kat kat ikram ettiğinin en büyük anlamı da burada yatmaktadır. Birincil anlamı. Vahiy insanoğluna Allah’ın en büyük ikramıdır.



Meryem suresi 11. ayette. Zekeriya (A.S.) için kullanıldığı gibi Vahy, “Söz kullanılmadan bizim kullandığımız göstergeler, kelimeler kullanılmadan bir mesajı, söz dışı bir biçimde birine bildirmeye denir,”



.. feevha ileyhim.. (Meryem/11) deniliyor mezkur ayette. Onlara Vahy etti, bildirdi oysaki, Meryem suresinin 10. ayetinde Zekeriya (A.S.)a insanlarla konuşmaması emrediliyor. 3 gün insanlarla konuşmaması ve insanlara da bunu söylemesi, yani; “Ben sizinle üç gün konuşmamak üzere sükut orucu tutmak zorundayım, tutmakla emr olundum,” işte bunu insanlara ifade etmesini.. feevha ileyhim.. biçiminde veriyor Kur’an. Yani insanlara bunu söyledi. Nasıl, ben insanlara konuşmayacağım diye, konuşmamak üzere susma orucu tutan biri, bunu nasıl söyler; işaretle söyler.


İşte Kur’an buna vahy diyor, Buradan anlıyoruz ki vahiy söz dışı bir yöntemle bir bildiriyi muhatabına ulaştırmaktır. Kur’an da ki; “ gale”, “nâda” söyledi, ünledi, “ evha”  bildirdi, “ enzele” indirdi, gibi ifadeler hep vahyin değişik bir biçimde indirilişine delalet ederler ve hepsi söz dışı bir şekilde insana indirilmiştir.

Devam ediyor B sayfasına geçiniz.
1. videoyu toplu olarak http://kurantefsir.wordpress.com/2011/03/13/tefsire-giris-1-2/  bulabilirsiniz

2 yorum:

  1. usulsüzlük usulsüzlük diye yazılmış doğrusu usulsüzlük (v) vusulsüzlüktür.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İkazınız için teşekkür ederim hemen düzelttim.

      Sil