27 Ağustos 2010 Cuma

İslamoğlu Tef. Ders. BAKARA SURESİ (6-17) (3) b



a sayfasından devam



6-) İnnelleziyne keferu sevâun aleyhim eenzertehum em lem tunzirhum la yu'minûn;

Hakikati örten - inkâr edenleri uyarsan da uyarmasan da fark etmez, iman etmezler!(A.Hulusi)

“Şu muhakkak ki inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir. Onlar inanmazlar. (Elmalı)



İnnelleziyne keferu sevâun aleyhim Küfre saplanıp kalan kimseler; sevaün aleyhim e enzertehüm em lem tünzirhüm la yü'minun. Onları ister uyar, ister uyarma fark etmez. “la yü'minun.” Onlar iman etmezler, onlar inanmazlar. Yani “İnnellezıne keferu” da ki “ellezine keferu” Küfre saplanıp kalmış kimseler artık uyarıdan hiçbir pay almazlar. Niçin;



7-) HatemAllahu alâ kulûbihim ve alâ sem'ihim, ve alâ ebsarihim ğışavetun, ve lehum azâbün azıym;



Allâh, onların, beyinlerindeki hakikat algılamasını kilitlemiştir; basîretleri perdelidir. Yaptıklarının sonucu olarak feci bir azabı hak etmişlerdir. (A.Hulusi)



Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir de perde vardır. Ve büyük azab onlaradır. (Elmalı)





Hatemallahü ala kulubihim.” Çünkü Allah onların kalplerine mühür vurmuştur. “ve ala sem'ıhim” ve kulaklarına da mühür vurmuştur.“ve ala ebsarihim ğaşaveh gözleri üzerinde de bir perde vardır. ve lehüm azabün azıym. Korkunç azaba müstahaktırlar onlar.



Buradaki perde ya da mühür aslında onların eylemleri sonucunda vurulmuştur. Biz bunu ayet içerisindeki “ala” harfinden anlıyoruz. Eğer burada, bu mühür vurma ve perde çekilme olayında onların bir dahli olmamış olsaydı cümle şöyle gelmesi lazımdı; Hatemallahü kulubehüm Allah onların kalplerini mühürledi biçiminde, “ve alâ sem'ıhim” değil, Hatemallahu sem’ahum biçiminde gelmesi lazımdı. Böyle gelmiyor. “Alâ” ile geliyor. Bunun Arap dilindeki anlamı; Onların yaptıkları eylemler yüzünden Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerine de perde çekmiştir.



Bu mühürlenme bizim bildiğimiz fiziki bir mühürlenme değil elbette. Hakikate karşı kör ve sağır davranmak, gerçeği gördüğü halde görmezden gelmek, duyma, lakin işitmeme. Bakma, lakin görmeme. Kalbi olduğu halde hissetmeme. İşte budur burada vurgulanan şey. Yani Kulakları var işitmezler, gözleri var görmezler Araf suresinde geçtiği gibi;



Kalpleri var hissetmezler, inanmazlar. Ayetinde olduğu gibi. Gözleri, kulakları ve kalpleri olduğu halde onları yerli yerince kullanmazlar. İşte korkunç azaba müstahak olan bunlardır. Aslında böyle olmak en büyük azaba uğramaktır. Bir insan ki gözü var, bakıyor ama görmüyor, duyuyor ama işitmiyor, kalbi var ama hissetmiyorsa o insana bundan daha büyük bir bela olabilir mi?



[Ek bilgi; Geçmişte bir zaman, kendi beynini kendi elleriyle kilitlemiş! Farkında değil geçmiş bir zaman içinde nasıl bir komutla kendi beyninin kilitlediğinin!

Kesinlikle bilin ki, başkasına zannıyla ne yapıyorsak, gerçekte kendi kendimize yapıyoruz; ve kendi yaptıklarımızın da sonuçlarını yaşıyoruz! "Herkes elleriyle yaptıklarının sonuçlarını yaşar!" uyarısı da işte buna işaret ediyor!

Geçmişte bir zaman içinde belki gençlikte veya yeni yetmelikte, bir hüküm veriyorsunuz: "Bu konu şöyledir" ya da "bu, bu kadardır" diye.

Böylece, beyin o konuda kendi kendini kilitliyor! Bundan sonra, o hükme ters gelen ne kadar yeni gelişme olursa olsun, beyniniz onları görmüyor ve değerlendirmeye almıyor!

Bir kitap, bir kişi, ya da bir konu. Dinî veya toplumsal; fark etmiyor! Beyin yalnızca bu "Sünnetullâh" üzere çalışmasına devam ediyor! Bu sebeptendir ki, kim, ne zaman neyi reddetmiş veya inkâr etmişse, artık geri dönüşü olmuyor kolay kolay!

Hiç mi?

Hayır! Tövbe kapısı açık! Eğer, yaptığının yanlış olduğunu kesin bir şekilde fark etmişsen; bunun düzelmesi için çok kuvvetli olarak o konuyu tekrar ele almışsan; yapacağın çalışmalar ile yeniden o alanı araştırma ve sorgulamaya sokup kilitlenmeyi çözme imkânına sahipsin! Ama bu da elbette, o konudaki hükmünün kesinlikle yanlış olduğunu kavramana bağlı. Aksi takdirde, beyin, geçmişte aldığı o komutun gereğini ölene kadar koruyor; sen de gözünün ya da basîretinin önündeki o gerçeği algılayamadan bu dünyadan çekip gidiyorsun!

Her an her yeniye mutlak olarak açık olmak, işin başlangıcı. Sorgulayıcı olmak; araştırmacı olmak; asla mevcut veritabanınla kendini kayıtlamamak ve sınırlamamak!

"Dün bu konuda böyle denmiş ama başka türlü de olabilir mi acaba" diyerek; yeni karşılaştığın her olayı veya fikri yeniden değerlendirmeye tutmak, kişinin beyin kilitlenmelerine karşı emniyet supabıdır! (A. Hulusi-Kilitlenmişlik)]



[Ek bilgi; Beyzavi’nin açıklamasına göre bu ayette ki “Hatem” den murat, onların kalplerinde küfür, günah, isyan yönünde sevgi ve ilgi yaratılmasıdır. Çünkü onlar küfür günah, isyan yönünde devam ettikçe ilgi ve sevgileri öyle bir dereceye varır ki Allah’a iman ve ibadeti çirkin, ayıp görerek şiddetle ve ahmakça atalarını taklide yönelirler. Böylece doğruyu ve hakikati görmekten yüz çevirdikleri için sürekli vurdum duymazlık, ilgisizlik içerisinde kalırlar.

Bundan dolayı kalplerinden bu ilgisizliğin, küfrün çıkması, yerine kendilerine teklif edilen hakikate iman ve ibadetin o kalbe girmesi artık mümkün olmadığından mühürlenme benzetmesi yapılmıştır. Çünkü mühürlü bir mektubun içinde olan şeyin dışarı çıkması dışında olan şeyinde içine girmesi mümkün değildir. (Konyalı Mehmet Vehbi- Büyük Kur’an tefsiri)]
 





8-) Ve minenNâsi men yekulü amennâ Billâhî ve Bil yevmil âhıri ve mâ hum Bimu'miniyn;



İnsanlardan bir kısmı "B" işareti kapsamınca (varlıklarını Allâh Esmâsının oluşturduğu inancıyla) Allâh'a ve âhiret süreçlerine (sonsuzluk içinde kendilerinden açığa çıkanın sonuçlarını yaşayarak yer alacaklarına) iman ettiklerini söylerler; ne var ki imanları gerçekte bu kapsamda değildir! (A.Hulusi)



İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde, "Allah'a ve ahiret gününe inandık." Derler. (Elmalı)





Ve minenNâsi men yekulü amennâ Billâhî ve Bil yevmil âhıri ve mâ hum Bimu'miniyn Kur’an bir başka sınıfa geçti şimdi. İki ayette kafirlerin durumunu açıkladıktan sonra, niçin onlara bu kadar kısa bir yer ayırdı? Çünkü Onlar net. İnanmıyorlar, inanmadıklarını da ifade ediyorlar. Ama asıl tehlikeli olan inanmadığını açıkça itiraf eden değil, inanmadığı halde inanıyor gibi görünen, ya da gerçekte inanmadığı halde, kendisi dahi inanmadığından haberi olmayan ve kendisi, kendisini inanıyor zanneden kimse. İşte şimdi o kimselerin durumunu bize izah ediyor Kur’an;



Ve minen nasi mey yekulü amenna billah İnsanlardan kimi de var ki Allah’a iman ettik der. ve bil yevmil ahır Ahiret gününe de kesinlikle inandık der. ve ma hüm bi mü'minın Ancak onlar gerçekte inanmamışlardır.



Bu sadece Medine de olan bir şey değildi ama özellikle bu ayetlerin Medine’de indirildiğini hatırlayacak olursanız, Mekke’de bu mana da bir münafık yoktu. Mekke’de kafirler ve müminler vardı. Ancak Medine’ye göçten sonra bir üçüncü zümre daha ortaya çıktı. Münafık zümresi. Lakin, bu ayeti sadece Medine’de ortaya çıkan münafıklar için değil, her ortamda bulunabilen insanlar için yani inkar eden insanlar için de anlayabiliriz. Çünkü kendisini inanıyor zannettiği halde gerçekte inanmama eylemi sadece münafıklara has bir şey değildir. Bu nokta da belki de bugün insanımızın en büyük problemi budur. Yani kendisini inançlı olarak tanımlıyor, ancak Allah’ın tanımına göre o iman etmemektedir.



Bunlardan yola çıkarak şöyle bir önerme de bulunabiliriz. Sizin kendinizi nasıl tanımladığınız değil, Allah’ın sizi ne olarak gördüğü, nasıl tanımladığı önemlidir. Yani siz Allah’ın ölçülerine göre nesiniz. Kendi ölçülerinize göre değil. Eğer Allah’ın ölçülerine göre Müslüman değilseniz, mümin değilseniz kendi ölçülerinize göre kendinizi Müslüman olarak adlandırmanız hiçbir şey ifade etmemektedir.



[Ek bilgi; Çünkü imanın mahalli kalptir, dil değildir. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: “Bedeviler “inandık” dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama “boyun eğdik” (İslam olduk) deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi.” (Hucurat, 14) “Allah’a ve ahiret gününe inandık” şeklindeki sözleri, tevhid ve ahiretle ilgili bir iddiadan ibarettir. (İbn.Arabi-Tevilat)]



[Ek bilgi; Hiçbir yerde "ilâh"a imandan söz edilmemektedir; çünkü "Allah", "Tanrı" değildir!

"Senin ilâhın Allah’tır" sözünün mânâsı "Allah ilâhtır" demek değildir!.. Bu belki, "Senin ilâh-Tanrı bildiğin, sandığın varlık gerçekte Allahtır; ki O Tanrı olmaktan münezzehtir" anlamına alınabilir.

Bunun izahını geniş olarak "HZ. MUHAMMED’İN AÇIKLADIĞI ALLÂH" isimli kitabımızda yaptık. Arzu edenler bu hususu oradan tetkik edebilirler.

Evet, "Allah"a iman derken, "Allah"ı en asgari sınırı ile "İhlâs" sûresinde belirtilen biçimde anlamak gerekir.

Şayet "Allah”ın "Ahad" olduğunu akıldan çıkarırsak veya "Allah’ın”; "Ahad" olduğunun mânâsını anlamadıysak; "Allah’ın" doğurulmamış ve doğurmamış olduğunun" mânâsını fark edemediysek, çözemediysek, idrak edemediysek; bu takdirde biz, "Allah’a inanıyorum" deriz; ama yine de "Âmentü billahi" dememiş oluruz!.. Lafını etmiş, dille söylemiş oluruz; fakat, anlayış olarak bu kavramdan mahrumuzdur...

İşte bu durumdakilerin hâlini açıklayan âyet de şudur:

“İNSANLARDAN BİR KISMI "B"NİN ANLAMIYLA ALLÂH’A VE GELECEĞİMİZE İMAN ETTİK DERLER; AMA BUNUN BİLİNCİNDE OLARAK İMAN ETMEMİŞLERDİR." (Bakara:8)

Çünkü..! İhlâs sûresinde, "Allah’ın” "Ahad" yani bölünmez, parçalanmaz, cüzlerden meydana gelmemiş, parçalardan oluşmamış; sonsuz sınırsız TEK olduğu.

Ve de "Samed" olarak, O’na herhangi bir şeyin girmesinin, ya da O’ndan her hangi bir şeyin çıkmasının mümkün olmadığı, anlaşılabildiği zaman.

Ve yine "O"ndan meydana gelmiş ikinci bir varlığın var olmadığı; ayrıca "O"nun başka varlıktan meydana gelmesinin söz konusu olmadığı fark edildiğinde ve bunun anlamı kavranıldığında, zaten otomatik olarak bizim "ben" dediğimiz varlık, hiç "var" olmamış olarak "yok" olur!

Ya da çok basite indirgeyerek açıklayalım... "ALLÂH”IN "SINIRSIZ" varlığına İMAN EDİLDİĞİ ZAMAN!.. Yani, "SINIRSIZ" varlığı dolayısıyla hiçbir boyutta "O"nun yanı sıra ikinci bir varlığın mevcudiyetinden söz edilemeyeceği kavrandığı zaman...

Görülecektir ki "sen (ben)" zaten hiç "var" olmamışsın... "Yok"sun!.. "YOK" mayasından oluşmuş bir "yok" olarak mevcudsun; ki gerçekte tüm varlık sadece "O"dur!

Var olmamış bir şey nasıl "yok" olur?

Var olmayan bir şey, gerçekte, ancak beş duyunun oluşturduğu zanda "var" kabul edilir; o zanda "var" kabul edilen "benlik", idrak oluşunca da "yok" olur demektir! Yoksa, gerçekten "var" olan hiçbir şey "yok" olmaz!.. Çünkü her şeyin varlığı, "ALLÂH" varlığıyla mevcuttur!.. Ki, o şeyin mutlak mânâda "yok" olması demek, sonuçta ALLÂH varlığının "yok" olması demek olur. A.Hulusi. http://www.ahmedhulusi.org/yazi/b-sirriyla-anlayis.htm ]



[Ek bilgi 2; . Eğer siz ALLAH'ı hakkıyla tanısaydınız dualarınızla dağları yerinden oynatırdınız. (Hadis/Camius sağıyr)]





9-) Yuhadi'unAllahe velleziyne amenû ve ma yahde'ûne illâ enfüsehum ve ma yeş'urûn;



(Lafta "'B' anlamı kapsamınca iman ettik" diyerek) hakikatleri olan Allâh'ı ve iman etmişleri aldatmaya çalışırlar; hâlbuki kendilerini aldatırlar da bunun şuurunda değiller! (A.Hulusi)



“Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki sırf kendilerini aldatırlar da farkına varmazlar.” (Elmalı)





Yühadiunellahe vellezıne amenu Onlar Allah’ı aldatmak isterler. Müminleri aldatmak isterler. ve ma yahdeune illa enfüsehüm ve ma yeş'urun. Onlar yalnız kendilerini aldatmaktadırlar da bunun farkında bile değildirler.





10-) Fiy kulûbihim meradun fezadehumullahu merada, ve lehum azâbün eliymün Bima kânu yekzibûn;



Onların şuurlarında (hakikati hissetme işlevinde) sağlıklı düşünememe hâli vardır; Allâh da bunu arttırmıştır. Yalanladıkları hakikatleri yüzünden feci bir azap yaşayacaklardır. (A.Hulusi)



“Kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını arttırmıştır. Yalan söylemelerine karşılık onlara elem verici bir azab vardır.” (Elmalı)





Fı kulubihim meradun Onların kalplerinde hastalık vardır. Bu ayet aynı zamanda Hatemallahü ala kulubihim ve ala sem'ıhim (7) Ayetini tefsir ediyor. Allah onların kulaklarını, gözlerini ve kalplerini niçin mühürleyip perdelemiştir diye soracak olursak;kendi eylemleri, kendi hastalıkları yüzünden dercesine Fı kulubihim meradun, Onların kalpleri hastalıklıdır. Yani onlar hasta bir kalbe, yüreğe sahiptirler. fe zadehümüllahü merada Allah’’ın yaptığı ise sadece bu hastalığı artırmaktır. Yani onları hasta etmek değil onlar hasta olmayı kendileri tercih etmişler. Lakin Allah tedavi imkanlarını ellerinden aldığı için hastalıkları artmıştır. Aslında Allah onların hastalığını artırdının manası budur. Allah tedavi imkanını almıştır. Artık tedavi olamadıkları için hastalık kendi kendisine ilerleyecektir. İnanç hastalığı.



ve lehüm azabün elımüm bi ma kanu yekzibun. Onlar içindir korkunç acı verici azap. Zaten inançsızlık bir cehennem azabı değildir de nedir. İnançsız insan bin bir türlü korkuların, bin bir türlü kaygıların, bin bir türlü hüznün, melankolinin, ansiyetenin (Bunalma hastalığı.) bin bir türlü ruh hastalığının pençesinde kıvranması azaptan başka bir şey değil mi. Onun için inançsızlık başlı başına bir azaptır cehennem azabından beter bir azaptır ve bu ayetle ona da gönderme yapılmaktadır.



ve lehüm azabün elımüm bi ma kanu yekzibun. Onları müthiş bir azap beklemektedir. Neden dolayı? Yalanlarından dolayı. “Yukezzibun” biçiminde okuyan karilerde olmuş Yalanlamalarından dolayı anlamına gelir ama, bu okuyuş doğru bir okuyuştur, Çünkü onlar yalan söylüyorlar. Ya başkalarına yalan söylüyorlar, ya kendilerine yahut hem başkalarına hem kendilerine yalan söylüyorlar. Gerçekte Allah’ın tanımına göre iman etmedikleri halde, kendilerini iman etmiş görerek, zannederek kendilerine karşı yalan söylüyorlar, kendilerini aldatıyorlar. İşte yukarda olduğu gibi. Onlar yalnızca kendilerini aldatıyorlar Allah’ı değil. Çünkü kendileri Allah’ın dediği gibi iman etmediği halde, iman etmiş zannediyorlar onun için de aldanıyorlar.



[Ek bilgi; Bütün alçak huylar, davranışlar kalpler için hastalıktır. Bunlar kalplerin zayıflamasına, özel faaliyetlerinde musibete duçar olmalarına, sonunda da helak olmalarına sebep olur. Kalplerinde hastalık olan bu insanların en büyük hedefleri, heva ve heves bağının tutsağı, vehmin hakimiyeti altında ve kendilerini alçaklığa doğru sürükleyen akıllarının en uzak gayesi, en yüce maksadı işte bu lezzetlerdir. Sadece dünya hayatının zahirini bilirler ve onların ahiretten haberleri yoktur. En büyük beyinsizliğin, adi faniliği şerefli bekaya tercih etmek olduğunu bilmezler. Kalp, nefis ile ruh arasında yer alır ve her birine bakan ayrı ayrı yüzleri vardır. Bu sınırı aşmadan durmak demek, Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde O’na kulluk sunmak, O’na yönelmek demektir. Bu yönelişin gayesi de nurlanma isteğidir. Nurlanma gerçekleşince, nefis de onunla birlikte aydınlanır. (İbn.Arabi-Te’vilât)]





11-) Ve iza kıyle lehum lâ tüfsidu fiyl Ardı kalû innema nahnu muslihûn;



Onlara, arzda (yeryüzünde ve bedende) fesat çıkarmayın (varoluş amacına uygun olmayan şekilde hareket etmeyin), denildiğinde: "Biz ıslahçılarız (yerli yerinde kullananlarız)" dediler. (A.Hulusi)



“Hem onlara: "Yeryüzünde fesat çıkarmayın." denildiğinde: "Biz ancak ıslah edicileriz." derler.” (Elmalı)





Ve iza kıyle lehüm la tüfsidu fil ard Kendilerine yeryüzünde fesat çıkarmayın denildiği zaman; kalu innema nahnü muslihun. Cevap verirler; biz yalnızca ıslah edicileriz. Islahatçılarız derler. Yani düzeltiyoruz istikrarı sağlıyoruz derler. İşgal ederler bir toprağı, ya siyasal olarak işgal ederler, ya bizatihi, fiili olarak askeri güçle işgal ederler, ya da kültürel olarak işgal ederler. İşgallerinin sebebini sorduğunuz da istikrarı sağladığını söylerler. Ya da çağdaşlığı getirdiklerini söylerler. Ya da ilericiliği getirdiklerini söylerler. Kalkınmayı getirdiklerini söylerler. Onun için onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın denildiği zaman iddiaları budur innema nahnü muslihun, biz sadece ıslahatçılarız.





12-) Elâ innehum humulmüfsidûne ve lâkin lâ yeş'urûn;



Biline ki, kesinlikle onlar ifsat edenlerdir (olayı olması gerekenden saptıranlar); ne var ki bunun şuurunda değillerdir. (A.Hulusi)



İyi bilin ki, onlar ortalığı bozanların ta kendileridir, fakat anlamazlar.” (Elmalı)





Elâ innehum humulmüfsidûne ve lâkin lâ yeş'urûn Fakat dikkat edin, aman ha anlamına gelir Ela. Aman ha kesinlikle iyi bilin ki onlar, ortalığı karıştıranlar fesada verenler düzeni bozanlardır lakin farkında değiller. Demek ki burada asıl problem bize karşı iddiaları değil, kendilerinin kendi mahiyetleri hakkındaki yanlış yargıları. Yani kendileri daha kendilerini tanımıyorlar. Kendileri için yanlış hüküm veriyorlar. Farkında değiller ne yaptıklarının söyledikleri, ıslah ediyoruz, düzenliyoruz, biz düzeltiyoruz diyorlar. Hatta buna samimi niyetle de inanıyor olabilirler.



Bu hiçbir şeyi değiştirmiyor. Bu daha büyük bir suç oluyor. Hem bizi kandırıyorlar, hem de kendilerini kandırmış oluyorlar. Eğer inanmadıkları halde, ıslah etmediklerini bildikleri halde, düzeni bozduklarını bildikleri halde söyleseler bunu, sadece bizi aldatmış olacaklar. Ama eğer ıslah ettiklerini, düzeni sağladıklarını iddia ediyorlar ve buna kendileri de inanıyorsa bu sefer bu iki kat hata oluyor. Çünkü kendilerini de aldatmış oluyorlar. İşte onun için de “ve lakil la leş'urun” farkında değiller.





13-) Ve izâ kıyle lehum aminu kemâ amenenNâsü kalû enu'minu kemâ amenessüfehâ'* elâ innehum humussüfehâu ve lâkin lâ ya'lemûn;



Onlara, iman eden insanlar gibi iman edin, denildiğinde: "Süfeha (aklı sınırlı, düşünmeden yaşayanlar) gibi mi iman edelim" derler. Kesinlikle biline ki, esas süfeha (aklı sınırlı, düşünemeyenler) kendileridir ama bunu fark etmiyorlar, anlayamıyorlar! (A.Hulusi)



“Onlara: "İnsanların (Müslümanların) inandığı gibi inanın." denilince, "Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?" derler. İyi bilin ki, asıl beyinsiz kendileridir fakat bilmezler.” (Elmalı)





Ve izâ kıyle lehum aminu kemâ amenenNâsü kalû enu'minu kemâ amenessüfehâ' Kendilerine adam gibi, şu insanlar gibi iman edin denildiğin de derler ki; “biz beyinsizler gibi mi inanıyoruz”  yani bununla tevriyeli, bir manada adeta şu iki anlama geliyor. Bir biz de adam gibi inanıyoruz, yani Müslümanlara karşı biz de adam gibi inanıyoruz, kendi yandaşlarına karşı, şu inanan beyinsizler gibi mi inanacağız anlamına gelen, iki anlama da gelebilecek tevriyeli bir cevap verirler.



e nü'minü kema amenes süfeha, şu beyinsizler, şu ayak takımı gibi mi inanıyoruz, ya da inanacağız. ela innehüm hümüs süfehaü ve lakil la ya'lemun” Dikkat edin ha..! Onlar beyinsizlerin ta kendileridir lakin bilmiyorlar.





14-) Ve izâ lekulleziyne amenû kalû amenna* ve izâ halev ilâ şeyatıynihim kalû inna meaküm, innema nahnu müstehziûn;



İman edenlerle beraberken "Amenna - kabul ettik" derler, şeytanlarıyla (vehimlerine tâbi olarak onları saptıranlarla) başbaşa olduklarında ise: "Biz sizinle aynı fikirdeyiz, onlarla alay ediyoruz" derler. (A.Hulusi)



Onlar iman edenlere rastladıkları zaman: "İnandık" derler. Fakat şeytanlarıyla yalnız kaldıkları zaman: "Biz, sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay ediyoruz." derler. Elmalı)





Ve iza lekullezıne amenu kalu amenna. Kendilerine ciddi olarak iman edin denildiğinde derler ki; Biz kesinlikle ciddi olarak iman ettik. ve iza halev ila şeyatıynihim şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında, kendi yandaşlarıyla, ya da kendi öz benlikleri ile baş başla kaldıklarında, nefisleriyle baş başa kaldıklarında derler ki; kalu inna meaküm innema nahnü müstehziun. Biz sizinle beraberiz. Biz onlarla dalga geçiyorduk, onları alaya alıyorduk derler.





15-) Allahu yestehziu Bihim ve yemudduhum fiy tuğyanihim ya'mehûn;



(Hakikatleri olan Allâh'ı anlamamakta ısrarları dolayısıyla) Allâh kendileriyle alay ediyor ve basîretsizlikleri dolayısıyla azgınlıklarına müsaade ediyor! (A.Hulusi)



(Asıl) Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde serserice dolaşmalarına mühlet verir. (Elmalı)





 Allahü yestehziü bihim. Allah onların alaylarına karşılık verir, verecek. Allah onların alaylarına Allahü yestehziü bihim karşılık verecek. ve yemüddühüm fı tuğyanihim ya'mehun. terk edecek onları küstahlıkları ile baş başa, şaşkın şaşkın debelenecekler. ya'mehun şaşkın şaşkın debelenecekler.





16-) Ülâikelleziyneşterevüd dalâlete Bilhüda, femâ rabihat ticaretühüm ve ma kânu muhtediyn;



İşte onlar hakikatlerini oluşturan gerçeğe (bilhüda) karşılık dalâleti (kendi hakikatini fark edememe) satın almışlardır! Oysa bu ticaret onlara kâr getirmedi; gerçeğe de erdirmez! (A.Hulusi)



“İşte onlar o kimselerdir ki, hidayet karşılığında sapıklığı satın aldılar da, ticaretleri kâr etmedi, doğru yolu da bulamadılar.” (Elmalı)





Ülaikellezıneşteravüd dalalete bil hüda Böyle yapanlar, işte böyle yapanlar var ya onlar, hidayeti verip karşılığında sapıklığı satın almışlardır. fe ma rabihat ticaratühüm Onların ticaretleri kar etmemiştir. Yani bu ticaret sonucunda hiçbir getiri elde edememişlerdir. ve ma kanu mühtedın Onlar doğru yolu bulacak ta değiller.



Burada bu ayetlerle ifade edilen insan tipi adeta kendi kendisini ve başkalarını aldatan, hem kendisine yabancı, hem Allah’a yabancı bir insan tipidir. Kendisine yabancılaşmış çünkü kendisini tanımıyor. Kendisini tanısa belki Allah’ı da tanıyacak. Kendisine yabancı çünkü kendisi hakkında ki hükümleri isabetsiz. Kendisi hakkında yanlış hüküm veriyor. Aynı zamanda zalim. Çünkü kendisi hakkında haksız hüküm veriyor. Kendisini olmayan bir yerde gösteriyor ve görüyor. Tabii ki Allah’a da yabancı kendine yabancı olduğu için. Allah’a da yabancı çünkü hakikati öğrenmek için bir gayret yok, böyleyim zannediyor. Bilmediğini bilenler bir gün öğrenirler ama bildiğini zannedenler hiçbir zaman öğrenemeyecekler.



İnanmadığını bilenler, bir gün inanabilirler. Ancak inanmadığı halde, Allah’ın tanımladığı gibi inanmadığı halde, Allah’ın tanımına göre mümin olmadığı halde kendisini inanıyor zannedenler ebediyen inanamazlar. İşte mühürlenmek budur, işte perdelenmek budur, işte bu ayetler bu tipi çiziyor. İnanmadığının dahi farkında olmayan, farkında olmadığı için de bir ömür inanmaktan mahrum kalacak olan nasipsiz bir tip. Ve şimdi bu tipin ruh heyecanlarını, bu tipin içinde kopan fırtınaları Allah şu ayetlerle bize beyan ediyor.





17-) Meselühüm kemeselillezistevkade nâra* felemma edâet ma havlehû zehebAllahu Binûrihim ve terakehüm fiy zulümatin la yubsırûn;



Onların misali ateş yakana benzer, ki yakılan ateş çevreyi aydınlatır. Ne varki kendi hakikatlerinden gelen nur açığa çıkmadığı için, karanlığa terkedilir; artık göremez! (A.Hulusi)



“Onların durumu, bir ateş yakanın durumu gibidir. (Ateş) çevresini aydınlatır aydınlatmaz Allah onların (gözlerinin) nurlarını giderdi ve onları karanlıklar içinde bıraktı, artık görmezler.” (Elmalı)





Meselühüm ke meselillezistevkade nara Onların misali bir ateş yakan adamın durumu gibidir. fe lemma edaet ma havlehu zehebellahü bi nurihim ve terakehüm fı zulümatil la yübsırun O ateşin ışığı ateşi yakan adamın etrafını aydınlatır aydınlatmaz Allah onun görme hassasını nurunu, göz nurunu alıverir. ve terakehüm fı zulümatil la yübsırun onu karanlıklar içinde bırakır artık göremezler. Anlam açık olmakla birlikte ayetin çizdiği o müthiş tabloyu bir daha gözler önüne sermem gerekiyor.



Bir adam düşünün ateş yakılmış. O adam o ana kadar karanlıkta. Bu ayette adeta vahyin indiği günler indiği yıllar indiği toplum tanımlanıyor. Vahiy inmeden önce kapkaranlık bir coğrafya, kapkaranlık bir yürek, kapkaranlık bir insan tipi var orada. Bulamıyor gözü görüyor ama ışık olmadığı için gözün görmesi bir işe yaramıyor. Çünkü gözün bir şeyi görebilmesi için ışığa ihtiyacı var. Işık olmazsa kör ile gören arasında hiçbir fark olmaz. Ne zaman ki vahiy ışığı etrafı aydınlatıyor o gece aydınlanıyor o zifiri karanlık ortadan siliniyor, lakin bu sefer o aydınlıkla gözü kör oluyor. Yani aydınlık körü oluyor ışık körü kesiyor. Aydınlığın kesretinden çokluğundan, aydınlığın muhteşemliğinden gözü yine görmez oluyor. Bu sefer görme hassasını Allah alıyor bakıyor ama göremiyor. Önce ışık yoktu göz vardı, şimdi ışık var lakin görecek göz yok. İşte bu tanımlanıyor.



Devam ediyor C sayfasına geçiniz.

Bakara 3. videoyu toplu olarak BURADA bulabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder