b sayfasından devam
5-) Ve lesevfe yu'tıyke Rabbüke feterda;
Elbette
Rabbin sana verecek de razı olacaksın! (A.Hulusi)
05 - ve
ileride rabbin sana atâ edecek öyle atâ edecek ki rızaya ereceksin. (Elmalı)
Ve lesevfe yu'tıyke Rabbüke feterda
zamanı gelince rabbin sana verecek, feterda, ve sen de razı olacaksın. Rabbim
zamanı geldiğinde ona neler verdi. Düşünün, Mekke de zor bir ortam, kor bir
ortam. Taşlandı, hakarete uğradı, dövüldü, sövüldü, muhasara altına alındı,
boykota tabi tutuldu, bir yudum su çok görüldü, canına kastedildi, arkadaşları,
ashabı işkenceler altında inletildi, yurtlarını yuvalarını terk etmek zorunda
bırakıldılar, etrafına acı çektirildi, sırtına işkembe konacak kadar ileri
vardılar ve en sonunda kendisine başka bir yurt aramak zorunda bırakıldı. Taif
lere gitti, taşlandı, ayağı kan revan içinde kaldı ve her türlü acıyı gördü,
çekti ve en sonunda hicretle yurdunu yuvasını terk etti.
Bütün bunlar oldu, peki ondan
sonra ne oldu? Kendisine yer yüzünü dar eden Mekke bir gün geldi fethedildi,
bir gün geldi ondan evvel hicretin 7. yılında Mekke’nin reisi Mekke’de ki
yaygın açlıktan dolayı Allah resulüne gelip bir şeyler dilendi. O Mekke’nin
gururlu adamları Ebu Süfyan ve çevresi Allah resulünden Mekkeli açlar için bir
şeyler istemek zorunda kaldı. Allah verdi yani Allah verdi ve o da Hayber’den
gelen gümüş külçelerini Mekke’nin yoksullarına dağıtılmak üzere gönderdi.
Dahası Mekke’yi fethetti,
dünyanın en kansız fetihlerinden biri olarak. Kendisin yer yüzünü dar eden
Mekke’yi fethetti ve Mekke’nin o müşrik uluları Kâbe’nin avlusunda toplanıp,
boyunlarını büküp kaderlerine razı oldular. Ve başlarına neyin geleceğini
bilmeksizin beklediler ve onlara Haydi dedi İz hebu fe entüm tuleka. Gidin siz salıverilmişlerdensiniz. Yani
sizi saldım, sizi bıraktım. Onlar; Sen keriym bir babanın keriym bir evladı
olan keriym bir kardeşsin demek zorunda kaldılar. Düşmanları bile takdir etmek
zorunda kaldı.
Kendisini kan revan içinde
taşlatan Taif eline geçti, Hayber eline geçti. Kendisi vefat etmeden kurduğu
devletin sınırları Avrupa büyüklüğüne ulaşmıştı. Vefatından çok değil 30 yıl
sonra kurduğu İslam devletinin sınırları, bugün batıda İspanya’ya dayanmış,
doğuda Çin’e dayanmış, kuzeyde Rusya ya dayanmış, güneyde ise okyanusa açılmış.
Yani Allah verdi, öyle ki daha vefat etmeden yer yüzünün iki süper gücünün
başında ki iki imparatora davet mektubu yazmış, yer yüzünün tüm meşhur
krallarını davet etmiş ve sözü dinlenilir olmuş. Dahası yer yüzünde onun kadar
sevilen bir fani olmamış. Allah şanını yüceltmişti. İşte
Ve lel'ahıretü hayrün leke minel'ûla
biz bunun şahidiyiz.
Ve lesevfe yu'tıyke Rabbüke feterda rabbin zamanı gelince sana verecek ve sen de rabbinden
razı olacaksın.
6-) Elem yecidke yetiymen fe âva;
Seni
bir yetim (babasız ve anasız) bularak barındırmadı mı? (A.Hulusi)
06 - O
seni bir yetîm iken barındırmadı mı? (Elmalı)
Elem yecidke yetiymen fe âva o seni
yetim olarak bulup sana sığınak olmadı mı?
7-) Ve vecedeke dâ(aaa)llen feheda;
Seni
dall (Zâtî hakikatini bilmeyen) bulup da hakikate erdirmedi mi? (A.Hulusi)
07 - Ve
seni yol bilmez iken yola koymadı mı? (Elmalı)
Ve vecedeke dâ(aaa)llen feheda varlığını
kaybetmiş olarak, yani yoksul olarak bulup seni doğru yola yöneltmedi mi?
Şûra/51. (Hayır, Hicr/87
olacak) ayetini hatırlamak lazım. Ve lekad ateynake Seb'an minel Mesâni vel Kur'ânel Azıym.
(Hicr/87)Biz sana birbirine benzer yediliyi, yani fatihayı ve azıym olan Kur’an
ı verdik. Şûra/52. ayeti; mâ künte tedriy melKitâbu ve lel iymân..(Şûra/52)
sen bundan önce kitap nedir, iman nedir bilmezdin diyor bu ayet. Yani burada
aslında dalâl şaşırmak manasına. Yanlışı fark etmişti Allah resulü fakat
doğruyu bulamamıştı. Onun için Ve vecedeke dâ(aaa)llen feheda yolunu kaybetmiş
bulup seni doğru yola yöneltmedi mi buyuruyordu. Daha önce kitap nedir iman
nedir bilmezdin diyen Kur’an ona doğru yolu ve sana Allah göstermişti diyor.
8-) Ve vecedeke 'âilen fe eğna;
Seni
hiçbir şeyin yok iken (fakr -
"yok"lukta) bulup da zenginliğe ("gına"ya)
kavuşturmadık mı (El Ğaniyy kulu yapmadık mı,
Âlemlerden Ğaniyy olanın kulluğunu yaşatmadık mı)?
(A.Hulusi)
08 - Ve
seni bir yoksul iken zengin etmedi mi? (Elmalı)
Ve vecedeke 'âilen fe eğna seni
muhtaç bulup mala tamahtan müstağni kılmadık mı. Zengin kılmadı mı diye
çevirmedim. Çünkü bu manada zenginliği Allah resulü hiç istemedi ki. Fe eğna; aslında ığna, ğına servetin müteradifi değil, eş anlamlısı değil Kur’an da.
Servet ayrı mal olarak gelir o. Fakat malsız ğına da mümkindir Kur’an ın ifadesi ile. Onun için Lâ
temüddenne ayneyke ila ma metta'na Bihi (Hicr/88) onlara
verdiğimiz geçici dünya mallarına gözünü dikme diyor Kur’an da rabbimiz.
Dolayısıyla yani biz sana Kur’an ı verdik bir önceki ayetle birlikte
hatırlarsak; Biz sana fatihayı verdik, Kur’an ı verdik, aziym olan Kur’an ı. Ve lekad
ateynake Seb'an minel Mesâni vel Kur'ânel Azıym. (Hicr/87) biz sana
fatihayı ve Kur’an ı verdik, sen onlara verdiğimiz geçici nimetlere gözünü
dikme. Yani Kur’an dünyalara bedel, Kur’an servetin en büyüğü, vahiy yer
yüzünden daha büyük bir servet. Onun için Kur’an elinde ya sen yer yüzünün
geçici nimetlerine gözünü dikme manasına gelen bu ayetle aslında o ğaniy
kılınmıştı, gönlü zengindi, dünya malına bakmazdı.
Allah resulünün bu ayeti aldıktan
sonra Hz. Aişe şöyle diyor; sevdiği hiçbir şeye bir daha doyasıya bakmadı.
Atları severdi, kızıl develeri severdi fakat bu ayetten sonra sevdiği bir şeye
sanki ayıpmış gibi gördüğünde gözünü indirirdi diyor.
9-) Feemmel yetiyme fela takher;
O
hâlde, yetime hor bakma! (A.Hulusi)
09 - Öyle
ise amma yetîme kahretme. (Elmalı)
Feemmel yetiyme fela takher artık
yetime asla otoriter davranma. Evet, yetim. Aslında kimsesiz demektir, tek
başına yani bakanı olmayan gözeteni olmayana yetim denir.
Efendimiz öyle buyuruyor; Yetin
hakkında Allah’tan korkun, Allah’tan diyor. Yine; Ben ve yetimin kefili
cennette böyleyiz buyuruyor. Sahih yetimlerden ne çıkar hiç düşündük mü? Bugün
biz yetimlerden sokak çocukları, kapkaççılar, caniler, tinerciler vs.
çıkarıyoruz. Fakat bizim medeniyetimiz işte bu ayetlerin inşa ettiği İslam
medeniyeti yetimlerden fatihler çıkardı. Afrika fatihi Musa Bin Nuseyr bir
yetimdi. Endülüs’ün büyük fatihi Tarık Bin Ziyad bir yetimdi. Anadolu’nun ilk
iman fatihlerinden Abdullah el Battal Antakyalı bir yetimdi. Biz yetimlerden
fatihler çıkarmıştık.
Bugün Çin’de büyük bir yekün
tutan, Müslüman Çin’li bir nüfus var, Uygur Türkleri değil, bunlar Çin asıllı
Müslümanlar. Bu Müslümanların ilk olarak nasıl ortaya çıktığı anlatılırken
meselenin, hikayenin temelinde yetimliğin olduğunu görüyoruz. Eski Çin’de
yetimler satılırmış, kimsesi olmayanlar basbayağı böyle satılırmış. Müslümanlar
bunu fark edince satılan yetimleri almak için vakıflar kuruyorlar, aldıkları
yetimlere darül eykamlar açıyorlar, yetim evleri ve buralarda onları güzel
birer Müslüman olarak eğitiyorlar, şimdi milyonlara, belki 200 milyona bali,
-ki bir Çin’li Hui Müslüman’dan duyduğum rakam buydu- bir Müslüman nüfusa
dönüşüyor. Bunlara Hui Çinlileri, Hui Müslümanlar deniyor.
Evet, yetimden neler çıkarmış
meğerse. Yine Ahmed Dahlan isimli Endonezya’lı bir zat Mekke ve Medinede ki
tahsilinden 1912 de döndüğünde Cakartanın banliyölerinden biri olan Cokça da
bir yetimhane açıyor. Bu yetimhaneyle başlayan bu yürüyüş öyle bir noktaya
geliyor ki, bugün Muhammediye hareketi diye bilinen bu hareketin Ahmed
Dahlan’dan henüz daha 100 sene geçmeden 30 milyon müntesibi var. 10 milyon
camisi var. 3.700 koleji var, 166 üniversitesi bar ve daha neleri neleri,
neleri var. yani yetimden ne çıkar dememek. Yetimin velisi Allah’tır deyip eğer
yetime sahip çıkarsam velisi Allah olan birine sahip çıkarım demeli. Onun için
yetim üzerinde Kur’an ımız daha ilk indiği dönemde duruyor. Çünkü yetimlerin
efendisi bir peygamber. Allah resulü de bir yetim. Adeta eğer Allah babasını
almışsa, annesini almışsa yani o kimsesiz kalmışsa biraz da ilahi takdirin
sırrı gereği kalmıştır. Siz onunla imtihan ediliyorsunuz, o da babasızlıkla
imtihan ediliyor. Siz imtihanınızı güzel verin uyarısını içeriyor.
Bu ayetin Allah resulünün Hz. Hatice
nin eski kocasından olan oğulluğuna kızması üzerine indiği rivayet edilir bazı
kaynaklarda.
10-) Ve emmessâile felâ tenher;
İsteyeni,
soru soranı sakın azarlama! (A.Hulusi)
10 - Ve
amma sâili azarlama. (Elmalı)
Ve emmessâile felâ tenher isteyeni
azarlama yani burada ki isteme aslında her türlü isteme, sail, hatta soranı
azarlama manasına da gelir. Çünkü sual hem soru sormak hem istemektir. Se e le
soru sordu, istedi ikisi eşit aynı manaya gelir. Dolayısıyla soru soranı
azarlama veya isteyeni azarlama.
Fakat Kur’an bu ayette bunu ifade
buyururken bunu dengeleyecek bir başka ayette de şöyle buyurur; lâ
yes'elunen Nase ilhafa. (Bakara/273) Mü’minlerin vasıflarını
sayarken arsızca istemezler insanlardan. Efendimiz bir seferinde sırf bu konuda
sahabeden bey’ad istemişti. Hiç kimseden gücünüz yettiği sürece bir şey
istememek üzere sizden bey’âd talep ediyorum buyurmuştu. Hatta bir örnek
vermişti bu bey’ad talebi sırasında. Eğer siz devenin üzerinde olsanız yere
düşen kamçınızı yanındakine şunu bana ver deneyecek şekilde istememek üzere
Bey’ad istiyorum demişti.
Bunu anlamak için deveye binmek
lazım. Deveyi ıhtırmanın ne zor bir şey olduğunu, yere düşen kamçıyı almak için
deve üzerinde ki birinin ne uzun uğraşlar vermesi gerektiğini bilmek lazım.
Yani mü’minler her iki şekilde de dengeli bir ahlaki zemine oturtuluyor. Bu
konuda hem isteme hem de yardım etme hususunda bir denge kuruluyor.
11-) Ve emma Bi nı'meti Rabbike fe haddis;
Rabbinin
nimetini, dillendir! (A.Hulusi)
11 - Fakat
rabbinin nimetinî anlat da anlat. (Elmalı)
Ve emma Bi nı'meti Rabbike fe hadis
ve en sonunda rabbinin sonsuz nimetini dile getir. Yani rabbinin nimetini
dillendir. Buna tahdisi nimet denilir, nimeti anmak, nimeti dile getirmek. Bu
bir İslami edeptir, aynı zamanda Allah’a karşı kulluk edebidir. Çünkü nimeti
anmayan şükretmez, nimeti hatırlamayan o nimetin şükrünü eda etmez, nimeti
unutanı Allah’ta unutur. Dolayısıyla tahdis-i nimet, nimeti dile getirmek o
nimete aslında bir şükürdür, nimeti verene bir teşekkürdür.
Rabbimiz bizden ne iyilik
isteyecek ki, O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yok ki. Ama biz tahdis-i nimetle,
nimeti vereni anmakla aslında Allah’ı zikretmiş oluruz. Zikir de zaten nimetin
sahibini unutmamaktır. Unutmayalım teşekkür etmeyi değil, ekmeği verenin
hakkıdır. Eğer ekmeği verene teşekkür etmiyorsak ekmeği hak etmiyoruz demektir.
Onun için bu ayet bize tahdis-i nimeti, yani nimeti dile getirmeyi, sadece
içimizden teşekkür yetmez, aklımızdan bilmemiz yetmez; onu dile getirmek
etrafımızda ki insanlara içinde yüzdükleri nimeti hatırlatmaktır. Bu aynı
zamanda nimetin kıymetini bilmeyenlere nimetin kıymetini bilmeleri için öğüt
vermeyi de kapsar.
Dizi ağrıyan ve bundan şikayetçi
olan bir insana Allah diz vermiş, heleki dizin var, var da ağrıyor diye
hatırlatmak lazım. Çünkü o unutur. O dizinin olduğunun büyük bir nimet olduğunu
unuttu, şimdi ağrıyı görüyor sadece. Oysaki dizi olmasaydı ağrımazdı. Başım
ağrıyor, bakarsız velveleye veriyor etrafı oysa ki bir başı var da ağrıyor.
Hele ki varsın, var ki ağrıyı hissediyorsun. Veya ağrıyor; sinir sistemin
çalışıyor da ağrıyor, önce şükret, sonra şikayet et. Ama önce şükret. Sinir
sistemin çalışmasaydı ağrıyı algılayamazdın. Ağrıyı algılamamak çok çok daha
büyük bir beladır. Onun için ağrı aslında vücudun alarm sistemi, haber veriyor
ben buradayım diye, beni onar diye. Dolayısıyla her şeyin içinde şükredecek bir
şey bulmak. İşte tahdis-i nimetin bize hatırlattıkları.
Sadakallahul azıym. Allah
hakikati söyledi.
Dûhâ suresinin sonu.
Dûhâ suresini toplu olarak BURADA
bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder