24 Ocak 2013 Perşembe

İslamoğlu Tef. Ders. AHZAB (37-38) (132-D)



C sayfasından devam

37-) Ve iz tekulü lilleziy en'amAllâhu aleyhi ve en'amte aleyhi emsik aleyke zevceke vettekıllahe ve tuhfi fiy nefsike mAllâhu mübdiyhi ve tahşen Nas* vAllâhu ehakku en tahşaHU, felemma kadâ Zeydün minha vetaren zevvecnakeha likey lâ yekûne alel mu'miniyne harecün fiy ezvaci ed'ıyaihim izâ kadav minhünne vetarâ* ve kâne emrullahi mef'ula;

Hani sen, Allâh'ın üzerine in'amda bulunduğu ve senin de kendisine in'amda bulunduğun kimseye (Hz.Rasûlullâh'ın evlatlığı Zeyd b. Harise): "Eşini nikâhında tut ve Allâh'tan korun" diyordun, (fakat) Allâh'ın açığa çıkaracağı şeyi düşüncende gizliyordun ve insanlardan endişeliydin (bu fikrini yanlış anlayıp Allâh yolundan dönerler diye)! (Oysaki) Allâh, kendisinden endişe etmene daha lâyıktır! Zeyd ondan boşanınca, onu (Zeynep'i) seninle biz evlendirdik ki; evlatlıklarının eşlerinde, onlarla ilişkiyi bitirdiklerinde, iman edenler için (onlarla evlenmek hususunda) bir zorluk - engel olmasın... Allâh'ın hükmü yerine gelmiştir! (A.Hulusi)

37 - Hem hatırla o vakit ki o kendisine hem Allahın in'am ettiği hem senin in'am ettiğin kimseye: «zevceni kendine sıkı tut ve Allah dan kork» diyordun da nefsinde Allahın açacağı şeyi gizliyordun, nâsı sayıyordun, halbuki Allah, kendisini saymana daha gerekti, sonra vaktâ ki Zeyd, o kadından ilişiğini kesti biz onu sana tezvic eyledik tâ ki oğullukların ilişiği kestikleri zevcelerinde müminlere bir darlık olmasın, Allahın emri de fiile çıkarılmış bulunuyor. (Elmalı)


Ve iz tekulü lilleziy en'amAllâhu aleyhi ve en'amte aleyh hani bir zamanlar Allah’ın kendisine ikram ettiği ve senin de iyilikte bulunduğun kişiye şöyle diyordun; emsik aleyke zevceke vettekıllah eşini bırakma ve Allah’a karşı saygılı ol, Allah’tan kork.

Burada bahsedilen kim? Zeyd Bin Harise. Zeyd Bin Harise gerçekten de yaşam öyküsü, biyografisi çarpıcı bir sahabi. Bu zat çocukluğunda bir yolculuk sırasında kervan basılır ve esir alınır. Esir alındıktan sonra Mekke’li birine satılır. Mekke’li biri, yani Hz. Hatice’nin yeğeni bunu alır ve halası Hatice’ye bunu hediye eder. Hz. Hatice Resulallah’la evlendikten sonra Zeyd’i Resulallah’a hediye eder. Resulallah’ta bu çok akıllı, çok dürüst, gerçekten karakter sahibi olan, özü itibarıyla hür ve iyi bir ailenin çocuğu olduğu halde sonradan gasp edilip köleleştirilmiş bu insanı hemen özgürlüğüne kavuşturur ve onu azat eder.

Derken Zeyd’in ailesi kaybettikleri çocuklarını araya araya araya bulurlar, onun Mekke’de olduğunu haber alırlar ve gelirler. Bir rivayete göre babasıyla amcası, bir rivayete göre çocukken kaybettiği babası değil onun yerine olan amcası. Babasıyla amcası olduğu rivayetini kabul ederek konuşalım. Resulallah’tan Zeyd’i isterler. Resulallah der ki;

- Kendisine bırakıyorum. Nasıl isterse öyle yapsın.”

Zeyd Allah resulünü tercih eder. babası ve amcasının gönlünü alır ve Resulallah’la birlikte kalmak istediğini, onu çok sevdiğini, ondan ayrılamayacağını söyler. Resulallah’ta Zeyd’i buna bir ödül olarak elinden tutar o günün adetleri gereği Kabe’nin yanına götürür ve artık kendi evladı edindiğini, bundan böyle ona Zeyd bin Muhammed denilmesi gerektiğini söyler ve artık o Resulallah’ın evladıdır.

İşte bunun üzerine ailesi çeker giderler ve tabii Zeyd Resulallah tarafından çok sevilmekte ve Resulallah Zeyd vasıtasıyla bir çok cahiliye geleneğinin ortadan kalkmasına çalışmaktadır. Bu çok kötü geleneklerden biri de anadan doğma hür bir kimsenin sonradan kölelikten azat edilmiş biri ile evlenmemesidir. Evlenememektedirler.

Oysaki Zeyd her iki açıdan da mağdurdur. Yani o aslında azat edilmiş bir köle değil, özü itibarıyla hür biridir. Ama köle bile olsa bu gayri insani bir tavırdır ve Zeyd’i halasının kızı Zeynep Binti Cahş ile evlendirmek ister. Zeynep bu evliliğe razı olmaz. Fakat Resulallah’a da daha fazla direnemez. Israrlar sonucu bu evliliğe evet der.

Aslında bu evlilikten ne Zeynep’in ne de Hz. Zeyd’in herhangi bir kazancı yoktur. Çünkü Hz. Zeyd zaten Ümmü Eymen ile evlidir ve bir yavrusu vardır, Üsame. Yani Zeyd’in zaten mutlu bir yuvası vardır. Ama Allah Resulü çirkin bir geleneği, gayri insani bir geleneği, insan onurunu ayaklar altına alan bir geleneği yok etmek istemektedir ve bu evlilik tabii ki çok zor bir evlilik olur. Birkaç kez boşanmanın eşiğine gelir çiftler fakat her seferinde Allah Resulü Zeyd’e eşini tutmasını söyler. Oysaki Hz. Zeynep’in gönlünde gerçekten de Resulallah’la evlenmek vardır. Çünkü o kendisini Resulallah’a yakıştırmaktadır. O kendisini azatlı bir köleye değil, toplumun reisine yakıştırmaktadır.

Dolayısıyla evlilik yürümez ve boşanma vuku bulur. Boşanmadan sonra iddetin bitiminde Hz. Zeynep gerçekten de Resulallah’ın ısrarıyla Zeyd le evlendiği için mağdur bir konumda bulunmaktadır. Gönlü kırık bir konumda bulunmaktadır. Resulallah onun mağduriyetini gidermek ve kırık gönlünü almak için onu kendisine eş olarak seçer ve bu eş olarak seçme de aynı zamanda cahiliye geleneğinin bir parçasını ayaklar altına alma uygulamasının bir devamıdır. Kısaca olayı özetledikten sonra ayetlere dönüp devamını oradan sürdürelim.

ve tuhfi fiy nefsike mAllâhu mübdiyhi ve tahşen Nas ama Allah’ın açıklayacağı şeyi sen içinde saklıyordun. Zira ve tahşen Nas insanlardan çekiniyordun. vAllâhu ehakku en tahşaH oysa ki kendisinden çekinilmesi gereken, çekinmeye daha layık olan Allah’tır.

38. ayetteki ilahi yasayı, -ki gelecek- Nebi elbette biliyordu. Fakat yanlış anlaşılmaktan çekiniyordu. Yani her peygamberin görevi toplumun yatağında çöp gibi akan bir nesne olmak değil, toplumu elleriyle yoğuran bir özne olmaktır. Yani fiili durumları hukuki durun gibi kabul etmek değil, toplumu gerçek bir hukuki norma kavuşturmaktır. Elbette Resulallah’ın görevi de buydu. Ama bu görevi yapmak o kadar kolay değildi. Resulallah işte uğrayacağı töhmetten çekiniyordu. Toplumun dedikodusundan çekiniyordu. Burada da ona bir ima var.

felemma kadâ Zeydün minha vetaren En sonunda Zeyd o kadınla ilişkisini tamamen kesip boşadı. zevvecnakeha likey lâ yekûne alel mu'miniyne harecün fiy ezvaci ed'ıyaihim izâ kadav minhünne vetarân ve biz onu seninle evlendirdik ki evlatlıkları eşleriyle ilişkilerini kesip boşandıklarında, kişilerin onlarla evlenmelerinin önünde hiçbir engel kalmasın.

Evet sebep açık, ayet illeti de açıkça ifade etti. Neden bu evlilik ilahi olarak emredildi vahiy tarafından? Çünkü Allah cahiliyenin bir ayetini daha geçersiz kılmak istiyordu. Surenin başında da eşyanın hakikatinin sabit olduğu üzerinde durmuştuk. Geçen dersimizde ilgili ayetleri okurken eşyanın hakikatinin sabit olduğunu, fakat eşlerine senin sırtın anamın sırtı gibidir diyerek zulmeden ve onları diri diri toprağa gömen bir mantığın, ya da kendi, çocukları olmayan kimselere benim oğlum deyince kendi öz çocukları gibi olduğunu düşünen bir gelenekle karşı karşıyayız. Yani fiili durumları hukuki durum gibi algılayan, fiili durumdan hukuk normu çıkaran bir gelenek. Bu geleneğin yıkılması gerekiyordu ve bu geleneğin yıkılması içinde Resulallah ne risk alması gerekiyorsa alacaktı. İşte Zeynep’le evliliği aslında Resulallah’ın aflığı bu riskti.

ve kâne emrullahi mef'ula sonuçta Allah’ın emri yerine gelmiş oldu. hepsi bu.


 38-) Ma kâne alenNebiyi min harecin fiyma feradAllâhu leh* sünnetAllâhi fiylleziyne halev min kabl* ve kâne emrullahi kaderen makdura;

Allâh'ın kendisine zorunlu kıldıklarında O Nebi'ye sorumluluk yoktur! Bu, önceden geçmişler içinde de Sünnetullâh'tır... Allâh'ın hükmü, planlanmış (yerine gelmesi kesin) bir kaderdir! (A.Hulusi)

38 - Peygambere Allahın takdir ettiği, mubah kıldığı şeyde bir darlık yoktur, bundan evvel geçen bütün Peygamberler hakkında Allahın sünneti böyle ve Allahın emri biçilmiş bir kader bulunuyor. (Elmalı)


Ma kâne alenNebiyi min harecin fiyma feradAllâhu leh Allah’ın kendisini mecbur tuttuğu bir husustan dolayı peygambere hiçbir suç isnat edilemez. Yani aynı zamanda bu emirden dolayı birileri Resulallah’ı suçlayacaksa onu da savunan yine vahiy oluyor. Allah’ın emrini tuttuğu için kim suçlayabilir ki peygamberi.

sünnetAllâhi fiylleziyne halev min kabl Allah’ın bu yasası daha önce gelip geçmiş olan peygamberler içinde geçerliydi.  ve kâne emrullahi kaderen makdura sonuçta Allah’ın emri ölçülüp biçildiği gibi gerçekleşmiş oldu başka bir şey değil.

Resulallah’ı suçlayan bu rolü ona emreden Allah’ı suçlamış olur başka bir şey değil. Her peygamberin kaderi aynıdır; Allah’ın rızasına kayıtsız şartsız ram olmak. Her peygamberin kaderi budur.

[Ek bilgi; SÜNNETULLAH (Allah sisteminin değişmez yasaları)

Yaşadığımız Dünya'da otomatik olarak tâbi olduğumuz yasalar ile, tüm evrensel yasalar Kur'ân-ı Kerîm'de "Sünnetullah" olarak isimlendirilmiştir...

Stringlerin hareketinden; holografik gerçeklikten; evrenler arası ilişkilerden; evrenin enerji bütünselliğinden; kozmolojik ilişkilerden; insanın kendi yapısı ve özündeki Arş'ından Kürsî'sine, semâvatına ve yedi kat arzına kadar tüm ilişkiler yumağı, hep "Sünnetullâh" kapsamında gerçekleşir!

"Sünnetullah" öncelikle şöyle bildirilmektedir:

"...Bizim sünnetimizde değişiklik bulamazsın." (İsra'/ 77)

"...Sünnetullâh'ta asla değişme bulamazsın!" (Feth/23)

"...Sünnetullah için bir alternatif asla bulamazsın! Sünnetullâh'ta bir değişme asla bulamazsın!" (Fâtır/43)

Şimdi bir evrensel gerçeği vurgulayalım; bazılarının hafsalaları çok zorlansa veya alamasa da... Zira gerçek gerçektir!

Nokta'dan ilk açılımın olduğu andan, genişleyen evren gerçekliğine dayalı bir şekilde sonsuza dek tüm olan ve olacaklar, Yaratıcı Kudret indînde bellidir ve asla değişmez!
Bu vurguladığım olay yanında, insanlık tarihinin yeri ise düşünebilenlerce takdir edilir ki, bir hiç mesabesindedir!
Evrende muhakkak ki insan aklının alamayacağı kadar canlı, şuurlu değişik türler mevcuttur; ve bunların tamamı dahi bu "Sünnetullah" kapsamında değerlendirilir!

Bir ALLÂH Resûlü uyarısını hatırlayarak konumuza girelim:

"Siz eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız!.. Rahat yataklarınızda yatamayıp "Allâh, Allâh" diye bağırarak dağlara kaçardınız!"

Acaba Allâh Resûlü ne anlatmak istiyordu burada dersiniz?

"Sünnetullah”a eğer "OKU"ya bilirsek...

Evren Anayasası'nın şu ilk maddelerini fark etmeye başlarız:

(1) - Tüm yaratılmışlar, bilinçli veya bilinçsiz şekilde mutlak kulluklarını yerine getirmektedir; yaratılış amaçlarına hizmet eder şekilde yaşayarak!

"Yedi semâ (yedi bilinç mertebesindeki tüm yaratılmışlar), arz (bedenler) ve onların içindekiler O'nu tespih eder (Esmâ'sının özelliklerini açığa çıkaran işlevleriyle her an hâlden hâle dönüp dururlar)! Hiçbir şey yok ki, O'nun Hamdı olarak, tespih etmesin! Fakat siz onların işlevini anlamıyorsunuz!" (İsra/44)

"Semâlar ve arzda bulunan (tüm) canlılar ve melâike (ruhanî ve cismanî âlemlere ait varlıklar ve kuvveler), hiç kibirlenmeksizin (benliğe kapılmaksızın) Allâh'a secde ederler (Allâh'a mutlak teslimiyet hâlindedirler)." (Nahl/49)

(2) - İblis denilen varlığın isyanı dahi mutlak kulluğunun eseridir! Ne var ki mutlak kulluk ifası, tard edilme veya lânete (uzak düşmeye) engel olmaz!

"(İblis) dedi ki: 'Rabbim! Bende açığa çıkan Esmâ'n sonucu azdırman yüzünden, yemin ederim ki, arzda (bedenli yaşamlarında) onlara (suçları; Sünnetullah’a göre perdelilik oluşturan fiilleri) süsleyeceğim ve onları toptan azdıracağım.'" (Hicr/39)

(3) - Sünnetullâh'ta, ismi ALLÂH olanın "Kudret" sıfatı hâkimdir. İsmi "ALLÂH" olanın "Kaadir" sıfatı gereği, Sünnetullah denen evrensel sistem ve düzen, her dem güçlünün güçsüzü yok etmesi şeklinde işler! İsmi "ALLÂH" olan, var ettiği sistemde "Kudret" sıfatını ortaya koyar. "Acz" ise sistemde yok olmak içindir! Dolayısıyla, sistemde duygulara ve beşerî değer yargılarına dayalı değerlendirmelerin hükmü yoktur! Acımak veya acınmak sistemin işleyişini etkilemez. Korunmak isteyenler için, içinde bulunulan ortamın gerektirdiği tedbiri almak zorunludur. Duygularına ve beşerî bakış açısına göre yaşayan, bu kararlarının sonuçlarını da yaşar!

"Ey iman edenler! Nefslerinizi (benliğinizi) ve ehlinizi (bedeninizin gelecekteki karşılığını), yakıtı insanlar ve taşlar (tapındıkları heykeller, putlar türü cansızlar) olan Nâr'dan koruyun! Onda hükmedildiği üzere emredildiklerini yapan; kendilerine emrettiği konuda Allâh'a âsi olmayan, çok güçlü, çok şiddetli acımasız, melekler (kuvveler) vardır!" (Tahriym/6)

(4) - Her birim, her bir anda, kendisinden daha önceki süreçte açığa çıkmış olanın sonuçlarını ve gereğini yaşamaktadır; farkında olsa da, olmasa da! Bu, yaptıklarının cezasını (yani karşılığını) almasıdır. "Bugün", "dünün" sonucudur; "yarın" ise "bugün"ün sonuçları yaşanacaktır! "Bugün", yaşadığın andır! "Yarın" ise yaşadığın anın sonrası! Zerre kadar hayır yapan anında karşılığını alır; zerre kadar zararlı fiil ortaya koyan bunun da anında karşılığını alır.

Ancak, alınan bu karşılık, beyindeki alındığı devre itibarıyla, kısa veya uzun zamanda belirgin olabilir! Çünkü ortaya konulan fiilin beyindeki hangi devrelerin faaliyeti sonucu oluştuğu, fiilin feedback şeklinde beyinde nasıl bir geri etkileşim oluşturduğu, ve dahi bu geri etkinin beyinde ne zaman hangi şartlar sonucunda devreye gireceği bizim tarafımızdan bilinemez.

"Kitap (kişinin tüm yaşam bilgisi) ortaya konmuştur! Suçlu durumundakilerin hepsinin, o bilgilerden korkup ürpererek 'Yandık şimdi! Bu nasıl 'Kitap'mış (kaydedilmiş bilgi) ki, küçük-büyük demeden tüm düşünce ve yaptıklarımızı kaydetmiş!' dediklerini görürsün... Ne yapmışlarsa onu hazır bulmuşlardır! Rabbin kimseye zulmetmez." (Kehf/49)

"Kaydedilmiş sayfaları açıldığında..."(Tekviyr/10)

"Kim bir zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onu görür. Kim de bir zerre ağırlığınca bir şerr yaparsa, onu görür." (Zilzâl/7-8)

(5) - Her birim için sonsuza kadar sadece yapabildikleri ve yapabildiklerinin sonuçları söz konusudur. Yapmamış olduğunu veya karşılığından mahrum kalmayı getiren bir yanlışı telâfi edebilecek hiçbir mazeretin geçerliliği yoktur.

"İnsan için yalnızca çalışmalarının (kendisinden açığa çıkanların) sonucu oluşacaktır!" (Necm/39)

(6) - Sistemde geçmişin telâfisi yoktur! Sistemde oluşlar sürekli bir ileriye gidişi oluşturduğundan ve yaşanılan hiçbir an'ın tekrarı söz konusu olmadığından geriye, DÜNE dönmek de imkânsızdır. Dolayısıyla geçmişin telâfisi yoktur! Yalnızca, yaşanılan an'ın değerlendirilmesi söz konusudur! Geçmiş geçmiştir! Geçmişin (ve dahi namazın) kazası da olmaz!

"Eğer o ikisinde (semâlar ve arz) Allâh'tan başka tanrılar olsaydı, elbette o ikisi de düzenini yitirirdi! Arş'ın Rabbi Allâh, onların vasıflamalarından münezzehtir. Yaptığından soru sorulmaz! Onlar sorgulanır (yaptıklarının sonucu yaşatılır)!" (Enbiyâ/22-23)

(7) - Burada basîreti açılmayan, ölüm denen dönüşümden sonra ebediyen kör kalır!

"Kim bu dünyada âmâ (hakikati göremeyen) ise o, gelecek sonsuz yaşamda da âmâdır (kördür)!" (İsra/72)

(8) - İsmi "ALLÂH" olan, bu konuda yeterli bilgiye ve tefekküre sahip olmayanların sandığı gibi, uzayda bir gezegende yaşayan bir tanrı olmadığı için bir gün tanrının karşısına geçip neden türünden soru sormak da kesinlikle mümkün değildir!

(9) - İnsan, sonsuz yaşama dönük ne elde etmek istiyorsa, Dünya'da iken bunun gereklerini yapma ve ruhuna bunu yükleme şansına sahiptir. "Ölüm" denen "boyut değiştirme" sonrası, ibadet denen beyin geliştirme çalışmaları söz konusu değildir. Ölümle buna dayalı tekâmül yolu da kapanır! Dolayısıyla yaşam, ibadet denen beyindeki Allâh isimlerine dayalı özellikleri açığa çıkarmak için tek ve eşi bir daha gelmeyecek yegâne şanstır.

Bahanesi veya mazereti ne olursa olsun bunu değerlendirmeyen sonuçlarını ebeden değiştiremez!

"Nihayet onlardan birine ölüm geldiğinde dedi ki: 'Rabbim beni (dünya yaşamına) geri döndür.

Tâ ki (önemsemeyip) uygulamadığım şeylerde (iman üzere yaşamda, kuvveden fiile çıkarmadıklarımda) sonsuz geleceğime yararlı çalışmalar yapayım!'... Hayır (geri dönüş asla mümkün değil)! Öyle bir şey söyler ki geçerliliği yoktur (sistemde yeri yoktur)! Arkalarında yeniden bâ's olunacakları sürece kadar, bir berzah (boyutsal farklılık) vardır (geri dönemezler; reenkarnasyon da {ikinci defa dünya yaşamı} mümkün değildir)!

Sur'a üflendiğinde (yeni bir bâ's için süreç başladığında), o gün aralarında nispetler (beşerî mensubiyetler, akrabalıklar, etiketler; dünyada birbirlerini tanımalarını sağlayan görünümleri) olmayacak! Sualleşmezler de (dünyadaki nispetlere/iletişime göre birbirlerini sormazlar da)." (Mu'minûn/99-101)

(10) - Her birim, incir içindeki çekirdek ya da spermdeki insan gizliliği gibi, kendisinden sonrakini içinde barındırır içinde bulunduğu boyuta göre. Velev ki, açığa çıkmasa...

(11) - İnsanın farkı, kendi semâvatında yükselerek veya özündeki hakikat noktasına urûc ederek beşerî değer yargıları ve duygulardan arınmış bir hâlde, "halife" olmayı başarabilme olanağına sahip olmasıdır!

'HÛ' ki sizi arzda halifeler olarak meydana getiren (hilâfet özelliği; meydana getirilmiştir, yaratılmamıştır. Bu ince ve derin düşünülmesi gereken bir konudur. A.H.)... Kim nankörlük eder (birimsel, bedensel zevkler ve kabuller uğruna halifeliğini örter) ise, onun (hakikatini) inkârı kendi aleyhinedir! Hakikat bilgisini inkâr edenlere bu inkârları Rableri indînde şiddetli gazap yaşatmaktan başka bir şey artırmaz! Hakikat bilgisini inkâr edenlere inkârları hüsrandan başka bir şey eklemez!" (35.Fâtır: 39)

(12) - Hedefine ulaşarak yeni bir boyuta sıçrama yapan bir tek spermin yanı sıra, milyonlarcası hedefe ulaşamamanın sonucunu yaşamaktadır ve onlara hiç acıyan da yoktur!
Bu arada bir de ekleme yapalım konumuza, "Sünnetullah" ile "sünnet-i Resulallah”ı ayrı şeyler diye öğrenmiş olanlar için.
Bazıları Allâh Resûlü’nü, yetişme şartlanmaları ile "baba" gibi kabul ediyorlar. Hâlâ hiçbir şey anlamış değiller!

"RESÛL”LER birimizin, babası amcası falan değillerdir; ALLÂH Resûlleri’dir... Tâ o devirlerden beri bu mahalle yaklaşımı ne yazık ki hâlâ devam etmektedir. Bunun ne demek olduğunu düşünemeyenlere zaten bir şey anlatmak mümkün değildir! İşte âyet:

"Muhammed, sizin ricalinizden birinin babası değildir!.. Fakat Allâh Rasûlüdür; Nebilerin Hâtemidir (zirvesi - sonuncusudur)..." (Ahzâb/40)

Umarım artık O'nu baba gibi kabul etmeyi bırakıp, gerçek hüviyetiyle değerlendirirsiniz!

Tasavvurundaki tanrısına, "ALLÂH" adını etiketleyip göğe oturtan, sonra da yerde peygamberi olduğunu sananlar için, elbette ki "Sünnetullah" diye bahsedilen ile "sünnet-i peygamber" ayrı ayrı şeylerdir! Biz, tasavvufun "vuf"una eremeyip "tasa"sında kaldığı için vahdet hikâyeleriyle uğraşan nice kişide dahi bu ayırıma rastladık... Bırakın, her şeye sırf zâhir gözüyle bakanları bir yana...

"(O), hevâsından (hayalî şeyleri) konuşmaz!" (Necm/3)

Âyeti başlı başına yeterlidir düşünebilen beyinler için "Allâh Rasûlü ve Nebisinin sünneti"nin "Sünnetullah" üzere olduğunun. Ayrıca bu konudaki değişik hadislerle konuyu detaylandırmaya gerek duymuyorum. İsteyen araştırsın bu konudaki hadisleri.

Kim olursa olsun, her birim "zerre"dir, "küll"e ayna olan; ve kendisindeki hakikatin özellikleriyle (Esmâ'sıyla) O'nun muradını zâhire çıkartır!

"TEK"ten "çok"a bakma yetisi kendisinde açığa çıkmayanların bu sırrı anlamaları mümkün değildir; velev ki taklit yollu kabul edebile...

"Kelime-i şehâdet"in anlamını idrak ederek söyleyebilen cennete girecek olandır!

Ne var ki Hz. Muhammed Mustafa (Aleyhisselâm)'ın "tanrı peygamberi" değil, "ALLÂH kulu ve RASÛLÜ" olduğunun idrakinde olarak buna "ŞEHÂDET" edebilecek "İNSAN" sayısı da galiba o kadar fazla değildir yedi milyarlık Dünya'da!



Devam ediyor E sayfasına geçiniz.
132. videoyu toplu olarak BURADA bulabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder