C sayfasından devam
37-) Ve iz tekulü lilleziy en'amAllâhu aleyhi
ve en'amte aleyhi emsik aleyke zevceke vettekıllahe ve tuhfi fiy nefsike
mAllâhu mübdiyhi ve tahşen Nas* vAllâhu ehakku en tahşaHU, felemma kadâ Zeydün
minha vetaren zevvecnakeha likey lâ yekûne alel mu'miniyne harecün fiy ezvaci
ed'ıyaihim izâ kadav minhünne vetarâ* ve kâne emrullahi mef'ula;
Hani
sen, Allâh'ın üzerine in'amda bulunduğu ve senin de kendisine in'amda
bulunduğun kimseye (Hz.Rasûlullâh'ın evlatlığı
Zeyd b. Harise): "Eşini nikâhında tut ve
Allâh'tan korun" diyordun, (fakat) Allâh'ın açığa çıkaracağı şeyi düşüncende gizliyordun ve
insanlardan endişeliydin (bu fikrini yanlış
anlayıp Allâh yolundan dönerler diye)! (Oysaki) Allâh, kendisinden
endişe etmene daha lâyıktır! Zeyd ondan boşanınca, onu (Zeynep'i) seninle biz
evlendirdik ki; evlatlıklarının eşlerinde, onlarla ilişkiyi bitirdiklerinde,
iman edenler için (onlarla evlenmek hususunda) bir zorluk - engel olmasın... Allâh'ın hükmü yerine
gelmiştir! (A.Hulusi)
37 - Hem
hatırla o vakit ki o kendisine hem Allahın in'am ettiği hem senin in'am ettiğin
kimseye: «zevceni kendine sıkı tut ve Allah dan kork» diyordun da nefsinde
Allahın açacağı şeyi gizliyordun, nâsı sayıyordun, halbuki Allah, kendisini
saymana daha gerekti, sonra vaktâ ki Zeyd, o kadından ilişiğini kesti biz onu
sana tezvic eyledik tâ ki oğullukların ilişiği kestikleri zevcelerinde
müminlere bir darlık olmasın, Allahın emri de fiile çıkarılmış bulunuyor.
(Elmalı)
Ve iz tekulü lilleziy en'amAllâhu aleyhi ve
en'amte aleyh hani bir zamanlar Allah’ın kendisine ikram ettiği ve
senin de iyilikte bulunduğun kişiye şöyle diyordun; emsik aleyke zevceke vettekıllah
eşini bırakma ve Allah’a karşı saygılı ol, Allah’tan kork.
Burada bahsedilen kim? Zeyd Bin
Harise. Zeyd Bin Harise gerçekten de yaşam öyküsü, biyografisi çarpıcı bir
sahabi. Bu zat çocukluğunda bir yolculuk sırasında kervan basılır ve esir
alınır. Esir alındıktan sonra Mekke’li birine satılır. Mekke’li biri, yani Hz.
Hatice’nin yeğeni bunu alır ve halası Hatice’ye bunu hediye eder. Hz. Hatice
Resulallah’la evlendikten sonra Zeyd’i Resulallah’a hediye eder. Resulallah’ta
bu çok akıllı, çok dürüst, gerçekten karakter sahibi olan, özü itibarıyla hür
ve iyi bir ailenin çocuğu olduğu halde sonradan gasp edilip köleleştirilmiş bu
insanı hemen özgürlüğüne kavuşturur ve onu azat eder.
Derken Zeyd’in ailesi
kaybettikleri çocuklarını araya araya araya bulurlar, onun Mekke’de olduğunu
haber alırlar ve gelirler. Bir rivayete göre babasıyla amcası, bir rivayete
göre çocukken kaybettiği babası değil onun yerine olan amcası. Babasıyla amcası
olduğu rivayetini kabul ederek konuşalım. Resulallah’tan Zeyd’i isterler.
Resulallah der ki;
- Kendisine bırakıyorum. Nasıl
isterse öyle yapsın.”
Zeyd Allah resulünü tercih eder.
babası ve amcasının gönlünü alır ve Resulallah’la birlikte kalmak istediğini,
onu çok sevdiğini, ondan ayrılamayacağını söyler. Resulallah’ta Zeyd’i buna bir
ödül olarak elinden tutar o günün adetleri gereği Kabe’nin yanına götürür ve
artık kendi evladı edindiğini, bundan böyle ona Zeyd bin Muhammed denilmesi
gerektiğini söyler ve artık o Resulallah’ın evladıdır.
İşte bunun üzerine ailesi çeker
giderler ve tabii Zeyd Resulallah tarafından çok sevilmekte ve Resulallah Zeyd
vasıtasıyla bir çok cahiliye geleneğinin ortadan kalkmasına çalışmaktadır. Bu
çok kötü geleneklerden biri de anadan doğma hür bir kimsenin sonradan
kölelikten azat edilmiş biri ile evlenmemesidir. Evlenememektedirler.
Oysaki Zeyd her iki açıdan da
mağdurdur. Yani o aslında azat edilmiş bir köle değil, özü itibarıyla hür
biridir. Ama köle bile olsa bu gayri insani bir tavırdır ve Zeyd’i halasının
kızı Zeynep Binti Cahş ile evlendirmek ister. Zeynep bu evliliğe razı olmaz.
Fakat Resulallah’a da daha fazla direnemez. Israrlar sonucu bu evliliğe evet
der.
Aslında bu evlilikten ne
Zeynep’in ne de Hz. Zeyd’in herhangi bir kazancı yoktur. Çünkü Hz. Zeyd zaten
Ümmü Eymen ile evlidir ve bir yavrusu vardır, Üsame. Yani Zeyd’in zaten mutlu
bir yuvası vardır. Ama Allah Resulü çirkin bir geleneği, gayri insani bir geleneği,
insan onurunu ayaklar altına alan bir geleneği yok etmek istemektedir ve bu
evlilik tabii ki çok zor bir evlilik olur. Birkaç kez boşanmanın eşiğine gelir
çiftler fakat her seferinde Allah Resulü Zeyd’e eşini tutmasını söyler. Oysaki
Hz. Zeynep’in gönlünde gerçekten de Resulallah’la evlenmek vardır. Çünkü o
kendisini Resulallah’a yakıştırmaktadır. O kendisini azatlı bir köleye değil,
toplumun reisine yakıştırmaktadır.
Dolayısıyla evlilik yürümez ve
boşanma vuku bulur. Boşanmadan sonra iddetin bitiminde Hz. Zeynep gerçekten de
Resulallah’ın ısrarıyla Zeyd le evlendiği için mağdur bir konumda
bulunmaktadır. Gönlü kırık bir konumda bulunmaktadır. Resulallah onun
mağduriyetini gidermek ve kırık gönlünü almak için onu kendisine eş olarak
seçer ve bu eş olarak seçme de aynı zamanda cahiliye geleneğinin bir parçasını
ayaklar altına alma uygulamasının bir devamıdır. Kısaca olayı özetledikten
sonra ayetlere dönüp devamını oradan sürdürelim.
ve tuhfi fiy nefsike mAllâhu mübdiyhi ve tahşen
Nas ama Allah’ın açıklayacağı şeyi sen içinde saklıyordun. Zira ve tahşen Nas insanlardan çekiniyordun. vAllâhu ehakku en
tahşaH oysa ki kendisinden çekinilmesi gereken, çekinmeye daha layık
olan Allah’tır.
38. ayetteki ilahi yasayı, -ki
gelecek- Nebi elbette biliyordu. Fakat yanlış anlaşılmaktan çekiniyordu. Yani
her peygamberin görevi toplumun yatağında çöp gibi akan bir nesne olmak değil,
toplumu elleriyle yoğuran bir özne olmaktır. Yani fiili durumları hukuki durun
gibi kabul etmek değil, toplumu gerçek bir hukuki norma kavuşturmaktır. Elbette
Resulallah’ın görevi de buydu. Ama bu görevi yapmak o kadar kolay değildi.
Resulallah işte uğrayacağı töhmetten çekiniyordu. Toplumun dedikodusundan
çekiniyordu. Burada da ona bir ima var.
felemma kadâ Zeydün minha vetaren En
sonunda Zeyd o kadınla ilişkisini tamamen kesip boşadı. zevvecnakeha likey lâ yekûne alel mu'miniyne
harecün fiy ezvaci ed'ıyaihim izâ kadav minhünne vetarân ve biz onu
seninle evlendirdik ki evlatlıkları eşleriyle ilişkilerini kesip
boşandıklarında, kişilerin onlarla evlenmelerinin önünde hiçbir engel kalmasın.
Evet sebep açık, ayet illeti de
açıkça ifade etti. Neden bu evlilik ilahi olarak emredildi vahiy tarafından?
Çünkü Allah cahiliyenin bir ayetini daha geçersiz kılmak istiyordu. Surenin
başında da eşyanın hakikatinin sabit olduğu üzerinde durmuştuk. Geçen
dersimizde ilgili ayetleri okurken eşyanın hakikatinin sabit olduğunu, fakat
eşlerine senin sırtın anamın sırtı gibidir diyerek zulmeden ve onları diri diri
toprağa gömen bir mantığın, ya da kendi, çocukları olmayan kimselere benim
oğlum deyince kendi öz çocukları gibi olduğunu düşünen bir gelenekle karşı
karşıyayız. Yani fiili durumları hukuki durum gibi algılayan, fiili durumdan
hukuk normu çıkaran bir gelenek. Bu geleneğin yıkılması gerekiyordu ve bu geleneğin
yıkılması içinde Resulallah ne risk alması gerekiyorsa alacaktı. İşte Zeynep’le
evliliği aslında Resulallah’ın aflığı bu riskti.
ve kâne emrullahi mef'ula sonuçta
Allah’ın emri yerine gelmiş oldu. hepsi bu.
38-) Ma kâne alenNebiyi min harecin fiyma feradAllâhu leh*
sünnetAllâhi fiylleziyne halev min kabl* ve kâne emrullahi kaderen makdura;
Allâh'ın
kendisine zorunlu kıldıklarında O Nebi'ye sorumluluk yoktur! Bu, önceden
geçmişler içinde de Sünnetullâh'tır... Allâh'ın hükmü, planlanmış (yerine gelmesi kesin) bir
kaderdir! (A.Hulusi)
38 - Peygambere
Allahın takdir ettiği, mubah kıldığı şeyde bir darlık yoktur, bundan evvel
geçen bütün Peygamberler hakkında Allahın sünneti böyle ve Allahın emri
biçilmiş bir kader bulunuyor. (Elmalı)
Ma kâne alenNebiyi min harecin fiyma
feradAllâhu leh Allah’ın kendisini mecbur tuttuğu bir husustan
dolayı peygambere hiçbir suç isnat edilemez. Yani aynı zamanda bu emirden
dolayı birileri Resulallah’ı suçlayacaksa onu da savunan yine vahiy oluyor.
Allah’ın emrini tuttuğu için kim suçlayabilir ki peygamberi.
sünnetAllâhi fiylleziyne halev min kabl
Allah’ın bu yasası daha önce gelip geçmiş olan peygamberler içinde geçerliydi. ve kâne emrullahi kaderen makdura sonuçta Allah’ın
emri ölçülüp biçildiği gibi gerçekleşmiş oldu başka bir şey değil.
Resulallah’ı suçlayan bu rolü ona
emreden Allah’ı suçlamış olur başka bir şey değil. Her peygamberin kaderi
aynıdır; Allah’ın rızasına kayıtsız şartsız ram olmak. Her peygamberin kaderi
budur.
[Ek bilgi; SÜNNETULLAH (Allah sisteminin değişmez yasaları)
Yaşadığımız Dünya'da otomatik
olarak tâbi olduğumuz yasalar ile, tüm evrensel yasalar Kur'ân-ı Kerîm'de
"Sünnetullah" olarak isimlendirilmiştir...
Stringlerin hareketinden;
holografik gerçeklikten; evrenler arası ilişkilerden; evrenin enerji
bütünselliğinden; kozmolojik ilişkilerden; insanın kendi yapısı ve özündeki
Arş'ından Kürsî'sine, semâvatına ve yedi kat arzına kadar tüm ilişkiler yumağı,
hep "Sünnetullâh" kapsamında gerçekleşir!
"Sünnetullah"
öncelikle şöyle bildirilmektedir:
"...Bizim sünnetimizde değişiklik bulamazsın." (İsra'/ 77)
"...Sünnetullâh'ta asla değişme bulamazsın!" (Feth/23)
"...Sünnetullah için bir alternatif asla bulamazsın! Sünnetullâh'ta bir
değişme asla bulamazsın!" (Fâtır/43)
Şimdi bir evrensel gerçeği
vurgulayalım; bazılarının hafsalaları çok zorlansa veya alamasa da... Zira
gerçek gerçektir!
Nokta'dan ilk açılımın olduğu
andan, genişleyen evren gerçekliğine dayalı bir şekilde sonsuza dek tüm olan ve
olacaklar, Yaratıcı Kudret indînde bellidir ve asla değişmez!
Bu vurguladığım olay yanında, insanlık tarihinin yeri ise
düşünebilenlerce takdir edilir ki, bir hiç mesabesindedir!
Evrende muhakkak ki insan aklının alamayacağı kadar
canlı, şuurlu değişik türler mevcuttur; ve bunların tamamı dahi bu
"Sünnetullah" kapsamında değerlendirilir!
Bir ALLÂH Resûlü uyarısını
hatırlayarak konumuza girelim:
"Siz eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız!..
Rahat yataklarınızda yatamayıp "Allâh, Allâh" diye bağırarak dağlara
kaçardınız!"
Acaba Allâh Resûlü ne anlatmak
istiyordu burada dersiniz?
"Sünnetullah”a eğer
"OKU"ya bilirsek...
Evren Anayasası'nın şu ilk
maddelerini fark etmeye başlarız:
(1) - Tüm yaratılmışlar, bilinçli veya bilinçsiz şekilde
mutlak kulluklarını yerine getirmektedir; yaratılış amaçlarına hizmet eder
şekilde yaşayarak!
"Yedi semâ (yedi bilinç mertebesindeki tüm yaratılmışlar), arz (bedenler) ve onların içindekiler O'nu tespih eder (Esmâ'sının özelliklerini
açığa çıkaran işlevleriyle her an hâlden hâle dönüp dururlar)! Hiçbir şey yok ki, O'nun Hamdı olarak,
tespih etmesin! Fakat siz onların işlevini anlamıyorsunuz!" (İsra/44)
"Semâlar ve arzda bulunan (tüm)
canlılar ve melâike (ruhanî ve cismanî âlemlere ait varlıklar ve kuvveler), hiç kibirlenmeksizin (benliğe
kapılmaksızın) Allâh'a secde ederler
(Allâh'a mutlak teslimiyet hâlindedirler)." (Nahl/49)
(2) - İblis denilen varlığın isyanı dahi mutlak
kulluğunun eseridir! Ne var ki mutlak kulluk ifası, tard edilme veya lânete
(uzak düşmeye) engel olmaz!
"(İblis) dedi
ki: 'Rabbim! Bende açığa çıkan Esmâ'n sonucu azdırman yüzünden, yemin ederim
ki, arzda (bedenli yaşamlarında) onlara (suçları; Sünnetullah’a göre perdelilik
oluşturan fiilleri) süsleyeceğim ve onları toptan azdıracağım.'" (Hicr/39)
(3) - Sünnetullâh'ta, ismi ALLÂH olanın "Kudret" sıfatı hâkimdir. İsmi
"ALLÂH" olanın "Kaadir" sıfatı gereği, Sünnetullah denen evrensel sistem ve
düzen, her dem güçlünün güçsüzü yok etmesi şeklinde işler! İsmi "ALLÂH" olan, var ettiği sistemde
"Kudret" sıfatını ortaya koyar. "Acz" ise sistemde yok olmak içindir! Dolayısıyla, sistemde
duygulara ve beşerî değer yargılarına dayalı değerlendirmelerin hükmü yoktur!
Acımak veya acınmak sistemin işleyişini etkilemez. Korunmak isteyenler için,
içinde bulunulan ortamın gerektirdiği tedbiri almak zorunludur. Duygularına ve
beşerî bakış açısına göre yaşayan, bu kararlarının sonuçlarını da yaşar!
"Ey iman edenler! Nefslerinizi (benliğinizi) ve ehlinizi (bedeninizin
gelecekteki karşılığını), yakıtı insanlar ve taşlar (tapındıkları heykeller,
putlar türü cansızlar) olan Nâr'dan koruyun! Onda hükmedildiği üzere
emredildiklerini yapan; kendilerine emrettiği konuda Allâh'a âsi olmayan, çok
güçlü, çok şiddetli acımasız, melekler (kuvveler) vardır!" (Tahriym/6)
(4) - Her birim, her bir anda, kendisinden daha önceki
süreçte açığa çıkmış olanın sonuçlarını ve gereğini yaşamaktadır; farkında olsa
da, olmasa da! Bu, yaptıklarının cezasını (yani karşılığını) almasıdır. "Bugün", "dünün"
sonucudur; "yarın" ise
"bugün"ün sonuçları yaşanacaktır! "Bugün", yaşadığın andır! "Yarın" ise yaşadığın anın sonrası! Zerre kadar hayır yapan
anında karşılığını alır; zerre kadar zararlı fiil ortaya koyan bunun da anında
karşılığını alır.
Ancak, alınan bu karşılık,
beyindeki alındığı devre itibarıyla, kısa veya uzun zamanda belirgin olabilir!
Çünkü ortaya konulan fiilin beyindeki hangi devrelerin faaliyeti sonucu
oluştuğu, fiilin feedback şeklinde beyinde nasıl bir geri etkileşim
oluşturduğu, ve dahi bu geri etkinin beyinde ne zaman hangi şartlar sonucunda
devreye gireceği bizim tarafımızdan bilinemez.
"Kitap (kişinin tüm yaşam bilgisi) ortaya konmuştur! Suçlu durumundakilerin hepsinin, o bilgilerden
korkup ürpererek 'Yandık şimdi! Bu nasıl 'Kitap'mış (kaydedilmiş bilgi) ki, küçük-büyük demeden tüm düşünce ve
yaptıklarımızı kaydetmiş!' dediklerini görürsün... Ne yapmışlarsa onu hazır
bulmuşlardır! Rabbin kimseye zulmetmez." (Kehf/49)
"Kaydedilmiş sayfaları açıldığında..."(Tekviyr/10)
"Kim bir zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onu görür. Kim de bir
zerre ağırlığınca bir şerr yaparsa, onu görür." (Zilzâl/7-8)
(5) - Her birim için sonsuza kadar sadece yapabildikleri
ve yapabildiklerinin sonuçları söz konusudur. Yapmamış olduğunu veya
karşılığından mahrum kalmayı getiren bir yanlışı telâfi edebilecek hiçbir mazeretin
geçerliliği yoktur.
"İnsan için yalnızca çalışmalarının (kendisinden açığa çıkanların)
sonucu oluşacaktır!" (Necm/39)
(6) - Sistemde geçmişin telâfisi yoktur! Sistemde oluşlar
sürekli bir ileriye gidişi oluşturduğundan ve yaşanılan hiçbir an'ın tekrarı
söz konusu olmadığından geriye, DÜNE dönmek de imkânsızdır. Dolayısıyla
geçmişin telâfisi yoktur! Yalnızca, yaşanılan an'ın değerlendirilmesi söz
konusudur! Geçmiş geçmiştir! Geçmişin (ve dahi
namazın) kazası da olmaz!
"Eğer o ikisinde (semâlar ve arz)
Allâh'tan başka tanrılar olsaydı, elbette o ikisi de düzenini yitirirdi! Arş'ın
Rabbi Allâh, onların vasıflamalarından münezzehtir. Yaptığından soru sorulmaz!
Onlar sorgulanır (yaptıklarının sonucu yaşatılır)!" (Enbiyâ/22-23)
(7) - Burada basîreti açılmayan, ölüm denen dönüşümden
sonra ebediyen kör kalır!
"Kim bu dünyada âmâ (hakikati göremeyen) ise o, gelecek sonsuz yaşamda da âmâdır (kördür)!" (İsra/72)
(8) - İsmi "ALLÂH" olan, bu konuda yeterli
bilgiye ve tefekküre sahip olmayanların sandığı gibi, uzayda bir gezegende
yaşayan bir tanrı olmadığı için bir gün tanrının karşısına geçip neden türünden
soru sormak da kesinlikle mümkün değildir!
(9) - İnsan, sonsuz yaşama dönük ne elde etmek istiyorsa,
Dünya'da iken bunun gereklerini yapma ve ruhuna bunu yükleme şansına sahiptir.
"Ölüm" denen "boyut değiştirme" sonrası, ibadet denen beyin
geliştirme çalışmaları söz konusu değildir. Ölümle buna dayalı tekâmül yolu da
kapanır! Dolayısıyla yaşam, ibadet denen beyindeki Allâh isimlerine dayalı özellikleri
açığa çıkarmak için tek ve eşi bir daha gelmeyecek yegâne şanstır.
Bahanesi veya mazereti ne
olursa olsun bunu değerlendirmeyen sonuçlarını ebeden değiştiremez!
"Nihayet onlardan birine ölüm geldiğinde dedi ki: 'Rabbim beni (dünya
yaşamına) geri döndür.
Tâ ki (önemsemeyip)
uygulamadığım şeylerde (iman üzere yaşamda, kuvveden fiile
çıkarmadıklarımda) sonsuz geleceğime
yararlı çalışmalar yapayım!'... Hayır (geri dönüş asla mümkün değil)! Öyle bir şey söyler ki geçerliliği
yoktur (sistemde yeri yoktur)!
Arkalarında yeniden bâ's olunacakları sürece kadar, bir berzah (boyutsal
farklılık) vardır (geri dönemezler;
reenkarnasyon da {ikinci defa dünya yaşamı}
mümkün değildir)!
Sur'a üflendiğinde (yeni bir bâ's için süreç başladığında), o gün aralarında nispetler (beşerî
mensubiyetler, akrabalıklar, etiketler; dünyada birbirlerini tanımalarını
sağlayan görünümleri) olmayacak!
Sualleşmezler de (dünyadaki nispetlere/iletişime göre birbirlerini
sormazlar da)." (Mu'minûn/99-101)
(10) - Her birim, incir içindeki çekirdek ya da spermdeki
insan gizliliği gibi, kendisinden sonrakini içinde barındırır içinde bulunduğu
boyuta göre. Velev ki, açığa çıkmasa...
(11) - İnsanın farkı, kendi semâvatında yükselerek veya
özündeki hakikat noktasına urûc ederek beşerî değer yargıları ve duygulardan
arınmış bir hâlde, "halife" olmayı başarabilme olanağına sahip
olmasıdır!
'HÛ' ki sizi arzda halifeler olarak meydana getiren (hilâfet
özelliği; meydana getirilmiştir, yaratılmamıştır. Bu ince ve derin düşünülmesi
gereken bir konudur. A.H.)... Kim
nankörlük eder (birimsel, bedensel zevkler ve kabuller uğruna halifeliğini
örter) ise, onun (hakikatini) inkârı kendi aleyhinedir! Hakikat
bilgisini inkâr edenlere bu inkârları Rableri indînde şiddetli gazap
yaşatmaktan başka bir şey artırmaz! Hakikat bilgisini inkâr edenlere inkârları
hüsrandan başka bir şey eklemez!" (35.Fâtır:
39)
(12) - Hedefine ulaşarak yeni bir boyuta sıçrama yapan
bir tek spermin yanı sıra, milyonlarcası hedefe ulaşamamanın sonucunu
yaşamaktadır ve onlara hiç acıyan da yoktur!
Bu arada bir de ekleme yapalım konumuza,
"Sünnetullah" ile "sünnet-i Resulallah”ı ayrı şeyler diye
öğrenmiş olanlar için.
Bazıları Allâh Resûlü’nü, yetişme şartlanmaları ile
"baba" gibi kabul ediyorlar. Hâlâ hiçbir şey anlamış değiller!
"RESÛL”LER birimizin,
babası amcası falan değillerdir; ALLÂH Resûlleri’dir... Tâ o devirlerden beri
bu mahalle yaklaşımı ne yazık ki hâlâ devam etmektedir. Bunun ne demek olduğunu
düşünemeyenlere zaten bir şey anlatmak mümkün değildir! İşte âyet:
"Muhammed, sizin ricalinizden birinin babası değildir!.. Fakat Allâh
Rasûlüdür; Nebilerin Hâtemidir (zirvesi - sonuncusudur)..." (Ahzâb/40)
Umarım artık O'nu baba gibi
kabul etmeyi bırakıp, gerçek hüviyetiyle değerlendirirsiniz!
Tasavvurundaki tanrısına,
"ALLÂH" adını etiketleyip göğe oturtan, sonra da yerde peygamberi
olduğunu sananlar için, elbette ki "Sünnetullah" diye bahsedilen ile
"sünnet-i peygamber" ayrı ayrı şeylerdir! Biz, tasavvufun
"vuf"una eremeyip "tasa"sında kaldığı için vahdet
hikâyeleriyle uğraşan nice kişide dahi bu ayırıma rastladık... Bırakın, her
şeye sırf zâhir gözüyle bakanları bir yana...
"(O),
hevâsından (hayalî şeyleri)
konuşmaz!" (Necm/3)
Âyeti başlı başına yeterlidir
düşünebilen beyinler için "Allâh Rasûlü ve Nebisinin sünneti"nin
"Sünnetullah" üzere
olduğunun. Ayrıca bu konudaki değişik hadislerle konuyu detaylandırmaya gerek
duymuyorum. İsteyen araştırsın bu konudaki hadisleri.
Kim olursa olsun, her birim "zerre"dir, "küll"e
ayna olan; ve kendisindeki hakikatin özellikleriyle (Esmâ'sıyla) O'nun muradını zâhire çıkartır!
"TEK"ten "çok"a bakma yetisi kendisinde açığa
çıkmayanların bu sırrı anlamaları mümkün değildir; velev ki taklit yollu kabul
edebile...
"Kelime-i şehâdet"in anlamını idrak ederek söyleyebilen
cennete girecek olandır!
Ne var ki Hz. Muhammed Mustafa
(Aleyhisselâm)'ın "tanrı peygamberi" değil, "ALLÂH kulu ve
RASÛLÜ" olduğunun idrakinde olarak buna "ŞEHÂDET" edebilecek
"İNSAN" sayısı da galiba o kadar fazla değildir yedi milyarlık
Dünya'da!
Devam ediyor E sayfasına geçiniz.
132. videoyu toplu olarak BURADA
bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder