30 Nisan 2013 Salı

İslamoğlu Tef. Ders. ZÜMER (52 - 53) (146- B)



A sayfasından devam

52-) Evelem ya'lemu ennAllâhe yebsüturrizka limen yeşau ve yakdir* inne fiy zâlike leâyâtin likavmin yu'minun;

Bilmediler mi ki Allâh yaşam gıdasını dilediğine yayar, genişletir, (dilediğine de) daraltır! Muhakkak ki bu olayda iman eden bir toplum için elbette işaretler vardır. (A. Hulusi)

52 - Hâlâ bilmediler mi ki: Allah rızkı dilediğine açar, kısar da, şüphesiz ki bunda iman edecekler için âyetler vardır. (Elmalı)


Evelem ya'lemu ennAllâhe yebsüturrizka limen yeşau ve yakdir şimdi onlar bilmezler mi ki Allah dilediğinin rızık alanını genişletir, dilediğinin rızık alanını da daraltır.

Aslında ve yakdir daraltmak manasından daha çok, dilediğinin rızık alanını da sınırlandırır. Yani belli bir yerde durdurur. Rızkını keser değil. Kur’an ın hiçbir yerinde böyle bir ibareye rastlamayız çünkü rızkımızın kesilmesi, var oluşumuzun yok oluşa dönmesidir.

Bizim kendi varlığımız bir rızıktır, var oluşumuz rızıktır, aldığımız her nefes bir rızıktır. Gözümüz kulağımız, dilimiz dudağımız, aklımız beynimiz, kalbimiz, damarlarımızda dolaşan kanımız, hepsi birer rızıktır. Dolayısıyla varlığımız rızıktır. Allah insanoğluna olan rızkını kesseydi eğer, alsaydı eğer geriye hiçbir şey kalmazdı, varlık yokluğa dönerdi. O nedenle sadece sınırlandırır ve yakdir yani kesmez. Dolayısıyla ona küfreden dil dahi varlığını O’na borçludur. Onu inkar eden yürek dahi varlığını O’na borçludur. O’na sırt dönen insan varlığını O’na borçludur. O’nun mesajlarına tıkanan kulak, varlığını O’na borçludur. Ona ileten hakikatleri görmek istemeyen göz, varlığını O’na borçludur Ve bunun Allah’a karşı ne büyük bir ihanet olduğunu varın siz düşünün.

inne fiy zâlike leâyâtin likavmin yu'minun elbet bunda inanan bir toplumun alacağı bir ders mutlaka vardır.

Rızık hakkında ki bu ayet vahyin inşa ettiği rızık tasavvuru ile ilgili bazı doneler de veriyor. Allah’ın rızık dağıtımı, kulun yetenek ve çabasının da dahil olduğu sayısız donenin içinde yer aldığı ilahi bir değerlendirmenin sonucudur. Ki gerçekten kısmi bir bölümü hariç akıl sır ermez. B ilahi bir sırra mebni olarak Allah insanlar arasında rızkı kendine has bir ölçüyle dağıtması olmuştur.

Kapitalist akıl açlık evrenseldir sloganı üzerine kuruludur. Oysa ki İslâm aklı; İnsanlığın rızkı Allah’tan dır düsturu üzerine inşa edilir. Allah’ın indirdiği rızık tüm insanlığa yeter. Allah yarattığı kulun rızkını da yaratmıştır. Bu manada insanlığa üye olup ta aç kalması söz konusu değildir. Eğer insanlık üyesi olup ta aç kalıyorsa bu insanlar yüzündendir. Servet ahlakı ile sorumlu olanlar, servet ahlakına sahip olmadıkları için kendilerine verilen emanete ihanet ettikleri için bir kısmı ihtiyacından kat kat fazlasına sahipken, diğer kısmı açlık çekmekte ise eğer o toplumda paylaşma, bölüşme, diğer gamlık, fedakârlık, yani devret ahlakı yok demektir.

İşte bu ilahi imtihan ki yukarıda fitne dedi. Bir imtihan aracı servet. İmtihan aracı olması için mutlaka ve mutlaka yoksulların ve varsılların olması lazım. Eğer herkese oran adaleti anlamında eşit dağıtılmış olsaydı servetin bir imtihan olması söz konusu olmazdı. Ama bir imtihan olması için yoksul ve varsılın olması şart.

Peki imtihan nasıl olacak? Yoksul yoklukla, varsıl da servetle imtihan edilecek. Ve varsıl o serveti paylaşıp paylaşmadığıyla hesaba çekilecek. İşte vahyin tüm insanlara getirdiği zekat, sadaka, infak, hayır, hasenat, paylaşma, bölüşme diğer gamlık gibi emir ve tavsiyeleri hep bu çerçeve de algılanmalıdır.

Eğer bunlar yerine getirilirse servet imtihanını o kimse başarıyla vermiş olur. Çünkü fakirin bazen hakkı bir başkasına verilir ki onun eli ile fakire dönsün diye. O, kendisinin zannetmeye başladığında işte imtihanı kaybetmiştir. Çünkü o, onun değildir. Ona kendi eli ile vermesi için tevdi edilmiş bir emanettir. Emanet yerine verilirse sadakat gösterilmiş olur. Verilmezse ihanet edilmiş olur. Onun içinde servet sahipleri fakirin hakkının servetinin içinde bir emanet olarak durduğunu bilip iman etmediği sürece servet sınavını kaybetmiş demektir.


53-) Kul ya 'ıbadiyelleziyne esrefu alâ enfüsihim lâ taknetu min rahmetillâh* innAllâhe yağfiruzzünube cemiy'a* inneHU "HU"vel ĞafûrurRahıym;

De ki: "Ey nefslerinin hakkını vermede israf etmiş kullarım (benliğinin hakikatini yaşamak yerine ömrünü bedensellik yolunda harcamış olan)! Allâh Rahmetinden ümit kesmeyin! Muhakkak ki Allâh bütün suçları (tövbe edene) mağfiret eder... Muhakkak ki O, Ğafûr'dur, Rahıym'dir." (A. Hulusi)

53 - De ki: ey nefisleri aleyhine israf etmiş kullarım! Allahın rahmetinden ümidi kesmeyin, çünkü Allah bütün günahları mağrifet buyurur, şüphesiz ki o öyle gafûr öyle rahîm o. (Elmalı)


Kul ya 'ıbadiyelleziyne esrefu alâ enfüsihim lâ taknetu min rahmetillâh De ki, ya da daha doğru bir ifadesiyle Allah’ın şu müjdesini kullarıma ilet. Ey hadlerini aşıp kendilerini helak eden, kendilerine kıyan, hayatlarını israf eden, varlıklarını israf eden kendilerini har vurup harman savuran, hovardaca harcayan kullarım, Allah’ın rahmetinden asla ümit kesmeyiniz. Bu Kur’an da yer alan en müjdeli ayetlerden biri. İlahi rahmet bu ayetten dolup taşmakta, adeta ayeti duyan gönüllerde bir pınar gibi çağlamakta.

Kainatın yaratılış hikmetidir ilahi rahmet. Allah merhametin kaynağıdır. Her ne yerde merhamete ilişkin bir şey görmüşseniz onun doğduğu kaynak Allah’tır. Aslında varlık Allah’ın merhametinin bir eseridir. Ve varlık içerisinde insansa Allah’ın merhametinin iki ayak üzerine doğruluk yürüyen bir simgesidir. ..ketebe alâ nefsiHİr rahmeh.. (En’am/12) O kendisi için merhameti prensip edinmiştir diyor Kur’an.

Yine Kur’an Nebbi' ıbadiy enniy enel Ğafûrur Rahıym. (Hicr/49) Kullarıma benden haber ver. Eğer kullarım benim kimliğimi merak ediyorlarsa onlara de ki Ben, evet ben sonsuzca merhamet sahibi sonsuzca bağışlayanım. İşte bu, Allah kendisini böyle tanıtıyor. Tabii devamında; Ve enne azâbiy hüvel azâbül eliym. (Hicr/50) Fakat bir de azabım var, kelime anlamıyla alırsak; Bana sırt dönene, sırt dönüp onu terk etmişliğim vardır. Onu yalnız bırakmam vardır ki bu en büyük acı veren bir azaba dönüşür insanda. Yani Allah’ın terk etmesinden daha büyük acı olamaz. Onu da unutma ey insanoğlu, ey kullarım.

Burada insanoğluna hayatını israf ettiği hatırlatılıyor. Kul ya 'ıbadiyelleziyne esrefu alâ enfüsihim ki hayat insanoğluna verilmiş en büyük emanet. Dahası hayat ta denilmiyor orada esrefu alâ enfüsihim kendisini israf eden. Ki o alâ edatı hafrfi cer’i, cinayete de delalet eder. Yani sanki kendisini öldüren, kendisine kıyan, kendisini katleden, mahveden, manen kendi katili olan kullarım anlamına da gelir. Böyle bir tedaisi çağrışımı var.

Kendine kıymak, kendini katletmek, kendi kendisinin katili ve canisi olmak nasıl bir şey derseniz ilahi vahyi dinleyin; Allah insanı insana zimmetledi. Allah seni sana zimmetledi. Çünkü sen sana ait değilsin. Senin, sana ait olan hiçbir şeyin yok. Çünkü borcunu ödemiş değilsin, çünkü krediyi geri vermiş değilsin. Çünkü Allah’ın açtığı kredi ile yaşıyorsun. İki göz, iki kulak, iki el, iki ayak, bir akıl, atan bir yürek. Yani neye sahipsen, sahibim dediğin ne varsa hepsi aslında Allah’ın sana açtığı bir kredi. Dolayısıyla senin değil, sana zimmetlenmiş bir emanet. Bakalım ihanet edecek mi, sadakat gösterecek mi. Bakalım yüreğine ihanet mi edecek, bakalım aklına ihanet mi edecek, bakalım ellerine, gözlerine, kulaklarına ihanet mi edecek. Diline dudaklarına ihanet mi edecek. Yoksa sadakat mi gösterecek..!

Onun içindir ki Elyevme nahtimü alâ efvahihim ve tükellimüna eydiyhim ve teşhedü ercülühüm Bimâ kânu yeksibûn. (Yasin/65) o gün ağızlarına bant vururuz bize elleri konuşur, ayakları şahitlik yapar buyurur Kur’an. Neden? Çünkü emanettir. Emanet aslında emanetin sahibine aittir. Emanet edilen onun gerçek sahibi değil, sadece ve sadece yed-i emini
olması gereken kimsedir. Yed-i emin değilse eğer hain sayılır.

innAllâhe yağfiruzzünube cemiy'a ey hayatını israf eden kullarım Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin, zira Allah bütün günahları affedebilir.

Bir sonraki ayetten de anlaşılacağı gibi bu ibare tevbe eden herkesin bütün günahlarını affedebilir anlamına gelir ki Nisa/110. ayeti ve daha bir çok ayet buna delildir. inneHU "HU"vel ĞafûrurRahıym çünkü O, evet O dur sınırsız bağışlayıcı, merhamet kaynağı olan.

Nüzul sebepleri bahsinde bu ayetle Hz. Hamza’nın katili olup sonradan Müslüman olan Vahşi Bin Harp arasında irtibat kurulur. Her ne kadar Vahşi’nin Müslüman olduğu zamanla bu ayetlerin indiği zaman arasında çok çok uzun bir aralık varsa da, zaten bazı ayetlerin bazı olaylara iniş nedeni olarak göstermesinden kasıt zaman anlamıyla, zamandaş olması anlamıyla değildir. Yani o olay, o ayet üzerine olmuş, ya da o ayet o olayın hemen üstüne inmiş anlamı taşımaz. Bunun sembolik anlamı sahabe Kur’an la kendi hayatı üzerinde, otoritelerimiz ve ilk Müslüman esiler Kur’an ın ayetleri ile kendi hayatlarında birebir mutabakat görürler. İsterse o ayet 30 yıl önce inmiş olsun, eğer kendi yaşadığı gerçek olayla mutabakatı o ayet arasında görmüşse; Evet bu ayet, bu olay hakkında inmiştir der.

Bu Kur’an ın zamanlar ve mekanlar üstü özelliğine bir iman ve atıftır aynı zamanda. Bu manada Kur’an ın bir çok ayeti bizim içinde nazil olmuştur. Yani bizler Kur’an ın son sebeb-i nüzulleriyiz, son iniş sebeplerindeniz. Onun için hayatımızda bir çok olayla karşılaşırız ki o ayetin sebebi nüzulü bu diyebileceğiz, adeta Allah bu ayeti, beni beyan için, benim başıma gelen şu olayı şerh için, bunun anahtarını vermek için, ya da şifresini çözmek için indirmiş diyeceğimiz o kadar çok ayetle karşılaşırız ki;

İşte bu bakış açısı, vahyi sadece bir zamana ait değil tüm zamanlara ait sürekli inen canlı ve aktif bir özne kılar. O zaman bizi inşa eder. Biz de kendimizi vahyin aynasında görürüz ve vahyin aynasında gördüğümüz kendimizi vahiyle inşa eder; Rabbim bu ayetle bana sesleniyor deriz. Kul ya 'ıbadiyelleziyne esrefu diye seslenirken vahiy; Ey hayatını israf eden kullarım dediğinde, hayatımızı israf eden insanlar olarak “buyur ya rabbi” deriz. “Lebbeyk Allah’ım” deriz ve bize seslenir ve der ki; lâ taknetu min rahmetillâh Allah’ın rahmtinden asla ümit kesmeyin. “Kesmem ya rabbi” diye cevap veririz. “Hiç keser miyim Allah’ım, eğer kesersem başka gidecek kapım mı var Allah’ım” deriz.

innAllâhe yağfiruzzünube cemiy'a der döner vahiy tekrar; Şunu aklına koy ki, hiç unutma ki, aklında yer etsin ki Allah, eğer tevbe eder O’na yönelirsen, günahlarının tamamını affedebilir. Yani Allah’ın affından büyük günah işleyemezsin ey insanoğlu. Öyle bir günah işlediğini düşünüyorsan şeytanın tuzağına düşmüşsün demektir. Allah’ın affı dışında kalacak bir günah yoktur ey insanoğlu der ve biz de yine bu diyaloga katılır ve deriz ki;

Eyvallah başım gözüm üstüne Allah’ım. Ben de sana yöneliyorum, ben de senin kapına geliyorum, yüz sürüyor ve af diliyorum, hatamı biliyorum, aczimi biliyorum, noksanımı biliyorum, boyun eğiyorum, başımı secdeye koyuyor ve sana olan kulluğumu ilan ediyorum. İmza atıyorum bedenimle Allah’ım. Secde suretinde bir imza. Kabul et. Deriz. İşte bu diyalog Kur’an la vahiyle girilen bu diyalog, Allah ile girilen diyalog cümlesinden sayılır ve bu çerçeve de sebebi nüzul bahsine biz kendimizde girmiş oluruz.

Bu çerçevede ele alırsak Vahşi Hz. Hamza’yı öldürmüştü. Cübeyr Bin Mut’im in kölesiydi Vahşi bin Harp. Habeşistanlı bir köleydi, siyahi bir köle. Cübeyr Bin Mut’im in amcası bedirde öldürülmüştü. Onu öldüren Hz. Hamza idi. Cübeyr çağırdı uhut öncesinde Vahşi’yi, kölesini; Eğer dedi amcamın katili Hamza’yı öldürürsen azadsın. Yani özgürlüğünü sana vereceğim. Hatta bir başka köle kızla arasında bir sevda ilişkisi vardı, onunla da seni evlendireceğim dediği rivayeti de var. Vahşi bu müjdeyi alınca kafasına koydu ve Uhut’ta Hz. Hamza’yı harbesiyle, mızrağıyla şehit etti.

Resulallah’ı yüreğinden yaralayan bir kayıptı bu. Çünkü Hz. Hamza onun sadece amcası değil, yari, yaranı, büyük desteği, sırtını yasladığı bir direkti ve Bedir zaferi biraz da Hz. Hamza’nın kahramanlıklarıyla kazanılmıştı. Hz. Hamza’nın kaybı, yeri doldurulmaz bir kayıp oldu. Resulallah çok üzüldü, gerçekten onu sarstı.

Mekke’nin fethinden sonra Vahşi yakalanmamak için Taif’e kaçtı. Taif’liler Resulallah’a teslim olacaklarına dair bir heyet yolladılar ve anlaşma istediler. Vahşi bunu haber alınca Yemen’e kaçmayı, hatta oradan da Ülkesi Habeşistan’a kaçmayı düşündü. Fakat bir mü’min onu uyardı, dedi ki; Vallahi Allah’ın Resulü kendi kişisel öç alma duygusu uğruna kimsenin canına kıymamıştır. Eğer iman edersen vallahi ey Vahşi senin de canına kıymaz. Onun merhametine sen şahit olmadın, sen farkında değilsin işin dedi.

Bu söz Vahşi’nin yüreğinde etki yaptı ve Medine’ye geldi. Resulallah’a teslimiyetini sundu ve iman etti Allah’a. Resulallah;

- Sen amcamı öldüren Vahşi misin buyurmuştu.

- Evet, ben öldürdüm, Allah affetsin dedi ve nasıl öldürdüğünü tek tek anlattı. Resulallah’ın ona olan bir tek cümlesi şu oldu.

- Bana mümkünse az görün, seni görünce amcamı hatırlıyorum.

Vahşi ondan sonra Resulallah’ın gözüne görünmemeye çalıştı. Fakat Resulallah’ı gerçekten de seviyordu. Hep sevdi. Onun, ondan sonraki ömrüne baktığımızda bu sevginin kimi izlerini yakalayabiliyoruz. Resulallah’ın gözüne görünürüm de onun yüreğine acı salarım diye, o bir sokaktan göründü ise hemen geri gizleniverirdi. Eğer o dönünce kendisini mescitte görecekse bir direğin arkasına gizlenmeyi tercih etti. Yani sevdiği Resulallah’a doyasıya bakamadı, göremedi. Ve bu duygular içerisinde Vahşi ondan sonraki savaşlara katıldı Yemame savaşında en öndeydi. Hz. Hamza’yı şehit ettiği mızrağını saklıyordu;

Bu mızrak işlediğim bu büyük cinayetin kefareti olabilecek kadar büyük, ünlü bir kafiri öldürmeden yerine girmeyecek. demişti. Ve Yemame de yalancı peygamber ve asi Müseylime tül Kezzab ı mızrağıyla yaraladı. Hatta ölümüne sebep olan yara bu olduğu söylenir. Çünkü bir başka, Ensar’dan bir başkası da kılıcıyla aynı anda hücum etmişti.

- Hangimiz öldürdü bilmiyorum, emin değilim. Ama benim attığım mızrak karnından girdiğini gördüm demişti. Vahşi. Ve bununla teselli oldu. Yemame de kendisi de şehit oldu.

Bir zayıf rivayete göre şahadetinden önce kendinse su getiren bir sahabeye, dudaklarında tebessüm.

- Artık Resulallah’ı doyasıya göreceğim. dediği söylenir.

İşte böylesine bir hikayenin de parçası oldu bu ayet ve bu ayeti Resulallah Vahşi’ye göndermişti. İmana erişeceği zaman. Hatta bu ayetten önce Furkan/70. ayetini göndermiş, iman edip salih amel işleyenlere karşılığının verileceğini söyleyen Furkan/70 ayet e karşılık Vahşi;

- Ben ne daha önce iman ettim, ne de salih amellerim var. Aksine benim cinayetlerim var, günahlarım var. Beni Allah affeder mi diye tereddüt geçirdiğinde Resulallah bu ayeti yazıp göndermişti. Bir rivayette Resulallah değil de Hz. Ömer yazıp göndermişti. Bir başka rivayette Hz. Ömer Vahşi’ye değil de daha başkalarına göndermişti diye rivayetler farklı farklı.

Devam ediyor C sayfasına geçiniz.
      146. videoyu toplu olarak BURADA bulabilirsiniz.

29 Nisan 2013 Pazartesi

İslamoğlu Tef. Ders. ZÜMER (49 - 51) (146- A)






Sevgili Kur’an dostları Zümer suresinin 49. ayetiyle bu günkü dersimize devam ediyoruz.


49-) Feiz messel İnsane durrun de'ana* sümme izâ havvelnahü nı'meten minNA, kale innema utiytühu alâ 'ılm* bel hiye fitnetün ve lâkinne ekserehüm lâ ya'lemun;

İnsana bir zarar, hastalık, sıkıntı geldiğinde bizden yardım ister... Sonra ona bizden bir nimet lütfettiğimizde "O, bana bilgim sayesinde verilmiştir" (der)... Hayır; o (nimet) bir sınav objesidir! Ne var ki onların çoğunluğu bunu bilmezler. (A. Hulusi)

49 - Fakat insana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir nimet bahşediverdiğimiz zaman da o bana bir bilgi üzerine verildi der, belki o bir fitnedir velâkin pek çokları bilmezler. (Elmalı)


Feiz messel İnsane durrun de'ana ne zaman insanın başına bir zarar, bir ziyan gelse hemen başlar bize yalvarmaya. Benzer içerikte ki 8. ayeti hatırlamak lazım bu surenin. İnsanoğlu başı sıkışınca fıtratına yönelir, doğasına yönelir. Bu şunu gösterir; İnanmak fıtridir. Allah inancı sonradan elde edilen bir şey değil özde zaten var olan, yani insanın formatında olan bir şeydir. Dolayısıyla her insan; O insan isterse tanrı tanımaz olsun, ateist olsun, başı sıkıştığında, çaresiz kaldığında doğasında bulunan o inanca döner ve duaya durur. Tüm çarelerin tükendiğinde Allah’a yönelir.

Mesela düşmek üzere olan bir uçakta ate bulunmaz sözü işte bunu ifade eder. Veya batmakta olan gemide herkes duaya durur. Çünkü yapılacak bir şey yoktur. Onun içinde inanmak, Allah’a iman sonradan koyma değil, özde olan bir formattır.

sümme izâ havvelnahü nı'meten minNA, kale innema utiytühu alâ 'ılm daha sonra kendisi katımızdan bir nimete kavuşsa bu servete ben sadece kendi bilgim ve becerim sayesinde ulaştım der.

Kasas/76ve 82. ayetleri arasında Karun kıssası anlatılır. Biz bu kıssayı işlemiştik. Karun; Kur’an ın bugün ki manada ekonomi insanına, homo ekonomikus a verdiği sembolik örnek. Tabiatına yabancılaşmış bir insan nasıl servetin kulu ve kölesi haline gelir. Servet ahlakı Karun kıssası örneğinde işlenir Kur’an da. Emanet bilincine dayanır servet ahlakı. Her emanet bir imtihan aracıdır. İnsan Karunlaşmamak istiyorsa, bir başka ifadesiyle dünyevileşmemek istiyorsa sahip olduğu tüm varlığı Allah’ın kendisine bir emaneti olarak görmek zorunda. Yani sahibim sandığı şeylere gerçekten sahip olup olmadığını sorgulamak zorunda.

Kim, kime sahip. Servet ona mı sahip, o servete mi sahip. At süvarinin mi sırtında, süvari atın mı sırtında. İnsan sahip oldum de4diklerinin efendisi mi yoksa kölesi mi. Bütün bu sorular bu ayet çerçevesinde, bu ayetler çerçevesinde daha bir anlam kazanıyor.

bel hiye fitnetün ve lâkinne ekserehüm lâ ya'lemun Hayır, aksine o servet bir imtihan, bir sınama aracıdır. Fakat Karunlaşmış, dünyevileşmiş akıl sahiplerinin çoğu bunun farkında dahi değildirler.

Servet okyanusta ki sudur. Servet sahibinin kalbi ise bir gemi. Su gemiye girmezse gemi yol alır. Gemi için yol olur. Yok su geminin içinde olursa gemi batar. İnsan servet ilişkisi bu temsil çerçevesinde el kârda, gönül yarda olmalı şeklinde özetlenir.

Fakr der Cüneyd-i Bağdadî senin hiçbir şeye sahip olmaman değildir. Fakr; Her şeye sahip olsan da hiçbir şeyin sana sahip olmasına izin vermemendir. Bu manada Kur’an ne servetin tanrılaştırılmasını, ne de şeytanlaştırılmasını tecviz eder. Bu iki tavırdan da uzak, dengeli bir servet ahlakı gerçekleştirir. Serveti insanın altına at olması için verir Allah. İnsanın sırtında süvari olması için değil.

Fitne diyor ayette bel hiye fitnetün ama hayır, böyle değil,baktığınız gibi değil, o bir sınavdır, sınama aracıdır. Fitne bir metalurji kavramı. Metalle ilgili bir kavram. Kaynak dilde fitnenin kök manası; Altının hamını hasından, cevherini cürufundan ayırmak için pota da ergitme işlemidir. İnsan da Altın madenine benzer, ama mutlaka Altın olması, saflaşması için ateşlerden geçmesi, sınanması gerekir. Sınanmadan cevheri cürufundan ayrılmaz, saflaşmaz. Saflaşmayınca da gerdanlara takılmaz. Saflaşmayınca vitrinlere konulmaz. Saflaşmayınca değerini bulmaz. Keşfedilmemiş ve işlenmemiş, mamul hale gelmemiş madenlerin kime ne yararı olur.

İşte insan madeni Allah tarafından saflaştırılmakta ve bu saflaştırma aracı olarak ta servet, makam, evlat, mevki gibi pozitif görünün değerler, hastalık, ıstırap, acı, elem, keder, dert, kayıp, hüzün, korku ve benzeri gibi negatif görünen şeylerle insanı saflaştırır. Öyle saflaştırır ki bir ateşe, bir suya sokularak çelik yapılan demir gibi insanı da bir varlıkla, bir yoklukla. Bir Cemal sıfatının tecellisiyle, Bir Celal sıfatının tecellisiyle. Bir lütufla, bir kahırla. Bir gülle, bir dikenle sınar, sınar..!

İşte burada da varlıkla sınanmak dile getiriliyor. Varlıkla sınanmak sınavların en çetinidir. Yoklukla sınanmak her kişi kârı, varlıkla sınanmak er kişi kârı. Çünkü etrafınıza baktığınızda yokluğa sabreden nice insanların varlıkla sınava çekildiklerinde varlığa sabredemediklerini görürsünüz. Yokluk karşısında Allah ile ilişkisini koparmayan insanların, varlıkla sınanmaya başladıklarında rableriyle ilişkilerini zedelediklerini görürsünüz. Bu şunu verir? Varlıkla sınanmak yoklukla sınanmaktan daha çetindir, daha zordur. Dolayısıyla varlığa sabretmek, yani varlığın ayartmasına karşı direnmek, varlığın ayartıcılığına kapılmamak, varlığın sizi nesneleştirmesine izin vermemek; yokluğun ayartısına kapılmamaktan daha zor, yokluğa sabretmekten daha zordur.


50-) Kad kalehelleziyne min kablihim fema ağnâ anhüm ma kânu yeksibun;

Onlardan öncekiler de gerçekten onu söylemişti... (Ama) kazandıkları şeyler onlara bir fayda vermedi. (A. Hulusi)

50 - Onu bunlardan evvelkiler de söyledi fakat o kazandıkları kendilerini kurtarmadı. (Elmalı)


Kad kalehelleziyne min kablihim doğrusu onlardan öncekiler de böyle demiştiler. Yani Karun gibi demiştiler. Ebu Cehil gibi, Ebu Leheb gibi demiştiler. Bu bir akıldır, tarih boyunca bu akıl aynı işlemiştir. Bu akıl şöyle yürütür. Ben servete sahibim. Eğer bir tanrı varsa benim bu insanlar arasında farklı olmamı istediğine göre, servete sahip olmamı dilediğine göre ben iyiyim demektir. Yani servetim iyiliğimin referansıdır. İyi olmasaydım beni de yoksul yaratırdı, dediğiniz gibi bir tanrı varsa. Dolayısıyla bu durumda ben iyi olduğum için bakın servetimle bu dünyada başıma gelecek tehlikeleri savuşturuyorum. Eğer iddia ettiğiniz gibi bir öte dünya varsa orada da servetimle başıma gelebilecek muhtemel tehlikeleri atlatabilirim.

Karun aklı böyle yürür. Böyle yürüdüğü içindir ki serveti onun şeytanı haline gelmiştir. Böyle yürüdüğü içindir ki imtihan aracı olan servet, onda Allah ile ilişkiyi koparan bir bıçağa dönüşmüştür. İnsanın Allah ile olan bağını kesip koparan servet bıçağı, en sonunda gelir yüreğinden insanı vurur. İşte burada da geçmişe atıf yapılarak Karun aklının tüm insanlık boyunca serveti tanrılaştıran ve Allah ın bir imtihan aracı olarak değil de, serveti haklılığın bir referansı kılan bu sapık mantığı ele veren ayet şöyle devam ediyor;

fema ağnâ anhüm ma kânu yeksibun fakat, kazana geldikleri şeyler kendilerine sonuçta hiçbir yarar sağlamamıştır. Yani akıl yürüttükleri gibi gerçekleşmemiştir hadise. Yer yüzünde servetleri yüzünden gördükleri itibar geçici olmuştur. Çünkü o itibar kendilerinden değil, servetlerinden kaynaklanıyordu. Servetlerini kaybedince itibarlarını ve şereflerin de kaybetmişler.

Dolayısıyla değerlerini kendilerinden almadıkları için, insani değerlere önem vermedikleri için tüm değeri servete yükledikleri için servetle birlikte her şeylerini de kaybetmişlerdir. En azından ölüm geldiğinde servetlerinden hiçbir şey götüremedikleri için tüm değer ve kıymetleri yer yüzünde kalmıştır. Allah’ın huzuruna gerçek manada hiçbir şeyi olmayan hakıyr ve fakıyr olarak çıkmışlardır. Çünkü yer yüzünde zenginlik ve fakirlik ölçüsü ahiretin ölçüsü değildir.

Ahiretin de zenginleri vardır, büyük mahkemede insanlığın gıpta edeceği öyle zenginler olacaktır ki burada onlara belki sadaka veresiniz gelir. Allah’ın huzuruna zengin çıkmak insanoğlunun ufkunda oturan en büyük hedef olmalıdır.


51-) Feesabehüm seyyiatü ma kesebu* velleziyne zalemu min haülai seyusıybühüm seyyiatü ma kesebu, ve ma hüm Bi mu'ciziyn;

Sonunda kazandıkları şeylerin kötülükleri kendilerine isâbet etti... Bunlardan zulmedenlere gelince, onların kazandıkları şeylerin kötülükleri de kendilerine isâbet edecektir... Onlar (Bizi) âciz bırakamazlar! (A. Hulusi)

51 - Netîcede kazandıklarının fenalıkları başlarına geçti,şunlardan o zulmedenlerin de kazandıklarının fenalıklarına geçecektir onlar da atlatacak değillerdir. (Elmalı)


Feesabehüm seyyiatü ma kesebu en sonunda kazandıklarının kötü sonuçları gelip onları bulmuştur. velleziyne zalemu min haülai seyusıybühüm seyyiatü ma kesebu işte şu zalimleri de kazandıklarının kötü sonuçları kendilerinden evvelkileri bulduğu gibi gelip bulacaktır. ve ma hüm Bi mu'ciziyn ve onlar asla, ama asla Allah’ı atlatamayacaklardır.

Bu ve ma hüm Bi mu'ciziyn şeklinde bitmesi gerçekten manidar. Paranın gücü ile kanunu atlatanlar, paranın gücü ile yasaları atlatanlar, paranın gücüyle her türlü dünyevi tehlikeyi atlatanlar Allah’ın huzurunda da, Ahirette de paranın gücünün işleyeceğini düşünecek kadar hamakat sahibi olabiliyorlar. İşte onlara Allah’ı atlatamazsınız diyor.

Servet sadece sahibini değil, bu birkaç ayet göz önüne alındığında çıkan sonuç bu. Servet sahibini esir alan, sahibini nesne kılan, sahibinin öznesi, atı olan, yanlış yerde ki servet sadece sahibini değil ona gönül veren yoksulları da yoldan çıkarır, ayartır. Yığma tutkusu ta temelde buna yol açar. Ve tühıbbûnelmâle hubben cemma. (Fecr/20) malı üst üste yığmayı ne kadar da çok seviyorsunuz diyordu Kur’an.

Yığma tutkusu sadece servete sahip olanları değil servet sahiplerine gıpta ile imrenme ile bakan yoksulları da yoldan çıkarır. Neden? Servete sahip olmayı hayatlarının tek hedefi seçerler. Bu hedefe ulaşmak içinde her şeyi mubah görürler. İşte bu toplumsal ahlakın dibini dinamitleyen ve ahlaki çözülmeyi, kokuşmayı getiren en büyük neden olur. O toplum bir gün gelir çatır çatır çöker. Temellerinden sarsılır. O toplumda iyi ve kötü. Doğru ve yanlış. Güzel ve çirkin. Hakk ve batıl. İman ve küfür aradaki çizgiyi kaybeder bir tek değer kalır, para. Bir tek değer kalır servet. Sahip olduğun servet kadar adam sayılmaya başladığınız zaman bir toplumda, o toplumum geleceği helake doğru sürükleniyor demektir.

Yine çoğaltma tutkusu, işte serveti, insanı yoldan çıkaran bir şeytana dönüştüren şey servetten kaynaklanmaz. Servetin kötülüğü servetin kendisinden değil, serveti elde eden insanın servete yüklediği anlamdan kaynaklanır. Onun içindir ki;

Elhakümüt Tekâsür - Hattâ zürtümülmekabir. (Tekâsür/1-2) ölünceye kadar, kabirlerinize girinceye kadar çoğaltma tutkusu, hırsı sizi helake sürükledi. Helâk etti sizi çoğaltma tutkusu. Habire çoğaltma, habire artırma..’ Modern hayat bu tutkunun küreselleştiği bir hayat.

Aslında küreselleşme dedikleri şey de çoğaltma tutkusunun küreselleşmesidir. İnsanoğlu hiçbir zaman yiyerek bitiremeyeceği kadar çok servet elde etmek, hiçbir zaman kullanamayacak kadar, kullanıp tüketemeyecek kadar çok eşya elde etmek peşinde bir ömrünü zebil etmekte, zibil etmektedir ve bu aslında hayatın israf olmasıdır ki bugün işleyeceğimiz ayetler içerisinde esrefu alâ enfüsihim (53) ey hayatını israf eden kullarım diye hitap ettikleri kimseler bunlar olsa gerektir.

Devam ediyor B sayfasına geçiniz.
146. videoyu toplu olarak BURADA bulabilirsiniz

26 Nisan 2013 Cuma

İslamoğlu Tef. Ders. ZÜMER (43 - 48) (145-E)



D sayfasından devam


43-) Emittehazû min dûnillâhi şüfe'a'* kul evelev kânu lâ yemlikune şey'en ve lâ ya'kılun;

Yoksa Allâh dûnunda şefaatçiler mi edindiler? De ki: "Ya o edindikleriniz hiçbir şeye sahip olmayan ve akılsız iseler de mi?" (A. Hulusi)

43 - Yoksa Allahın berisinden şefaatçiler mi edindiler? De ki: hiç bir şey'e güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi? (Elmalı)


Emittehazû min dûnillâhi şüfe'a' yoksa onlar Allah’ı bırakıp ta hayali şefaatçiler mi buldular kul evelev kânu lâ yemlikune şey'en ve lâ ya'kılun de ki ne yani hiçbir şeye güçleri yetmezse akılları fikirleri ermese de mi hala onları Allah’a şefaatçi tutacaksınız.


44-) Kul Lillâhiş şefa'atü cemiy'a* leHU Mülküs Semavati vel Ard* sümme ileyhi turce'un;

De ki: "Şefaat tümüyle Allâh'ındır! (Çünkü) semâların ve arzın mülkü O'nundur! Sonra O'na rücu ettirileceksiniz." (A. Hulusi)

44 - De ki Allah’ındır o şefaat bütün, onundur mülkü Göklerin ve Yerin, sonra hep döndürülüp ona götürüleceksiniz. (Elmalı)


Kul Lillâhiş şefa'atü cemiy'a  de ki şefaate izin verme yetkisi tamamıyla ve sadece Allah’a aittir. Şefaatin tümü Allah’a aittir diyen bu ayetler, Allah’ın izin verdiklerini istisna tutan 22. ayet arasındaki te’lifi nasıl yapacağız. Şefaat doğru anlaşılırsa aslında hiçbir problemin olmadığı görülür. Yeter ki anlama problemini halledelim.

Şefaat; Ödül, tevdidir demiştik. Daha önce defaatle. Yani şefaat yetkisi verme izni sadece Allah’a aittir. Şefaatin kendisi de bir ödüldür. Şefaat kişiye istediğine af yetkisi vermek değil, Allah’ın kuluna verdiği ödülü birine verdirmesi, tevdi ettirmesi. Şu ödülü sen sun diyerek onu da onurlandırması ve ödüllendirmesidir. Şimdi bir kurumun verdiği ödülü, ödül tören günü anında orada bulunan konuklardan hatırlı misafirlerden birine; Bu ödülü ödül sahibine siz tevdi eder misiniz deyip ona verdirmek nasıl bir şeydir. O zata da onur vermektir, onu da onurlandırmaktır.

Peki ödülü alan kimse teşekkür edecekse asıl teşekkürü kime etmelidir? Ödülü kendisine tevdi edene değil, o zaman ekmeği verene değil ekmeğin kendisine teşekkür etmiş olur. Ödülü asıl verene teşekkür etmelidir. Çünkü ödül tevdi eden ödülü veren değil, o sadece aracı olandır. Orada sadece onurlandırılandır. O da senin gibi ödül vermekle onurlandırılmıştır. O nedenle şefaati doğru anladığımızda, özellikle şu ayet ışığında anladığımızda problem kalmamaktadır.

Ve lâ tenfa'uş şefa'atü 'ındeHU illâ limen ezine lehu. (Sebe’/23) hiç kimseye hiçbir şefaat fayda vermez ancak O’nun izin verdiği kimse şefaat edebilir diyor sebe/23 ayeti.

leHU Mülküs Semavati vel Ard gökler ve yerin mutlak otoritesi de ona aittir. sümme ileyhi turce'un sonunda sadece O’na döndürüleceksiniz.

[Ek bilgi-1; ŞEFAAT VE ŞİRK

..Allah`a imanın yolu da, cehennemden kurtuluşun yolu da hep şirki hafîden kurtulmak için ŞEFÂATE NÂİL OLMAKTAN GEÇER!

"Allah izin vermedikçe ŞEFÂAT edemez kimse",
Âyetini, "TANRI izin vermedikçe ŞEFÂAT edemez kimse" diye anlarsak cehennem ateşimiz kolay kolay sönmez bizim! Yanarız da yanarız!

“Tanrı izin vermedikçe ŞEFÂAT edemez kimse”, cümlesi ile; “ALLAH izin vermedikçe şefâat edemez kimse”, cümlesi arasındaki fark nedir?

Evimizdeki nesneyi, biz, Topkapı Sarayı’nın hazine dairesinde bile arasak bulamayız! Çünkü evimizde! Biz, “şefâati reddederken”; “şefâat nasıl ulaşır” bize? Basiretimizi örten perde örtülü olduğu sürece, biz nasıl şefâati görüp, şefâate ulaşabiliriz? “Tanrı”ya inanırken... “Tanrı”nın büyükelçi(!)sine ve “Arapça bilen Tanrı”nın “Arapça yazılı gönderilmiş” bir kitaptaki emirnâmesine iman ederken! Türlü kerâmetleriyle âdeta bir sihirbaz gibi değneği ile bizi cehennemden kurtaracak “Tanrının Evliyâsı”na inanırken. Nasıl, ŞEFÂAT bize ulaşır?

Allah (özümüzden), izin vermezken; içindeki, şefâati reddederken; kim şefâat edebilir ki! Basiretimizi örten perde nasıl kalkar da, şefâate ulaşırız biz! Ve böylece de, nasıl şirki hafîden arınıp; her şey’in hakikati ve varlığımızın kaynağı olan “ALLAH İsmiyle İşaret Edilen”e iman edip; “Kur’ân ”ı "OKU"ruz? (şirkten) “arınmamışlar el sürmesin” dendiği halde Bize kalırsa. Önce, Allah`tan (yani özünden gelen bir yolla) izin çıkıp, ŞEFÂATE nâil olmak gerek. sonra şefâati değerlendirip, diğer âfâkî perdelerden arınmak. Sonra da, nefsine bilincine-şuuruna-gerçek "ben"ine zulmetmeyi terk etmek!

Sen, nefsine sürekli zulmetmektesin; nefsinin, hakikatini yaşamasına engel olduğun sürece. Üstelik bu gerçeği bildiğin halde, çevrenle paylaşmıyorsan, o “en yakınım” dediklerine de zulmün en büyüğünü yapıyorsun!

Ama ben istiyorum da olmuyor! Niye olmuyor?

Muslukçuda pasta satılmaz! Bilgisayarcıda ayakkabı aranmaz!

Şeytan, zâhirine bakıp Âdem’in, “İblis” oldu! Âdem’in, ilmine ve hakikatine bakıp onu değerlendirebilseydi, bu sahnelenen oyun oynanmayacaktı zaten!

Biz, yalnızca ilim için yaratıldık! İlmi de, ateşin arkasına koydu ki Allah, korkaklar o ateşe "nefsim yanmasın, yanarak arınmasın" diyerek yaklaşamasın da; böylece, yanma korkusuyla, da lâyık olmadıklarını ele geçiremesinler diye.

Ateşte benliğini yakma korkusunu atıp, içine dalabilenler; Deccal’ın sağ yanındaki ateş Cehenneminden geçip, ilim ve irfân Cenneti`ne girebilirler! Korkuyu atamayanlar ise, ateşten geçemezler ve ilme irfâna ulaşamazlar.

Korkuyu atmak gerek! Yunus Emre’nin dediği "Ödünü sıdır"ın açıklamasını yanındaki arkadaş yapmıştı bana. Allah’tan yapmış. Sayesinde hep gözü kara daldım her yeni ilmin içine!.

Geldik elli küsûrlara altmış küsûrlara. Ne yaşayacağımız, özellikle de aklımız başımızda, ağrısız sızısız sağlıklı olarak ne kadar yaşayacağımız meçhul!

"Şirki hafi"den kurtulduk mu?... Vicdanımız cevap versin!...
“ALLAH İsmiyle İşaret Edilen”in, bir “Tanrı” olmayıp; ne olduğunu fark edip; hiç olmazsa iman edebildik mi?... O`nu her an ve her yerde görüp, dinleyebiliyor muyuz?... Her dem O`nunla konuştuğumuzun farkında ve bilincinde miyiz?.

Şefâatin ulaşması için, önce uzatılanı geri çevirmemek gerek! Şefâat, Cehennem`den kurtulmak içindir; ki bu, Cehennem`in dünya bölümünde de olur, Âhiret bölümünde de!
Şefâat, Allah`a da ermek içindir! Ki bu da ancak dünyada iken ilm’ullah’ın zâhir olduğu kişiyi bulmak ve onu değerlendirmekle mümkündür!

Şefâat, kişinin yanlışlarda ısrarına yol açan, yanlışlarından dönmesine engel olan bilgi yetersizliğini ortadan kaldırıp, kişiyi o konuda bilgilendirmektir! Nebi ve Resûllerin de, Evliyanın da şefâati hep bu yoldadır.

Kişi o bilgilerle kendinde arınmayı oluşturur ve yanmaktan kurtulur! Gereğini de yaşayarak (hem enfüsünde hem âfâkında) bilinç boyutunda “Allah”a erer!

Öyle ise. Önce, “ötendeki TANRI” değil, özündeki “ALLAH” izin verecek ki; sen o şefâate açık hâle geleceksin! Şefâati, def etmeyeceksin. Sonra o, ŞEFÂAT olan bilgiyi değerlendirecek, ilim doğrultusunda yaşayarak arınacaksın. Sonra da “şirki hafî” sona erip “ALLAH”a ereceksin.

Kısaca dünkü sorunun cevabı böyle idi. Bu konuyu etraflı düşünmek, tartışmak ve anlamak, “şefâat” kapısının açılması demektir, umarım!

Hakkınızı helâl edin bir kusur ettiysek bilmeyerek!..
Vicdanınızla baş başasınız. O günde hesap görücü olarak NEFSİNİZ (ilminiz-şuurunuz) yeter! (İsra/14)
(A.           Hulusi Sistemin seslemişi-1)]

[Ek bilgi-2; ŞEFAAT KONUSU

Şefaat; kişinin perdeli olduğu hakikatten, o perdesini kaldırarak, o işin hakikatini idrak etmesini sağlamaktır! “Şefaat etti”nin mânâsı; kişiye yemek, para, zevk aldığı şeyler elde etmesine yardımcı olmak değildir!

Dünya’da Resulallah’ın şefaatine nail olmak” demek, kişinin perdesinin kalkarak geleceğe dönük veya hakikatine dönük perdesini kaldırmak demektir.

Cehennemdeki Resulallah’ın ve mertebe sırasıyla diğer evliyaullâhın şefaati” demek; o ortamda bulunan imanlı kişilere ortamın gerçekleri ve kişinin ortamdan kurtulması amacıyla gerekli olan bilgilerin öğretilmesi demektir. Yoksa bu zâtlar, lokomotif; insanlar da vagon olup çekilip götürülmeyecekler. İmanlı kişilerin cehennemde kalışlarının TEK sebebi, Dünya’da gerekli ilmi edinmemiş olmaları dolayısıyla karşılaştıkları o şartlarda neler yapacaklarını bilememeleridir. İşte cehennemde, imanlı kişilere bu bilginin aktarılması ve onların bu ilmi aldıktan sonra gerekenleri yaparak cennete geçmeleri olayına ŞEFAATE NAİL OLDULAR deyimiyle işaret edilir!

ŞEFAAT, perdesi kalkmış bir kişinin, diğerinin bilincindeki basîret perdesini açmasıdır; genel anlamıyla!

Dünya’da şefaat, kişiye hem dikey planda getiri sağlar, hem de yatay planda.

Âhirette şefaat ise, yalnızca yatay planda getiri sağlar.

Kişi Dünya’da şefaati değerlendirirse, mânen yüksek mertebelere ulaşabilir. Kişi Dünya’da dikey planda gelen şefaati değerlendiremez ise; âhirette, Dünya’da değerlendirdiği kadarının, yatay planda olanını değerlendirmek kısıtlamasıyla karşı karşıyadır; ki bunu da hiç kimse değiştiremez!

Şefaat; insanların, kendilerini arındırmaları için yapacakları çalışmalar konusunda birisinden yardım almaktır!

Şefaat; müminlerin cehennemden çıkıp cennete girebilmeleri için arınma yollarını öğrenmeleridir. Birisi kolundan tutup da cehennemden çıkarmaz kimseyi!

Şefaat, hangi yanlış anlaması veya değerlendirmesi nedeniyle cehennemde yanmakta olduğunu ona idrak ettirip; onun bu eksiğinden arınmasını sağlar, böylece de ona şefaat etmiş olur!

Cennette şefaat yoktur! Ölüm anından cennete girene kadar gelen bütün şefaatler; kişinin içinde bulunduğu süreç içinde kendisine azap veren değerlendirme yanlışından kurtulması amacına dönüktür.

Şefaat edilen kişinin, şefaat edene inanmış olması şartıyla mümkündür!

(A. Hulusi - Okyanus ötesinden/1)]

[Ek bilgi-3; ŞEFAAT NEDİR? (şiir)]


45-) Ve izâ zükirAllâhu vahdehüşmeezzet kulubülleziyne lâ yu'minune Bil ahireti, ve izâ zükirelleziyne min dûniHİ izâhüm yestebşirun;

Allâh, TEK'liği itibarıyla hatırlatıldığında, sonsuz yaşamlarına iman etmeyen kimselerin şuurları bundan hoşlanmaz! O'nun dûnundakiler anıldığındaysa, hemen onlar müjdelenmişçesine yüzleri güler! (A. Hulusi)

45 - Böyle iken Allah bir olarak anıldığı vakit Ahirete inanmayanların yürekleri burkulur da ondan berikiler anıldığı vakit derhal yüzleri güler. (Elmalı)


Ve izâ zükirAllâhu vahdehüşmeezzet kulubülleziyne lâ yu'minune Bil ahireh ve ne zaman Allah tek başına anılsa, ahirete inanmayanların kalpleri nefretle dolup taşar. ve izâ zükirelleziyne min dûniHİ izâhüm yestebşirun ne zaman da O’nun dışında başka varlıklar anılsa bu kez aynı kimseler sevinçten uçarlar. Ayete bakın ayete. Yani Allah tek başına anılınca nefretle dolup taşar kalpleri, ama putları, o Allah’a ait sıfatları yakıştırdıkları cici putları da anılınca sevinçten uçarlar.


 46-) Kulillâhümme FatırasSemavati vel Ardı Alimel ğaybi veşşehadeti ente tahkümü beyne ıbadike fiy ma kânu fiyhi yahtelifun;

De ki: "Ey Allâh'ım, semâların ve arzın Fâtır'ı; gaybı ve şehâdeti bilen; tartıştıkları konuda kulların arasında sen hüküm verirsin!" (A. Hulusi)

46 - De ki: ey Gökleri ve Yeri yaradan ve gayb-ü şahadeti bilen Allah’ım! Kullarının arasında o ihtilâf edip durdukları şeyler hakkında sen hüküm vereceksin. (Elmalı)


Kulillâhümme de ki ey Allah’ım FatırasSemavati vel Ard ey göklerin ve yerin yaratıcısı Alimel ğaybi veşşehadeh ey idraki aşan hakikatleri de idrak edilenleri de bilen Allah’ım ente tahkümü beyne ıbadike fiy ma kânu fiyhi yahtelifun kullarının tartıştıkları konularda aralarında son sözü söyleyecek olan yalnızca sensin.


47-) Velev enne lilleziyne zalemu ma fiyl Ardı cemiy'an ve mislehu meahu leftedev Bihi min suil azâbi yevmel kıyameti, ve beda lehüm minAllâhi ma lem yekûnu yahtesibun;

Eğer ki yeryüzündekilerin tümü ve onunla beraber onun misli daha, o zulmedenlerin olsa, elbette onu, kıyamet sürecindeki azabın kötüsünden (kurtulmak için) fidye verirlerdi! (Çünkü) Allâh'tan hiç ummadıkları şey onların karşısına çıktı! (A. Hulusi)

47 - Ve eğer bütün Arzdakiler, bir misli de beraber o zulmedenlerin olsa Kıyamet günü azâbın fenalığından kurtulmak için onu mutlak feda ederlerdi zuhur edip de kendilerine Allah’tan hiç hesap etmedikleri, nesneler. (Elmalı)


Velev enne lilleziyne zalemu ma fiyl Ardı cemiy'an ve mislehu meahu leftedev Bihi min suil azâbi yevmel kıyameh ve eğer yer yüzünün tüm serveti, hatta onun bir kat fazlası, zulümde ısrar eden o kimselerin olsaydı, kıyamet günü çarptırılacakları azabı, berbat cezadan kurtulmak için onun tamamını fidye olarak vermeye razı olurlardı. Hatta vermeyi teklif ederlerdi.

ve beda lehüm minAllâhi ma lem yekûnu yahtesibun zira o gün daha önceden hiç hesaba katmadıkları şeyler Allah tarafından ortaya çıkarılacak. Ahiret için dışa döndüğü yer, herkesin maskesiz gerçek yüzüyle arzı endam ettiği yer. Ahiret insanın yüreğinin insanın vitrini olduğu yer.


48-) Ve beda lehüm seyyiatü ma kesebu ve haka Bihim ma kânu Bihi yestehziun;

(Yaptıkları sonucu) kazandıkları şeylerin kötülükleri onlara zâhir oldu; alay ettikleri şey kendilerini çepeçevre kuşattı! (A. Hulusi)

48 - Öyle ki yaptıkları amellerin fenalıkları karşılarına çıkmış ve istihza edip durdukları şeyler kendilerini sarmıştır. (Elmalı)


Ve beda lehüm seyyiatü ma kesebu ve önceden yaptıkları her kötülük önlerine konacaktır. ve haka Bihim ma kânu Bihi yestehziun sonuçta alay ede geldikleri gerçek kendilerini bir gün gelecek çepeçevre kuşatacak ve asla o kuşatmayı yaramayacaklar.

Hayatın geçici yüzünü kalıcı sanıp, kalıcı yüzünü tiye alan bir zavallı aklın uğrayacağı dehşetengiz hayal kırıklığıdır dostlar. Rabbim böyle zavallılardan kılmasın imanımızı samimi ve kabul edilmiş bir iman kılsın.


“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


145. videonun sonu.
145. videoyu toplu olarak BURADA bulabilirsiniz.