El Hamdu Lillahi
Rabbil'Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi
ve ashabihi ecmaiyn.
Rabbişrah liy sadriy;
Ve yessirliy emriy;
Vahlül ukdeten min lisaniy;
Yefkahu kavliy;
(Tâhâ 25-26-27-28)
Rabbim, göğsüme genişlik ver,
kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin! Amin..!
Değerli Kur’an dostları bugünkü
dersimizle Kur’an ın yepyeni bir sitesine daha seyahate çıkacağız. Vahyin bize
tenezzül buyrulan gök sofrasından gıdalanacağız. Bu gıda mideyi dolduran ve
doyuran ve hepi topu 1- 1.5 günlük ömrü olan bir gıda değil. Bu gıda ruhu
dolduran ve doyuran ve ruh kadar ölümsüz olan, sadece bu dünyada kalmayıp öteyi
de kuşatan, insanın ruhunu büyüten, ona enerji veren, basiretini, ferasetini
iz’anını, irfanını, imanını, ihsanını artıran bir gıda.
Onun içinde her sure yeni bir
keşiftir. Göklerin sofrası üzerinde yaptığımız derin bir keşif. Bu keşif
insanın önüne ufuklar açar bu keşif sayesinde insan eşyayı daha iyi kavrar. Bu
keşif sayesinde insan varlığın kabuğunu geçer özüne bakar ve ulaşır. Vahyin
aslında muhatabı üzerinde ki en büyük etkisi de buradadır. Bu girizgahtan sonra
suremizin mukaddimesine geçebiliriz.
Rûm suresi Kur’an ın tedvininde
30. sırada bulunan sure. Sure adını, ilk ayetinde ki Bizans anlamına gelen Rûm
dan alır. Ya da Bizanslılar. Gelecekte vuku bulacak Bizans – Pers savaşının
akıbeti hakkında gayba ilişkin mucizevi bir haber yer alır adını veren ayette.
Kur’an ın mucizelerinden biridir bu. Kur’an baştan sona mucize olsa da
içerisinde gerek insanın hiçbir kaynaktan öğrenemeyeceği geçmişi ilişkin
verdiği bilgiler. Gerek insanın Ruhunun istikbaline dair, yani, ahirete dair
verdiği bilgiler, gerekse dünya hayatında ileride gerçekleşecek olaylar
hakkında verdiği bilgiler ve dördüncü olarak da dışa açılmamış, sadece içerde
kalmış, kendisinden başka o sırrı kimsenin bilmediği, insanın ta yüreğinde
gizlediği bazı bilgileri faşetmesi, işte Kur’an ın maddi anlamda ki dört alanda
gösterdiği mucizedir bunlar.
Bu sureden önceki surede
hatırlayacaksınız Ankebût suresinde Kur’an ın muhatapları ona gökten bir mucize
indirilmeli değimliydi dediler. Kur’an olarak şöyle cevap verdi; Onlara “mucize
olarak bu kitabı indirmemiz, bu vahyi indirmemiz yetmedi mi?”
Sanki bu surenin mucizevi bir
haber taşıyan ilk ayeti oraya bir gönderme gibi. Yani bu vahyin içerisinde
gözle görülür, elle tutulur mucizevi haberler yer alıyor. Bunu dahi göremeyen
bir göz hangi mucizeyi görür dercesine.
Tirmizi’nin İbn Abbas’tan
naklettiği bir rivayetten anlıyoruz ki daha Hz. peygamber döneminde bu sure bu
isimle anılıyor. Sahabe de bu ismi kullanıyor. Onun için sureye verilen Rûm adı
daha sonra yerleşmiş bir ad değil, daha Hz. peygamber döneminde iken kullanılan
bir isim.
Surenin zamanına gelince; Sure
Mekki, hatta ünlü iki müfessir, ikisi de Endülüs’ün göz bebeklerinden, biri
doğu aleminde şöhret bulmuş, ikincisi batı İslam aleminde şöhret bulmuş iki
Endülüs müfessirir olan Kurtubi ve İbn. Atıyye’ye göre bu konuda ittifak var.
Yani surenin bütünüyle Mekki olduğu konusunda ittifak var.
Çağdaşımız Bazergân 1 ve 26.
ayetler arasını nübüvvetin 6. yılına, peygamberlik döneminin 6. yılına
yerleştirir. Namaz vakitleri ile ilgili olan 17 -18. ayetleri dikkate
aldığımızda, namaz vakitleri ile ilgili Kur’an da ki diğer ayetlerle bakışımlı
olarak okuduğumuzda Bazergân’ın bu görüşü isabetli geliyor.
Sure İbn. Abbas kaynaklı
rivayette, onu esas alırsak eğer nüzul sıralamasında 84. sırada yer alıyor.
İnşikak ve Ankebût sureleri arasına yerleştirilmiş İbn. Abbas kaynaklı bu
rivayet.
Surenin konusu; Medeniyetlerin
kıyametine atıfla başlar sure. Özelde Bizans ve Pers medeniyetinin
kıyametlerine atıfla başlar ve sure kozmik kıyamete atıfla son bulur. Yani yer
yüzünde ki medeniyet kıyametiyle başlayan sure, kâinat, ya da kozmik, küresel
kıyametle son bulur.
Hayatın dış yüzünün iç yüzüne,
dünyadan ahirete, görünenden görünmeyene, kabuktan öze çevirir muhatabın
bakışını 7. ayette. Surenin ana teması varlığın tabi olduğu temel bir yasadır.
Oluş ve bozuluş. Kevn ve fesat, varlık, yaratılmışların tümü buna tabidir.
Hâlık ve mahlûk diye bunun için ayırırırz. Hâlık yasa koyar, mahlûk bu yasaya
tabidir. Mahlûkatın tamamının tabi olduğu temel yasalardan biri kevn ve fesat
yasası, oluş ve bozuluş. Doğum ve ölüm. Geliş ve gidiş bu yasaya tabidir. Ve
sure her ayetinde adeta gerek açıktan gerek dolaylı olarak bu yasaya atıf
yapar. Özellikle 19 ve 25. ayetleri bu atfın en doğrudan yapıldığı ayetler.
Medeniyetler de ölür ve dirilir sonucuna getirir sure. 40 ve 50. ayetleri
arasında bunu işler.
Ancak, mahlûkat içerisinde,
yaratılmışlar dünyası içerisinde ayrıcalıklı yeri olan bir varlık vardır.
İnsan. İnsan bu ayrıcalığı ne sayesinde elde ettiği sorusunu sormamız için bize
sure yol gösterir ve fıtrat üzerinde odaklar bakışlarımızı. Çünkü insan
yaratılmışlar içerisinde ki ayrıcalığını fıtrat sayesinde elde etmiştir.
Allah’ın insandan istediği, peygamberlerin ve onlar vasıtasıyla gönderilen
vahiylerin amacı bu fıtratın Allah’ın insan benliğine nakşettiği bu fıtratın
bozulmadan, ters döndürülmeden, tahrip edilmeden, tahrif edilmeden Allah’a
teslim edilmesidir. Yani emanetin ihanet görmeden teslimi.
İşte 30. ayet bu gerçeği dile
getirir. Feekım
vecheke liddiyni haniyfa* fıtratAllâhilletiy fetaren Nase aleyha* lâ tebdiyle
li halkıllâh. (30) varlığını, vecheke, yüzünü değil, o külden
cüzdür. Varlığını tüm yamuk ve batıl inançlardan arındırarak sadece Allah’ın
has dini olan hanif dine döndür, çevir. Yani saf inanca yönel. Arkasından; fıtratAllâhilletiy
fetaren Nase aleyha o din ki Allah’ın insan benliğine nakşettiği
fıtrattır. Devamı daha ilginç ve tamamlayıcı. lâ tebdiyle li halkıllâh. Yani
varlığını Allah’ın insan benliğine nakşettiği, kazıdığı o temel değerlere
döndür ki, Allah’ın yaratışında bir bozulmaya, bir tahrife, bir tahribe meydan
verilmesin.
Bu insan hakkında ki adeta bütün
bir bilginin usaresi, özü, öz suyu olan ve insanı tanımada muhteşem bir anahtar
işlevi gören bu ayet ancak bir vahyin ürünü olabilir. Ve bu ayeti göz önüne
almadan ne din anlaşılabilir, ne nübüvvet anlaşılabilir, ne hayat
anlaşılabilir, ne insan anlaşılabilir. Onun için bu sure adeta bu anahtar
ayetle kendi ana temasını da ele vermiş olur. Bu kısa özetin ardından şimdi
suremizi tefsire geçebiliriz.
1-) Elif, Lâââm, Miiiym;
Elif,
Lâm, Mim. (A.Hulusi)
01 - Elif,
Lam, Mim. (Elmalı)
Elif, Lâââm, Miiiym bunlar heca
harfleri, Türkçesiyle söylersek hece harfleri. Bunlar üzerinde daha önce yeri
geldikçe Huruf-u mukadda üzerinde çok ayrıntılı olarak durmuştuk. Hemen
hatırlatayım ki Kur’an da Huruf-u Mukadda’nın başında geldiği bu ayrık
harflerin, kesik kesik harflerin başında geldiği surelerin hemen tamamı vahye
atıfla başladığı halde, bunun 3 istisnası vardır. Bu istisnalardan biri bir
önceki sure olan Ankebût idi, orada değindik. Biri de bu sure. Yani vahye
atıfla başlamaz. Fakat aslında doğrudan vahye atıfla başlamaz demek daha doğru
olur, dolaylı atıfla başlar.
Haddi zatında arkasından gelen ve
bir gaybi haberi mucizevi olarak bize veren bu ayetler, vahyin kaynağına bir
atıf değil midir. Hatta bunu bakış açınıza göre değişir, doğrudan bir atıf bile
sayabiliriz. Ama bu harfler hakkında 30. aşkın görüş serdedilmiş, tefsir
yapılmış ve bunlardan biri de Hz. Ebu Bekir’e ait olan; Her kitabın bir sırrı
vardır, bu vahyin sırrı da bu harflerdir görüşüdür ki, bu görüş bize bu harfler hakkında yapacağımız tüm
yorumların nihai yorum olmaktan uzak olduğunu, bu harflerin işlev ve anlamının
nihai tespitini ancak bu kelamın sahibinin yapacağını düşünmeye götürüyor.
2-) ĞulibetirRum;
Rum (Bizanslılar), mağlup oldu! (A.Hulusi)
02 - Rum
mağlup oldu. (Elmalı)
ĞulibetirRum Bizanslılar yenilgiye
uğradılar.
Mekkidir dedik değil mi sureye
ittifakla. Hakikaten bu ayetlerin Mekki olmadığına dair hiç kimseden bir görüş
sadır olmamıştır. Peki, Bizanslılardan bahsediyor bu ayetler ve üstelik geçmiş
zaman kipi kullanıyor; ĞulibetirRum Yani Bizans’lılar yenilgiye
uğradılar. Demek ki o anda bir olay olmuş ve bu geçmiş zaman kipiyle bir haberi
veriyor. Bir olguyu, bir olayı, o anda olmuş bir olayı.
Bu olayın ne olduğunu öğrenmek
için tarihe müracaat etmemiz lazım. Bizans tarihini yazan tüm kaynakların ortak
noktası olarak bu tarihe müracaat ettiğimizde şöyle bir dünya görüyoruz.
Peygamberliğin başında 2 süper güç var dünyada.
1- Bizans. 2 – Pers imparatorlukları. Bu iki imparatorluk birbirinin
hasmı, adeta çift kutuplu bir dünya ve bu iki kutup arasında 100 yılı aşkın bir
zamandan beri yenişilemeyen bir savaş. Harbüs sical derler Arapça da. Yani
birbirine galip gelemediği iki tarafın bir savaş sürüyor.
Bizans; Herakliyus yönetiminde,
Pers imparatorluğu 1. Hüsrev Perviz yönetiminde. Bu iki güç birbirinin nüfuz
alanlarına göz dikmiş Bizans’ın hakimiyet alanı pers imparatorluğunun sınırları
olan bu günkü Mezopotamya, Irak’ı ikiye bölen, Fırat ve Dicle arasında ki bir
noktadan Azerbeycan’a doğru bir çizgi çekin. İşte pers İmparatorluğunun sınırı
orada bitiyor, Bizans Irak’ın büyük kısmı, Suriye’nin tamamı, Filistin’in
tamamı, Mısır’ın tamamı, hatta Tunus’a kadar uzanan bölge ve daha aşağı
iniyoruz Habeşistan’a kadar Afrika’nın çok büyük bir kısmı. Yine aşağı
iniyoruz; Yemen. Unutmayınız Ebrehe Bizans kralını temsilen Kâbe’ye
saldırmıştı.
İşte böylesine büyük bir
imparatorluk Bizans o dönemde. Ve Persler Bizans’ın iç kargaşalığından da
istifade ile çok güçlü bir orduyla saldırıya geçerler. 100 yıllık bu çekişme
işte bu noktada Pers’ler lehine tamamen Bizans’ın büyük ve ağır bir
yenilgisiyle son bulur. 613 te Suriye düşer, Şam ele geçer. 614 de Filistin ele
geçer Kudüs düşer. 615 ve 616 da Mısır teslim olur. Böyle ve Anadolu’nun tamamı
Pers’lerin eline geçer.
Unutmayınız Pers’ler İstanbul’a
kadar gelir ve İstanbul’u kuşatırlar ve Üsküdar yakınlarında Karargâh kurar
Pers ordusu. Böyledir yani Bizans’ın kalbine kadar gelir. Hatta o kadar ki,
Bizans imparatoru kaçıp Kartaca’ya, Tunus’a sığınmak gibi planlar yapar. Yani
Bizans’ın başkenti de düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Böylesine çok
ağır bir yenilgidir. Yani adeta Bizans iflas etmiş ve çözülme aşamasına gelmiş,
hatta belki yok olup var olma aşamasındadır. Yani varlığı tartışılır haline
gelmiştir.
Tabii bu haber Mekke’ye gelir.
Mekke’ye gelen bu haber üzerine Mekke’de iki tür tavır takınılır. Müşrikler bu
habere çok sevinirler, çünkü öteden beri Hire ile yani pers İmparatorluğunun
merkezi Hire ile çok yakın ilişkilere sahiptirler. Sadece bu değil onların
Bizans düşmanlığının temelinde Hıristiyanlığın ehli kitap ve bir peygambere
dayalı bir din olması da gelmektedir. Yani vahye dayalı bir inanç sistemine
karşı, putperest olan Pers imparatorluğunu tutarlar. İşin inanç boyutu da
vardır.
Aslında işin inanç boyutu Bizans
ile Pers savaşlarında da ön plandadır. Çünkü Pers imparatoru Bizans’ı
yendiğinde bir anlaşma yapar. Yani Bizans bir muahede ister, barış ister, ama
ne pahasına 1000 yük altın, 1000 yük gümüş, 1000 yük ipek, 1000 erkek, 1000
kadın, 1000 at, böyle 1000 lerle giden bir muahededir bu ve hepsini verir
Bizans. Yani Pers sarayı ne istemişse Bizans hiç birine hayır diyemez. Fakat
Pers İmparatoru ateşperest Zerdüşt dinine inanan Hüsrev şöyle bir şey daha dile
getirir.
- Bu yetmez, İmparatorunuz
gelecek, bizim taptığımız ateşin önünde yere kapanacak ve kendi haçını kıracak.
Yani olayın bir inanç boyutu
vardır. Hatta daha sonra Bizans bu yenilginin öcünü alıp da Azerbaycan’da ki
zerdüştün doğduğu kente girip orayı yerle bir edince ve en büyük ateş gedeyi,
yani ateş perestşerin, ateşe tapanların taptığı en büyük mabedi yıkınca şöyle
diyecektir.
- Beni kendi dinine davet
ediyordu şimdi ibadet edecek bir ateşte bulamayacak.
Onun için karşılıklı bir inanç
boyutu var. Tabii Pers İmparatoru Kudüs’e girdiğinde Kudüs’ü yerle bir etmişti.
Kudüs’te ki büyük mabedi yerle bir etmiş ve kutsal Haçı alıp götürmüştü. Yani
Hıristiyanlık dünyası için bir numaralı kutsal eşya sayılan haçı alıp
götürmüştü. Onun için iki taraf arasında böylesine inanca müteallik bir çekişme
de var ve bu çekişme Mekke’de yansıyor. Mekke’de müşrikler kendi taraflarını
yine Purperest olan, ateş perest olan pers sarayından yana yapıyor. Müminler de
henüz o güne kadar kendilerine bir davet ulaştırmadıkları için inkar
etmediklerine şahit olmadıkları ve bir peygamberin vahyine iman ettiğini
bildikleri Hıristiyanlardan yana tavır koyuyorlar.
Bu tavrın arkasında daha temelli
bir başka sebep var. O da o anda Habeşistan Muhacirlerinin bir Hıristiyan olan
Habeş ülkesi kralı tarafından bağrına basılması ve bu muhacirlere orada el
üstünde yer verilmesi ve Habeşistan dan gelen birkaç Hıristiyan din adamı
ekibinin göz yaşları içerisinde Mekke de Kur’an ı dinleyip onun mesajını kabul
edip geri dönmüş olması.
İşte bütün bu hadiseler üst üste
konulduğunda müminlerin neden Bizans’ın yanında Pers sarayına karşı tavır
aldıkları anlaşılıyor. Yani olayın arka boyutunda daha farklı nedenler var.
Ve bunun üzerine bu üzüntü, bu
kesin yenilgi ve tabii bu yenilgiden bir de Müslümanların büyük bir endişesi
var. O ne? Habeşistan’da ki o yedek gücün dağılma, dağıtılma yok edilme
endişesi. Müşrikler bunun için Fırsat kolluyorlar. Necaşi’ye çok yalvardılar
Amr İbn-ül As başkanlığında bunu yaptıramadılar. Bunları çıkar ülkenden
diyorlardı. Tüm hediyelerine rağmen, rüşvetlerine rağmen Müminleri kovduramadılar
Habeşistan’dan. Fakat eğer Bizans’ın nüfuzu tamamen Afrika da yok olursa onun
yerini Pers imparatorluğu alacak ve müşrikler çok büyük dostlukları olan
Pers’lilere Habeşistan’da ki Müslümanların kökünü kazıtmayı düşüneceklerdi.
Tabii bu Onlar için stratejik bir
değer biçen Resulallah’ı da üzüyordu. Düşündürüyor ve kederlendiriyordu. Çünkü
unutmayınız ki Hayber’in fethine kadar Habeşistan’da ki bu muhacir grubunu
Resulallah Medine’ye getirtmedi, gelmelerine izin vermedi. Ta ki Medine İslam
devleti artık kendisine yönelecek hiçbir ciddi güç kalmayıncaya kadar o gücü,
Habeş Muhacirlerini orada bir alternatif olarak tuttu.
İşte bütün bunlar dikkate
alındığında sevinenlerin niye sevindiği, üzülenlerin niye üzüldüğü ortaya
çıkacaktır ve bu üzüntüyü teskin eden mucizevi bir haber geldi. Nedir o da,
devamında göreceğiz onu.
Devam ediyor B sayfasına geçiniz,
127. videoyu toplu olarak burada
bulabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder