20 Şubat 2012 Pazartesi

İslamoğlu Tef. Ders. Hicr (45-54)(84-A)




Sevgili Kur’an dostları geçen dersimiz Hicr suresinin 44. ayeti ile son bulmuştu. Geçen ders işlediğimiz son ayetler cehennemle ilgiliydi. 45. ayetle, yani cennetten manzaralarla dersimize devam ediyoruz.


45-) İnnel müttekıyne fiy cennatin ve 'uyun;

Muttakiler ise cennetlerde ve ayn(kaynak)lardadırlar. (A.Hulusi)

45 - Elbette muttakiler, Cennetler, pınarlar içinde. (Elmalı)


İnnel müttekıyne fiy cennatin ve 'uyun Muttakilere gelince, Allah’a karşı sorumluluğunun şuurunda olanlara gelince onlar has bahçelerde, pınar başlarında olacaklar.


46-) Üdhuluha Bi Selâmin aminiyn;

"Oraya âminler olarak (Bi-)Selâm ile girin." (A.Hulusi)

46 - Girin onlara selâmetle emîn emîn. (Elmalı)


Üdhuluha Bi Selâmin aminiyn çünkü onlara esenlik ve güvenlik içerisinde oraya girin denilecek.

Selam bir yerde cennet duasıdır, Selâmün aleyküm. Bir insana akıbetin cennet olsun der gibi dua etmektir aynı zamanda. Hani Kur’an;

Selamun aleykum tıbtüm fethuluha halidin Cennete girecek olanlara böyle selam verilecek. Haydi, içinde ebediyen kalmak üzere girin cennete denilecek diyordu ya. İşte onun gibi, selam cennetin parolası adeta. İşte ebedi güzelliğin ilahi san’at tarafından ortaya çıkarılmış biçimi olan cennetteki müminin durumu şöyle ifade buyruluyor Kur’an da;


47-) Ve neza'na ma fiy sudurihim min ğıllin ıhvanen alâ sürurin mütekabiliyn;

Biz onların, (ayrı görmekten kaynaklanan) kin - düşmanlık duygularını içlerinde söküp attık! Kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşılıklı otururlar. (A.Hulusi)

47 - Sinelerindeki kînleri soymuşuzdur da ihvan olarak köşkler üzere karşı karşıya otururlar. (Elmalı)


Ve neza'na ma fiy sudurihim min ğıllin ıhvanen alâ sürurin mütekabiliyn zira biz onları, içlerine işlemiş olan her tür olumsuz duygu -ğıll, içe işlemiş olumsuz duygu demektir- her tür olumsuz duygu ve düşünceden tamamen arındıracağız. Onlar mutluluk tahtları üzerinde kardeşler olarak karşılıklı, mütekabiliyn, karşı karşıya oturacaklar, sevinç tahtına oturacaklar, birbirlerine dost olacaklar ve gönüllerinde zerre kadar bir kin, bir nefret, bir husumet taşımayacaklar.

Burada sürurin, çoğul bir kelime, serir’in çoğulu olarak gelmiş. Divan, taht demek. Fakat sürurun çoğulu da olabilir. Öyle ise sevinç tahtı, neş’e makamı, sevinç divanı anlamına gelir ki, her iki anlamı da mündemiçtir Allah’u alem. Sevinç ve mutluluk makamı. Çünkü cennet mutluluk diyarı, mutlak mutluluk diyarı. Sevinç makamına, sevinç tahtına oturacak, gönüllerinde zerre kadar kin, nefret, kaygı ve tasa kalmayacak ve birbirlerine kardeş olacaklar diyor Kur’an.

Ğıll demiştim içe işlemiş en derindeki olumsuz duygular. Ta..! hücrelerde ki, kılcal damarlarda ki olumsuzluklar. İşte onu neza'na çekip çıkarmak, kökünü bile çıkarmak, en ince, en küçüğünü bile bırakmamak anlamına neza’na, biz en küçüğünü bile bırakmamaksızın çekip çıkardık. Bundan kasıt cennette ne kötülük, ne kötü duygu, ne de herhangi bir kin ve nefret olmayacak demektir.

Demek ki cennetin cennet olabilmesi için içinde kinin bulunmaması gerekiyor. İçinde kin’in, içinde düşmanlığın, içinde nefretin bulunduğu bir yer cennet olmuyor.


[(Ek bilgi; Peygamber efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyuruyor:

"Müminler, kendilerini cehennemden kurtardıkları zaman, cennetle cehennem arasında bulunan bir" köprü üzerinde durdurulurlar. Dünyada iken birbirlerine karşı yapmış oldukları haksızlıkları orada birbirlerine öderler. Tam olarak arındırılıp temizlenmelerinden sonra cennete girmelerine izin verilir. Muhammed’in hayatı kudret elinde bulunan Allaha yemin olsun ki, onlar cennetteki yerlerini dünyadaki evlerinden daha iyi tanırlar.”

(Buharı, K. el-Mezalim, bab: 1, K. er-Rikak, bab: 48)]




48-) Lâ yemessühüm fiyha nesabün ve mahüm minha Bi muhreciyn;

Onda onlara bir yorgunluk dokunmaz (enerjileri tükenmez)... Onlar oradan hiçbir zaman çıkarılmazlar. (A.Hulusi)

48 - Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz, onlar oradan çıkarılacak da değildirler. (Elmalı).


Lâ yemessühüm fiyha nesabün ve mahüm minha Bi muhreciyn orada onlar ne bir yorgunluk ve zahmete katlanacaklar, ne de oradan çıkarılacaklar.

Cennet katıksız güzellik, kalıcı mutluluk ve mutlak huzurun adı. Allah’ın güzelliği fiilen tarifidir cennet. Allah güzelliği nasıl tarif eder diyen cevabını cennet olarak alır. Onun için burada da, bu ayetlerde de resmedilen cennet, işte Allah’ın güzelliği tarifidir. Allah fiili olarak güzelliği tarif etmiş ve adını cennet koymuş.

Cennetten bahsedildikten sonra acaba bu mutlak güzellik, bu muhteşem iyilik, bu sonsuz huzur nasıl olabilir. Kimi içindir. Acaba bana da var mı bu mutlak güzellikten bir pay. Veyahut ta ben şu dünyada ki geçici bir mutluluğu dahi elde etmek için bir yığın çaba gösteriyorum. İnsanların gönlünü etmek için bunca ter döküyorum, emek veriyorum, zahmet çekiyorum. Ya Allah’ın gönlünü etmek, ya böylesine muhteşem bir cennete kavuşmak için ödemem gereken bedel..! Tabii bütün bu sorular eğer bir şerit gibi insan zihninden geçecekse hemen rabbimiz şunu hatırlatıyor, hem de ne hatırlatış.


49-) Nebbi' ıbadiy enniy enel Ğafûrur Rahıym;

Haber ver kullarıma ki, Ben, gerçekten Ben Ğafûr'um, Rahıym'im. (A.Hulusi)

49 - Haber ver kullarıma ki hakikat ben, benim öyle gafur, öyle rahîm. (Elmalı)


Nebbi' ıbadiy enniy enel Ğafûrur Rahıym Haber ver kullarıma ey peygamber bilsinler ki ben çok bağışlayan rahmet kaynağıyım. Nebbi' ıbadiy enniy enel Ğafûrur Rahıym Haber ver kullarıma ey peygamber ki ben, evet ben çok bağışlayan bir merhamet kaynağıyım.


50-) Ve enne azâbiy hüvel azâbül eliym;

Muhakkak ki azabım (Ben'den ayrı düşmenin yaşatacağı azap), en acı azap odur! (A.Hulusi)

50 - Bununla beraber azâbım da azâbı elîm. (Elmalı)


Ve enne azâbiy hüvel azâbül eliym Ne ki; benim bir de azabım var, o da çok acı bir azaptır. Çok elem verici, ıstırap verici bir azaptır. Fakat bir fark var;

Bir üstteki ayet 3 te’kitle gelmiş, 3 ısrarla. Bunlar açık, enne, ene, ve yine ene. Ben, kesinlikle ben ve yine ben. Ama azaptan söz edilen ayette bu te’kitler yok. Bağış ve rahmet Allah’ın zatına bir sıfat olarak izafe edilirken, bir sonra gelen azapta Allah’ın zatına izafe edilen bir sıfat yok. Sadece azaba bir atıf var. hüvel azâbül eliym azabın kendisine. Adeta sanki şöyle der gibi: Benim azabım aslında benim yaptığım azap değil, kendi cezanızdır. Hüve, O. Sanki dışardan bir şeyden bahseder gibi. hüvel azâbül eliym Ama rahmet ve bağıştan bahsederken enniy, evet ben, kesinlikle ben, enel Ğafûrur Rahıym ve ben, yine ben çok bağışlayanım ve merhamet kaynağıyım. İşte bu, fark bu.

Ne diyordu sevgili efendimiz;

- Ya Muaz,

- Lebbeyk ya Resulallah. Buyur ya Resulallah.

- Ma Hakkul ibad Alellah.

Bu uzun bir Buhari hadisinin en sonu.

- Kulların Allah üzerinde ki hakkı nedir ey muaz.

Resulallah’la uzun bir yolculuğa çıktık, ben terkisindeydim, gittik, gittik, Resulallah sustu uzun süre ve sessizliği yırtarcasına çağırdı.

- Ey Muaz..! Allah’ın kullar üzerinde ki hakkı ne.

Önce kulların Allah üzerinde ki hakkını sordu ve ben dedim ki; “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” O;

- Allah’ın kullar üzerinde ki hakkı, ona şirk koşmamalarıdır.

Ve bu kez bir daha gittik, gittik, derin bir sessizlik. Resulallah yine içine gömüldü, derin tefekküre daldı ve bu sessizliği yırtan bir ses;

- Ey Muaz, ya bilir misin Kulların Allah üzerinde ki hakkı nedir.

Ben dedim ki; ”Allahu ve Resulühu alem. Allah ve elçisi çok iyi bilir, ben bilmem.” Ne olabilir ki kulun Allah üzerinde ki hakkı. Kulun Allah üzerinde hakkı mı olur ki, Muaz ne bilsin. Ve sorusuna uzun bir yolculuğun ardından, yine uzun bir sessizliğin ardından sessizliği yırtan bir Nebi sesi ile peygamber kendisi cevap verdi.

- …ellâ yuazzibehumullâh.. (Enfal/34) Allah’ın onlara azap etmemesidir.

Kulların Allah üzerinde ki hakkı, Allah’ın onlara azap etmemesidir. İşte peygamberin Allah’ı okuyuşu. Allah’ın rahmetini okuyuşu, Allah’ın mağfiretini okuyuşu. Allah’ın o eşsiz bağışlayıcılığını okuyuşu ve tefsir edişi böyle. Böyle anlıyor Resulallah. Kulların Allah üzerindeki hakkı, Allah’ın kullarına azap etmemesidir. O halde azabı nasıl anlayacağız? İnsanın kendi elleri ile yaptıklarına, kendi elleri ile ceza bulmasıdır. Bu açık. Onun için yukarıda ki bağış ve rahmet Allah’a bizzat izafe edilmişken, hem de mükerreren, hem de ısrarla, enniy enel Ğafûrur Rahıym Birde arkasından “lam” ı tarifler gelerek. Bir başka te’kit, bir başka ısrar olarak iki sıfatla Allah’a atfedilmişken, azap adeta boşta kalıyor. Allah azabı bir sıfatla kendisine ihata etmiyor.


51-) Ve nebbi'hüm an dayfi İbrahiym;

Onlara İbrahim'in konuklarından haber ver. (A.Hulusi)

51 - Hem onlara İbrahim’in misafirlerinden bahset. (Elmalı)


Ve nebbi'hüm an dayfi İbrahiym

Bu 49 – 50. ayetlerde çift boyutlu bir hakikat görüyoruz. Beynel havfi vel reca umut ve korku dengesi. Bir tarafına bakar cenneti görür mümin sevinir, öbür tarafına bakar cehennemi görür üzülür. beynel havfi vel reca umut ve koku dengesi işte böyle kuruluyor. Fakat umut çok daha yüksekte, umut çok daha büyük. Çünkü Allah’ın rahmeti çok daha büyük. Çünkü Allah’ın rahmeti gazabını geçti. Çünkü Allah;

ve rahmetiY vesiat külle şey' (A’raf/156) Rahmetim her şeyi kuşatmıştır buyuruyor. Bunu buyuran, kendisi. Yine Allah;

ketebe Rabbüküm alâ nefsiHİr rahme.. (En’am/54)  Kendisi için rahmeti ilke edindi, merhameti ilke edindi.Onun prensibi bağışlamaktır buyuran da kendisi. Onun için umut ve korku dengesi. Fakat bu dengede umut korkuyu kat kat aşmıştır.

İşte bu denge, umut ve korku arasında ki bu hassas denge nasıl tecelli ediyor, Allah’ın rahmet ve gazabı aynı anda nasıl tecelli ediyor onun da tarihsel bir örneğini veriyor Kur’an. Şimdi o örneğe geçti ve diyor ki; 51. ayet, yeni bir pasajın başlangıcı; Onlara İbrahim’in konuklarından da haber ver.


52-) İz dehalu aleyhi fekalu Selâma* kale inna minküm vecilun;

Hani Onun yanına gelmişlerdi de "Selâm" demişlerdi... (İbrahim de): "Biz sizden endişe duyuyoruz" diye cevap verdi. (A.Hulusi)

52 - O vakit ki yanına girdiler de, selâm dediler, biz dedi: sizden cidden korkuyoruz. (Elmalı)


İz dehalu aleyhi fekalu Selâma Hani onun huzuruna girmişler ve selâm demişlerdi. İbrahim’in konukları, onların melekler olduklarını öğreniyoruz. Çünkü Hud kıssasının 69 ve76. ayetlerinde bu konukların gelişi çok daha ayrıntılı bir biçimde nakledilmişti. Biz de orada o ayetleri işlemiştik daha önce. Selam diyerek girmişlerdi o melek konuklar. Yani güvenlik garantisi vererek girmişlerdi. Bizden size zarar gelmez, selamın anlamı budur. Selam verdiğiniz bir insana, güvenlik garantisi vermiş olursunuz. Benden sana ziyan gelmez demiş olursunuz. Onlarda böyle girmişlerdi.

kale inna minküm vecilun; İbrahim ise biz sizden çekiniyoruz diye mukabele etmişti.

Neden çekindiğini İbrahim’in, çekinme sebebini biz yine Hud suresinin 72. ayetinde buluyoruz. Burada o gündeme getirilmiyor. Neden aynı olay anlatılırken, aynı olay içinde yaşanmış bir anekdot, başka bir yerde geçiliveriyor. Çünkü burada o olay, o maksatla anlatılmıyor. Olayın buradaki anlatılış maksadı Hud suresinde ki, ya da A’raf suresindeki anlatılış maksadından tamamen farklı. Burada Allah’ın rahmet ve gazabının aynı anda nasıl tecelli ettiği anlatılıyor. On un için Hud/70. ayette verilen ayrıntı burada gözükmüyor.

Neydi o ayrıntı? Önlerine Halil İbrahim sofrası çıkarılmış, ama konuklar o sofraya el uzatmamışlardı. İşte bunun üzerine hane halkı korkuya kapılmış, endişeye kapılmıştı. Gelenekte, eğer sofranıza oturan biri el uzatmazsa ekmeğinize, sizin düşmanınız sayılırdı. Size kötülük etmeye geldiği anlaşılırdı. Onun için korktular.


53-) Kalu lâ tevcel inna nübeşşiruke Bi ğulamin 'aliym;

(Onlar da) dediler ki: "Endişelenme! Doğrusu biz sana Aliym bir erkek evlat müjdeliyoruz." (A.Hulusi)

53 - Korkma, dediler: biz sana alîm bir oğul tebşir ediyoruz. (Elmalı)


Kalu lâ tevcel inna nübeşşiruke Bi ğulamin 'aliym çekinmenize gerek yok dediler konuklar, çok özel konuklar. Çünkü biz sana bilge bir oğlan çocuğu müjdelemek amacıyla geldik. 'aliym, bilge diye çevirdim, yani peygamber müjdelemek. Buradaki anlamı bu olsa gerek. Biz sana peygamberin oğlu peygamberi müjdelemeye geldik dediler. Hud/71. ayette müjdelenen bu olan çocuğunun Hz. İshak olduğunu, adının İshak olduğunu öğreniyoruz. Yani önce rahmet tecelli ediyor. Geliyorlar elçiler, konuklar ve beraberlerinde bir rahmeti getiriyorlar. Bir muştuyu, bir müjdeyi getiriyorlar. Onların cevabı ne oldu?


54-) Kale e beşşertümuniy alâ en messeniyel kiberu febime tübeşşirun;

(İbrahim) dedi ki: "İhtiyar olduktan sonra mı bana müjde veriyorsunuz? Ne ile müjdeliyorsunuz?" (A.Hulusi)

54 - Benimi, dedi: tebşir ettiniz? Bana ihtiyarlık gelip çatmışken, artık beni ne suretle tebşir edersiniz? (Elmalı)


Kale e beşşertümuniy alâ en messeniyel kiber Ne? Yaşlılık başıma çökmüşken bana bu müjdeyi veriyorsunuz öyle mi? Dedi. febime tübeşşirun; Peki neye dayanarak bana müjde veriyorsunuz? Üstelik bir de delil istedi. Hz. İbrahim çok ilginç bir nükte var burada, nokta var. Melek olduklarını öğrendiği halde müjdenin dayandığı delili soruyor. Delilsiz yok. Madem müjde getirdiniz, deliliniz ne diyor. Kaynağınız ne. Çok ilginç,Tahkiki iman sahibi o çünkü. Allah’ı da delil ile bulmuştu. Yıldızlara,aya, güneşe bakarak akıl yürütmeler, Allah’ın verdiği içteki peygamberi kullanarak peygamberliğe ermişti. Yani aklı. Onun için deliliniz ne diye soruyor. Melekte söylese kaynak sormuş oluyor.




Devam ediyor B sayfasına geçiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder