7 Mayıs 2012 Pazartesi

İslamoğlu Tef. Ders. KEHF (060-062)(95-A)






Sevgili Kur’an dostları bugünkü dersimize Kehf suresinin 60. ayeti ile başlayacağız İnşallah. Bundan önceki dersimizde gördüğümüz ayetler Kur’an ın en sembolik iki kıssa, mesel ve temsillerle dolu olan bu suresinde anlatılanlar bize hakikatin çift boyutlu tabiatını, insan ve onun bıraktıklarının geçiciliğini, fakat ebedi ve kalıcı olanın Allah olduğunu hatırlatıyordu.

Burada yeni bir kıssaya daha giriyor Kur’an. Temsil niteliği, mesel niteliği ağır basan bir kıssa bu. Ki 54. ayette açıkça Kur’an ifade buyurmuştu: Ve lekad sarrefna fiy hazel Kur'âni linNasi min külli mesel (54) Biz bu Kur’an da her türlü dolaylı anlatım tarzından yola çıkarak insanlara farklı açılardan hakikati açıkladık, anlattık buyurmuştu ve arkasından da; ve kânel İnsanu eksere şey'in cedela (54) fakat şu insan var ya tartışmaya varlıklar içerisinde en düşkün olandır diyerek de bu mesellerin, bu temsillerin, bu kıssaların üzerinde polemik yapılacağını, spekülasyon yapılacağını, bazılarının burada anlatılanları, Hakikate bir atıf değil de bir polemik konusu olarak algılayacağını adeta bir Kur’an mucizesi olarak gündeme getirmişti.

İşte Kur’an ın Polemik konusu yapılmamasını istediği ve hakikate atıf olan, bir parmak olarak görülüp parmağa değil parmağın gösterdiği yere bakılmasını istediği kıssalardan, mesellerden birine giriyoruz. Ki tefsir edebiyatımızda Musa, bir kul meseli olarak bilinen meşhur mesel.


60-) Ve iz kale Musa li fetahu lâ ebrahu hatta eblüğa mecmeal bahreyni ev emdıye hukuba;

Hani bir vakit Musa, hizmetindeki gence demişti ki: "Tâ iki denizin cem olduğu yere varıncaya kadar yoluma devam edeceğim; uzun yıllarıma mal olsa bile." (A.Hulusi)

060 - Bir vakit de Musâ fetâsına demişti ki: durmayacağım tâ iki denizin cem olduğu yere kadar varacağım, yahut senelerce gideceğim. (Elmalı)


Ve iz kale Musa li fetahu lâ ebrahu hatta eblüğa mecmeal bahreyni ev emdıye hukuba bir zaman da Musa yardımcısına demişti ki; İki denizin birleştiği yere varıncaya dek durmayacağım. İsterse oraya varmam çok uzun zamanı Hukuba; ahkab, çok uzun zamanlar, çağları, yılları alsın yine de oraya varıncaya dek yürümeyi sürdüreceğim. Demişti.

Doğrusu Kur’an da yer alan Musa, bir kul kıssası, ki bir kula değinen ayetler ilerde gelecek, tefsir geleneğinde üzerinde çok uzun durulan bir kıssa. Burada ki Musa’nın kimliği sorulabilir. Hatta sorulmuştur da. İlk nesiller tarafından başlayarak bu Musa İsrail oğullarının ünlü peygamberi Hz. Musa mı, yoksa başka bir Musa mı diye sorulmuş, hatta bunun üzerinde tartışmalar yapılmış, spekülasyon yürütülmüş.

Yine bu kıssada geçen bir kulun kimliği. Yine burada bu ayette geçen iki deniz, hangi deniz. Bu iki denize kimileri Akdeniz’le okyanusun birleştiği Cebeli Tarık. Kimileri Marmara ile kara denizin birleştiği İstanbul boğazı. Hatta kimileri Kara denizle Hazar denizinin geçmiş çağlarda ikisi arasında bir su yolu olması dolayısıyla bu denizler. Daha başkaları da beyaz Nil ile devamı olan Mısır Nil’inin Hartum’da birleştiği noktadır demişler.

Fakat bütün bu, demişler, söylemişler, etmişler, eylemişler diye naklettiğim şeyler eğer gerekseydi Kur’an bize açıkça onları da söylerdi. Bu bilgileri Kur’an ın vermemesi aslında bizim dikkatimizi coğrafyaya, isme, mekâna veya zamana çekmek değil, bizim dikkatimizi hakikate çekmek. Yani zamanlar üstü, mekânlar üstü, coğrafyalar üstü, hatta hatta bir zaman bir dönemde yaşamış insanlar üstü, tüm insanlığı ilgilendirecek ebedi değerlere çekmek istemesidir.

Onun için bu soruların cevabını Kur’an vermiyor. Kimdi. Bir kul diyor, kimdi. Adı neydi söylemiyor. Ne zaman onu söylemiyor. Nerede onu söylemiyor. İki deniz diyor, fakat yoruma açık. Yani bu sorulara cevap vermemesi bir maksadı gözetmesinden dolayı. O maksatta parmağa değil, parmağın gösterdiği yere bakın, Cama değil, camdan bakın demesinden kaynaklanıyor.

Hani 54. ayeti bir daha hatırlatmam gerekecek. Mesel ve cedel arasında bir bağ kuruyordu başlangıçta, dersime girişte okuduğum ayet. Fakat insan yaratıklar içerisinde en çok polemiği seven diyordu. ve kânel İnsanu eksere şey'in cedela (54) meseli gündeme getirdikten biz insanlara hakikatleri evire çevire, tüm boyutlarıyla, mesellerle Açıkladık dedikten sonra üzerine basa basa insanın polemikçiliğini gündeme getiriyor aynı ayet.

Meselle polemik arasında ne gibi bir irtibat kuruyordu Kur’an. Çünkü mesellerin tabiatı belli. Bir hakikati bir başka şeyle anlatmak. Mecazla anlatmak yani. Mecazı hakikate dönüştürürse işte o zaman polemiğe yol açar.Yani mecazın kendisini hakikat zannederse. Daha doğrusu bir yere işaret eden parmağı amaç zannederse ve sürekli ona bakarsa işte o dur polemiğe yol açacak olan. Oysaki parmağın gösterdiği yeri görür görmez oraya bakmasını istiyor Kur’an. İşte mesel de budur. Mesel; bir hakikati onun dışında mecazi bir yolla, bir başka şeyle anlatmaktır, temsil getirmektir, örneklemektir. Onun üzerinden gönderme yaparak dolaylı anlatım yoludur.

Bu kıssa ve mesellerle anlatılmak istenen hakikatlerin malumatfuruşluklara, spekülasyonlara ve polemiklere kurban edilmeme uyarısıydı bu surenin 54. ayeti.

Bu ayette eşyanın çifte gerçekliğini görüyoruz. Surenin bütününde gördüğümüz gibi. İki deniz, aslında çok uzun tahliller yapılabilir bu ibare üzerinde. Görünen ve görünmeyen. Olayların dış yüzü ve içyüzü. Mesel boyutu ağır kaçan bu kıssada anlatılan da bu aslında. Bilgi ve hikmet. Zarf ve mazruf. Kıssadan hisse. Çıkarılacak hisse ise açık. Hiçbir kişi, hiçbir insan, isterse peygamber olsun Hakikatin tümünü sonuna kadar bilemez. Bilemeyebilir. Bu surenin son ayeti olan peygamberin beşerliğini, ölümlü bir insan olduğunu vurgulayan ayetin de bu hakikate bir atıf değil mi aslında.

İkincisi eşya ve olaylar hakkında hüküm verirken temkinli olmak şart.

Üçüncüsü; Allah hikmetsiz iş yapmaz. İşte bu Musa ve bir kul kıssası tefsir edebiyatımızda Hızır diye adlandırılan bir kul kıssası bunu veriyor bize.

Kıssa gerçekten de tefsir edebiyatı tarafından tarih içerisinde üretilerek menkıbeleşmiş. Ben; bir çoğunun delili bulunmayan bu menkıbevi nakilleri geçerek sadece Buhari, Müslim ve Tirmizi’nin yer verdiği bir hadisi kısaca özetlemek istiyorum.

Ubey Bin Kaab’tan nakledilen bu hadise göre Resulallah bu meselimsi kıssayı şöyle açıklar;

Bir gün Musa (AS.) halka hitap etmektedir. Öyle güzel hitap eder, öyle güzel konuşur ki insanlar onun ilmine hayran olurlar ve bu hayranlığı görünce kendi kendisine; “Acaba yeryüzünde benden daha bilgili, benden daha alim biri var mıdır.” der.

Bunun üzerine rabbi; ”Evet yeryüzünde senden daha alim, daha bilgili biri vardır.” der.

Hz. Musa ısrarla onunla görüşmek istediğini, onun da bilgisine ulaşmak istediğini, paylaşmak istediğini söyler ve aldığı vahiy veya ilham, o iki denizin birleştiği yerdedir. Yanına azık olarak bir balık al, balık nerede denize girerse işte orada onu bulacaksın der. Bunun üzerine Hz. Musa yanına yardımcısını da alarak yola koyulur. Gerisi surede anlatıldığı gibi, kıssanın işlediği gibidir. En sonunda suredeki kıssanın içinde yer almayan ama bu söz konusu hadiste yer alan bazı bölümler vardır.

Mesela bir kul gemide giderken Hz. Musa’ya döner derki; “Senin ve benim bilgimizin tamamını toplasak ne kadar eder bilir misin?” Bak der. “Bir serçe denizden su içmektedir. Bu serçenin içtiği su denizden ne eksiltir? Hiçbir şey. İşte senin ve benim bilgimizin toplamı bu serçenin denizden eksilttiği kadar bile değildir.” Diye bir ders verir. Yani kıssadan anlaşılan ve bu kıssayı Resulallah’ın açıkladığı bu hadislerden de anlaşılan gerçekten de budur. Yani insanoğlunun bilgisi, Allah’ın bilgisi yanında bir hiçtir. Peygamber bile olsa kimse her şeyi bildiği iddiasında bulunamaz ve ondan da öte olayların eşyanın bir görünen boyutu, bir de görünmeyen boyutu vardır ve hepsinin üzerine makro planda vermek istediği şey bu kıssanın; Allah hikmetsiz iş yapmaz. Eğer Allah’ın bir işini anlamamışsanız, bilginizin eksikliğine yorun. Eğer size garip gelmişse, size ters gelmişse hatta;

Mesela neden bir çocuk sapasağlam doğarken bir başkası yarım akıllı, ya da spastik, ya da kötürüm olarak doğabiliyor. Bunun kusuru neydi diye soramazsınız, sormayın. Böyle bir soru sanki insanın Allah’tan alacağı varmış gibi bir önyargıya dayanır. İnsan hangi uzvunun, hangi nimetin bedelini ödemiş ki Allah’a gözsüz kör yarattığı bir insanın Allah’tan; Benim senden iki göz alacağım var diyebilsin. Bunun karşılığını ne zaman ödemiş ki bunu vermediği için sitem etme hakkını kendinde görsün. Hayır, insanın sahip olduğu tüm değerler Allah’ın peşinen ona açtığı bir kredidir. İsterse açmaya da bilir.

Peki açmadıklarını neden açmaz? Mesela aramızda doğuştan körler neden öyledir. Bunun bir hikmeti var mıdır diyecek olursak. Hikmetsiz iş yoktur ki. Nedir peki? Doğuştan görme özürlü herkes insanların arasında dolaşan canlı bir ayettir. Gözü olanlar gözlerinin şükrünü eda etsinler diye. Görmeyenler onlar için canlı yürüyen birer uyarı levhasıdır. Akıllılar akıllarının şükrünü eda etsinler, ihanet etmesinler, Allah’tan aldıkları akılla Allah’a ihanet etmesinler diye deliler dolaşır aramızda. El ayak sahibi olanlar, bunlara ihanet etmesin Allah’tan aldığı bu nimetlerin şükrünü ödesin diye aramızda eli, kolu, ayağı, bacağı olmayanlar dolaşır.

Aslında biri diğeri için uyarıcı bir ayettir ve tabii ki onun da sabrı karşılıksız kalmayacaktır çünkü bu dünyadan sonra ebedi bir hayat daha gelecektir. Herkese karşılığının verildiği, herkese sahip olduğu nimetin sorulduğu bir mahkeme gelecektir. Bir sorgu günü gelecektir. O gün öyle elsiz ayaksız, öyle dilsiz dudaksız, öyle görme ve işitme duyusu olmayanlar olacaktır ki hesabını çok kolay verecek ve belki onları gören bir çok eli ayağı, dili dudağı olanlar, gözü kulağı olanlar ben de bu geçici hayatta böyle olsaydım da bu kalıcı hayatta, ebedi hayatta şimdi bu hallere düşmeseydim demeyeceğinin garantisinin kim verebilir. İşte bu kıssanın bize vereceği bir çok hisseden bir kaçı bunlardır.

Bu ayette geçen mecmeal Bahreyn iki denizin kavuştuğu yer ibaresini Beydavi ve bazı müfessirler farklı yorumlalar. Bu sembolik bir ifadedir derler. İki denizden kasıt Musa’nın zahiri ilmi, bir kulun hikmet ilmi. Yani Musa’nın bilgisi, bir kulun hikmetidir derler.

Hz. Musa aslında kimseyi aramadı, bu ikisinin buluştuğu noktayı aradı. Yani eşyanın görüneni ile görünmezini bir biri ile buluşturmak istedi. Aradığı buydu. Bir mekan ve bir zamanda değil, aslında hakikatin iki boyutu olan, iki yarım küresi olan görünen ve görünmeyen, illet ve gaye. Bilgi ve Hikmet birbiri ile birleştirmek istedi. Aslında Musa ve bir kulun kavuşması, hakikatin iki boyutunun birleşmesiydi. Eşyanın görünen ve görünmeyen, bilgi ve hikmet, illet ve gaye boyutlarının birleşmesiydi diye de tefsir edilmiş, yorumlanmıştır.

Bu açıklamalardan sonra devam edelim kıssamıza;


61-) Felemma beleğa mecmea beynihima nesiya hutehüma fettehaze sebiylehu fiyl bahri sereba;

Vaktaki iki denizin arasının birleştiği yere vardılar, balıklarını unuttular... Bunun üzerine o (balık) da o denizde yolunu bulup gitmişti! (A.Hulusi)

061 - Bunun üzerine ikisi bir vaktaki iki deniz arasının cem olduğu yere vardılar balıklarını unuttular o vakit o, denizde bir deliğe yolunu tutmuştu. (Elmalı)


Felemma beleğa mecmea beynihima nesiya hutehüma fakat iki denizin birleştiği yere vardıklarında balıklarını unutmuşlardı bile. fettehaze sebiylehu fiyl bahri serabe nitekim o da kendi yoluna koyulup denizde gözlerden kayboldu. Yani, yanlarına azık olarak aldıkları balık hadiste geçtiği gibi gözden kaybolmuştu. Fakat onun kayboluş yerini unutmuşlardı çünkü fark edememişlerdi.

Burada yine bu ayette bir üstteki ayeti eğer sembolik olarak yoruma tabi tutarsak, bu ayette o sembolün devamı.


62-) Felemma caveza kale lifetahu atina ğadaena* lekad lekıyna min seferina hazâ nesabâ;

(Buluşma yerlerini) geçip gittiklerinden az sonra Musa hizmetlisine: "Öğle yemeğini çıkar bakalım; gerçekten bu yolculuk bizi yordu..." (A.Hulusi)

062 - Bu sûretle vakte ki geçtiler fetâsına getir, dedi: Kuşluk yemeğimizi, hakikaten biz bu seferimizden yorgunluğa giriftar olduk. (Elmalı)


Felemma caveza kale lifetahu atina ğadaena ve bir miktar uzaklaştıklarında Musa yardımcısına azığımızı çıkar dedi. Getir. feta, aslında genç demek. Yardımcılar, hizmetçiler genellikle genç olduğu için Arapçada tüm yardımcılara, hizmetçilere, hizmet görenlere feta denilir. Ki Resulallah’ta; “Abdi (yani kulum, kölem) demeyin, emeti, cariyem demeyin yardımcılarınıza, bu kelimeyi kullanın.” diye özel edep tavsiyesinde bulunmuştu. Bu fetanın bazı tefsirlerde İsraili rivayetlerden yola çıkılarak Yuşa Bin Nun olduğu zikredilir. Tabii bu da spekülatif bir bilgi ve Yuşa ismi geçtiğinde sanırım İstanbullu olanların bu isme karşı özel bir aşinalığı da olsa gerek. Çünkü Anadolu kavağında Hz. Yuşa’ya nispet edilen bir makam, kabir değil, ama bir makam olduğu zaten öteden beri bilinir.

lekad lekıyna min seferina hazâ nesabâ doğrusu bu yolculuk bizi Hayri yormuştur dedi Hz. Musa.


Devam ediyor B sayfasına geçiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder