25 Şubat 2013 Pazartesi

İslamoğlu Tef. Ders. FATIR (19-26) (137-A)






Değerli Kur’an dostları geçen dersimizde Fatır suresin 18. ayetine kadar işlemiştik. Bu dersimizi aynı surenin 19. ayeti ile sürdürüyoruz.


19-) Ve ma yesteviyl a'ma vel basıyr;

Âmâ (kör) ile basîr (gören) bir olmaz. (A.Hulusi)

19 - Ne kör ile gören, müsavi olur. (Elmalı)


Ve ma yesteviyl a'ma vel basıyr ne gerçeği görenle, gerçeği görmeyen bir olur.


20-) Ve lez zulümatü ve len nûr;

Karanlıklar (cehalet) ile Nûr da (ilim de)! (A.Hulusi)

20 - Ne zulümat ile nûr. (Elmalı)


Ve lez zulümatü ve len nûr ne de aydınlıkla karanlıklar bir olur.

Aslında bir önceki ayette, daha doğrusu geçen dersin sonlarından işlediğimiz ayetlerle bu ayetler arasında doğrudan bağlantı var. Özellikle Fatır suresinin, Allah’ın yaratışında ki farklılıklar, çeşitlilikler ilahi bir yasa olarak tanıtıldığı, takdim edildiği göz önüne alınacak olursa, işte o farklılıkların insana dönük yüzünde bir takım çift kutupluluklar dile getiriliyor. Yine bir yasa olarak dile getiriliyor. Ama bu tabii ki iradesi olan, seçme yeteneği olan, aklı olan bir insanla ilgili ise sonuçta tabiattaki çiçeklerin, tabiattaki böceklerin farklılığına benzemeyen bir farklılıktan söz ediliyor demektir. Fiziki körlükle alakası yok burada bahsedilen körlüğün. Ve ma yesteviyl a'ma vel basıyr (19) körle gören bir olur mu diyor, bir olmaz diyor.

Kur’an kendine özgü bir özürlülük kavramı inşa ediyor, özürlülük tasavvuru inşa ediyor. Kur’an a göre gözü kör olana, gözü görmeyene, görme engelli olana kör demezler. Çünkü Kur’an insanın fiziki durumuyla değil, maskesiyle değil, insanın toprağa dönüşecek yeri ile değil, insanın ölümsüz yeri ile ilgileniyor. İnsanın insanca tarafıyla ilgileniyor. İnsanı insan kılan yeri ile ilgileniyor, ruhu ile ilgileniyor, aklıyla ilgileniyor. Onun için burada kör olan baş gözü değil, yürek gözü ki, onu Kur’an da bir ayette aynen böyle buluyoruz.

..lâ ta'mel ebsaru ve lâkin ta'mel kulubülletiy fiyssudur. (Hac/46) Gözler kör olmaz, fakat asıl kör olanlar göğüstekilerdir. Yani kalp gözü diye de ifade ettiğimiz gönlün görme kapasitesi. Yakub’un Yusuf’un kokusunu aldığı yer, o yer. Mecnunun, Leylanın kokusunu aldığı yer o yer. İşte o yer. Görür duyar, işitir, sızlar, acı çeker, sever, özler, yanar. Ona Kur’an kalp diyor. Yani bütün bir iç dünya. İnsanı insan eden iç potansiyel, insanın görünmez boyutu. Bakanlar değil, görenlerden söz ediliyor burada. Yine çiftler devam ediyor.


21-) Ve lezzıllu ve lel harur;

Zıll (Esmâ kuvveleri gölgesi şuur) ile harur (yakan sıcak bedenler) de! (A.Hulusi)

21 - Ne de zıll ile harûr. (Elmalı)


Ve lezzıllu ve lel harur dahası, ne serinletici gölge ile kavurucu sıcaklıklar.


22-) Ve ma yesteviyl ahyâu ve lel emvat* innAllâhe yüsmi'u men yeşa'* ve ma ente Bi müsmi'ın men fiyl kubur;

Diriler (hakikat ilmi) ile ölüler (kendini vefat edince yok olacak sanan bedenliler) de bir olmaz! Muhakkak ki Allâh dilediğine işittirir... Sen, kabirlerin içindeki (kozalarının - beyinlerinin içindeki dünyalarında yaşayıp kendini bununla kilitlemiş) kimselere işittirme işlevine sahip değilsin! (A.Hulusi)

22 - Ölüler de müsavi olmaz diriler de, gerçi Allah her dilediğine işittirirse de sen kabirlerdekine işittirecek değilsin. (Elmalı)


Ve ma yesteviyl ahyâu ve lel emvat ne de (manen) dirilerle ölüler bir olur.

Manen dedim hayat ölüm tasavvuru da tıpkı gören görmeyen tasavvuru gibi manevidir. Yaşamak ne ölmek ne? Kur’an a sorarsanız bir çoğumuzun cevapladığı gibi cevaplamıyor bunu. Sizin yaşıyor diye baktığınıza Kur’an ölü diye bakabiliyor. Çünkü Kur’an a göre yaşamanın ölçüsü organizma değil, yaşamanın ölçüsü soluk alıp vermek değil, yaşamanın ölçüsü fiziki boyutunuzun çalışıyor olması değil.

Yaşamanın ölçüsü metafizik boyutunuzun, fizik ötesi boyutunuzun, iç dünyanızın, insanı insan eden tarafın çalışıyor olup olmaması, yaşıyor olup olmaması. Onun içinde taş gibi kalplerden söz eder Kur’an, taştan daha katı kalplerden. Mühürlenmiş gönüllerden söz eder Kur’an. Ya da bizim ölü dediklerimizin yaşadığından söz eder. Fakat onların yaşadığı hayatı bizim bilmediğimizden söz eder. İşte burada da olan bu, söylenen bu. Manen ölmüş olanlar, ya da yaşayanlar.

Bu meyanda aklıma gelen bir çok örnek var. Amir Bin Füheyre Bir’i Maune de tuzağa düşürülüp şehit edilen 40 ya da 70 kişilik kafilenin başındaydı. Onu öldüren katil Cebbar anlatıyor. “Onu ben öldürdüm” diyor. Öldürürken şöyle dedi legat füztû vallahi. Vallahi işte şimdi kazandım.” Ve Cebbar soruyor; Ben öldürenim o ölen nasıl o kazanıyor? Nasıl o kazanmış oluyor.

Cebbara göre müşrik tasavvura göre kendisi kazandı. Çünkü onun tasavvurunda hayat tek, hayatın bir tek mertebesi var o da bu. Ama Amir onun baktığı yerden bakmıyor. Amirin tasavvurunda hayatın mertebeleri çok ve hayatın bu mertebesi en küçük ve en düşük mertebesi. Onun için hayatın yüksek mertebesini kazandığını söylüyor o. Fakat karşısında ki onu anlamıyor. Kur’an ın inşa ettiği bir tasavvur işte hayata böyle bakıyor, farklı bakıyor. Herkesin ölüm dediğine o hayat diyor. herkesin diri dediğine o ölü diyor.

innAllâhe yüsmi'u men yeşa' şu kesin ki Allah dilediğine işittirir. ve ma ente Bi müsmi'ın men fiyl kubur fakat sen mezardakilere asla işittiremezsin. Yani açılımı mezara girmiş gibi ölü olan kimselere, manen ölmüş olan kimselere asla işittiremezsin. Burada ki tabii ki bir mecazdır, manen ölmüş olanlar kastedilmektedir. 


23-) İn ente illâ neziyr;

Sen kesinlikle yalnızca uyarıcısın! (A.Hulusi)

23 - Sen sade bir nezîrsin. (Elmalı)


İn ente illâ neziyr sen sadece ve sadece bir uyarıcısın. Doğrudan hitap Resulallah’a döndü ve eğer hidayet senin elinde olsaydı tamamdı. İstediğini hidayete erdirirdin. Fakat böyle değil. Yani hidayet tek taraflı bir şey değil demek bu. Bu ayetin söylediği şey bu. Hidayet sadece hidayet verenin katıldığı bir şey değil, hidayetinin muhatabının da katıldığı bir şey. Çift taraflı bir şey, enteraktif bir şey, hidayete layık olacak ki hidayete ulaşsın. Kendisi isteyecek ki ona hidayet verilsin. Kapıyı vuracak ki kapı açılsın. Talep edecek ki kavuşabilsin. Yürüyecek ki varabilsin.

Hidayet işte böylesine çift taraflı bir şey. Eğer böyle olmasaydı Peygamber Nuh, kafir oğlu Kenan için hidayet verici olurdu. Eğer böyle olmasaydı Peygamber İbrahim putperest babasına hidayet iletirdi, verirdi. Eğer böyle olmasaydı Peygamber Lût eşine ve kızlarına hidayet verirdi. Onları hidayete ulaştırırdı. Hidayet öncelikle insanın iradesiyle talebine bağlı. Öncelikle insanın duasına bağlı, yönelişine bağlı, tercihine bağlı. Yani hiçbir hidayet muhatabının iradesini yok saymaz, atlamaz, görmezden gelmez.


24-) İnna erselnake Bil Hakkı beşiyran ve neziyra* ve in min ümmetin illâ halâ fiyha neziyr;

Muhakkak ki biz seni Hak olarak irsâl ettik, müjdeci ve uyarıcı! Hiçbir ümmet yoktur ki onun içinde bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın. (A.Hulusi)

24 - Muhakkak ki seni Hakk ile hem bir Beşîr hem bir nezîr gönderdik, hiç bir ümmet de yoktur ki içlerinde bir nezîr geçmiş olmasın. (Elmalı)


İnna erselnake Bil Hakkı beşiyran ve neziyra şüphe yok ki seni, hakikate sadık bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. ve in min ümmetin illâ halâ fiyha neziyr zira hiçbir ümmet yoktur ki illâ halâ fiyha neziyr içlerinden bir uyarıcı çıkmamış olsun.

Her ümmete bir peygamber. Aslında Kur’an ın değişik yerlerinde bu konuda bilgiye rastlıyoruz. ve likülli kavmin had. (Ra’d/7) her toplumun bir yol göstericisi vardır buyurur. Bu sadece peygamberlikle dar anlamda sınırlı değil. peygamberlerden sonra da risalet mirasını nesil nesil taşıyan onların varisleri, yani alimler, davetçiler de belki bu kapsama girerler. Hicr/10, Nahl/36., Şu’ara/208. ayeti gibi bir çok ayet bu konuda bu ilkeyi dile getirir.

Risaleti ulaştırmak, aslında risaletin kendilerine iletildiği insanların risalete olan teşekkür borcudur. Hidayet sadece muhatabını hidayete ulaştırmakla, ya da muhatabında nakes bulmakla, yankı bulmakla yetinmez. Hidayete ulaşmış olmak o hidayeti başkalarıyla paylaşmayı gerektirir. Yani size nasıl taşındıysa sizin de başkalarına taşıyarak şükrünü eda etmeniz gerekir. O nedenle;

…ve uhıye ileyye hazel Kur'anu liünziraküm Bihi ve men belağa. (En’am/19)buyrulur. Bana bu Kur’an sizi ve onun ulaştığı kimseleri uyarmam için gönderildim. Burada 1. cümle açık ve biliyoruz. Ama özellikle 2. cümlecik yani onun ulaştığı kimseleri de ki ve men beleğa, onun ulaştığı kimseler. O kendi kendine mi ulaşıyor. Birilerinin onu ulaştırmak için çaba göstermesi gerekmiyor mu. Eğer gerekmiyorsa o zaman bu surenin ileriki ayetlerinde gelecek olan vahyi biz emanet ettik, miras bıraktık. O yeti nasıl anlayalım? Ki;

Sümme evresnel Kitabelleziynastafeyna min 'ıbadiNA (32) aynen böyle diyor. Bu ilahi kelamı tebliğ işini kullarımızdan seçtiklerimize bıraktık, miras bıraktık. Bir şey miras kalıyorsa o mirasa sadakat gerekiyor. Vahyin miras bırakıldığı kimseler bu ümmet değil mi?

Ayet açık, Resulallah’ın vefatıyla risalet mirası kolektif bir mirasa dönüştü. Eğer o mirasa sadakatten söz edersek, ihanetten de söz etmemiz lazım. Zaten ayetin devamı ondan söz ediyor. Ve insanları üçe ayırıyor. Risalete karşı aldıkları tavra göre insanları üçe bölüyor. Yani ilahi vahyin muhatabı olan ümmeti, ümmeti Muhammedi özelde üçe ayırıyor; Vahye ihanet edenler, ortalama bir yol tutturanlar ve vahyi taşımada öncülük edenler.

Ayet gelecek,  o zaman bunun ne anlamı olur? İşte bu ayeti tefsir ederken mutlaka 32. ayete atıf yapmak ve onunla birlikte düşünmek durumundayız.


25-) Ve in yükezzibuke fekad kezzebelleziyne min kablihim* caethüm Rusulühüm Bil beyyinati ve Bizzuburi ve Bil Kitabil müniyr;

Eğer seni yalanlıyorlarsa, gerçekten onlardan öncekiler de yalanlanmıştı. Rasûlleri onlara apaçık deliller, zübur (hikmet bilgileri) ve aydınlatıcı bilgiler olarak gelmişti. (A.Hulusi)

25 - Seni tekzip ediyorlarsa bunlardan evvelkiler de tekzip etmişlerdi, onlara Peygamberleri beyyinelerle, suhuflarla ve nurlu kitab ile gelmişlerdi. (Elmalı)


Ve in yükezzibuke fekad kezzebelleziyne min kablihim eğer seni yalanlıyorlarsa unutma ki senden öncekiler de yalanlamışlardı. caethüm Rusulühüm Bil beyyinati ve Bizzuburi ve Bil Kitabil müniyr oysa ki elçileri onlara hakikatin  apaçık delilleri ile birlikte gelmişler, hikmet yüklü sayfalarla, aydınlatıcı vahiy ile gelmişlerdi.


26-) Sümme ehaztülleziyne keferu fekeyfe kâne nekiyr;

Sonra o hakikat bilgisini inkâr edenleri yakaladım... Benim Nekiyr'im (beni inkâr sonucu cezam) nasıl oldu! (A.Hulusi)

26 - Sonra ben o küfredenleri tuttum alıverdim, o vakit inkârım nasıl oldu? (Elmalı)


Sümme ehaztülleziyne keferu en sonunda inkarda ısrar edenleri yakaladım, enseledim, tabir caizse kıskıvrak enseledim. fekeyfe kâne nekiyr görsünler bakalım inkar nasıl olurmuş. Tanımamazlık nasıl olurmuş görsünler. Yani felaket sizin Allah’ı tanımamanız değil, asıl felaket Allah’ın sizi tanımaması. Felaket sizin Allah’ı inkarınız değil, asıl felaket Allah’ın sizi inkarı. Allah sizi tanımazdan gelirse, görmezden gelirse, göz ardı ederse işte felaket o, işte kıyamet o. İşte en büyük azap ve gazap o. Onun için tehdit cümlesi ile bitiyor. Görsünler bakalım inkar nasıl olurmuş.


Devam ediyor B sayfasına geçiniz.
137. videoyu toplu olarak BURADA bulabilirsiniz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder