
“Euzübillahimineşşeytanirracim.”
“Bismillahirrahmanirrahim”
87 - Ve le kad
ateyna musel kitabe ve kaffeyna mim ba'dihı bir rusüli ve ateyna ıysebne
meryemel beyyinati ve eyyednahü bi ruhıl kudüs* e fe küllema caeküm rasulüm
bima la tehva enfüsükümüstekbartüm* fe ferıkan kezzebtüm ve ferıkan taktülun
Celâlim
hakkı için Musa'ya o kitabı verdik, arkasından birtakım peygamberler de
gönderdik, hele Meryem oğlu İsa'ya apaçık mucizeler verdik, onu Rûhu'l-Kudüs
ile de destekledik. Size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle gelen her
peygambere kafa mı tutacaksınız? Kibrinize dokunduğu için onların bir kısmına
yalan diyecek, bir kısmını da öldürecek misiniz? (elmalı)
Andolsun
ki Musa'ya (Kitap) hakikat bilgisi
verdik; ondan sonra da birbiri ardınca içinizden Rasûllerle takviye ettik.
Meryemoğlu İsa'ya da beyyineler (hakikat bilgisinin apaçık tasdiki olan
hâller) verdik. Onu Ruh-ül Kuds (Onda açığa çıkardığımız kuvve) ile
teyit ettik. Nefsinizi yüceltmek uğruna, ne zaman hevânıza uymayan gerçekleri
dillendiren Rasûller gelse, onların bir kısmını yalanlayıp, bir kısmını da
öldürdünüz. (A.Hulusi)
Ve le kad ateyna musel kitabe ve kaffeyna mim
ba'dihı bir rusüli
Hiç kuşku yok ki biz Musa’ya
kitap verdik. Ve onu takiben birbiri ardınca elçiler gönderdik.
ve ateyna ıysebne meryemel beyyinati ve
eyyednahü bi ruhıl kudüs*
Meryem oğlu İsa’ya da apaçık
hakikatin belgelerini verdik ve onu mukaddes bir Ruh ile destekledik.
e fe küllema caeküm rasulüm bima la tehva enfüsükümüstekbartüm
Yoksa siz her
ne zaman size bir elçi gelse hoşunuza gitmeyen bir mesaj getirdiğinden dolayı
küstahça ona baş kaldıracak mısınız?
fe ferıkan
kezzebtüm ve ferıkan taktülun
Kimini
yalanladınız, kimisini de öldürdünüz.
Değerli dostlar
hatırlayacaksınız geçen dersimizde 86. ayete kadar tefsir etmiştik. Geçen
dersimizdeki işlediğimiz ayetler İsrail oğullarının Yahudileşme sürecinde nasıl
benliklerini ve kimliklerini kaybettiklerini, nasıl kendilerine
yabancılaştıklarını, nasıl kendi kendileriyle savaştıklarını ve bütün bunların
sonucunda da nasıl değer yargılarının alt üst olduğunu ve geçici olan dünyayı
kalıcı olan ahiret yurduna tercih ettiklerini işlemiştik.
İşte onların bir devamı olarak bu
ayette de Allah tıpkı Hz. Muhammed AS. verdiği mesajın aynısını daha önce
kendilerinden gördükleri kendi milletlerinin lideri olarak bildikleri, milli
önder olarak sevdikleri ve kabul ettikleri Musa’ya da gönderdiğini. Hz.
Muhammed’e karşı gösterdikleri tavırda “o bizden değil” diyerek, ırkçılık yaparak
reddedişlerinin bir noktaya kadar haydi anlaşıldığını. Ama Ya İsa’ya gelen
ilahi bildiriye karşı niçin böyle hırçın, küstah ve başkaldırıcı bir şekilde
davrandıklarının anlaşılamaz olduğunu ve bunun da, aslında onların samimiyetsiz
olduğunun açık bir belgesi olduğunu ifade ediyor.
İşte bu ayet aslında Yahudileşen
İsrail oğullarının Resulallah’a direnirken gösterdikleri o batıl, bizden değil
gerekçesinde de samimi olmadıklarını ifade ediyor.
Bu ayetin ilk cümlesinde geçen
Kitap, açıklanması gereken bir sözcük.
Ek Kitap; İki şeyi birbirine
dikmek anlamındaki ketp’ den gelir. Kur’an da tam bu formda yani el kitap
olarak 230 kez kullanılır. Başı ve sonu belli olan, bir bütünlük arz eden,
kendi içerisinde belli bir mesajı olan metin demektir. Ancak Kur’an da
kullanıldığı anlam, Allah’ın kelamıdır. Onun için gönderilen mesajın bir
parçasına, hatta bir ayetine dahi kitap ismi verilebilir. Onun için Kur’an da
kullanılan kitap ilahi mesaj anlamına alınır ve böyle algılanır.
Yine bu ayet i kerime de Meryem
oğlu İsa’ya; Apaçık hakikatin belgelerinin verildiği söyleniyor. Dikkat çekmek
gerekir ki Kur’an da İsa peygamber ya bizzat ön adıyla küçük adıyla İsa olarak
ama çoğunlukla 16 yerde Meryem oğlu İsa olarak gelir. Tabii ki bu tesadüfi değildir. İsa, Aramca da
İbranicenin bir diyalektiği olan aramice de Yesu, yani Allah’ın lutfu, Allah’ın
ihsanı manasına gelen bir isim.
Niçin Kuranda çoğunlukla isim
annesine isnat edilir. Meryem oğlu İsa diye kullanılır diye soracak olursak,
bunun cevabı sadedinde;
1 – Bununla, onun yaratılışındaki
özelliğe dikkat çekilir. Allah’ın O’nun yaratılışında ki lutfettiği mucizeye
dikkat çekilir.
2 – Yahudiler bilindiği gibi
kendi içlerinden çıkan, ki İsa peygamber, bir İsrail oğulları peygamberidir. Ve
ırk olarak ta Yahudilere aittir. Kendi içlerinden çıkan bu kutlu nebiyi babasız
iftirasıyla töhmet altında bırakmışlar ve o Nebinin kutlu annesi olan Meryem’e
de zina çamuru atmışlardı. İşte Kur’an Meryem’in oğlu İsa demekle onların bu
iftirasını yüzlerine vurur ve onun aslında bir mucize eseri olduğunu da ifade
eder.
Tabii bu Meryem oğlu İsa tabiri
sadece Yahudilerin kendilerine gönderilen peygamberleri aşağılamalarına bir
reddiye değildir. Aynı zamanda Hıristiyanların İsa peygamberi yüceltip
ilahlaştırmalarında da bir reddiyedir. Çünkü Hıristiyanlar O’nu haşa tanrının
oğlu olarak inanıyorlar ve öyle lanse ediyorlardı. İşte bu aynı zamanda hem
Yahudilerin aşağılamalarına, Hıristiyanların yüceltmelerine karşı bir ret
cevabıydı. Hayır o Tanrının oğlu değil, O Meryem’in oğludur. Annesi bellidir
onun. O bir insanoğludur.
Tabii çok daha ilginç bir nüktesi
var ki Meryem oğlu İsa ifadesinin, o da çağın kültürüne bir reddiye oluşturur.
Çağın erkek egemen, erkek merkezli, baba erkil kültürüne ciddi bir manifesto,
ciddi bir reddiyedir. Çünkü o çağ, çağın süper gücü olan Roma’nın kültürel
baskısı altındaki bir çağdı. Roma kültürü; erkek egemen bir kültürdü. Hatta
Roma’da asilzadelerin atları dahi kadınlardan soylu sayılırdı.
Onun için Roma’da kadınlar evde
anne dahi olsa Baba ve erkek çocuklarla birlikte aynı sofraya oturmazlardı.
Oturamazlardı. İşte bu kadar aşağılanan bu kadar horlanan kadını Cenab-ı hak
yüceltmek için, onun değerini ifade etmek için, erkek merkezli putperest Roma
kültürüne bir reddiye olsun için, çağın en büyük peygamberi İsa AS. ı,
Meryem’in oğlu İsa diye tanıttı.
Yine bu ayette İsa peygamberin
Allah tarafından desteklenmiş olduğunu ifade eden Ruh-ul Kudüs ifadesi yer
alır. Mukaddes ruh demektir. Bu kutsal Ruh ifadesi Kur’an da iki yerde
kullanılır, ikisinde de İsa peygamber için kullanılır. Biri bu ayet, diğeri de
Maide suresinin 110. ayeti.
Öncelikle Ruh üzerinde kısaca bir
açıklama yapmam gerekiyor. Ruh, hayat, hareket ve bilincin temelindeki güç
olarak tarif edilir. Kur’an da vahyi tanımlarken, vahyi indiren güç, vahyin
indirildiği yer ve vahyin bizzat kendisi Ruh olarak ifade edilir. Hatta tercih
edilen bir görüşe göre Kur’an da geçen; Ruh-ul emin, Ruh-ul Kudüs ve Ruh
ifadeleri eğer vahiyle birlikte kullanılıyorsa genellikle vahye işaret ederler.
Bazı müfessirler Ruh-ul emin ve Ruh-ul Kudüs ifadesini Cebrail AS. a izafe
etmişlerse de, aslında bendenizin de kabul ettiği bir görüş Ruh-ul Kudüs,
Ruh-ul emin ibarelerinin vahyin özü için kullanıldığı yönündedir.
Bu nokta da aklımıza Hz.
Peygamberin Hassan bin Sabit için söylediği dua akla geliyor. Ne diyordu
Peygamber;
“Ya rabbi Hassan’ı Ruh-ul Kudüs ile destekle:”
Yine bir başka hadis-i şerifte;
“Onları hicvet ey hassan. Ruh-ul Kudüs seninledir.”
Hassan bin Sabit peygamber
olmadığına göre elbette ki Ruh-ül kudüs’ü ona inen bir Cebrail melek olarak
anlayamayız. Burada Hassan bin Sabit’e müjdelenen şeyin Allah tarafından
gönlüne gelen ilham olması açık. Çünkü o bir şair di ve şiirin kalbe doğan
ilham ile alakası da açıktır. Bu noktada eğer Ruh-ül Kudüs bir peygamber için kullanılırsa
vahiy, Peygamber olmayan biri için kullanılırsa ilham anlamına alınabilir.
Lakin bendeniz daha da öte vahyi
algılayan, Vahye muhatap olan, vahyi sindiren herkesin Ruh-ül Kudüs’e sahip
olduğuna inanıyorum. Yani Mukaddes ruh, mukaddes öz Allah’ın kelamı ile
birlikte gelir. İnsanın yüreğine mukaddes bir ruh üflenir. Mukaddes bir soluk
üflenir.
Ruh kelime anlamı itibarıyla
nefes demektir. Soluk demektir. Mecazen Allah’ın kelamı, ilahi vahiy, İnsanın
ölü yüreğini dirilten mukaddes bir nefestir. Can veren bir nefestir. Onun için
de İlahi vahyi sindiren, ilahi vahyi özümleyen, ilahi, vahyin ne demek
istediğini anlayan, kalbine koyan ve hayatına uygulayan bir insan, Allah
tarafından mukaddes bir ruh, yani diriltici bir nefesle ödüllendirilmiş demektir.
Burada özellikle İsa AS. için ne
anlama geldiği üzerinde durmak lazım. İsa AS. için vahiydir diyemiyoruz. Öyle
olsaydı aynı ayette Musa peygamberden de söz edildiği halde, İsa istisna
tutuluyor. Yani Musa peygamber için; “Biz
onu Mukaddes ruh ile destekledik.” Denilmezken, İsa Peygamber için
deniliyor. Demek ki bu vahiy değil. Bu melek te değil Çünkü melek Musa
peygambere de geldi, İsa peygambere de.
Yine Mukaddes ruh ifadesinin
kullanıldığı Maide 110 da, İsa peygamberle birlikte annesi de geçer. Eğer
Mukaddes Ruh’a biz ilham dersek, ilham annesine de gelmişti. Hatta annesine
vahiy geldiği Kur’an da bizzat ifade edilir Hz. Meryem’e. O halde biz bunların
dışında bir şey olduğunu anlıyoruz. İsa peygamberin desteklendiği Mukaddes
ruhun.
Bu ne olabilir diye sorduğumuz
da;
1 – Çok özel mucizeler verilmişti
ona. Başka peygamberlere verilmeyen. O olabilir.
2 –
Yaratılışında ki çok özellik , hiçbir peygamberin yaratılışında olmayan İsa AS.
ın yaratılışında ki çok özel durum ima edilmiş olabilir.
3 – Yine sadece
İsa AS. verilen çok özel bir ilham olabilir.
88 - Ve kalu kulubüna ğulf* bel leanehümüllahü
bi küfrihim fe kalılem ma yü'minun
(Yahudiler, peygamberimize karşı alaylı bir ifade ile):
"Bizim kalplerimiz kılıflıdır." dediler. Bilakis Allah, onları kâfirlikleri
yüzünden lanetledi. Bundan dolayı çok az imana gelirler. (elmalı)
Dediler
ki: "Kalplerimiz (düşünü -
algılamamız) koza (dünyamız) içindedir (hakikatimizi yaşayamayız)!"
Hayır, belki de hakikati inkâr ettikleri için (lânete uğramışlar)
Allâh'tan uzak düşmüşlerdir! İmanınız ne kadar az! (A.Hulusi)
Ve kalu kulubüna ğulf, Dediler ki
kalplerimiz bilgi mahzenidir. Bilgi ile kaplıdır dediler.
bel leanehümüllahü bi küfrihim fe kalılem ma
yü'minun
Aksine Allah onları inkarları
sebebiyle lanetlemiştir. Zira onlar çok sığ ve yüzeysel inanıyorlar.
Nedir kalplerimiz kılıflıdır,
kalplerimiz bilgi ambarıdır demekle ne kastediyorlar? Bu ayetin ilk cümlesi iki
manaya da alınmış.
1 – Bizim kalbimiz bilgi doludur.
Bizim senin vereceğin bilgiye ihtiyacımız yoktur manasına ki, bence tercih
edilecek mana budur çünkü Yahudiler kendilerinin Araplardan daha bilgili
olduğuna inanıyorlardı. Onun için de kibirleniyorlar ve onları ümmü olarak
nitelendiriyorlardı. Kendilerini
Kitaplı sınıf olarak vasıflandırıyorlar ve Arapları da cahiller, cahil yığınlar
olarak görüyorlardı.
Onun için bu ibareyi adeta bizim
kalbimiz kılıflıdır, biz senin söylediğini anlamayız. Duymayız, almayız
manasına değil, bizim kalbimiz bilgi ile doludur. Bizim kalbimiz bilgi
ambarıdır manasına almamız daha doğrudur. İbn. Abbas, Zeccac, Zemahşeri ki
büyük müfessirlerden bazıları da aynen bu ayeti böyle alır.
Tabii kalbimiz kılıflıdır
anlamına alanlar Fussilet/5 ayeti;
kulubüna fı ekinnetim Şeklindeki
Kalplerimizde perde vardır. Ayetini delil gösterirlerse de Fussilet suresi
Mekkidir, bunu söyleyenler de müşriklerdir. Müşrikler bunu söyleyebilir, çünkü
onların tarihsel konumlarına bu uygun düşüyor. Lakin Yahudilerin tarihsel
konumuna bu uygun düşmemektedir.
Onun için Yahudiler bunu
özellikle bir istikbar için söylüyorlar. Yani Kibir olarak söylüyorlar. Lakin
müşrikler bir istihza olarak söylüyorlar. Yani biz senin söylediklerini
duymuyoruz. Sen ne demek istiyorsun, anlaşılmaz şeyler söylüyorsun manasına
Resulallah’la alay ederken Yahudiler ise kibir gösterisinde bulunuyorlar ve
vahye karşı, ilahi mesaja karşı müstağni davranıyorlardı.
Bizim ihtiyacımız yok senin
getirdiklerine, çünkü bizde adeta ondan iyisi var andan önce aldık biz
dercesine bir istiğna tavrı içindeydiler. On un içinde Yahudilerin bu tavrı bir
müstağnilik, Müşriklerin Fussilet suresindeki ifadeleri ise bir istihza, bir
müstehsilik tavrı idi.
Leanehümüllahü Allah onları
lanetledi. Ne demek lanetlemek? Allah nasıl lanetler ben bu lanetin
açıklamasını ilerde gelecek ayete bırakarak devam ediyorum.
89 - Ve lemma caehüm kitabüm min ındillahi
müsaddikul lima mealhüm ve kanu min kablü yesteftihune alellezıne keferu* fe
lemma caehüm ma arafu keferu bihı fe la'netüllahi alel kafirın
Yanlarındakini
tasdik etmek üzere onlara Allah katından bir kitap gelince, daha önceleri
inanmayanlara karşı onunla yardım isteyip durdukları halde, o tanıdıkları
kendilerine gelince, bu sefer kendileri onu inkâr ettiler. İşte bundan dolayı
Allah'ın laneti kâfirleredir. (elmalı)
Daha
önce, dini inkâr eden kâfirlere karşı zafer kazanmak üzere bir açılım
istediklerinde (Yahudiler),
kendilerindeki bilgiyi tasdik eden bir yeni bilgi, Allâh tarafından onlara
verildi; O geleceğini bildikleri (Hz. Muhammed) geldi, ama onu inkâr
ettiler! Artık onlar Allâh'tan uzak düşmüş bir hâlde yaşarlar (Allâh
la'neti hakikati reddedenler üzerinedir)! (A.Hulusi)
Ve lemma caehüm kitabüm min ındillahi
müsaddikul lima mealhüm Her ne zaman onlara Allah katından
kendilerine ve
kanu min kablü daha önce gelmiş olan vahiyden, mesajdan arta kalan
hakikatleri doğrulayan bir kelam getirilse, bir vahiy inse, gelse yesteftihune
alellezıne keferu ki onlar, o gelmesi beklenen vahiy ya da gelmesi
beklenen peygamberle müşriklere hava atıyorlardı. Diyorlardı ki Bekleyin biraz
daha, bir peygamber gelecek yakında o gelince biz size üstün çıkacağız. İşte
gelmesi beklenen peygamber le müşriklere karşı üstün gelmeyi ısrarla arzu
ettikleri bir kitap, bir vahiy ne zaman kendilerine indirilse fe lemma caehüm ma
arafu keferu bihı o tanıdıkları, önceden bildikleri ve bekledikleri
peygamber ve vahiy gelir gelmez onu hemen inkar ettiler. Yok saydılar. Üzerini
örttüler. fe
la'netüllahi alel kafirın Allah’ın laneti hakikatin üzerini
kapatanlara olsun.
Burada ifade edilen, beyan edilen
hakikat çok açık. İsrail oğulları daha önceki ayetlerde de işlediğim gibi bir
peygamber bekliyorlardı. Bekledikleri peygamber çıkageldi. Ancak onlar kendi
ırklarından bir peygamber beklerken, kendi ırklarından olmayan bir peygamber
geldi. Oysa gelen peygamber kendi peygamberlerini tasdikli yordu. Kendi
kitaplarını tasdikli yordu, kendi kıblelerine dönüp namaz kılıyordu.
Bu ayetlerin indiğinde namaz
Kudüs’e doğru kılınıyordu. Bütün bunları da görüyorlardı. Lakin onlar yine
inkar ettiler. Çünkü onların problemi aslında bu değildi. Onların problemi daha
derinde bir problemdi. Onların problemi kişilik problemi idi. Kimlik problemi
idi. Onlar kimliklerini, şahsiyetlerini satmışlardı. Onun içinde bir takım
bahaneler imal ediyor ve üretiyorlardı.
Daha önce okuduğum ayette de
ifade edildiği gibi kendilerine gelen peygamberleri de öldürmüşlerdi halbuki.
Eğer kendilerine gelen peygamberlere tarih içerisinde dürüst davranmış, onların
getirdiği mesajı kabul etmiş ve onlara iman etmiş olsalar hadi neyse. Ama
onlara da dürüst davranmamışlardı. Onlara da küstahlık yapmışlar ve hatta
öldürmeye kadar işi vardırmışlardı. Onun için bu gerekçeleri hiçte tutarlı
gerekçeler değildi ve Kur’an onların iki yüzlülüğünü açıklıyor, yüzlerindeki
maskeyi sıyırıyordu.
Burada müsaddikul ibaresi var. Musaddık,
tasdik eden demektir. Kur’an İslam’ın sürekliliğine daima vurgu yapar. Çünkü
İslam; Ümmet-i Muhammed’in dini değil, İslam ilk insandan son insana kadar
insanlığın değişmez değerlerine verilen genel addır. Onun için Kur’an hep bu
gerçeğe dikkat çeker ve hep vahyin, ilahi mesajın sürekliliğine göndermede
bulunur.
İşte burada da yapılan odur.
Kur’an ın doğruladığı nedir peki? Elde ki Tevrat mı diye sorulabilir. Hayır.
Kur’an ın tasdik ettiği, doğruladığı şey o anda Medine Yahudilerinin ellerinde
bulunan Tevrat, ya da bölgede ki Hıristiyanların ellerinde bulunan İncil
değildi. Hem hangi birini tasdik edecekti ki Kur’an. Çünkü elde ne tek Tevrat
vardı, ne de tek İncil. Kimin incilini, kimin Tevrat’ını tasdik edecekti
Kur’an. Kenanilerin Tevrat’ını mı, Samirilerin Tevrat’ını mı diğer iki nüsha
daha var, dört nüsha vardı o zamanlar mesela. Hangi birini tasdik edecek. An
anilerin, Kenanilerin, Samirilerin ve daha başkalarının, ferisilerin Tevrat’ını
mı tasdik edecek. Ya da Matta’yı mı, Luka’yı mı, Yohanna’yı mı, hangi incili
tasdik edecek. Ki bunlar kanonik, resmi kabul görmüş İnciller. Bir de resmi
kabul görmemiş İnciller var. Onlar yüzü aşkın sayıda. Onun için burada böyle
bir soruya verilecek cevap kesinlikle elde bulunan bir metni tasdik anlamına
gelmez.
Ya nedir buradaki tasdik?
Buradaki tasdikin anlamı ilahi hakikatin aynı kaynaktan geldiğine bir atıftır.
Ey Yahudileşen İsrail oğulları, size gelen ilahi mesajın kaynağı aslında Kur’an
ın da kaynağıdır. Musa Peygamberin kendisinden mesaj aldığı kaynak, aslında Hz.
Muhammed’in de kendisinden mesaj aldığı kaynağın aynısıdır. Onun için aynı
kaynaktan gelen mesajlar birbirini doğrularlar. Bu mesajın zarfına bir atıf
değildir. Mazrufuna bir atıftır. Yani manasına bir atıftır. Onun için bu
ayetten yola çıkarak Medine Yahudilerinin ellerindeki Tevrat nüshasını Kur’an
ın tasdik ettiği anlamı çıkmaz.
Yine burada; ve kanu min kablü yesteftihune alellezıne
keferu. Onlar daha önceden kafirlere karşı onunla üstün gelmeyi arzu
ediyorlardı. İbaresi var. Bu ibarenin anlamı açık. Medine Yahudileri bölgede ki
Araplara böyle bir tehdit yöneltiyorlardı. Diyorlardı ki; Yakında bir peygamber
bekliyoruz, kitaplarımız gelmesini haber veriyor ve gelmesi de yakın. Zamanı
geldi, o gelince biz size üstün olacağız. Sizi yeneceğiz ve bölgenin tek hakimi
olacağız.
Hatta tarihler bu haberi
doğruluyor. Çünkü Akabe de Hz. peygambere bey’at etmek için gelen ilk ve ikinci
Medineli kafile, hz. Peygambere bey’at etmek için geldiğinde bu telaşı
taşıyordu. Yani Resulallah’a bey’at eden Medinelileri bu bey’at ta acele
ettiren tarihi gerekçelerden biri de Yahudilerin bu tehdididir. Onlardan evvel
biz peygambere ittiba edelim ve Allah onun eliyle bizi üstün kılsın. Bu da
makul ve anlaşılabilir bir gerekçedir. Onu için Bey’at sırasındaki konuşmaları
nakleden tarih kaynakları, Medineli heyetin bu endişesini de dile getirirler.
Yine; fe la'netüllahi alel kafirın
Bir önceki ayette laneti, bu
ayette açıklayacağımı söylemiş ve bu ayete atıfta bulunmuştum. Allah’ın laneti
kafirlerin, hakikati örtenlerin üzerine olsun. Aslında buradaki kafiri literal
manasıyla algılamak lazım. Çünkü Yahudileşen İsrail oğulları, daha önce
bildikleri ve iman ettikleri hakikatin üzerini örttüler. Ve Allah onları
lanetledi.
Allah’ın laneti şudur.
Rahmetinden geçici olarak uzak tutmaktır. Bir kişiyi ya da bir grubu. Rahmetini
geçici olarak kesmesine laneti diyoruz. Kul lanet ederse bu da beddua manasına
gelir. Lanet Allah’ta olursa bu rahmetini geçici olarak kesmesi anlamına gelir.
Tabii buradan yola çıkarak şöyle
bir anlayış çok yanlış olur. “Yahudiler lanetli kavimdir.” Hayır. Bu anlayış tıpkı Yahudilerin Kutsal
kavim iddialarının tam karşısında yer alan bir iddia gibi olur. Çünkü ne kutsal
kavim vardır, ne de lanetli kavim. Ki, Resulallah’a Yahudiler hakkında sorulan
bir soru üzerine, Ahmed bin Hambel’in Müsnedinde nakledilen bir hadisten
öğreniyoruz ki, Resulallah;
“ Allah hiç bir kavmi, hiçbir kavme lanet
etmemiştir.” Diyor.
Yani bunun anlamı lanetli kavim
yanlışına düşmekten önlemektir Müslümanları. Müslümanlar her nedense böyle bir
argüman geliştirdiler. Lanetli kavim. Aslında Yahudiler de kendilerini Allah’ın
kutsal kavmi sayıyorlardı oysa ki burada lanetlenen o suçu işleyenlerdir.
Babalarının suçundan çocuklarını sorumlu tutmaz elbette Allah.
Onun için de bir kavmin toptan
lanetlenmesi diye bir şey söz konusu olamaz. Kaldı ki Kur’an da münafıklar için
de Allah’ın lanetinin onlar üzerine olacağı söylenir.
Yine Kur’an da bir başka yerde,
bir mümini kasten öldürenin de Allah’ın lanetine ve gazabına uğrayacağı ifade
edilir. Bütün bunlar yan yana konulduğunda Allah’ın lanetine uğramak yalnızca
Yahudileşen İsrail oğlu bebeklerine ya da nesillerine ait değil, Allah’ın
lanetine uğramak, farklı farklı günahları işlemekle de mümkün olur.
O halde Allah’ın laneti bir
mantığadır. Yani bir tercihedir. Bir kavme değil. O kavmin içerisinden öyle
insanlar vardı ki Müslüman oldular. Hem de öyle Müslüman oldular ki, bu mantığı
yalanlarcasına onların Müslüman olan hahamlarından biri; Abdullah bin selam
için Hz. peygamber şöyle diyordu.
“Hayattayken cennetlik görmek isteyen bu
zata baksın.”
Böylesine keskin bir cennetle
müjdelemeyi bu ifadelerle hiç kimse için kullanmıyor peygamber. Cennetle
müjdeledikleri çok. Ama bu ifadeyi kullanarak yalnızca Yahudilerin hahamı iken
İslam’a teslim olan, Resulallah’ın nübüvvetini kabul eden Abdullah bin selam
için kullanıyor. Adeta lanetli kavim mantığını yıkarcasına.
Tabii ki biz bunları söylerken
şunu demiş olmuyoruz. Bir toplumun Tarihi, hafızasıdır. O toplum tarihinden
hiçbir şey taşımıyor iddiasında değiliz. Kuşkusuz her toplum geçmişini sırtında
taşır geleceğe.
Hatta bir tür toplumları da DNA
sı vardır diyebiliriz. Toplumların özelliklerini, zaaflarını adeta toplumsal
DNA, gelecek kuşaklara bir miras, bir irs olarak taşır. Ve hatta irsiyet gibi
adeta, kalıtsal bir hastalık gibi taşınır. Yahudilerde de bu tür sapmaların,
sanki kalıtsal bir hastalık gibi nesilden nesile taşındığını görüyoruz. Ve
buradan yola çıkarak tüm insanlığa ve son ilahi mesajı insanlığa taşımakla
görevli olan ümmet – i Muhammed’e de Allah’ın mesajı şu oluyor:
“Ey Ümmet-i Muhammed, eğer Yahudileşirseniz, siz de nesilden nesile
böyle bir hastalığı taşıyabilirsiniz. Ve siz de tarihinizi sırtınızda
taşırsınız. Tarihiniz bir yük olur size.”
Bunun içinde lanetli kavim yoktur
derken bir toplumun geçmişinden etkilenmediğini söylemiş olmuyorum.
90 - Bi'semeşterav bihı enfüsehüm ey yekfüru bi
ma enzelellahü bağyen ey yünezzilellahü min fadlihı ala mey yeşaü min ıbadih*
fe bau bi ğadabin ala ğadab* ve lil kafirıne azabüm mühın
Ne
kadar çirkindir o uğruna kendilerini sattıkları şey ki; Allah'ın kullarından
dilediğine kendi lütuf ve kereminden vahiy indirmesine kafa tutarak, Allah ne
indirdiyse hepsini inkâr ettiler. İşte bu yüzden de gazap üstüne gazaba
uğradılar. Can yakıcı azap asıl kâfirler içindir.(elmalı)
Haset
yüzünden, Allâh'ın fazlından (hakikatinden
şuuruna) inzâl ettiği kullarından birini inkâr ederek, inkârları yüzünden
nefslerindeki hakikati örtmeleri ne kötüdür! Bu yüzdendir ki gazap üstüne
gazaba uğradılar (hakikatlerinden perdeli yaşam derekesine düştüler).
Hakikati inkâr edenler (kâfirler) için, alçaltıcı bir azap oluşur. (A.Hulusi)
Bi'semeşterav bihı enfüsehüm ey yekfüru bi ma
enzelellahü bağyen ey yünezzilellahü min fadlihı ala mey yeşaü min ıbadih*
Allah’ın indirdiği mesajı kulları
arasından istediğine bahşetmesini kıskanmaları ve indirdiği mesajı inkar ederek
kişiliklerini satmaları ne fena şey.
Dikkatinizi çekerim. Bi'semeşterav bihı
enfüsehüm Kişiliklerin satmaları ne fena şey. Aslında enfüsehüm
sözcüğünü ben kişilik, şahsiyet olarak çevirdim. Ama kendilerini diye de
çevirebiliriz. Kendilerini satmaları.
Bu ne demektir. Kişilik nasıl
satılır. Kişilik, şahsiyet satılınca ne olur. Kişinin kendisini satması çok
ağır bir ifade. Ve ancak Yahudileşmeyi işte böyle ağır bir ifade ile
anlatabiliyoruz.
Burada Kişilik satmaktan kasıt,
kendi kendisini inkardan başka bir şey değildir. Eğer bir insan ya da bir
toplum kendi gerçeğini inkar etmeye başlıyorsa, kendisini inkar etmeye
başlıyorsa bunun adı kişiliğini, şahsiyetini pazarlamaktır.
Bu nasıl anlaşılır, öncelikle o
toplum maymunlaşıyor mu ona bakılır. Tıpkı daha önceki dersimizde lehüm kunu
kıradeten hasiın (65) ayetini tefsir ederken izah ettiğimiz gibi. “Maymunlardan
beter olun.” Denilecek kadar, düşmanlarını taklit edecek kadar maymunlaşıyordu.
Daha sonra bu maymunlaşma kendi kendine yabancılaşmayı getirir. Kendi kendine
yabancılaşmanın öbür adı, taş kalpli olmaktır. İşte onu da tefsir etmiştik Sümme kaset
kulubüküm (74) ayetinde, ki 74. ve 81. ayetlere atıf yapmak lazım
burada. Ne demek istediğimizi anlamak için bu ayetlerin tefsirine yeniden
bakmalısınız.
İşte 74. ve 81. ayetlerde
Yahudileşen İsrail oğullarının kendi kendilerine nasıl yabancılaştıklarını ve
kendi kendileri ile barışık olmamalarını işlemiştik. 81. ayette de ne deniliyordu?
Onları günahları kendilerini çepeçevre kuşattığı söyleniyordu. Günahın insanı
çepeçevre kuşatması ne demektir? Günahın insanı çepe çevre kuşatması, işte bu
günahtan bir hisar örülmesi demektir yüreğe. Eğer yürek, eğer akıl günahtan bir
zindanın içine hapsedilirse o zaman o insan kendi kendisine yabancılaşır.
Artık geriye bir şey kalıyor.
Kişiliğini satmak. İşte son raundudur adeta bu. O süreçler İsrail oğullarının
Yahudileşme sürecinde varacakları en son raunt budur ve bu sonuçta en beter bir
sonuçtur. Kişiliğini satmak biçiminde gerçekleşir.
Kişiliğini sattıktan sonra artık
siz yoksunuz. Sizin değerleriniz yok. Hiçbir değeriniz yok. Çünkü siz kendinizi
satmışsınız. Ve karşınızdakinden size değer vermesini bekleyemezsiniz.
Kişiliğini satan bir toplum yeryüzünde rezil olur. Rüsva olur. Ezilir ve her
gelenin oyuncağı olur.
İşte İsrail oğullarının tarihi bu
ezilmenin, bu rezaletin ve her gelenin oyuncağı olmanın tarihidir. O tarihe
kısaca bir göz atan bu gerçeği apaçık görür. Bunun sebeplerini irdeliyor
Kur’an. Onun için de özellikle kişiliklerini satmaları üzerinde duruyor.
Kişilik satışını getiren neden de kendi hakikatlerini inkar etmeleri. Çünkü
bildikleri ve kendilerine indirilen hakikati inkar ettiler. Hz. Muhammed’e
gelen hakikati inkar etmeden önce, kendilerine gelen hakikati inkar ettiler.
Çünkü Hz. Muhammed’i haber veren haber, kendi peygamberleri tarafından
getirilmişti. Kendi peygamberlerinin ve kendi kitaplarının verdiği haberi dahi
bir inat uğruna, kolektif bir kibir uğruna rettettiler. İşte bu kendi kendisine
yabancılaşmadır.
fe bau bi ğadabin ala ğadab Peki
böyle bir yabancılaşma ne anlama gelir? Bela üstüne belaya uğradılar. Kat kat
gazaba uğradılar diyor bu ibare. İşte bu kat kat gazaptır.
Hatırlayın daha önce izah
ettiğimiz ayetleri. Önce kendi kendilerine yabancılaştılar. Sonra kendilerini
tanıyamaz oldular. Sonra kendi kendilerini inkar ettiler. İşte bütün bunlar alt
alta dizildiğinde kat kat gazap anlamına gelir.
ve lil kafirıne azabüm mühın
Hakikati örtenler için azabın en alçaltıcısı vardır. Normal bir azap değil.
Gerçekten de eğer bu ibareyi iyi
düşünürsek, yabancılaşma bir gazaptır. Kendini inkar bir başka gazaptır.
Düşünün bu gazabın kendini satmak ise daha başka bir gazaptır. Kendini satmak
gazabı, gazapların emn aşağılayıcısıdır. En kişiyi alçaklaştıranıdır. Onun için
de azabüm mühın
en alçaltıcı azap olarak gösteriliyor. Çünkü kişilik satılınca, bundan daha
alçaltıcı bir bela verilemez bir topluma. Bir toplum ki başına taş yağmaktansa
kişiliğini satması daha büyük bir beladır. Eğer kişiliğini satarsa o toplum
kendisini toparlayamaz.
Ama bir toplum fakirleşirse
yeniden kazanabilir. Toprağını kaybederse, yeniden alabilir. Savaş kaybederse
yeniden zafer kazanabilir. Lakin bir toplum kimliğini kişiliğini, benliğini ve
şahsiyetini kaybederse, işte onu yeniden kazanması; Toprağını kazanmasından,
parayı kazanmasından, itibarını kazanmasından, bilgiyi kazanmasından,
Teknolojiyi kazanmasından çok daha zordur.
91 - Ve iza kıyle lehüm aminu bi ma enzelellahü
kalu nü'minü bima ünzile aleyna ve yekfürune bi ma veraehu ve hüvel hakku
müsaddikal lima meahüm* kul fe lime taktülune embiyaellahi min kablü in küntüm
mü'minın
Onlara,
"Allah ne indirdiyse ona iman edin." denildiği zaman, onlar "Biz
kendimize indirilene iman ederiz." derler ve ondan başkasını inkâr
ederler. Oysa yanlarındaki Tevrat'ı tasdik eden gerçek vahiy odur. Onlara de
ki; "Peki madem gerçek mümin sizsiniz de ne diye daha önce Allah'ın
peygamberlerini öldürüyordunuz? (elmalı)
Onlara,
"Allâh'ın inzâl ettiğine iman edin" denildiğinde, "Biz bize
inzâl olana iman ederiz" derler ve başkasına inzâl olanı reddederler. Oysa
kendilerindekini tasdik edendir inzâl olan! De ki: "Mâdemki size inzâl
olan hakikate iman ediyordunuz da niçin Allâh Nebilerini öldürdünüz?"
(A.Hulusi)
Ve iza kıyle lehüm aminu bi ma enzelellahü kalu
nü'minü bima ünzile aleyna Kendilerine Allah’ın indirdiğine inanın,
gönülden ve samimi olarak inanın denildiği zaman derler ki; nü'minü bima ünzile aleyna biz
yalnızca kendimize indirilene inanırız derler.
ve yekfürune bi ma veraehu ve ondan
ötesini de inkar ederler.
ve hüvel hakku müsaddikal lima meahüm
Üstelik o inkar ettikleri şey hakikatten kendilerinde kalanı da tasdik ediyor.
Onaylıyordu. Buna rağmen inkar ederler. Kul, deki onlara fe lime taktülune embiyaellahi min kablü in
küntüm mü'minın eğer
inancınızda samimi iseniz bu iddianızda yani yalnız bize indirilene inanırız
demenizde samimi iseniz, niçin daha önce size gelen peygamberleri
öldürüyordunuz? Acımadan, acımasızca.
Cidden hiç cevap veremeyecekleri
biçimde ithamlar geliyor. Söyleyecek söz yok bunlara karşı. Böylesi ithamlar
ancak Allah tarafından gelir. Bu hakikat ancak Allah tarafından bildirilir. Hz.
Muhammed AS. kendiliğinden düşünseydi mümkün değildi bu cevapları vermesi.
Ancak ona İsrail oğullarının Yahudileşme tarihini bire bir gözlemleyen ve
onları kendilerinden çok daha iyi bilen yüreklerini okuyan bir makamdan bu
haberlerin gelmesi lazımdı, işte o da vahiydir.
Onun için cevap veremeyecekleri
bir biçimde maskeleri düşürülüyor, ve soruluyor; eğer siz; biz bize indirilene
inanıyoruz demenizde samimi iseniz, peki size indirdiğimiz mesajı getiren
peygamberleri niçin öldürdünüz? Ki öldürdükleri peygamberler konusunda daha
önce bilgi vermiştim. Yahya AS., Zekeriya AS., onların öldürdüğü bir çok peygamberden
sadece ikisi. Koç gibi boğazlamışlardı. İşlerine gelmeyen bir mesaj geldiğinde
o peygamberi taşa tutuyorlar eğer ellerinden geliyorsa öldürüyorlardı. Oysa o
peygamber kendi içlerinden çıkmış ve mesaj da kendilerine geliyordu. Ona rağmen
acımaksızın öldürüyorlardı.
İşte onun için de burada ayet,
onların yüzündeki maskeyi indirip sizin sorununuz aslında ırkçılık sorunu da
değil. Siz bunu da bir kalkan olarak, sahtekarlık olarak kullanıyorsunuz. Hz.
Muhammed’e inanmayışınız, onun kendinizden olmadığı için değil, eğer biz
tutsakta içinizden son peygamberi gönderseydik, eskilere yaptığınızı ona
yapacak, ona da inanmayacak, ve belki onu da öldürmeye kalkacaktınız. Ve yine
dönüyor söz daha derinde bir sorununuz var. Sizin sorununuz ta yürekte başlayan
bir yara. O da sizin kişiliğiniz yok. Sizin kendi kendinize güveniniz yok. Siz
kendi gerçeğinizi inkar etmişsiniz. Siz doğanıza yabancılaşmışsınız. Onun için
içinizde yürek yerine taş taşıyorsunuz.
92 - Ve le kad caeküm musa bil beyyinati sümmettehaztümül
ıcle mim ba'dihı ve entüm zalimnu
Celâlim
hakkı için Musa size belgelerle gelmişti de onun arkasından tuttunuz o buzağıya
taptınız. Siz işte o zâlimlersiniz.(elmalı)
Andolsun
ki Musa size hakikatinin açığa çıkardığı apaçık deliller ile gelmişti... Buna
rağmen siz bir buzağıyı (tanrı)
edinerek nefsinize (hakikatinize) zulmettiniz. (A.Hulusi)
Burada onların
yüzlerine bakın suçları nasıl vuruluyor. Öyle bir noktaya getiriyor ki Kur’an
sözü, değil diğer peygamberleriniz, toplumunuzu firavunun zulmünden kurtaran ve
belki sizi yeryüzünde şu anda bir kavim olarak yaşıyorsanız, onun sayesinde
yaşıyor olduğunuz ve milli kahraman, milli lider ve doğal önder ilan ettiğiniz
Musa’nın getirdiği mesaja da aynısını yaptınız. Onun için ona gelelim. Yani siz
kime iyi davrandınız. Siz hangi ilahi mesaja karşı gereği gibi inandınız
dercesine bu ayet diyor ki;
Ve le kad caeküm musa bil beyyinati
Musa’da size daha önce apaçık,
hakikatin apaçık belgeleri ile gelmişti. Ne yaptınız peki siz? sümmettehaztümül
ıcle Altından bir buzağı peydahladınız. mim ba'dihı onun gıyabında o
aranızdan ayrılır ayrılmaz hemen altından bir buzağı peydahladınız. ve entüm zalimnu
ve siz böyle yapmakla kendi kendinize kötülük ettiniz.
Kendi kendilerine kötülük
etmişlerdi. Ki Kur’an da zalimun ifadelerini ben kendi kendilerine kötülük
etmek biçiminde çevirmenin daha uygun olduğuna inanıyorum. Çünkü kime zulmeder
ki! Zulmeden, hakikate sırt çeviren, kendi kendine zulmetmiş olur.
Nasıl zulmetmiş olur?
1 – Hakikate sırt çevirmek
karanlıkta kalmaktır. Bu bizatihi zulümdür. İnsanın kendi, kendine kötülük
etmesidir.
2 - Hakikate sırt çeviren
Allah’ın gazabına ve belasına uğrar. Allah belayı gönderir ve yine kendileri
çekerler sonuçta azabı. Hem dünyada hem de öte dünya da.
Onun için Hakikate sırt çevirmek
insanın kendi kendisine kötülük etmektir.
93 - Ve iz ehazna mısakaküm ve rafa'na
fevkakümüt tur* huzu ma ateynaküm bi kuvvetiv vesmeu* kalu semı'na ve asayna ve
üşribu fı kulubihimül ıcle bi küfrihımv kul bi'sema ye'müruküm bihı ımanüküm in
küntüm mü'minın
Bir
zamanlar size, "verdiğimiz kitaba kuvvetle sarılın ve onu dinleyin."
diye Tûr'u tepenize kaldırıp mîsakınızı aldık. (O Yahudiler): "Duyduk,
dinledik, isyan ettik." dediler, kâfirlikleri yüzünden o danayı
yüreklerinde besleyip büyüttüler. De ki, "Eğer siz mümin kimseler iseniz,
bu imanınız size ne çirkin şeyler emrediyor! (elmalı)
Biz
sizden söz almıştık, Tur'u (benlik dağı)
üzerinizde kaldırmıştık... "Verdiğimizi özünüzdeki kuvve ile yaşayın,
algılayın ve gereğine uyun" (demiştik). Onlar ise: "Algıladık
ama kabul etmedik" dediler. Bu inkârları yüzünden kalpleri buzağı
sevgisiyle (dışsallıkla) doldu! De ki: "İman edenleriz diyorsanız,
imanınızın getirisi de buysa, ne kötü bir şey bu!" (A.Hulusi)
Ve iz ehazna mısakaküm ve rafa'na fevkakümüt
tur
Hani hatırlayın bir zaman da
sizden kesin and almış, söz almıştık. Üzerinize Sina dağını kaldırarak.
huzu ma ateynaküm bi kuvvetiv vesmeu
Ne diye söz almıştık? Size
verdiğimiz şu ilahi mesaja sımsıkı sarılın ve onu hayata uygulayın ve artık
gerçeği duyun.
vesmeu artık gerçeği kabullenin diye sizden söz almış ve size son
bir kez uyarıda bulunmuştuk.
Kalu Ne dediler peki? Dediler ki:
semı'na ve asayna İşittik, mesajı
algıladık ama isyan ettik dediler. Tabii ki aynen böyle söylemediler. Bunu hal diliyle
söylediler. Eylemleri böyle söyledi. Yoksa elbette hiç kimse; işittik ey
Allah’ım sana isyan ettik demez. Ama Allah eğer mesajı gönderir, mesajı algılar
da bir toplum o mesajı hayatına koymazsa, aynen onun bu tavrını, işittik ve
isyan ettik demiş olarak görüyor. Aynı tavır ümmet-i Muhammed içinde geçerli.
Eğer Ümmet-i Muhammed de Allah’ın gönderdiği ilahi mesajı alır, ama o mesajı
hayata uygulamazsa aynen Allah’a şöyle demiş olur. Ya rabbi..!’ işittik ve isyan ettik. Demiş olur.
ve üşribu fı kulubihimül ıcle bi küfrihımv
Bunun sebebi olarak ta şu gösteriliyor. Onlar hakikati örtmeleri, inkarları
sebebiyle kalplerine inek yavrusu içirildi. Daha doğrusu tam Türkçeye
çevirirsek; Buzağı kalplerinde taht kurdu.
Bir şeyin kalpte taht kurması ne
demektir? Gönlü ona vermek. Gönülde taht kuruyorsa, gönülde iktidarı ona vermiş
oluyor demektir. Onun için kimin gönlünde iktidarın ne olduğuna bakmak isteyen
onun gönlünde neyin taht kurduğuna baksın.
İşte burada ifade edilen de o
dur. İsrail oğullarının kalbinde altın buzağı heykeli taht kurmuştu. Bu da
kelime kelime aynen şöyle ifade ediliyor Kur’an da; Kalplerine buzağı içirildi.
Aslında burada himül
ıcle diye anlaşılır. Yani bir muzaf takdir edilir. Buzağının sevgisi
içirildi. Ama bendeniz bu muzafı takdir etmeyi de gerekli bulmuyorum, çünkü her
şey ortada. Kalbe bir şeyin içirilmesi, kalpte onun taht kurmasıdır. Bunun da
anlamı nedir? Onlar dünyevileştiler. Yüreklerinde dünyayı iktidar ettiler.
Aslında kalplerine içirildiği söylenen buzağı, dünyayı sembolize ediyor.
Dünyayı sembolize eden buzağı, onların kalplerinde taht kurmuştu ve onlar
yüreklerinden dünyevileşmiştiler. İşte burada ifade edilen de budur.
kul bi'sema ye'müruküm bihı ımanüküm in küntüm
mü'minın
De ki onlara eğer samimi bir
biçimde inanıyorsanız bile size imanınız ne kötü, ne fena şey emrediyor. Onlar
inanıyoruz diyorlar. Hep böyle söylüyorlar. Ve sen de onlara de ki, Siz
inanıyor olduğunuzu kabul edelim hadi, ama iman insana güzel şey emreder.
Güzelliği yaptırmayan iman, iman değildir. Siz nasıl inanıyorsunuz ki bu
imanınız size hep kötülük yaptırıyor. Bu durumda şu ima edilmiş oluyor:
Yüreğinizde iktidar olan iman değil şeytandır. Şeytan yüreğinizde iktidar iken,
o iktidarın taşrası olan el ayak, göz kulak, dil dudak, o iktidara çalışır. Onun
emrini yerine getirir. Onun emrini yapar. Çünkü eğer Ankara da iktidar
birilerinin eline geçmişse, Kayseri de Erzurum da, Niğde de, Edirne de, Kars
ta, Van da hep ona uyar. Ona ittiba eder.
Onun için yürek beden ülkesinin
başkentidir. Beden ülkesinin başkentinde eğer iktidar şeytana geçmişse o zaman
ayak, göz, kulak, dil, dudak hep o iktidara çalışacaktır. O halde sizin
iktidarda olmayan imanınız la öğünmeniz boşunadır. Çünkü yüreğiniz deki
iktidar şeytanınsa eğer size o emredecek
siz de onu yapacaksınız.
94 - Kul in kanet lekümüd darul ahıratü
indellahi halisatem min dunin nasi fe temennevül mevte in küntüm sadikıyn
De
ki; Allah yanında ahiret yurdu (cennet) başkalarının değil de yalnızca sizin
ise, eğer iddianızda da sadık iseniz haydi hemen ölümü temenni ediniz, ölmeyi
cana minnet biliniz. (elmalı)
Allâh
indîndeki sonsuz gelecek yaşam ortamı, diğer insanlara değil de yalnızca size
ait ise; bu sözünüzde sadıksanız, ölümü temenni etsenize! (A.Hulusi)
De ki; eğer ahiret insanlar
içerisinde ahiret yurdu yani, cennet sadece Allah katında size özgü ise;
fe temennevül mevte
in küntüm sadikıyn Eğer bu iddianızda dürüstseniz hadi ölümü arzu
edin. Ölümü temenni edin, isteyin ölümü. Onlar ne diyorlardı? Ahirette cennet
sadece Yahudilere aittir. Cennete sadece Yahudiler girecek diyorlardı.
Bununla, bu surenin 111. ayetine
atıfta bulunuluyor. Orada onların bu iddiası dile getiriliyor. Burada bu
reddediliyor. Nasıl reddedilmesin kalbinde altından buzağının taht kurduğu bir
toplum hiç ölümü ister mi? Ve devam ediyor:
95 - Ve ley yetemennevhü ebedem bima kaddemet
eydıhim* vallahü alımüm biz zalimın
Fakat
elleriyle işledikleri yüzünden onu hiçbir zaman temenni edemeyecekler. Allah o
zâlimleri bilir. (elmalı)
Elleriyle
yaptıkları (suçlar) yüzünden ölümü asla
temenni etmeyeceklerdir. Allâh zulmü açığa çıkaranları bilendir, onların
hakikati olarak! (A.Hulusi)
Ve ley yetemennevhü ebedem bima kaddemet
eydıhim
İşledikleri kötülükleri yüzünden
kesinlikle, kesinlikle ebediyen ölümü arzulamazlar. Ölümü isteyemezler.
vallahü alımüm biz zalimın
Allah kendi kendisine kötülük
edenleri çok iyi bilmektedir.
Burada; bima kaddemet eydıhim adeta
elleriyle daha önceden yaptıklarından dolayı ifadesi adeta bu toplumun
sabıkasına işaret eder. Sabıka, gerçek bir sabıka. Nedir o? Suçu işlemiş,
günahı işlemiş ama tevbe etmemiş, özür dilememiş. Yoksa bugünkü anlamda bir
sabıka İslam’da yoktur. Lakin suçu işlemiş, ne muhakeme olmuş, ne de özür
dilemiş, tevbe etmiş, istiğfar etmiş. Onun için onlar adeta sabıkalıdır diyor
Kur’an. Suç var, özür yok. Yargılanmamışlar.
Tabii bu ayetler cennete
Yahudilerden başkasının giremeyeceği iddiası üzerine bir atıftır. Ki o iddia
biraz önce de söylediğim gibi bu surenin 111. ayetinde yer alıyor.
Yahudiler ahireti hayatlarından
kovmuşlardı. Ki onların ahirete inanmadıklarını, içlerinden sadokiler isimli
bir mezhebin, ahiretin varlığı konusunda tartıştıklarını Matta incilinde
görüyoruz. Demek ki; Ciddi bir biçimde ahiretten kuşkuları var. Ve Tevrat’la
Kur’an ı karşılaştırdığınızda aslında Yahudilerin ahireti kendi kutsal
kitaplarından da kovduklarını görürsünüz. Ahiret hayatlarında yer almadığı
gibi, elleriyle yazdıkları kitaplarında da adete yer almıyordu. Çok ender
bahsedilir Tevrat’ta ahiretten.
96 - Ve le tecidennehüm ahrasan nasi ala hayah*
ve minellezıne eşraku yeveddü ehadühüm lev yüammeru elfe seneh* ve ma hüve bi
müzahzihıhı minel azabi ey yüammer* vallahü besıyrum bima ya'melun
Elbette
onları insanların hayata en hırslı, en düşkün olanları olarak bulacak, hatta
müşriklerden bile daha düşkün bulacaksın. Onların her biri bin sene ömür
sürmeyi arzular, oysa uzun yaşamak kendisini azaptan kurtarıp uzaklaştıracak
değildir. Allah, onların neler yaptığını görüp duruyor.(elmalı)
Sen
onları dünyalık yaşam hakkında insanların en hırslıları olarak bulursun!
Bilfiil şirk içinde yaşayanlardan bile... Her biri bin yıl yaşamak ister! Oysa
uzun ömür sürmeleri onları azaptan uzak tutmaz. Allâh, hakikatleri olarak
yaptıklarını değerlendirmektedir (Basıyr).
(A.Hulusi)
Ve le tecidennehüm ahrasan nasi ala hayah* ve
minellezıne eşraku. Onları yaşamak konusunda insanlar içerisinde en
hırslı olarak bulursun. Hatta; ve minellezıne eşraku. Şirk koşanlardan, ya da
daha doğru bir ifade ile Allah’ın gayrisine tanrılık yakıştıranlardan daha da
fazla ihtiraslı bulursun yaşamak konusunda. Ki açık, suçlu mahkeme ister mi?
Suçlu mahkeme istemez.
Onun için Tarihi Allah’a karşı
isyanlarla dolu olan bu toplum hiç ölümü ister mi? Ölüm mahkemedir çünkü.
Hayatta ölüme hazırlanarak hayatı yaşamış olanlar ve ahiretten beklentisi
olanlar ister.
Onun için onlar ölümü
istemediler. Ama istemedikleri halde, ahirete de doğruca inanmadıkları halde yine
de istemiş gibi göründüler. Bunda bile samimi olmadılar.
yeveddü ehadühüm lev yüammeru elfe seneh ve ma
hüve bi müzahzihıhı minel azabi ey yüammer.
Onlar ister ki bin sene ömürleri
olsun, bin sene aralıksız yaşasın isterler. Burada ki bin kesretten kinayedir,
yani onlar ister ki ebediyen yaşasınlar hiç ölmemek isterler. Ve cevap; ve ma hüve bi
müzahzihıhı minel azabi ey yüammer Fakat bunca yaşasa bile dahi onu
azaptan kurtaramaz ki o kadar uzun ömür. Yani ne kadar uzun yaşarsa yaşasın
Allah’ın azabından kaçacaklarını mı sanıyorlar. Yine kurtulamayacaklar. vallahü besıyrum
bima ya'melun Çünkü Allah onların yapıp ettiklerini taa..! özünden
görmektedir.
Burada ki Basîr sıfatı üzerinde
kısaca durmak istiyorum. Amâ nın zıddıdır Basîr. Allah’ın sıfatlarından
biridir. Basîr sıfatı nitelik ve nicelik olarak kapsamlı ve derinliğine,
zamanla ve mekanla mukayyet olmaksızın bir şeyi özünden görmek, izlemek
seyretmek demektir. Ne zamanla mukayyettir, ne mekanla mukayyettir, ne eşya ile
mukayyettir, ve gördüğü şeyi de hem derinliğine hem de kapsamlı olarak, tüm
cüzleri ile birlikte görmek demektir. İşte Allah’ın görmesi böyle bir görmedir.
97 - Kul men kane adüvvel licibrıle fe innehu
nezzelehu ala kalbike bi iznillahi müsaddikal lima beyne yedeyhi ve hüdev ve
büşra lil mü'minın
Söyle;
her kim Cebrail'e düşman ise iyi bilsin ki, Kur'ân'ı senin kalbine Allah'ın
izniyle kendinden önceki vahiyleri onaylayıcı, müminlere hidayet ve müjde
kaynağı olmak üzere o indirdi.(elmalı)
De
ki: "Kim Cibrîl'e düşman ise şunu bilmeli; kesinlikle O, kendindekinden
öncekini tasdik eden ve iman edenlere hidâyet ve müjde olanı (Kurân'ı) senin şuuruna Biiznillah (varlığını
meydana getiren Esmâ bileşiminin elvermesiyle) inzâl etmiştir." (A.Hulusi)
Kul men kane adüvvel licibrıle fe innehu
nezzelehu ala kalbike bi iznillahi müsaddikal lima beyne yedeyhi De
ki; Kim Cebraile düşman olursa ki o, Cebrail, iyi bilsin ki Cebrail fe innehu
nezzelehu ala kalbike bi iznillahi Senin kalbine Kur’an ı, vahyi;
Allah’ın izni ile indiren kimsedir. Kim Cebrail’e vahyi kendilerinden birine
değil de, Yahudilerden birine değil de, Araplardan biri olan Hz. Muhammed’e
indirdiği için düşman olursa iyi bilsin ki Cebrail bunu kendiliğinden yapmadı.
Allah’ın izni ile yaptı. Allah bunu emretti. Çünkü Cebrail karar vermiyor
vahyin kime indirileceğine. Allah karar veriyor.
müsaddikal lima beyne yedeyhi
Üstelik Cebrail’in getirdiği bu vahiy onların ellerinde kalan hakikatten geriye
kalanı da tasdik ediyor. Bu mana, çok uygun, en uygun manadır. Hakikatten
geriye ellerinde kalanı da tasdik ediyor Cebrail’in getirdiği bu şey. Ve onun
özelliği
ve hüdev ve büşra lil mü'minın Aynen çeviriyorum, rehberliktir. Kime? Tüm
insanlığa. ve
büşra lil mü'minın Ona
inananlara ise bir muştu, bir cennet müjdesi ebedi saadet müjdesidir.
Burada özellikle Yahudilerin
iddiası dile getiriliyor ve bu iddia reddediliyor. Devamındaki ayeti okuyayım
ve bu iddia üzerinde duralım.
98. Men kane adüvvel lillahi ve melaiketihı ve
rusülihı ve cibrıle ve mıkale fe innellahe adüvvül lil kafirın
Her
kim Allah'a, Allah'ın meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ile Mîkâil'e düşman
olursa, iyi bilsin ki, Allah da o kâfirlerin düşmanıdır.(elmalı)
Kim
Allâh'a (Ulûhiyet hakikatine), Melekî
boyuta (âlemlerde Allâh isimlerinin işaret ettiği anlamların açığa
çıkmasına) ve Rasûllerine (hakikati dillendirmeleri için irsâl
ettiklerine), Cibrîl'e (Allâh ilminin inzâli işlevine), Mikail'e (maddi
- manevî rızkına yönlendirip erdiren kuvve) düşman olursa, muhakkak ki Allâh
(o) gerçeği örtenlerin düşmanıdır! (A.Hulusi)
Men kane adüvvel lillahi ve melaiketihı ve
rusülihı Kim Allah’a düşman olursa, meleklerine düşman olursa,
elçilerine düşman olursa; ve cibrıle ve mıkale Cebrail ve Mikail’de dahil
olmak üzere meleklerine düşman olursa. fe innellahe adüvvül lil kafirın İyi bilsin ki o
kimse ya da kimseler Allah’ta işte o kafirlerin düşmanıdır.
Burada söylenmek istenen açık.
Onlar, Yahudiler Cebrail’e düşmanlık ilan etmişlerdi. Hatta bu ayetlerin sebebi
nüzulü olarak tefsirlerde birçok olay anlatılır. Kısaca nakledecek olursak,
onlardan birinde; Yahudiler bir gün Resulallah’ı soru yağmuruna tutarlar.
Derler ki bizim sorularımıza cevap ver sana iman edeceğiz. Resulallah her
sordukları soruya istedikleri cevabı verir ve istedikleri cevabı alınca en
sonunda şunu sorarlar;
-
Peki sana
bu kadar bilgiyi ve hakikati getiren kimdir. Derler.
Resulallah der ki;
-
Cebraildir.
Der. O zaman;
-
İşte bu
olmadı. Derler. Eğer Mikail
getirseydi iman edecektik ama, Cebrail getirdiği için iman edemeyiz.
-
Niçin?
- Çünkü Cebrail bize tarihimiz boyunca hep bela getirdi. Kıtalgetirdi.
Kara haberler getirdi. O kara habercidir. Ak haberci ise Mikail’dir. Derler.
Tabii yine bulurlar bir bahane.
Yaptıkları şeyi yaparlar. Her zaman yaptıkları. Nedir o? Seçmek ve ayırmak. Hep
yapıyorlar bunu. Hz. Muhammed’i peygamberler silsilesinden ayırırlar. Kur’an ı
kitaplar silsilesinden ayırırlar ve Cebrail’i de melekler silsilesinden
ayırırlar. Daima indirgemecidirler. Parçacıdırlar. Hakikati parçalarlar. İşte
Yahudileşmenin alametlerinden biri de budur. Ki bu haber çok farklı kanallarla
rivayet edilen sahih bir esbab-ı nüzul, iniş sebebi haberidir.
Yine bir başka iniş sebebi olarak
gösterilen haberde ise Hz. Ömer işe gelip giderken sinagogların yol üzerinde
olduğu için Yahudilerin Medine deki sinagoguna uğrar, onlarla tartışırmış. Bir
gün Tartışmasında
- Hz. Ömer; diğerleri senin gibi davranmıyorlar, biz seni onlardan en
çok seviyoruz. Derler.
Hz. Ömer der ki;
-
Ben bize
gelen hakikatlerle size gelen hakikatler arasında temel de bir aynıyyet
görüyorum. Der. Onlar da;
- İyi ama size gelen hakikatleri
kim getiriyor?
- Cebrail getiriyor. Deyince;
- İşte bu olmuyor. Çünkü Cebrail kara habercidir. Ak haber getirmez.
Derler.
Aslında bütün bu rivayetlere
gerek yok. Onların Cebrail’e düşman olması için. Bu ayetleri getirmiş olması
yeterli. Çünkü bu ayetleri de Cebrail getirmiyor mu Hz. peygambere. Ve onların
maskelerini düşürmüyor mu. Onun için de bu kadar esbab-ı nüzul rivayeti hiç
olmasa dahi onların Cebrail AS. a düşmanlıkları için, maskelerini düşüren ve
tarihlerinin kara yüzünü ifade eden bu ayetleri getirmiş olması ki, 712 ayettir
Kur’an da toplam Yahudileşme serüvenini anlatan İsrail oğullarının ayet, 712
ayettir. Kur’an ın 1/10 undan fazladır. İşte bu kadar ayetle onların
maskelerini düşürmesi bile Hz. Cibril’e düşmanlık için yeterli bir sebeptir.
99 - Ve le kad enzelna ileyke ayatim beyyinat*
ve ma yekfüru biha illel fasikun
Şanım
hakkı için sana çok açık âyetler; parlak mucizeler indirdik. Öyle ki, iman
sahasından uzaklaşmış fasıklardan başkası onları inkâr etmez. (elmalı)
Andolsun
ki biz sana apaçık deliller verdik; onları, orijindeki sâfiyeti (şartlanmalarıyla) bozulmuş olanlardan başkası inkâr
etmez. (A.Hulusi)
Biz sana hakikatin apaçık
belgeleri olan ayetleri indirdik. ve ma yekfüru biha illel fasikun O indirdiğimiz apaçık belgeleri, yoldan
çıkanlardan başkaları inkar etmez.
Burada hitap direkt peygambere
dönüyor. Yani Medine’de ki durum izah ediliyor. Medine li Yahudilerle
Resulallah arasındaki ilişki, hatta bu ilişkinin kalbi boyutu da burada ele
veriliyor. Resulallah dan; Onlardan imanı beklememesi, onların iman
edemeyecekleri Çünkü onların kendilerine gönderilen peygamberleri dahi inkar
ettiklerini, böyle bir toplumun kendisine nasıl iman edeceği soruluyor, ve
Resulallah ın böyle bir beklenti içerisine girmemesi tavsiye ediliyor Allah
tarafından.
Yine Müminlere de, Medine de ki o
günkü müminlere de Yahudilerin inanmalarını beklemeyin deniliyor. Onların
inanmaları ile kendinizin inancına olan bir referans aramayın. Yani Yahudiler
inanırsa bizim için daha iyi olur demeyin. Onlar kendilerine indirilene
inanmadı ki size indirilene inansın dercesine bir tespit yapılıyor.
100 - E ve küllema ahedu ahden nebezehu ferıkum
minhüm* bel ekseruhüm la yü'minun
O
fasıkları hem bunları tanımayacaklar, hem de ne zaman bir ahd üzerine antlaşma
yapsalar, her defasında mutlaka içlerinden bir güruh çıkıp onu bozacak ve
atıverecek öyle mi? Hatta az bir güruh değil, onların çoğu ahit tanımaz
imansızlardır. (elmalı)
Bir
sözleşmeyle anlaşma yaptıkları her defasında, içlerinden bir grup onu bozup
atmadı mı! Hayır, onların çoğunluğu iman etmezler! (A.Hulusi)
E ve küllema ahedu ahden nebezehu ferıkum
minhüm Her ne zaman onlardan bir söz alınsa, onların içinden bir
grup onu arkaya atmadı mı? O sözü çiğnemedi mi?
bel ekseruhüm la yü'minun Yoo..!
Aksine onların bir çoğuna güvenilmez.
Buradaki yü'minun’u bir çoğu iman etmez
biçiminde çevirmekte mümkün. Ancak İman güvenilirlik olması hasebiyle, İmandan
kastım da Allah’ın kendisine güvendiği ve kendisinin de Allah’a güvendiği,
Allah’a teslim olduğu, Allah’ın imanını tasdik ettiği, kendisinin de Allah’tan
geleni ve Allah’ı tasdik ettiği ve güvenlik içinde olduğu bir tarifini yapacak
olursak; Bir kimse olarak tarif edecek olursak mümini, İşte ben kelime
anlamıyla burada özellikle söz bozmadan, sözden, söz verip caymadan söz
edildiği için ayette; bel ekseruhüm la yü'minun’u onların çoğuna
güvenilmez biçiminde çevirmeyi doğru buluyorum.
101 - Ve lemma caehüm rasulüm min ındillahi
müsaddikul lima mealhüm nebeze ferıkum minellezıne utül kitab* kitabellahi
verae zuhurihim ke ennehüm la ya'lemun.
Üstelik
Allah tarafından onlara, yanlarındaki kitabı tasdik edici bir peygamber
gelince, daha önce kendilerine kitap verilenlerden bir kısmı, Allah'ın kitabını
sırtlarından geriye attılar, sanki hiçbir şey bilmiyorlarmış gibi yaptılar. (elmalı)
Kendilerine
Kitap (bilgi) verilenlerden bir grup,
beraberlerinde olanı tasdik eden Allâh indînden bir Rasûl gelince (Yahudi
olmadığı için), Kitabullahı (Hakikat bilgisini ve Sünnetullahı)
arkalarına attılar, işin hakikatini bilmiyormuşçasına. (A.Hulusi)
Ve lemma caehüm rasulüm min ındillahi
müsaddikul lima mealhüm
Her ne zaman onlara Allah
katından bir elçi gelse, o elçi Hakikatten kendi yanlarında geriye kalanı da
tasdik etse, onaylasa,
nebeze ferıkum minellezıne utül kitab
Kendilerine kitap verilenlerden
bir kısmı ona aldırmadı.
kitabellahi verae zuhurihim Allah’ın
kitabını arkalarına attılar. Sırtlarını Allah’ın vahyine döndüler,
ke ennehüm la ya'lemun Sanki
bilmiyormuş gibi davrandılar. Aslında biliyorlardı. Ama sanki bilmiyormuş gibi
davrandılar. Allah’ın kitabını, Allah’ın ilahi mesajını arkalarına atan bunlar,
peki neye döndüler yüzlerini? Neyi tuttular? Allah’ın mesajına, ilahi mesaja
sırt çevirdiler. O zaman yüzlerini bir şeye döndüler. Neye döndüklerini de bir
sonraki ayet açıklıyor;
102 - Vettebeu ma tetlüş şeyatıynü ala mülki
süleyman* ve ma kefera süleymanü ve lakinneş şeyatıyne keferu yüallimunen nasas
sıhra ve ma ünzile alel melekeyni bi babile harute ve marut* ve ma yüallimani
min ehadin hatta yekula innema nahnü fitnetün fe la tekfür* fe yeteallemune
minhüma ma yüferrikune bihı beynel mer'i ve zevcih* ve ma hüm bi darrıne bihı
min ehadin illa bi iznillah* ve yeteallemune ma yedurruhüm ve la yenfeuhüm* ve
le kad alimu le menişterahü ma lehu fil ahırati min halakıv ve le bi'se ma
şerav bihı enfüsehüm* lev kanu la'lemun
Tuttular
da Süleyman mülküne dair şeytanların uydurup izledikleri şeyin ardına düştüler.
Halbuki Süleyman inkâr edip kâfir olmadı, lakin o şeytanlar kâfirlik ettiler;
insanlara sihir öğretiyorlar ve Bâbil'de Harut ve Marut'a, bu iki meleğe
indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi "biz ancak ve ancak sizi
denemek için gönderildik, sakın sihir yapıp da kâfir olmayın!" demeden
kimseye bir şey öğretmezlerdi. İşte bunlardan karı ile kocanın arasını ayıracak
şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allah'ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar
verebilecek değillerdi. Kendi kendilerine zarar verecek ve bir fayda
sağlamayacak bir şey öğreniyorlardı. Yemin olsun ki, onu her kim satın alırsa,
onu alanın ahirette bir nasibi olmayacağını da çok iyi biliyorlardı. Hakkiyle
bilselerdi, uğruna canlarını sattıkları şey ne çirkin bir şeydi.(elmalı)
Bunlar
Süleyman'ın (hakikatinin oluşturduğu)
mülkü (tasarruf ettikleri) hakkında da (inkâra gidip), şeytanlara
(vehmi tahrik ederek saptıranlara) tâbi oldular. Süleyman kâfir
olmamıştır (hakikatinden perdelenmemiştir). Lâkin o şeytanlar (vehimlerine
tabi olanlar) kâfir olmuştur (hakikati inkâr ederek); zira, insanlara
sihirbazlık ve Babil'deki iki meleğe -Harut ve Marut- (Melîk'e) inzâl
olanı öğretirlerdi. Oysa: "Biz imtihan vesilesiyiz; sakın
hakikatinizdekini örterek (dış kuvvetlere başvurmak suretiyle sihir yapıp)
kâfir olmayın (hakikatinizdeki kuvveleri inkâr etmeyin)" demedikçe
kimseye bir şey öğretmezlerdi. Onlar karı-kocayı birbirinden ayıracak şeyleri
öğretiyorlardı. Onlar Allâh'ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremezler.
Onlar kendilerine faydası olmayıp aksine zarar vereni öğreniyorlardı. Andolsun
ki, onu (sihri) satın alanların sonsuz gelecekte hiçbir nasibi
olmayacaktır. Nefslerinin hakikatini ne kadar kötü bir şeye sattıklarını bir
bilselerdi! (A.Hulusi)
Vettebeu ma tetlüş şeyatıynü ala mülki Süleyman
Süleyman’ın yönetimi döneminde
şeytanların, şeytanlaşan insanların okuyup üflediklerine tabi oldular bu sefer.
İlahi vahye sırtınızı döneceksiniz, şeytanların okuyup üflediklerine de
yüzünüzü döneceksiniz. Onu alıp vahyi atacaksınız. İşte burada ifade edilen
gerçek bu. Kitaba sırt çevirince kabalaya sarıldılar. Kabala gelenek anlamına
gelen daha sonradan kabala ismi verilen bir Yahudi külliyatı.
Tevrat’a sırt çevirdiler,
Tevrat’ın şerhi olan vişna’ya sırt çavirdiler, Mişna’nın tefsiri olan Gemara’ya
sırt çevirdiler , ellerinde kala kala büyüler, karma karışık gizemli harfler,
rakamlar, sihirler, efsunlar kaldı. İşte ona sarıldılar.
Ki burada şeyatıyn geçiyor. Bu şeyatıyn
den kasıt; İnsan şeytanları. Şeytanlaşan insanlar. Belki bir başka tefsire göre
iç güdüleri. Kendilerine kötüyü emreden nefisleri ve onları şeytanca işler
yapmaya sevk eden kötü duyguları da olabilir.
ve ma kefera süleymanü ve lakinneş şeyatıyne
keferu Süleyman kafir olmadı. Lakin o hakikati örten, şeytanlaşan
sihirciler, büyücüler, sihirle, efsunla uğraşan o Yahudiler kafir oldu diyor.
Bu Ayeti anlamamış için hemen
tarihi arka planını bilmemiz gerekiyor. Onlar Süleyman’ı bir peygamber olarak
değil, bir büyücü olarak görürlerdi. Hatta Resulallah O’nun peygamberliğine
dair ayetleri tebliğ edince;
- Bakın bakın..! Muhammed şimdi de hakkı batıla karıştırdı. Süleyman’ı
Peygamber zannediyor. Oysaki o Rüzgara binip uçan bir büyücüydü. Dediler.
Peki büyücü olmakla kafir olmak
arasındaki ilişki nedir diye soracak olursak. Hemen söyleyeyim. Tevrat’ta
büyücülük Küfürle eş anlamlı. Tevrat’ta büyücülük yapanın öldürülmesi gerektiği
emredilir. Ve yine Mişna’da büyücülük yapmak puta tapmakla aynı olarak
gösterilir. Onun için onlar Süleyman Peygambere büyücü iftirasını atmakla
aslında O’nu puta tapmış biri gibi görüyorlardı. Böyle lanse ediyorlardı.
Oysa ki kendiler bu işi daha iyi
yapıyor, hakikatte büyücü kendilerdi. Kendiler büyü yapıyorlardı. Çünkü onların
büyü ile ilk karşılaşmaları Firavn’ın mısrında olmuştu. Bildiğiniz gibi Mısır
yönetiminde büyü en ileri sanattı. Onun için de onlar daha Mısır’dan büyüye
aşina idiler.
yüallimunen nasas sıhra*
İnsanlara sihri öğretiyorlardı.
Veya şöyle tercüme edebiliriz; Sihri insanlara öğreterek küfrediyorlardı. Yani
Süleyman değil, sihri insanlara öğreten o şeytanlar Allah’a küfrediyorlardı.
ve ma ünzile alel melekeyni bi babile harute ve
marut*
O öğrettikleri şey Babil de ki
iki melek harute
ve marut’ a indirilen şeyler idi.
Şimdi sihir üzerinde bir miktar
durmak lazım. Sihir burada bu ayette şöyle ayete kuş bakışı bakarsanız
hakikatin, Allah’ın kelamının karşısına yerleştirilen yalan olarak konuluyor.
Allah’ın kelamına sırt dönenler, sihre yüzlerini dönüyorlar. Allah’ın kelamını
atanlar sihri alıyorlar. Bu durumda bir tarafta ilahi mesaj, bir tarafta sihir.
İlahi mesajın tabiatı nedir? Hakikat olması. O halde karşı tarafta yer alan
batıldır. İlahi mesajın tabiatı nedir? Gerçek olması. O halde karşı tarafta yer
alan yalan dır. Onun için sihir özellikle bu çerçeve de algılamak lazım.
Kısaca sihir iki şeye dayanır.
1 – ya sırf yalana dayanır, yalan
ve vehme dayanır. Bu vehim de insanın kendi vehmidir evhamıdır.
2 – Ya da istismara dayanır.
Eşyanın içinde bulunan bir takım şeyleri, fiziği, kimyayı, insanın psikolojisini,
insanın ruhunu, ya da ruhsal bir takım varlıkları kullanarak, istismar ederek
insan üzerinde baskı kurmak ve insanın psikolojisini etkilemeye dayanır.
Her ikisi de bir batıl yoluyla,
yöntemiyle yapılır. Onun için her ikisi de Hakikatin karşısında yer alır.
Sihrin her iki cephesi de. Bu nedenle; ve ma ünzile alel melekeyni bi babile harute ve marut’u,
İbn. Abbas ve onun gibi düşünen bir çok ikinci kuşaktan tabiin, melekeyni değil de melikeyni okumuşlardır. Bu Harut ve Marut Babil de iki öncü, iki kral
ya da önde gelen insan idiler, onlar aracılığı ile öğreniyorlardı anlamına
gelir. Melekeyni okursak iki melek idi anlamına gelir ki benim de tercihim ibn.
Abbas’ın ve onunla birlikte olan bir çok müfessirin tercihidir.
Bu noktada Sıtki, Hasan Basri, said
bin zübeyr, Zühri, Dahhak hep Melik okuyanlardan. Onun için de İbn Abbas bu
ayeti tefsirinde diyor ki; Sihri Allah indirmedi. Onlar sihri Babil de ki
yerleşik olan ki Babil Özelliği
itibarıyla astrolojinin vatanıdır. Ana vatanı. Yani yıldız biliminin yıldız
falcılığının ana vatanı. Onun için Babil de sihri öğreniyorlar ve Yahudilere,
sürgüne gelen Yahudilere de sihri öğretiyorlardı.
ve ma yüallimani min ehadin hatta yekula innema
nahnü fitnetün fe la tekfür. Hiç kimseye sihri biz sadece bir
fitneyiz, yani insanları fesada düşürürüz. Sen sakın ola ki küfretme, hakikati
inkar etme. Bunları öğrenip te demedikçe kimseye sihir öğretmiyorlardı.
Fitne; Altının posasını Altından
ayırmak için ateşte eritmeye deniyor. Yani insanın hakikisini, insanın
yalanından, iman edenini iman etmeyenden ayırmak için Allah’ın denemesine, işte
altını posasından ayırmak için kullanılan bu kelimeyi kullanıyor.
fe yeteallemune minhüma ma yüferrikune bihı
beynel mer'i ve zevcih Onunla ne yapıyorlardı? Onlar, o ikisinden
öğrendikleri sihirle kadın ile kocasının, eşi ile zevcesinin arasını
ayırıyorlardı. Birbirine bütünleşmiş olan eşi ile zevcesinin arasını
ayırırlarsa, toplumun arasına nasıl fitne sokacaklarını artık varın siz düşünün
demek bu.
ve ma hüm bi darrıne bihı min ehadin illa bi
iznillah Ve Allah’ın izni olmadan onunla kimseye zarar veremedikleri
gibi, ve
yeteallemune ma yedurruhüm ve la yenfeuhüm faydasını göremeyecekleri
ve zararı kendilerine. Ancak kendilerine olan bir şeyi öğreniyorlardı.
Sihir hakkında Kur’an ın hükmü
bu. Allah’ın izni olmadan onunla hiç kimseye zarar veremedikleri gibi
kendilerine fayda vermeyip sırf zararı dokunacak bir şey öğreniyorlardı.
ve le kad alimu le menişterahü ma lehu fil
ahırati min halak Onlar ki bu türden bir alışverişe girenin ahirette
elinin boş kalacağını da çok iyi biliyorlardı. ve le bi'se ma şerav bihı enfüsehüm
Yine geldi o ibare. Nefislerini sattıkları şey ne kötü şeydi. Benliklerini
şahsiyetlerini uğruna sattıkları şey ne kötüydü. Neye sattılar onlar
benliklerini? Hakikati verip sihir gibi bir vehmi ve yalanı alarak. İlahi
gerçeği verip bir büyü gibi bir sahtekarlığı alarak benliklerini sattılar.
Aslında hakikati vermek, hakikate sırt dönmek, kişinin kendi gerçeğine,
doğasına sırt dönmesi anlamına geldiği için bu ibare kullanılıyor.
lev kanu la'lemun Keşke bunu
bilselerdi.
[Ek bilgi; HARUT VE MARUT OLAYI.
Abdullah b. Mes'ud, Katade,
Süddi ve Ibn-i Zeyd'e ve Ali b. Eni Talha'nın Abdullah b. Abbas'tan
naklettiğine göre âyetin mânâsı şöyledir: "Yahudiler, Şeytanların,
Süleyman ın mülkü hakkında naklettikleri sihre bir de Babil şehrinde, Allah'ın
Harut ve Marut isimli iki meleğe indirdiği sihre uydular.
Taberi bu görüşün daha doğru
olduğunu, “o” mânâsına geldiğini, gökten Harut ve Marut isimli iki meleğe sihir
indirildiğini, bunların da, insanları uyardıktan sonra onlara sihir
öğrettiklerini söylemiştir Taberi buradaki olumsuzluk bağlamı kabul edildiği
takdirde şu iki ihtimalin söz konusu olabileceğini ve bu ihtimallerin de uygun
olmayacağını söylemiştir.
A - İki Melekten maksadın
Harut ve Marut oldukları söylenecektir. Hem de bunlara sihir indirilmediği
ileri sürülecektir. Bu takdirde âyetin devamındaki "O iki melek, biz ancak
bir imtihan vasıtasıyız sakın inkâr etme." demedikçe hiç kimseye bir şey
öğretmiyorlardı." ifadesi anlamsız olacaktır.
B - Veya, Harut ve Marut,
Şeytanların kendilerine sihir öğrettiği kimseler olacaktır. Bu takdirde Harut
ve Marut iki melek kabul edilecek olursa bunların Şeytanlardan sihir
öğrendikleri ve inkâra düştükleri söylenmiş olur ki bu , meleklere
yakıştırılamaz. Ayrıca onların öğrettikleri insanlara "Sakın inkâra
düşmeyin" şeklindeki uyarıları da bu iddiayı reddeder.
Yahut ta Harut ve Marut,
Şeytanların kendilerine sihir öğrettiği iki insan kabul edilecektir. Bu
takdirde de Harut ve Marut ölünce sihrin son bulması gerekecektir. Sihrin
varlığı devam ettiğine göre bu faraziye de reddedilir. Dolayısıyla olumsuzluk
takısı olmadığı ve başlangıç edatı olduğu ortaya çıkar.
Âyette zikredilen Harut ve
Marut un kimler oldukları hakkında çeşitli rivayetler zikredilmiştir. Abdullah
b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud. Hz. Ali, Kâ'bul Ahbar. Süddi, Reb' B. Enes ve
Mücahid'den nakledilen rivayetlere göre bunlar iki melektir.
İbn Abbas’tan rivâyet
edildiğine göre, Allah semâların kapılarını meleklerine açtı. Onlar
yeryüzündeki insanların amellerine baktılar. İnsanların hata işlediklerini
görünce:
“Ya Rab, Senin (kudret) elinle
yarattığın, meleklerine secde ettirdiğin, eşyanın isimlerini öğrettiğin
Âdemoğulları hatalar içinde yüzüyorlar” dediler. Allah da:
“Eğer siz onların yerinde
olsaydınız, aynı şeyleri yapardınız” buyurdu. Melekler:
“Ya Rab, Seni noksan
sıfatlardan tenzîh ederiz. Âdemoğullarının yaptığını yapmak bize yaraşmaz”
dediler.
Râvî der ki; melekler, Allah
tarafından yeryüzüne inecek olanları seçmekle emr olundular. Onlar da, Hârut ve
Mârut’u seçtiler. Hârut ve Mârut yere indirildi. Allah; kendisine hiçbir şeyi
şirk/ortak koşmamaları, hırsızlık yapmamaları, zinâ etmemeleri, şarap
içmemeleri, -Allah’ın meşrû gördüğü haller müstesnâ- hiçbir cana kıymamaları
şartıyla yeryüzünde ne varsa onlara helâl kıldı.
Râvî sözüne devamla der ki;
melekler yeryüzünde yaşamalarına devam ederken, kendisine (dünya) güzelliğinin
yarısı verilmiş olan Bîzuht isminde bir kadın gördüler. Dayanamayıp onunla zinâ
etmek istediler…
Er-Rabî’den rivâyete göre,
yine benzer şekilde anlatılan olayda bu iki meleğin şiddetle arzuladıkları bu
kadın,
“Şarap içmek, adam öldürmek ve
puta tapmaktan birini tercih edin” dedi. Melekler:
“Bu üç tekliften hiç biri bize
yakışmaz ama, yine de bunların en ehveni şarap içmektir” dediler. Kadın onlara
şarap sundu.
Şarap kendilerini iyice mest
edince, kadınla zinâ ettiler. Bu halleri devam ederken yanlarına bir kişi geldi
ve durumu gördü. Bu adamı, gördüklerini sağda solda yayıp bizi rezil etmesin diye
öldürdüler.
Sarhoşluk halleri geçip
ayıldıktan sonra, işledikleri günahı ve cürmü anladılar ve semâya çıkmak
istediler, fakat buna muvaffak olamadılar. Allah tarafından bu arzularına mâni
olundu.
İş bu raddeye geldiği zaman,
yeryüzünde bulunan bu iki melekle semâ ehli arasındaki perde açıldı. Melekler,
Hârut ile Mârut’un içine düştükleri günah ve hayatı gözleriyle gördüler ve
bundan dolayı hayret ve dehşete kapıldılar. Ve melekler bu vesîle ile şunu
anladılar ki;
Kim Allah’tan ırak, O’nun
murâkabe, müşâhede ve kontrolünden uzak kalırsa o kimse Allah’tan daha az
korkar. Artık bundan böyle melekler, yeryüzünde yaşayanların tümüne (imanlı ve
imansız oluş hallerine bakmadan) istiğfâr etmeye başladılar.
Hârut ile Mârut yukarıda
anlatılan hatalara düşünce, kendilerine taraf-ı İlâhî’den şöyle bir teklif
geldi: “Dünya azâbını veya âhiret azâbını, bu ikisinden birini tercih edin!”
Melekler:
“Dünya azâbı fâni, âhiret azâbı bâkîdir” deyip
dünya azâbını seçtiler. Bâbil ülkesinde bırakıldılar ve kendilerine orada azâb
olunmaktadır (Taberî, I/457-458; İbn Kesîr, Tefsîr, el-Bidâye; el-Vâhıdî,
Tefsir; el-Kirmânî, Lübâbü’t-Tefsir; Tefsîru Askerî; Ebul’l-Leys essSemerkandî;
et-Tabressî; et-Tıbyân vb.).
Bu konu, temel çerçevenin
hemen aynı şekilde anlatıldığı hadis rivâyeti olarak da kaynaklara geçmiştir.
Hadis rivâyetine göre, yukarıdaki rivâyetlerde anlatıldığı gibi Hârut ve Mârut,
her üç büyük günahı da işlemişler, dünya azâbını tercih etmişlerdir (Ahmed bin
Hanbel, Müsned, hadis no: 6178; Taberî, II/433; İbn Kesîr, I/241-242).
http://www.ihya.org/kavram/kavramlar-ansiklopedisi/dt-6713.html
(den derleme.)]
Ek bilgi-2;
Hârût ve Mârût diye ifade edilen melekler ki tefsir âlimlerinin çoğu onlar
hakkında fahiş bir hataya düşmüşler ve onların günah işledikleri fikrine
kapılmışlardır. Onlar bu manadan masumlardır. Çünkü Kur’an da gelir; “Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı
gelmeyen ve emredildikleri şeyi yapan melekler vardır” (Tahrim/6)
Binaenaleyh bir kimse onların günahsız olmadıkları fikrine kapılsa nassı
reddetmesi sebebiyle kâfir olur. Özellikle de semadan indirilmiş oldukları
mütevatirdir. Melekût âlemindekiler ise nurlu tabiatları sebebiyle yemek, içmek
uyumak ve kesif tabiatlarının özelliklerinden ve galiz unsurların ihtiyaç
duyduğu şeylerden uzaktırlar.
Sual
olunursa ki Beşer tabiatına döndürülmeleri sebebiyle beşer gibi masum olmaları
caiz midir? Cevap budur ki; söz konusu döndürülmede hakikatin kalbi vardır.
Hakikatlerin ise asıl şeklinin başka bir hale değişmesi muhaldir. Çünkü hayret
ve itimatsızlığa neden olur.
Binaenaleyh
Hârûd ve Mârûd’un yer yüzünde beşer suretinde cisimlenmeleri Cebra’il in Dihye
suretinde cisimlenmesi gibidir. Bu cisimlenme onları melekî hakikatten
çıkarmaz. Nitekim İnsan-ı Kâmil melekût âlemine çıkıp me4lek suretinde
cisimlense, bu cisimlenme onu beşeri hakikatten çıkarmaz. Çünkü cisimlenme ve
ilerleme dedikleri asli madde üzerinde arız olan haldir. Arız olan şey Arız
olunanın zatrını değiştirmez.
Bir
zencinin siyahlığı onun hakikatinin gerektirdiği bir şey olmayıp suretiyle
ilgilidir. Yoksa beşeriyyetin bütün fertleri bu siyah renge dönüşmesi diye bir
şey söz konusu değildir. (İsmail Hakkı Bursevî- Esma-i hüsna şerhi/150)
103 - Ve lev ennehüm amenu vettekav le
mesubetüm min ındillahi hayr* lev kanu ya'lemun
Şayet onlar iman edip de korunmuş olsalardı, elbette Allah
tarafından verilecek mükafat çok hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilselerdi.(elmalı)
Eğer
onlar iman edip (şirkten) korunmuş
olsalardı, Allâh indînden açığa çıkacak sevap, haklarında çok daha hayırlı
olacaktı. Keşke bilselerdi. (A.Hulusi)
Ve lev ennehüm amenu vettekav le mesubetüm min
ındillahi hayr..! Keşke onlar iman etseler di ve Allah’a karşı
sorumluluklarının şuuruna varıp Allah indinde kendileri için daha hayırlı olan
ödülü alsalardı.
lev kanu ya'lemun Keşke bunu
olsun, bunun haklarında daha hayırlı olduğunu olsun bilebilseler di.
Rabbimiz yine bu kadar isyan
etmelerine, bu kadar kendilerine sırt dönmelerine, bu kadar asi ve günahkar
olmalarına rağmen onlardan ümit kesmiyor ve onlara rahmetini sunmak için ilahi
ifade ile keşke şu gerçeğin farkına varabilseler di. Diyor.
Allah’ın kitabı ve vahyine sırt
dönmeden, aksine yalana sırt dönerek, batıla sırt dönerek yüzümüzü hakikatten
yana dönerek bir hayat yaşamayı Cenab-ı Haktan tazarru ve niyaz ediyorum.
“Ve ahiru davana velil hamdülillahi rabbil
alemiyn”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder