1 Nisan 2013 Pazartesi

İslamoğlu Tef. Ders. SÂD (01 - 01) (142-A)




El Hamdu Lillahi Rabbil'Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin! Bu dua ile Kur’an ın yeni bir suresine, yepyeni hakikatleri öğrenmek için belki de eski değil ama eskimez hakikatleri, zamanın ve zeminin eskitemediği hakikatleri öğrenmek için giriyoruz.

Sâd suresi, adını girişinde ki harften alır. Sâd harfi. İçinde yer alan ayrıntılı kıssalardan dolayı Davud suresi diye de adlandırılır. Fakat bu isim yaygınlaşmamış.

Surenin iniş zamanı, tabii ki sure Mekki dir. Hatta Mekke döneminin 3 dilimlik ilk periyoduna denk gelir. Tirmizi’nin İbn. Abbas’tan naklettiği bir rivayete göre Mekke’nin aristokratları ileri gelen müşrikleri, artık davetini açıkça topluma açıktan yapan Resulallah’ın davetinin Mekke’de nakes bulduğunu, yankı bulduğunu görünce amcası Ebu Talip’e başvurarak yeğenine bir takım soruları olduğunu söylerler. Amcasının huzurunda Resulallah ile Mekke ileri gelenleri arasında bir diyalog gerçekleşir.

Bu diyalogda Resulallah onlara bir kelimeyi, yani bir cümleyi söylemeleri gerektiğini, bunu söylerlerse eğer Allah’ın kendilerini üstün getireceğini, dünya ve ahiret mutluluğunu vereceğini söyler. Onlar bu uğurda bir değil bin kelimeyi de söyleriz eğer bizi araba ve aceme üstün kılacaksa derler. Peki ne imiş o kelime deyince; Kulû lâ ilahe illallah tuflihu lâ ilahe. illallah deyin kurtulun. Der.

Mekke aristokratları bunu duyunca renkleri atar, bir hoş olurlar, aşırı tepki gösterirler ve bu çağrıya karşı verdikleri cevap işte bu surenin girişinde yer alır. 5 ve 7. ayetle arasında ki ibareler, cümleler Mekke aristokratlarının, Resulallah’ın tevhid davetine tepkilerini ele verir.

Aslında burada bir parantez açıp bu kadar zor muydu lâ ilahe illallah demek. Ne olurdu deyiverip kurtulsalardı diye aklımıza gelebilir. Biz kolayca diyoruz, peki onlar niçin diyemediler sorusu akla gelebilir. Aslında bu bizin lâ ilahe illallah ı onlardan daha iyi kavradığımız anlamına gelmiyor. Belki tersi bir anlama geliyor. Onların La ilahe illallah demekle ne uzun bir listenin altına imza attıklarını çok iyi bildiklerini gösteriyor. Lâ ilahe İllallah demenin sadece din işi olmadığını gösteriyor. Lâ ilahe illallah demenin aslında hayatta yapılacak en büyük kişisel devrim olduğunu gösteriyor. Lâ ilahe İllalah ın insan ömründe köklü bir dönüm noktasının işareti, giriş fişeği, işaret fişeği olduğunu gösteriyor.

Onlar da diyemediler. La ilahe illallah la girilen bu listenin içerisinde neler olduğunu iyi biliyorlardı onun için şiddetle itirazda bulundular. İşte bu sure bu şartlar çerçevesinde indi. Onun için surenin iniş yılını Mekke döneminin ilk periyodu, yani 4 ve 5. yıla tarihleyebiliriz.

Surenin konusu vahye atıfla başlar, yine vahye atıfla biter. İlk ayetleri inkarcı muhatapların direncinin arka planında yatan iki hususa dikkat çeker. Biri haddini bilmezlik, 2. ataları taklit. 1 ve 12 ayetler arasında bu işlenir. Ardından aynı çizginin geçmişte ki devamı, yani küfür çizgisinin kendilerinden önce ki devamı ele alınır ve feci akıbetleri vurgulanır. 13. – 16. ayetlerde geçmiş toplumlar, inkarcı toplumlar dile getirilir. Ardından sureye damgasını vuran iki kıssa gelir. Davud ve Süleyman peygamberlerin kıssaları. Bu kıssalardan yola çıkarak surenin temasını tespit etmek mümkün. Bu tema insanın servetle, iktidarla, dünya ile, dünyalıkla güçle imtihanı. Tema bu.

Davud ve Süleyman peygamberlerin kıssası güç ve güç ahlakının sorgulanması çerçevesinde ele alınır. Servet ve iktidarı yüceltmek te, onu şeytanlaştırmak ta bu kıssalarda reddedilir. Çünkü özellikle dindarların düştüğü iki tuzaktır bu.

1 - Birincisi dünyevileşmiş toplumlar, serveti ve gücü putlaştırırlar, tanrılaştırırlar. Mekke müşrik toplumu böyleydi. Serveti iktidarı, gücü, ihtişamı, dünyevi refahı; Allah’ın kendilerini desteklemesinin bir delili olarak görüyor ve gösteriyorlardı. Onun içinde ilahi mesaja karşı dururken en büyük argümanları buydu. Allah bizi sevmese bize servet vermezdi. O halde bizim yolumuz doğru olan yol. Eğer Allah seni sevseydi bize verdiği serveti sana verirdi. Dolayısıyla biz doğru yol üzereyiz çıkarsamasını yapıyorlardı. Böylesine sapıkça bir akıl yürütüyorlardı.

2 - Peki bunun karşılığı yani serveti kutsamanın karşıtı serveti şeytanlaştırmaktı. İktidarı, gücü şeytanlaştırmaktı. Peki vahiy bunu mu yapmalıydı, bunu mu yapıyordu? Hayır. Bu tuzağa düşmemizi de engelliyor. Yani her alanda olduğu gibi bu alanda da altın kural denge, altın kelime denge. Yani servetin gücün iktidarın şeytanlaştırılmasına ve bu yolla ruhbanlığın, ruhbaniyetin, -Kur’an ın ifadesi ile- reddine. Ya da Hint  çileciğine benzer, dünyayı boş vermişliği, dünyayı 3 kuruşa satmışlığın aşırılığına düşmememizi de öğütlüyor bu kıssalar çerçevesinde.

Çünkü servet ne hakikatin göstergesidir, ne de şeytana satılmışlığın göstergesidir. Servet tıpkı hayat gibi, tıpkı çocuk gibi, tıpkı sevgili gibi, tıpkı ömür gibi, tıpkı diğer dünyalıklar ve nimetler gibi birer imtihan. Hepsi bu. Dolayısıyla servet sahibi olmak değil kınanacak olan, servete sahip olmak değil kınanacak olan; servetin size sahip olmasıdır.

Onun için Fakr’i, Cüneyd el Bağdadi öyle açıklar. Fakr; yani dinde İslami irfanda bir kavram olarak kullanılan fakr, senin hiçbir şeye sahip olmaman değildir. Fakr; her şeye sahip olsan bile hiçbir şeyin sana sahip olmasına izin vermemendir. Mesele de budur. Sen ona mı sahipsin o sana mı sahip. İktidar senin atın mı, sen onun süvarisi misin, yoksa sen iktidarın atımısın. O senin süvarin mi. servet ve para senin atın mı, ki öyleyse seni menziline ulaştırır, bir araçtır. Yoksa sen servet ve paranın atımısın, bineği misin. O zaman ipini ele geçirmiş demektir. Senin süvarin olmuş demektir. O zaman servetin kulu olmuşsun, servet senin seyisin olmuş, iktidar senin seyisin olmuş, dünyalık senin efendin olmuş demektir.

İşte insan ve iktidar, insan ve servet, insan ve güç ilişkisini Davud ve Süleyman peygamberler örneğinde harika bir biçimde işliyor sure ve bu örneği bize vererek servetin ille de kulu olmak zorunda değilsiniz, iktidara kul olmak zorunda değilsiniz. İktidarı ele geçirip, serveti ele geçirip, onu Allah’a ulaşan yolda bir binek olarak kullanabiliyorsanız, bunları şeytanlaştırmanız gerekmez demektedir ve bunun yoklunu göstermekte, bunu becerenleri bu iki peygamber özelinde takdir ve tebrik etmektedir.

Aslında belki özetle söylediği şudur: Sabır deyince insanın yokluğa sabretmesi akla gelir. Fakat bundan daha zor olan bir sabır daha var. O da varlığa sabretmek. Varlığın ayartıcılığına, varlığın baştan çıkarıcı cazibesine, varlığın insanın boynuna ip takıp onu peşinde sürüklemesine karşı direnmek. Onunla yoldan çıkmamak, onun peşine düşmemek, onun kulu ve kölesi olmamak. Aksine onu kendine köle kılmak, ona sahip olmak, onun tarafından esir alınmak yerine, onu esir alıp mutluluk uğruna kullanmaktır. Bu peygamberler özelinde insana verilmek istenen kıssadan hisse bu.

Mekke çıkar çevrelerine bu kıssalar çerçevesinde bir de mesaj verilir. Davud servet ve iktidarı ne babasından aldı, ne de zorbaca ele geçirdi. Ey Mekke’liler siz servet ve güç sahibi olmadı için Allah Resulünü küçük görüyorsunuz. Kınıyorsunuz. Unutmayın ki Allah peygamberlerini destekler. Tıpkı Davud’u desteklediği gibi.

Peki Davud’a verdiğini Muhammed A.S. a vermeyeceği  konusunda bir kanaatiniz mi var. bu yargıya nasıl vardınız. Nasıl böyle düşünüyorsunuz. Onu da çağının Davud’u ve Süleyman’ı yapmayacağına dair bir kanaate nasıl ulaştınız. -Ki bu fazlasıyla gerçekleşti. Davud’a ve Süleyman’a, Sultan Süleyman’a verilenin kat kat fazlası Resulallah’a da verilmişti. Fakat o bir kul gibi yaşadı, bir kul gibi göçtü. Karşısında titreyen bir Bedeviye; “Ne titriyorsun be adam, ben de senin gibi kuru et yiyen bir kadının oğluyum.” diyordu. Hep böyle kaldı. “Bana Dünya ve ahiret sunuldu, ben ikincisini tercih ettim.” Diyordu.

Büyük topraklar, büyük servetler, büyük hazineler önüne serildi, fakat o rabbinin rızasını tercih etti. Çok değil onun ardından çeyrek y.y. sonra çağın imparatorları dize geldi, onun bıraktığı mirasın önünde çağın süper güçleri yerle bir oldu, dayanamadı. Aslında daha peygamberliğin 4. 5. yılının başlarında inmiş olan bu sure bu örneklerle geleceğe ilişkin bir mucizeyi ima ediyordu.

65 ve 68. ayetlerde vahyin çağrısına uymayanların nasıl şeytanın çağrısına uydukları vurgulanır. Yani bir karşıtlık kurulur. Ya Allah’a teslim olursunuz, ya da şeytana, şeytansı güdülerinize, yani egonuza, benliğinize teslim olursunuz. Yani Allah’a sırt dönen bir insan mutlaka bir puta sarılır. Tanrısızlık, tanrı tanımazlık mutlak anlamda yoktur. Mutlak manada bir ateizm mümkün değildir. İnsanoğlu eğer gerçek rabbe sırtını çevirirse sahte bir tanrı, ya da tanrılar peydahlar. Bu konuda mahirdir, üstüne yoktur.

Onun için yalnız Allah’a kul olmak insanoğlunun başka tanrılara kul olmamasının, ya da kula kul olmamasının tek çıkış yoludur ve Allah’a kulluktan dolayı Allah’ın kazancı yoktur, Allah’a kulluktan dolayı kazanacak tek taraf vardır o da kul olan insan. Yoksa kendi ayartıcı duygularının, kendi bilinç altının, kendi egosunun, kendi iç güdülerinin, kendi günahının, kendi şehvetinin, kendi kin ve hırsının kulu olmaktan başka bir çıkış yolu bulamayacaktır.

Vahye kör ve sağır davrananlar son ayetiyle surenin şöyle uyarılır. Ve leta'lemunne nebeehu ba'de hıyn (88) işte bu, son söz bu. onun haberinin gerçek olduğunu bir zaman gelecek mutlaka öğreneceksiniz. İşte bu. Yani eğer vahyin haberine şimdi inanmıyorsanız, veya inanmıyorlarsa birileri, bir gün gelecek bu haberin gerçek olduğu inkar edilmez bir biçimde ortaya çıkacak, fakat o zaman ve latehıyne menas surede de geçtiği gibi iş işten geçmiş olacak. Geçti Bor’un pazarı denilecek. İş işten geçmeden vahye kulak vermeye bir çağrıdır bu sure ve tüm vahiy.

Evet değerli dostlar bu girişten sonra şimdi surenin tefsirine geçebiliriz.



Rahman, Rahiym olan Allah adına.

1-) Saaad, vel Kur'âni zizZikr;

Sâd... Hakikatini hatırlatıcı Kur'ân! (A.Hulusi)

01 - Sâd. bu zikir ile meşhun Kur'an a bak. (Elmalı)


Saaad bu mukadda harfi, hurufu heca diye de bilinir., heca harfi. Başında geldiği surelerin ya doğrudan ya dolaylı olarak vahye atıfta bulunan sureler olduğuna daha önce defaatle vurgu yapmıştık. Bu harflerin bir manası olduğunu düşünenler de çıkmış. Bu harfler konusunda ki yorum sayısı 30 u geçer. Mesela burada ki Saaad harfinin; Allah’ın çağrısından, sayhasından veya sadasından bir kısaltma olduğu söylenmiş. Yani Allah sana sada ediyor, sana çağrı gönderiyor. Ey insan diyor dur, bak veya saddakte kelimesinin simgesi olduğu söylenmiş. Doğru söyledi. Yani ey vahiy, ey Kur’an Ey Kur’an ın, vahyin sahibi olan Allah sen doğru söyledin. Sadakallahul aziym. Onu simgelediğini söyleyenler de olmuş.

Fakat biz Hurufu Mukadda konusunda ki genel tercihimize uyarak bu harflerin gerçekte manasını Allah bilir diyoruz. Bir işlevi olduğunu da düşünüyoruz. Bu işlevin Kur’an a giriş, vahyin, yani yüce mananın yer yüzünde ki insanoğlunun konuştuğu lisanla indirildiğini. Bu yüce manalara kap olan kelimelerin bu harflerden oluştuğunu. Yani vahyin ayağını bu harflerin oluşturduğunu, ama bu ayağa yüce bir baş ilave edildiğini, bunun da vahyin manası olduğunu, dolayısıyla vahyin başı gökte, ayağı yerde mübarek bir hitap olduğunu ima eder diyoruz ve son tahlilde Hz. Ebu Bekir gibi; “Her kitabın bir sırrı var, bu kitabın sırrı da hurufu mukaddadır.” Diyoruz.

vel Kur'âni zizZikr düşün, öğüt veren ve uyaran bu Kur’an ı. Bu baştaki kasem “vav” ı, yemin “vav” ı aslında işlevsel olarak; dur, üzerinde dur, düşün, teemmül et anlamlarını, daha doğrusu işlevsel olarak bu anlamları verir. Dolayısıyla bir şeye yemin etmek aslında yemin edilen şey üzerinde muhatabın dikkatini yoğunlaştırmasını sağlamak içindir. Özellikle vahyin dili olan Arapça da yeminin maksatlarından biri de, belki de birincisi budur. Bu nedenle Kur’an da bir çok yemin, yemin edilen şey, yemin edilen husus, nesne, obje her neyse üzerinde, onun hikmeti, görüneni aşıp görünmeyenin üzerinde durup onunla verilmeye çalışılan dersi, onunla verilmeye çalışılan ibreti almamızı sağlamaktır. Burada da bu işleve dikkat çekmek istiyorum.

İz Zikr; sadece öğüt ve uyarı anlamına gelmez. Yücelik ve onur anlamına da gelir. Yücelik ve onur sahibi, belki her ikisi birden dememiz gerekiyor burada. yani vel Kur'âni zizZikr düşün öğüt veren uyaran, öğüt ve uyarı ile seni yücelten. Özü itibarıyla zaten yüce olan, çünkü yüce bir makamdan inmiş olan ve inme amacı da muhatabını yüceltmek olan bu ayetler üzerinde dur, düşün ve ibret al. Ya eyyühessekalân. (Rahman/31) ey iki ağır ve değerli varlık denilirken bunlardan biri insandı. Yine se nulkî aleyke kavlen sekîlâ. (Müzemmil/5) senin üzerine değeli bir söz indireceğiz denilirken Kur’an kastediliyordu. Yani insan için hangi sıfat kullanılıyorsa vahiy içinde aynı sıfat kullanılıyordu.

Fakıyl; ağır ve değerli şey, ağır ve değerli varlık. Onun için değerli olan kelâm değerli olan insan ile buluştuğunda iki değerin birbirinin çarpanı olmaması için hiçbir neden yoktur. Değerler sinerji doğuruyordu. Bu iki değer kat kat değere dönüşüyordu. Tohumla toprak birleşmiş gibi, etle tırnak birleşmiş gibi, kökle yaprak birleşmiş gibi. Onun için vahyi insandan, insanı vahiyden mahrum etmek, suyu topraktan, toprağı sudan. Tohumu topraktan, toprağı tohumdan mahrum etmekle eşdeğerdir.

Peki, ya tersi? Ya tersi ne olur? Onu da devam edelim. Onu da devamından öğrenelim:


Devam ediyor B sayfasına geçiniz.
142. videoyu toplu olarak BURADA bulabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder