Fiyl suresi 105. sure. Mekki bir
sure, zaten üslubundan da, muhtevasından da açıkça anlaşılıyor. Kâfirun
suresinden sonraya yerleştirmiş elimizdeki tertip sahipleri onu. Yani
peygamberliğin 2. yılına koyabiliriz.
Konusu fil olayı. Aslında fil
olayı üzerinden tüm zamanlar ve zeminlerde geçerli olan bir hakikati anlatmak. Nedir
o? Ahlaksız gücün ibretlik akıbeti. Ahlaksız güç dedim dikkat buyurun, gücün de
ahlakı olur, iktidarın da ahlakı olur. Gücün ahlakını alınca geriye zulüm
kalır, geriye güç kalır ahlaksız güç. Güç sahibi olmak felaket değil, belki
ahlak güçle birleşince saadettir. Ama gücün ahlakını alınca ahlaksız güç sahibi
olmak felakettir. Hem buna sahip olan için, hem de onun sahip oldukları için.
Böyle bir güç tarafından yönetilmekte felakettir. Güçlüyüm haklıyım. Niye
haklısın? Çünkü güçlüyüm diyen her gücün akıbetini bu surede görüyoruz fil
suretinde. Hayır, güçlülük insanı haklı kılmaz ama haklılık güçlü kılabilir,
Kur’an ın verdiği cevap bu.
Fil; surede büyüklük tutkusunu
sembolize eder. Hayvanların en irisidir en büyüğüdür ya hacımca, büyüklük
tutkusunu. Aslında en irisidir ama canlılar dünyasının küçük bir canlısı olan,
kendisinden kat kat hacımca küçük kiloca az olan insan tarafından bir fil
sürüsü yönlendirilir. Bir tek insan 1.000 fili yönetir, götürür ama bin fil bir
insanı yönetemez, götüremez. Orada aslında büyüklük tutkusunun insanı nasıl
insanlıktan çıkarıp hayvanlığa o derekeye düşürdüğünün de zımni bire ifadesi
var. Zaten surenin fil ordusu ibaresinin neye tekabül ettiğini açıklarken buna
da değineceğim.
[Ek bilgi; Kuşlara ve vahşi
hayvanlara ilham etmekle insana ilham etmek birbirine yakın mahiyettedir. Çünkü
söz konusu varlıkların nefisleri yalındır. Ayrıca, yüce Allah’ın kendilerine
verdiği özellikler itibariyle taşların bir varlık üzerinde etkili olmaları da
görülmemiş, garip, akıl almaz bir şey değildir. Bir kimse kudret âlemine
muttali olur, gözlerinin önünden hikmet perdesi açılırsa, buna benzer birçok
şey görecektir. (İbn. Arabi-Te’vilat)]
Her hesabın üstünde bir hesap
vardır fil suresi bize bunu söyler. Her hesabın üstünde Allah’ın hesabı vardır.
Yer yüzünde büyük güçler her zaman olmuştur. Ama büyük güçlerin hesap edemediği
kendilerinden daha büyük bir gücün olduğudur, işte bunu hesap etmezler. Bunu
hesap edemediklerinde sahte tanrılığa kalkışırlar fakat sonunda helak olup
giderler.
Bakın insanlık tarihine Nemrut’un
kurduğu o imparatorluk nerde. İbrahim’i ateşe atan Nemrut’u. Nerede o
imparatorluk. Firavunların kurdukları imparatorluklar nerede. Musa’ya yer
yüzünü dar getireceklerdi, Musa’nın adı göndere çekilmiş ama onlar neredeler.
Hani kurdukları o görkemli krallıklar nerede.
Evet, Roma nerde, İskender nerde,
İskender’in devleti nerde. Pers imparatorluğu nerde, kisraların o büyük dağları
ben yarattım küçükler babamdan kaldı havasıyla talan ettikleri dünya nerde ve o
güç gösterisi nerde, Bizans nerde, bütün bunlar nerde. İşte bakın etrafınıza 5
- 6 – 7 – 8 metre surlar, bu surları yapan insanlar acaba ne düşünüyorlardı.
Titanik’i yapan usta gibi düşünüyordu; Bunu tanrı bile batıramaz haşa diyordu
herhalde. Hayır, nerdeler şimdi? Dolayısıyla bize bu soruyu sorduruyor aslında
fil suresi.
Tarihi bir arka plan var surenin
dayandığı. Bizans ve Pers rekabeti vahyin indiği yüzyılda, hatta bir önceki
y.y. da, yani miladi 6. y.y. da kızışmıştır, zirvesine çıkmıştır. Yemen
üzerinden bölgeyi nüfuz altına alma yarışına girişirler Bizans ve Pers
imparatorlukları. Dönemin iki süper gücüdür bunlar. Biri Hıristiyanlığa, diğeri
ise zerdüştizme dayamıştır arkasını. 6. y.y. rekabetin zirvesini ifade eder.
Mekke bu rekabette bir ara
istasyondur. Yani Mekke’nin içinde bulunduğu bölge ne İran’a ne Bizans’a
bağlıdır fakat yine de bu bağımsız bölge üzerinde mücavir devletler, komşu
devletler hakimiyet kurma rüyası görmektedirler, tam hakimiyet de
kuramamaktadırlar. Bu rekabet Mekke’de ki tüccar topluluklarına da yansır.
Mekke baharat yolu üzerinde en verimli ticaret şehirlerinden biridir. Kabe’nin
hürmetine, içinde ne hayvancılığa, ne ziraata elverişli herhangi bir unsur
bulunmamasına rağmen, simsiyah lav kayalıklarından oluşmasına rağmen Mekke’nin
ehli bir eli yağda, bir eli balda bölgenin en müreffeh şehrinde yaşamaktadırlar
ticaret sayesinde. Bu ticaret kuzeyle güney arasında yapılmakta. Okyanusla
Akdeniz arasında yapılmaktadır.
İşte Mekke bu konumu dolayısıyla
iştah kabartmaktadır, fakat her tarafa uzaklığından dolayı Mekke üzerinde
herhangi bir süper güç nüfuz kuramamaktadır. Mekke’nin içinde bu nüfuz yarışı,
bu rekabet şöyle karşılığını bulur. Mutayyebun ve haliyf diye ikiye ayrılır
Mekke’li kodamanlar, tüccarlar. Mutayyebun yani güzel kokulular, güzel kokulu
bir kaba daldırıp ta ellerini sözleşmelerini böyle imzalamalarından dolayı bu
ismi almışlardır. Haliyf te işte birbirleriyle hıyf ettikleri için, yani
anlaşma yaptıkları için bu ismi almışlardır. Bunlardan biri Bizans’ı, öbürü ise
kisra’yı yani iki süper güçten birini desteklemişlerdir. Yani iki süper gücün
ikisin de temsilcisi Mekke’de bulunmaktadır.
Ve Allah resulünün doğumundan
yaklaşık 50 gün önce olan bu fil hadisesinin öncesinde de, yani 570 lere doğru
bu rekabet kızışır ve İran nüfuzu bölgede hakim unsur olur ve Habeşistan
üzerinden Yemen’i ele geçiren ve bir ordu darbesiyle orduyu ele geçiren Ebrehe
isimli Habeşistan’a, dolayısıyla Habeşistan’ın da bağlı olduğu Bizan’sa bağlı
olan Ebrehe isimli bir komutan Mekke’nin elinden ticari üstünlüğü alıp san’a ya
vermek istemekte ve San’a yı bölgenin ticaret merkezi haline getirmek
istemektedir. Bunun için bir kilise yapar, kaynaklarımızda kulleys diye anılan,
aslında kaliys, kulleys, nasıl okunduğu konusunda ihtilaf var, aslında kilise
nin bozulmuş şekli gibi geliyor. Hatta Ebrehe ismi de İbrahim isminin Habeş’çe
söylenişi gibi geliyor. Yani Allahu alem öyledir.
İşte bu zat, bu komutan Mekke’den
ticaret merkezini San’a ya kaydırmak için San’a ya bir büyük kilise, katedral
inşa ettirir. Mekke’liler ve Mekke’nin civarında ki insanlar bu teşebbüsü hoş
karşılamazlar, hatta iki kişi gizlice anlaşarak giderler sabotaj düzenlerler ve
kirletirler o kiliseyi bir gece. Bunu gören Ebrehe haddini bildirmek için zaten
bahaneye bakmaktadır. Fillerden oluşan ve fillerin de içinde bulunduğu büyük
bir ordu hazırlar ve Yemen’den Mekke’ye doğru yola çıkar.
İşte 570 lere doğru gerçekleşen
bu olay üzerinde bu sure iner. Ki ticaret Mekke’nin aslında can damarıdır ve bu
can damarını kesmeyi amaçlamaktadır Ebrehe. Sabotajı bahane ederek Kâbe’yi
yıkmaya yürüdüğünde şöyle bir olay nakleder kaynaklarımız Ebrehe ile
AbdülMuttalip arasında. Mekke’nin reislerinden biri veya 1. reisidir
AbdülMuttalip. 200 devesi kırda otlamakta iken Ebrehe’nin adamları deve
sürüsünü toplayıp ordugâha getiriler. AbdülMuttalip bunu haber alınca
develerini istemek için Ebrehe’nin çadırına gider ve aralarında şu mükaleme
geçer;
- Ben develerimi almaya geldim.
- Sen kimsin?
- Ben Mekke’nin reisiyim.
- Mekke’nin reisi bizden Kâbe’yi
yıkmama ricasında bulunacağına develerinin peşine mi düşüyor. Diye tarizde
bulunur, hatta alaya alınca Ebrehe, Abdül Mttalip’in verdiği cevap dillere
destandır.
- Kâbe’nin rabbi var, rabbi
Kâbe’yi korur, sen benim develerimi ver.
Gerçekten de Rab Kâbe’yi
koruyacaktır ve sonuç Allah’a karşı güç gösterisinde bulunanlar yenilmiş ekine
döneceklerdir. ke'asfin
me'kûl (5) yenilmiş ekine döneceklerdir.
Müşrikler bu olay üzerine
kendilerine ehlûllah lâkabını takarlar, yani Allah’ın ev halkı payesini
verirler. Kâbe’nin ekmeğini yerler fakat Kâbe’nin rabbine küfrederler.
İşte bu sure bu küfrü dile
getirerek; Kâbe’nin ekmeğini yiyorsunuz ey Mekke’liler, Allah sizi Ebrehe’nin
elinden aldı fakat siz böyle mi teşekkür ediyorsunuz Allah’a, Kâbe’nin rabbine
dercesine işte bu sure bu mesajı verir. Şimdi surenin tefsirine geçebiliriz.
1-) Elem tera keyfe fe'ale Rabbüke Bi ashâbil
fiyl;
Görmedin
mi Rabbin nasıl yaptı, ashab-ı fil'e? (A.Hulusi)
1 - Görmedin
mi? Nasıl etti Rabbin ashabı fîle? (Elmalı)
Elem tera keyfe fe'ale Rabbüke Bi ashâbil fiyl
fil ordusuna rabbinin ne yaptığını görmedin mi, baksana bir fil ordusuna rabbin
nasıl muamele etti.
Fil ordusu ilginçtir, ashabul
fiyl. Burada bir nükte var gibi. Ordu file nispet ediliyor. Ordunun file nispet
edilmesi, hayvan sizden daha akıllıydı, hayvan Ebrehe den, askerlerden daha
akılıydı gibi bir nükte içeriyor dilsel olarak, belagat olarak. Yani fili
komutan seçen ordu. Filden komutanı olanların başına gelecekte budur dercesine.
Ama fil Mekke’nin üzerine onca
ısrara rağmen yürümedi. Filin bakıcısı ne kadar ısrar ettiyse hayvanı Mekke
tarafına döndüremedi. Baş fil mahmud diyorlar. Belki mamutta oradan geliyor
olabilir. İşte bu fili razı edemediler Mekke üzerine yürümeye. Hayvan sizden
akıllıydı manasına veya nüktesini içeren bu ibare aslında gerçekten de hayvanın
onlardan akıllı olduğunu gösteriyor. Onlar bilemediler ama hayvan Allah’ın
beytini yıkmak için bir adım atmamıştı.
[Ek bilgi; EBREHE’NİN FİL İLE
KÂBEYE SALDIRDIĞININ VE HELAK OLDUĞUNUN HİKAYESİ.
Rivayet edenler der ki; bu
Ebrehe’nin fil ile Mekke’yi yıkmaya varması şundan ötürüydü;
Necaşi Ebrehe’den memnun
kalınca Yemen ilinde onu padişahlıkta bıraktı. Ebrehe bu habere çok sevindi,
yoksullara sadaka dağıttı, ihsanlarda bulundu, kurbanlar kesti. Her şehirde
kiliseler yaptırdı. Kendisi San’a şehrinde Necaşi adına bir kilise kurdu ki o
diyarda ondan büyük bir bina yapılmamıştı. Sayısız mallar altınla o kilisenin
süslenmesine harcandı. Öyle bir bina yapılmıştı ki görenler şaşkına dönerlerdi,
insanoğlunun eli ile yapılmamış sanırlardı. Bu kilisenin yapılması tam dört yıl
sürdü, bina tamamlanınca o kilisenin adını Kaliç
koydular. Bu kilisenin ünü bütün dünyada duyuldu……
Araplar da bir kişiyi Yemen’e
o kiliseyi görmesi için Ebrehe’nin yanına yolladılar. O kişi kiliseyi görmüş,
seyre başlamıştı. Yemenliler onu görüp Hıristiyan olmadığını anlayarak; “ Sen
ne kişisin Burada işin ne) dediler. O Mekke’li de; “BenArap taifesindenim,
oraya Yemen meliki’nin bir kilise yaptırmış olduğu haberi geldi. Onu göreyim
hem de Arapları hac etmek için buraya getireyim diye geldim. Dedi.
Bu haberi Ebrehe’ye
bildirdiler. Ebrehe de; “ onu kiliseye alın her yerini ona gösterin, ona engel
olmayın” dedi.
Arap vakta ki kilsienin içine
girdi, orada bir şeyi gördü ki onu bütün ömründe görmemişti. Öyle lâtif
resimler nakşolunmuş, öyle cevherle süslenmiş, hele o altın salipler ki kızıl
yakutla ve incilerle zinetlenmiş olup altın zincirlerle asılmıştı. Süslenmesine
o kadar çok mal harcanmıştı ki hesabı ve kararı hiçbir zaman hesap edilemezdi.
Mekke’li kişi kiliseyi böyle
görünce şaşırdı kaldı. Sonra bir yerde durdu, çok ağladı gözyaşları döktü.
Mabedin hizmetçilerinden izin diledi. “Beni bu gece burada bırakın, burada
yatayım, ibadet edeyim.” Dedi. Onlarda izin verdiler. Oda kiliseyi sabaha kadar
bomboş buldu. Büyük abdesti gelmiş ve necisini kilisenin mihrabına ve
duvarlarına sürmüştü.
Sanah olunca bu kişi
kapıcılardan izin istedi Kiliseden dışarı çıktı hemen o saat oradan kaçtı
gitti. Yemen’li halk ibadet için kiliseye girince kilisenin içinin pislenmiş
olduğunu gördüler. Hemen Ebrehe’ye haber verdiler.
O Arap ki buraya gelmişti
kiliseye böyle böyle iş yapmış. Her halde Mekke halkı kilisemizi pislemek için
bu kişiyi göndermiş olsalar gerek dediler.
Ebrehe bu haberi alınca kızdı;
“Arapların o kutsal evini yıkmayınca ve viran etmeyince içini mırdarlıkla
doldurmayınca geri dönmemeye yemin etti. Necaşî nin bir fili vardı Adı mamud’du
he hangi orduda bulunursa o asker basılmaz, mağlup olmazdı, daima zafer kazanırdı
Hem de Habeş ilinde ondan daha büyük, ondan daha gökçek daha güzel fik yoktu.
Bütün filler ondan korkarlardı, ona daima yenik düşmüşlerdi. Habeş ülkesinde ne
kadar fil varsa o mamud fili önlerinden yürür, öteki filler onun ardından
yürürlerdi. Habeş fillerinde Ebrehe’nin 13 fili vardı ki onunla birlikte
götürülmüşlerdi…….
…. Ebrehe’nin askerleri
Mekke’ye yaklaşınca Mekke halkı toplandı. Mekke başkanı olan Abdulmuttalib’in
önüne geldiler. O Muhammed Mustafa S.A.V) in dedesiydi. Ona; “Ya Abdülmuttalib
dediler biz bu Ebrehe ile savaşamayız, işte geldi, Mekke’ye yetişti. Ne
yapalım, nice edelim, halimiz nice olacaktır. Dediler.
Abdulmuttalib; “Yapılacak iş
şudur Oğlumuzu ve kızımızı alalım, Mekke dağlarına dağılalım. Bu ev Yüce
Allah’ın evidir, yine yüce Allah’a ısmarlayalım. O’nun gücü bizden artıktır.
Gerekiyorsa evine düşmanları musallat etsin, onu yıktırsın. Gerekiyorsa onu
saklasın. Düşmanı evinin üstünden kovsun hüküm onundur Ne dilerse onu işlesin.
Dedi.
Onlar bu fikirde iken Ebrehe
Mugammes’ten 5.000 er seçti, Mekke’nin üzerine gönderdi. Esved bin Matfur
adında bir komutanı başlarına dikti ve ona; “Var Mekke’yi kuşat, dört yanını
muhasara et, insandan hayvandan ne bulursan yakala, topla bana getir. Sakın
Mekke’nin içine gireyim deme.
Esved Bin Matfur da Mekke’ye
saldırdı. Attan deveden, koyundan, sığırdan ne buldu ise sürdü. Çobanlarını
tutsak kıldı, hepsini Ebrehe’nin katına getirdi. Develerin arasında
Abdulmuttalib’in de 200 devesi vardı.
Ebrehe; O çobanları ve
tutsakları bana getirin dedi. Onlara;Mekke kavminin tedbirleri nedir diye
sordu. Bizimle savaşa girişebilirler mi, yoksa aman mı dilerler diye sordu.
Onlar da; Mekke kavminin tedbiri şehri padişaha teslim etmektir. Hiç cenk etmek
niyetinde değiller. Abdulmuttalib onlara böyle öğüt vermiştir. Dediler.
Ebrehe’nin yanında Hayyad adında Arap taifesinden bir bey vardı
ona şu buyruğu verdi; “Hemen yürü var Mekke halkına şunları söyle;
Benim maksadım Mekke’lilerin
kanlarını dökmek değildir. Benim buraya gelmekliğim bu evi yıkmak harap etmek
içindir. Ben bu işi yapmaya and içmişimdir. Kendileri emin olsunlar, hiç
korkmasınlar. Mallarından, davarlarından, oğullarından ve kızlarından ötürü
korku duymasınlar.
Ebrehe bu buyruktan sonra da;
Onların ulularını al bana getir. Göreyim o ne sıfatta bir kişidir. Dedi. Hayyad
Mekke’ye geldi Ebrehe’nin buyruğunu halka bildirdi Abdülmuttalib’i de aldı
Ebrehe’nin katına getirdi. O gün bunların Ebrehe ordusuna getirilmesiyle akşam
oldu. Ebrehe ile buluşulamadı. Abdülmuttalib o geceyi tutsak edilen Zünefer ve
nüfeyl’in yanında geçirdi. Zünefer Abdülmuttalib’in dostu idi ona;Bana bir
himmetin varmıdır ya Zünefer dedi. O da;
“ Benim elimde ne var ki ben
bir tutsak kişiyim her gün başımın
korkusu içindeyim. Ebrehe’ye, ben bu sözü söyleyemem Ama şu fil bakıcıları ki
ulu Mamud adında ki filin hizmetkarlarıdırlar. Onlar padişahın sır sahipleridir
Onların da bir büyükleri vardır, adına Enis derler, çok ta iyi kişidir. Hem de
benim dostumdur. Ona senin halini ve Araplar içinde ki saygını Ebrehe’ye
bildirmesini söyleyin. Ta ki Ebrehe de sana mertebene göre izzet ve saygı
kılsın,dedi.
Abdülmuttalib çok ulu kişiydi
halkı içinde ve bütün Arap taifesi arasında ondan daha saygın kişi yoktu. Çok
ta öz ehliydi. Cömertlikte eşi benzeri yoktu. Ne zaman bir deve boğazlasa etini
adem oğullarına üleştiridi. Devenin karnını bağırsaklarını dağlara taşıttırırdı
Onları da kuşlara, yırtıcı hayvanlara
yedirirdi. Bundan ötürü onun bir lakabı da Mut’ıminnas-ı ves Siba yani
insanları ve yırtıcı hayvanları tamlandırıcı demekti.
Zunefer o dostu olan Enis’i
yanına çağırttı. Abdülmuttalib’i ona anlattı.
Sabah olunca Enis
Abdülmuttalib’in kim olduğunu Ebrehe’ye bildirdi. Ebrehe de izin verdi
Abdülmuttalib’i katına getirdiler. O da içeri girdi. Ebrehe tahtında
oturmaktaydı Abdülmuttalib’i tahtının aşağısında oturmasına rıza göstermedi,
tahtının üstünde kendi yanında oturmasına halktan çekindi hemen tahtından yere
indi döşek üzerine oturdu.
Sonra Abdülmuttalib geldi
Ebrehe ona izzetler ve saygılar gösterdi, yanına aldı, ona nazar kıldı. Boyunu
posunu, şeklini ve şemailini yakından gördü, çok beğendi. Abdülmuttalib’in duru
ve vakarı Ebrehe’ye çok hoş geldi, tercümanına;
Onunla konuş sözlerini duyayım
dedi. Abdülmuttalib konuşurken onun sözlerinde ki açıklığı ve muhabbeti
yakından gördü. O zaman Kâbe’yi yıkmaya ve onun hürmetine gerek Kâbeyi ve
gerekse Mekke şehrini viran etmeye karar verdi.
Tercüman kişiye; “Sor bakalım
bu kişi benden ne istiyor “dedi. “her ne diliyorsa onu şimdiden kabul eyledim”.
Bu sözleri tercüman
Abdülmttalib’e bildirdi O da; “Dileğim şudur ki dünkü gün 200 devemi sürmüş
götürmüşlerdi onları bana geri versinler.” Dedi.
Ebrehe Abdülmuttalib’den bu
sözleri işitince üzüldü ve; “Ne yazık ki bu kişinin şekil ve şemailine göre
aklı yokmuş, tedbiri kötüymüş. Ben kudret ve kuvvetimle bunların Kâbe’sini
yıkmaya geldim, dünyada bunların öğünüşü bu Kâbe iledir onu viran etmek
kastımdı. Oysa ben umardım ki benden bu Kâbe’yi viran etmemekliğimi itsiye idi.
Onun hatırı için onu yıkmayayım. Kâbe’yi ona bağışlayayım, askerlerimi geri
döndürüp gideyim Kıyamete kadar da Kâbe’yi kurtarmak ona Fahir onur vereydi.
Oysa o benden Kâbe’ye hizmeti bir yana bırakıp 200 devesini istiyor. Ey kişi
ben bu Kâbe’yi sana bağışlayıp gitseydim senin nice 200 deve kazancın olurdu.
Asıl gereklisini bilmiyorsun.” Dedi.
Tercüman bunları
Abdülmuttalib’e söyledi Abdülmuttalib de şu cevabı verdi. “Bu ev benim
değildir. Onun sahibi vardır ki evini saklamasını bilir. Benim korumama
ihtiyacı yoktur. Dilerse saklasın dilerse yıktırsın benim bu arada sözüm yoktur.
Ancak ben develerimi isterim. Melik; Hemen develerimi geri verilsin” dedi.
Ebrehe de buyurdu ki
“Abdülmuttalib’e 200 devesini geri verin”. Develerini geri verdiler. O da
develerini aldı sürüp Mekke’ye geldi. Abdülmuttalip o zaman Mekke halkına;
“Varın dağılın, dağlara kaçın dedi Bu kutsal evi sahibine ısmarlayın, şehirden
gidin.
Mekke halkı da karısını
kızanını alıpMekke dağlarına kaçıp gittiler Abdülmttalib’de çocuklarını aldı
Hira dağına gitti. Vakta ki o gün geldi, sabaha erildi Mina yakınında kondu
Mekke’nin halinden haber sordu Ona;Halk dağıldı gitti, şehirde kimse kalmadı
dediler. Ebrehe o zaman buyruk salarak;
“O mamud filini ve öteki
filleri Mekke’ye sürünüz Kâbe yıkılsın harab edilsin. Mekke şehrini de yıkınız”
dedi. Ama kimseye ziyan verilmeden. Oradan gidilsin.
Mamud fili Mekke’ye yönelince
harem sınırına gelince bir adım daha adım atmadı, yerinde durdu. Ne kadar
uğraşıp onu dövdüler, başına vurdularsa da çare olup ileri gitmedi. O durunca
da öteki filler de yerlerinde durdular.
Sonra yüce Allah Ebabil
kuşlarına emreyledi, deniz kıyısına indiler her birisi üçer parça balçık
aldılar, ağırlıkları mercimek kadardı. İki tanesini iki ayağı ile bir tanesini
de burunları ile götürüyorlardı. Hava boşluğunda Ebrehe’nin askerlerinin üstüne
gelince Yüce Allah’ın emri ile Cehennemden bir parça yalın (ateş) belirdi, o
balçık parçalarına dokundu onları taş haline getirdi. Ebabil kuşları da o
taşlar henüz kızgın iken her taşı bir kâfirin tepesine bıraktılar. Bu taşlar o
anda kime dokundu ise gövdesini ateş sardı, vücutları kabardı, etleri parça
parça oldu, etleri yere döküldü.
Ebrehe’nin ordusu o hale geldi
ki her asker kendi başının çaresine düştü, kimi öldü, kimisi dağıldı, kaçtı.
Kaçanlarında kimisi yolda öldü, kimisi Yemen’e vardı orada öldü. Ancak başına
taş düşmeyenler canlarını kurtarabilmişlerdi.
Ebrehe’nin de başına bir
ebabil kuşu taşı indi. Gövdesi şişti Yemen’e gelinceye kadar acı çekti Oraya
gelince gövdesi parça parça olarak can verdi. O filler yine geriye dönüp
kaçtılar Onları Yüce Allah sakladı böylece selamet buldular kurtuldular.
Abdülmuttalib’e ve Mekke
kavmine bu hal haber verildi yine hepsi Allah’ın evi olan Beytullah’a geldiler.
Herkes yerli yerinde karar kıldı. Bu olaydan dolayı Abdulmyttalib’in Arap
içinde hürmeti ve izzeti arttı. Kâbe’nin Allah’ın evi olduğu iyice bilinip
anlaşıldı ki ona kötü niyette bulunanı Hak Teala helak eder. Bundan ötürü
Abdulmuttalib’e manevi kazancı da bol oldu. (Tarih-i
Taberi-Ebu Cafer Muhammed bin Cerir’üt Taberi Cilt 2/531-540)]
Süheyli 570 yılının şubat ayında
gerçekleştiğini söyler. Nebinin doğumundan 50 gün öncesine denk geliyor,
muharrem ayına bu olay.
2-) Elem yec'al keydehüm fiy tadliyl;
Onların
tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? (A.Hulusi)
2 - Kılmadı
mı tedbirlerini müstağrak tadlîle.. (Elmalı)
Elem yec'al keydehüm fiy tadliyl Allah
onların entrikalarını saptırmadı mı. Yani kendi başlarına dolamadı mı fiy
tadliyl aslında. tumturaklı gerekçelerin ardında gizli emeller sakladıklarını
gösteriyor keyd ifadesi burada. Onların gizli emellerini, amaçlarını boşa
çıkarmadı mı, amaçlarından saptırmadı mı onları, fiy tadliy bu. Dolayısıyla
Ebrehe kiliseye yapılan sabotajı bahane etmişti. Fakat Ebrehe’nin zihninin
arkasında Kâbe’yi yıkıp Kâbe’nin ticari potansiyelini San’a ya aktarmak vardı.
Burada ki keyd kelimesi bize bunu veriyor aslında.
Barış operasyonu falan derler ya
hani günümüzün süper güçleri. Giderler konvansiyonel ve konvansiyonel olmayan
silahlarıyla mahvederler, altını üstüne getirirler, binlerce, on binlerce
masumu öldürürler adına da barış operasyonu koyarlar ya onun gibi. İşte keyd bu
aslında. Entrika, hile, görünenin arkasında görünmeyen sebepler var, gizli
gayeler var, gizli niyetler var. Ama ne yaptı Allah o gizli niyetlerini
başlarına doladı yani kendi, kendilerinin kazdıkları kuyuya düştüler.
3-) Ve ersele aleyhim tayren ebâbiyl;
İrsâl
etti üzerlerine tayrân ebabil'i (Ebabil kuşları). (A.Hulusi)
3 - Saldı
da üzerlerine sürü sürü kuşlar (Ebâbil). (Elmalı)
Ve ersele aleyhim tayren ebâbiyl ve
O, Allah onların üzerine ebabil kuşlarını gönderdi. Aslında tayr; kuş diye
çevrilebilir mi buna bakalım. Tayr havada intikal eden herşey demektir. Peki
ille de kuş mu diyeceğiz? Hayır, tayr dan sadece kuş anlaşılmadığı 6. surenin,
yani En’am/38. ayetinde ayrıca kanat zikredildiğinden anlıyoruz. Demek ki kanat
şart değil burada. Ayrıca kanat zikredilmediğine göre bu ayette kanatlı olması
şart değil, havada intikal eden her şey, küçük veya büyük. Havanın içinde
intikal eden her şey akla gelir.
Ebabil; Aslında bu kelime bülbülü
de çağrıştırıyor, ki bülbül de Arapça bir kelime belbele den geliyor. Yani
böyle bir yakınlığı var sadece dikkat çekmek istedim.
Aslında; Ve lillâhi
cünudüs Semavati vel'Ard. (Fetih/7) göklerin ve yerin orduları
Allah’ın emrindedir. Ayeti kerimesini hatırlatıyor.
Yine; ve ma ya'lemu
cunûde Rabbike illâ HU. (Müddessir/31) Allah’ın ordularını O’ndan
başka kimse bilmez ayetini hatırlıyorum ben.
Bu Ebabiller
farklı tefsirlere konu olmuş. Bunlar kuştur denilmiş, bunlar taştır denilmiş,
bunlar mikroptur denilmiş, bunlar havada intikal eden başka şeylerdir denilmiş
vs. vs. Veyahut ta bir yanardağın püskürttüğü lavlardır denilmiş vs. Bütün
bunlar müfessirin ufku nispetinde yaptığı açıklamalar. Ama biz bunların
Allah’ın ordularından bir ordu olduğunu, Allah dilerse kendine karşı açılmış
savaşta, yarattığı her şeyi istihdam edebileceğini görüyoruz. Bu da onlardan
biridir.
Bizzat neye
tekabül ediyor olursa olsun mesele ortadadır ve Allah’a karşı savaş açan güç
helak olmuştur, hadise budur.
Ebabil kuşu nedir? Ebabil kuşu
tüm yaşamı boyuca uçan ve sadece üremek ve yavru beslemek için yere inen
kainatın en gizemli kuş türlerinden birisidir. Birçoğunuz aslında ebabil
kuşlarını biliyorsunuz. Halk dilinde bu kuşlara baharın habercisi
denilmektedir. Sanırım bunu söyledikten sonra yazımıza konu olan kuşların hangi
kuş olduğunu daha iyi anlamışsınızdır. Gelin ebabil kuşlarının hayatına
birlikte göz atalım.
Ebabil kuşları görünüş
itibariyle kırlangıçlara benzer. Hatta birçok kişi ebabil kuşlarıyla
kırlangıçları karıştırmaktadırlar. Ebabil kuşları yapısal olarak
kırlangıçlardan daha itidir. Kanatları daha çatallı ve kuyrukları daha uzundur.
Ayrıca kırlangıçlar uçarken kanat çırpar.
Ebabil kuşlarının temel
özelliği ise kanat çırpmadan uçmalarıdır yani uçma işlemini süzülerek
gerçekleştirirler. Ebabil kuşları çok nadir yere ayak basarlar. Eğer bir ebabil
kuşunu yerde gördüyseniz ya yem yemek için yere inmiştir ya da kendisine bir
yuva arıyordur. Ebabil kuşları yuva olarak yüksek binaların çatılarının köşe
noktalarını seçer. Diğer kuşlara göre çok hızlı ve ürkektirler. Bir canlı
kendilerinden ne kadar küçük olursa olsun her daim ondan kaçmaya çalışırlar. Bu
özellikleri de kimi kuş severler tarafından bu kuşlara korkak kuş denilmesine
neden olmuştur.
Ebabil kuşlarının ortalama
yaşam süresi 20 yıldır. Herhangi bir hastalığa yakalanmama ve ya vurulmama
durumda bu süre zarfında hayatlarını devam ettirebilirler. Ebabil kuşları çok
keskin bir göz yapısına sahiptir. Gündüzleri onları uçarken havada görmek
neredeyse imkansızdır. Çünkü çok yüksek uçup yiyecek ararlar.
Bazı kişiler ebabil kuşlarının
uyku ihtiyacını bile gökyüzünde gerçekleştirdiğini söylemekte. Ancak bu durumun
kanıtlanmış bir verisi bulunmamaktadır. Ebabil kuşlarına rastlamak istiyorsanız
geceleri özellikle ilkbahar akşamlarında gelen kuş seslerini takip etmenizi
tavsiye ederiz. (mukaddertoprak sorgu sitesi)]
4-) Termiyhim Bi hıcâretin min sicciyl;
Atıyorlardı
onlara, kurumuş çamurdan taşlarını. (A.Hulusi)
4 - Atıyorlardı
onlara «siccil» den taşlar. (Elmalı)
Termiyhim Bi hıcâretin min sicciyl
onlar sicciyl den taşlar atıyorlardı, fırlatıyorlardı. Sicciyl; Taş kesilmiş balçık türü şeylerdir diye çevirebilirim. O
zaman ayeti şöyle manalandırmalıyım; Onlar taş kesilmiş balçık türü
tanımlanamayan cisimler veya tanımlanamayan şeyler atıyorlardı diye
çevirmeliyim. Neden? Bi hıcâretin;
bu bildiğimiz taş olsaydı eğer Bil
hıcâra, “lam” ı tarifle marife gelirdi. Belirlilik takısıyla gelirdi.
Bildiğimiz taş değil bunlar. Bi
hıcâretin diyor, belirsiz, tanımlanamayan, yani taş türünden, ama
tanımlanamayan şeyler. Demek ki bizim bildiğimiz cinsten değil bunlar.
Min sicciliyn; yine bu da
belirsiz gelmiş. Yani sicciyl i sengiyl olarak Farsça aslından gelme bir kelime
olarak okuyanlar da var. Aslında tesciyl den geliyorsa sicciyl, tesciyl
mastarından üretilmişse güdümlü, adrese teslim manasına gelir. O da olabilir.
Yine bu kelime eğer secl den türetilmişse, kova manasına gelir -ki Alusi bunu
zikretmiş- kovalar dolusu, bakraçlar dolusu bela indiriyordu. Yani kova kova
bela yağdırmak manasına gelir.
[Ek bilgi; Siccîl, dünya semasına
da isim olarak verilmiştir. Ayrıca Cehennemde bir vadinin ismidir ve bu sebeple
Cehennemin taşlarına da siccîl denilir. Cenab-ı Allah, kiremitten daha sert
çamurdan pişmiş taşları (siccîl'i) kuşlara attırması neticesinde onların
bedenlerinin delik deşik edilerek kırılıp serilişlerini "asf-ı
me'kül" (yenmiş ekine) yani hayvanlar ve böcekler tarafından yenip
çiğnenmiş, lime lime olup özleri çekilmiş ekin ve yapraklara
benzetmiştir.(Besâiru-l Kurân-Ali Küçük)]
Lût kavminin helaki anlatılırken
Hud/82. ayetinde sicciyl; Zariyat/33. ayeti ile karşılaştırdığımızda min dıyn
ile aynı kelimeye, aynı manaya geldiğini görüyoruz. Hud/82 ile Zariyat/33. yan
yana koyduğumuzda birinde aynı kavmin
sicciyl ile, diğerinde min dıyn, yani çamur, katılaşmış çamur ile. O zaman biz
bunu yine taş türü, yani çamurdan yapılmış taş türü şeyler, tanımlanamayan
şeyler diye çevirebiliriz. Her ne olursa olsun tanımlanamaması esas. Yani
rabbimiz onları helâk etmiş.
5-) Fece'alehüm ke'asfin me'kûl;
Nihayet
onları yenmiş ekin yaprağı gibi kıldı. (A.Hulusi)
5 - Derken
kılıverdi onları bir yenik hasıl gibi. (Elmalı)
Fece'alehüm ke'asfin me'kûl ve Allah
onları yenilmiş ekine, yenilmiş, biçilmiş, yeri de yakılmış hatta ekine
çevirdi. Tarihçilerimiz ve kaynaklarımız ilk defa o bölgede çiçek hastalığının
bu olaydan sonra görüldüğünü söyler. Ordu öylesine, daha saldıramadan dağılmış
ki, ordunun içerisine salgın bir hastalık gibi veya ölümcül bir, sanki kıran
girmiş derler ya böyle bir tabirimiz vardır ya Türkçede Kıran girme, kıran
girmişti. Hatta Hz. Aişe; ben diyor filin seyisini Mekke’de kör bir halde, kör
ve kötürüm, eli ayağı tutmaz, yürüyemez bir halde dilenirken gördüm diyor.
Demek ki o, o zamana kadar
yaşamış. Ebrehe de zaten yine bu kıran sırasında hastalanıyor ve yolda ölüyor.
Dolayısıyla bir şeyler oluyor. Ortada kesin olan sonuç bu ordu Kâbe ye
saldıramadan kırılıyor. Ta Yemen’den Mekke’ye
geliyor, fakat Mekke’nin önünden Kâbe’ye gelemiyor, saldıramıyor.
Hatta çok ilginçtir Taif’ten
birileri bu ordunun yolunu gösteriyorlar, yani rehberlik yapıyorlar. Taif’e
saldırmasınlar diye onlara şirinlik gösterisinde bulunuyorlar ve birileri kendi
bölgelerine ihanet etme pahasına kısa ve kestirme yolu onlara göstermek
maksadıyla önlerine düşüp Mekke önlerine kadar getiriyorlar. Ve bu ordu
kırıldıktan sonra o Taif’lilerin, yani Ebrehe’nin ordusuna yol gösteren
Taif’lilerin mezarını müşrikler on yıllardan beri her yıl o günlerde taşlama
merasimiyle taşlarlarmış.
Fakat ilginç, dün Ebrehe’nin
Kâbe’ye yaptığını bugün kendileri Kâbe’nin inancını, itikadını, Kâbe’yi bina
eden İbrahim peygamberin itikadını temsil eden Muhammed A.S. a yaparlar. Yani
nasıl Ebrehe Kâbe’ye saldırmışsa onlarda peygambere saldırırlar. Bu sure
aslında şunu söylüyor; Ebrehe Kâbe’yi nasıl yıkamadıysa siz de Muhammed’i öyle
yıkamaz. Eğer bunda ısrar ederseniz sizi de yenilmiş ekine çevirir. Başınızda
ki o fillerinize bakmaz, fil gibi reislerinize bakmaz hepinizi yenilmiş ekine
çevirir. Allah’ın ordularının sayısını O’ndan başka kimse bilmez. İbret alın,
ders alın manasına geliyor.
Sadece onlara mı? Hayır,
hepimize, tüm çağların Ebrehe’lerine. Çağında kutsallara saldırı için harekete
geçen, dokunulmaz şeylere, masum canlara -ki onlar kutsaldır-. Masum canlar,
çocuklar, kadınlar yaşlılar, mabedler kutsaldır. İşte masum ve dokunulmaz olan
şeylere saldırı için harekete geçen her çağın Ebrehe’leri, ordunuzun en önünde
fillerde olsa, filler gibi hiç kimsenin tahrip edemeyeceği tanklar da olsa,
uçaklar da, bombalarda olsa fark etmez. Allah’ın orduları vardır, eğer Allah’a
savaş açarsanız sizinle baş eder ve yenilmiş ekine dönersiniz. Mesaj budur
aslında. Bu mesajı alırsak bu sureyi gerçekten okumuş oluruz.
{ve ahıru da'vahüm enil Hamdu Lillâhi
Rabbil alemiyn. (Yunus/10)}
Dualarının sonu da "Âlemlerin Rabbi Allah'a
hamdolsun." diye şükretmek olacaktır.(Elmalı)}
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder