İlâhi hamdini sözümüze Sertaç ettik, zikrini kalbimize mirac ettik,
adını gönlümüze minhac ettik. Biz yoktuk var ettin. Varlığından haberdar ettin,
aşkınla gönlümüzü bî karar ettin. Hidayetine sığındık, kapına geldik. İnayetine
sığındık lûtfuna geldik. Kulluk edemedik, affına geldik. Bize Hakkı duyur,
hakikati öğret. Gerçeği göster, gerçeği söyle. Sen göstermezsen biz göremeyiz.
Sen söyletmezsen biz söyleyemeyiz. Sevdir bize hep sevdiklerini, yâr et bize
erdirdiklerini. Sevdin de habibini kâinata gönderdin, Muhammed Mustafa kıldın,
server-i enbiya kıldın, şefi’i ruzi ceza kıldın. Her türlü salât ona, onun âl
ve ashabına olsun yarab.
Sevgili dostlar uzun bir maraton
olan tefsir derslerimizin bu ilk dersinde ölümsüz bir tefsirin yazarı olan
değerli bir müfessirimizin tefsirinin girişinde ki bir dua ile başlamayı
anlamlı buldum. Ta gönülden amin dediğim bu içten duayı tefsire giriş olarak
işleyeceğimiz bugünkü dersin de bir girizgâhı olarak okudum.
Bugün tefsir derslerimizin,
Kur’an derslerimizin ilki olan bu derste size tefsir değil, tefsir ilminin
usulü hakkında, tarihsel gelişimi hakkında, anlama ve yorumlamanın mantığı
hakkında bir takım temel bilgiler vermek istiyorum. Çünkü Usül tüm ilimlerin
olmazsa olmazıdır. Onun için eskilerin eskimez bir sözü vardır; Usulsüzlük,
vusulsüzlüktendir. Yani vasıl olamayış amaca ulaşamamak, usul bilememekten
dolayıdır. O sebeple bir ilim, ilim olabilmesi için bir disiplin, müstakil bir
disiplin olabilmesi için, bir metodolojiye ihtiyaç duyar.
Aslında yöntem, metot bir Sünnetullahtır.
Sünnetullah’ta Allah’ın yöntemi değil midir. Yöntemsiz başarı düşünülemez.
Yöntemsiz bir ilim ve disiplin düşünülemez. Hele bu ilim Kur’an ı anlamanın
ilmi olan tefsir gibi önemli bir ilimse, böyle bir ilmin yöntemi, metodolojisi
olmasın mı. İşte bugün ilk dersimizde biz 1.400 yıllık müthiş bir geleneğe ve
kütüphaneleri taşıran muazzam bir birikime sahip olan ve belki de dünya ilim
tarihinde eşine ve benzerine bir başka medeniyette rastlanmayan tefsir usulü
üzerinde duracağım.
Varlık kategorileri İslâm ilâhiyatında
üç ana başlık altında değerlendirilir.
1 – Zorunlu varlık.
2 – Mümkin varlık,
3 – Muhal varlık.
Zorunlu varlık, vacip varlık
Allah’tır, yaratıcıdır. O’nun varlığı bir başkasının varlığında mebni değildir.
O kendi başına vardır, bizatihi vardır, varlığının öncesi ve sonrası yoktur
varlığı bir başkasının varlığına muhtaç değildir. O’nun dışında var olan her
bir şey, O’nun varlığının ispatı ve delilidir. Onun içindir ki Kur’an da
spesifik olarak hiçbir ayet bulamazsınız Allah’ın varlığını ispat eden. Çünkü
Allah’ın varlığını inkar, ilahiyatın konusu değildir. Psikolojinin ve tıbbın konusudur.
Çünkü bir ruh hastalığıdır. Böyle bir şey ancak klinik vaka olarak tedavi
edilmelidir. Çünkü bir insan kendi varlığını inkâr etmeden Allah’ın varlığını
inkar edemez.
Gerçi Allah’ın varlığını inkar
edenler de inkar ettikleri Allah’ın yerine mutlaka peydahlanmış bir tanrı
koymak zorunda kalıyorlar ve o tanrıya da “tesadüf”
ismini veriyorlar. Oysa ki bu muazzam alem, muazzam kainat, bu alemdeki her bir
şeyin muhteşem işleyişi, birbiri arasındaki o muazzam ilişki ve yine insanın
kendi bünyesinde gerçekleştirilen o muhteşem ilişki. Hep bütün bunlar Allah’ın
kudretinin, varlığının, birliğinin en büyük delilleridir.
Onun için Kur’an Allah’ı ispat
sadedinde herhangi bir gayrete girişmez. Kur’an ın bu alanda söylediği şey
Allah’ın yanında başka tanrılara yer vermek, yani şirk olgusuna karşı Kur’an
daima tevhidi savunur. Yoksa Allah’ın bizatihi varlığını ispat için bir tek
ayet gösterilemez. Çünkü bu lüzumsuzdur, gereksizdir. Onun için Kur’an da İhlas
suresi diye bildiğimiz;
Kul HUvAllâhu
Ehad. (İhlas/1) Allah vardır diye başlamaz, Allah birdir diye
başlar, tektir diye başlar. Çünkü varlığı; ispatı gerekmeyen bedihi bir
hakikattir. Eğer varlık aleminde bir tek hakikat varsa o da Allah’ın
varlığıdır.
İkinci Kategoride mümkün varlık
yer alır. İnsan da işte bu kategori içinde değerlendirilir. Mümkün varlık, yani
varlığı bir başka varlığa dayalı olan, varlığını bir başka varlığa borçlu olan
varlık. İşte tüm mahlukat mümkin varlıktır. Çünkü kendi başına var değildir,
kendi başına var olamaz, kendi başına varlığını sürdüremeyecektir. Allah’a
muhtaçtır, bir başka zata muhtaçtır. Bir başka zat onu var etmiştir. Varlığını
sürdürmesi için sürekli ona ihtiyaç durmaktadır. İşte onu mümkin varlık kılanda
budur.
İnsan mümkün varlık kategorisinin
zirvesinde yer alır. Yani mahlukatın ekseninde insan, mevcudatın ekseninde
Allah yer alır. Mevcudatın, tüm varlıkların ekseninde ve zirvesinde yer alan
Allah, yaratıklarının en önünde de insanı koymuş ve onu şerefli bir varlık
olarak yaratmıştır.
Üçüncü varlık yani aslında varsayım,
muhal varlıktır, yoktur, yokluktur yani. Var kabul edilir. Niçin böyle bir
üçüncü kategoriye ihtiyaç duyuldu derseniz İslâm ilahiyatında, Hâlık ve mahlûkun
dışında bir alem yoktur. Eğer ille de bir şey var diyecekseniz o yokluktur.
Yokluk karanlığa bedeldir. Varlık
aydınlığa. Aydınlığın bir kaynağı vardır. Varlık aydınlığının kaynağı
Allah’tır, ışığını Allah’tan alır. Allâhu Nûrus Semâvâti vel Ard. (Nûr/35)
budur işte. Allah göklerin ve yerin nurudur. Ama O’nun karşısında karanlık yer
alır. Karanlık aslında yoktur, muhaldir, farzı muhaldir. Işığın yokluğuna
karanlık denir. Aydınlığın yokluğu halidir karanlık. Yoksa bizatihi kendi
başına var değildir. Onun içinde karanlığın kaynağı olmaz. İman ve
Tevhid aydınlığa, Küfür, şirk ve batıl da karanlığa benzer.
Bu varlık kategorileri
açıklamasından sonra mümkin varlığın zirvesinde oturan insan, Allah’ın
kendisine şuûr verdiği bir varlıktır. Mevcudatın ekseni olan Allah, Mahlûkatın
ekseni olan insana özel bir muamele yapmıştır. Onu yer yüzünde halife olarak seçmiş
ve onunla konuşmuştur. Allah’ın insana verdiği o özel yeteneği biz Allah’ın
ikramı olarak görüyoruz ve Kur’an da bize bunu böyle söylüyor.
Ve lekad
kerremna beniy Adem. (İsra/70) Biz Ademoğluna, insanoğluna kat kat
ikram ettik. Kerremna nın anlamı kat
kat ikram ettik.
Peki
Allah’ın insana olan kat kat ikramı nedir diye soracak olursak;
1 – Fıtrattır. Allah’ın insana ilk
ikramı fıtrattır. Yani doğası, temiz doğası. Allah bu fıtratı Kur’an da şöyle
vurgular;.
fıtratAllâhilletiy
fetaren Nase aleyha. (Rûm/30) İnsanları
üzerinde yaratıldığı fıtrat, Allah’ ın fıtratı, yani temiz bir fıtrat, pak bir
doğru. İşte Allah’ın insana ikramı, ilk ikramı bu temiz fıtrat, yani temiz
vicdandır. Eğer başka bir ikram olmasaydı insan doğruyu yanlıştan bu temiz
fıtrat ve vicdan sayesinde ayırması gerekirdi. Ama Allah ikramını da bununla da
sınırlı tutmayıp bunun üzerine 2. bir ikram daha etti ve insana;
2 – Duyuları ve şuûru verdi. İnsan şuûrlu bir varlıktır, duyularını şuûrlu bir biçimde
kullanan tek varlıktır. Onun için de insanı diğer canlılardan ayıran şuûrudur.
Bir
fare için peynir peynirdir, ama bir insan için peynir, peynir değildir sadece.
Onun için bir fare peynirin nerede olduğuna bakmaz. Tuzağa onun için yakalanır.
İnsan fare gibi görmez peyniri, sadece peyniri değil, peynirin altındaki tuzağı
da görür, O peynir nerede sorusunu sorar insan, niçin orada sorusunu sorar
insan. Bunu soran sadece insandır. Oraya niçin yerleştirmişler diye sorar
insan. Onun için fareyle insanı ayıran temel özellik işte bu şuûrdur. Allah’ın
bir lûtfudur insana.
3 –
Üçüncüsü Allah insana olan ikramını bu kadarla da sınırlamamış, bir üçüncü
ikram daha vermiş; Akıl. İnsan
akıllı bir varlıktır. Aklıyla iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan güzeli çirkinden
ayırandır ve;
4 -
Allah insana olan ikramını, bu üç kevni ikramın üzerine bir dördüncü ikram daha
yapmış ki o da şer’i ikramdır. Nedir? Vahiy.
Allah insanla konuşmuş. Oysaki ilk 3 ikramı insanın doğruyu bulması için
yeterliydi. Ama rahman ve rahim olan Allah, insana olan şefkatini, merhametini,
sevgisini işte bir dördüncü biçimde, yani vahiy biçiminde göstermiş.
Tabii
ki bu kadar ikram edilen insanın, bu kadar hak tanınan insanın sorumluluktan
azade olması düşünülemezdi. Eğer bir yerde hak varsa orada sorumlukta olmalıydı.
Onun için insan varlık içerisinde en çok sorumluluğu olan bir varlıktır. Bu
sorumluğu Kur’ an’ dan da anlıyoruz;
Eyahsebul'İnsanu
en yutreke süda. (Kıyamet/36) İnsan başıboş bırakılacağını mı
sanıyor. Yine başıboş bırakılmayacağını sanan, bilmesi gereken insana irade
verildiği Kur’an tarafından hatırlatılıyor ve deniliyor ki;
Elem nec'al
lehû 'ayneyn. (Beled/8) biz ona bir çift göz vermedik mi?
Ve lisanen ve
şefeteyn. (Beled/9) aslında bakınız bir çift göz diğer canlılarda da
var. Hayvanlarda da var. Ancak ayetin arkasını dinlediğinizde insana verilen
gözün çok farklı bir fonksiyonu olduğunu da anlarsınız. Ve lisanen ve şefeteyn ve bir dil ve bir çift dudak. Konuşmak için
bir çift dudak vermedik mi?
Ve
hedeynahünnecdeyn. (Beled/10) ve bunlarla donattıktan sonra insanı
iki yolun ağzına getirip bırakmadık mı. Yani iki yöne doğru yönelttik. Çatal
bir yol. Ve hedeynahünnecdeyn.
Felaktehamel'akabete.
(Beled/11) Ama insan yükü yüklenmedi. Buradaki yük sorumluluk. Buradaki yük
hakikati taşıma sorumluluğu. Buradaki yük gözün, dilin ve dudakların işaret
ettiği bilinç, akıl ve idrak sorumluluğudur. Çünkü
göz mecazi olarak nazara delalet eder, araştırmaya delalet eder, ya gözlemle bilirsiniz
bir şeyi, ya işitmeyle bilirsiniz bir şeyi, ya da sezgi ile bilirsiniz. Sezginin
merkezi kâlp, gözlemin merkezi göz, işitmenin merkezi kulaktır. İşte bu nokta
da Kur’an bize verilen bu hassaları hatırlatarak bizim sorumluluğumuzun ne
kadar büyük olduğunu söylüyor. İnsan, yine bir başka ayette;
.. imma şakiren ve
imma kefura. (İnsan/3) iki yolun ağzına
bıraktık insanı. Ya küfreder, ya şükreder. Ya iman eder, ya da inkar eder. Bu
iradenin, insana verilen iradenin en büyük delili. İnsan iradesi sonucunda
seçiminin sahibidir ve seçiminin sonucunda da ya ödüllendirilir, ya
cezalandırılır.
İşte bu anlamıyla dini kavramların tümünü yan yana dizersek,
din, sırat, tarîk, şeriat, hepsi yol ve yolun türevleri anlamına gelir. İnsanda
bir yolcudur, yolcu. Müebbet bir yolcu, ebedi bir yolcu, uzun yola çıkmaya
hüküm giymiş bir yolcu. Din de işte insanin yürüyeceği, yürümesi gereken
yoldur. Çünkü Allah eğer insana sen yolcusun demişse onu yolsuz bırakması
düşünülemez, “ben yolcuysam yolumu göster ya Rabbi” diyen insana; “İşte kulum
sana yolunu da gösterdim hangi yolda
yürüyeceğini de gösterdim, yürüyeceğin yolun işaretlerini de verdim”
demiştir. Din bu manada bir hayat tarzıdır. Bir yaşam biçimidir. İslam ebedi
yolculuğun ebedi ilkelerine verilen isimdir.
Peki
İslam bu manada ne zaman başladı diye soracak olursak, tek bir cevap
verilebilir, Allah insan la konuşmaya başladığında başladı. İslam’ın başlama
tarihi, Allah’ ın insanla konuşma tarihine eşittir. Buradan yola çıkarak sunu
hemen söyleyebiliriz, İslam hiçbir peygambere verilmiş özel şeriatın adı
değildir, İslam zamanlar ve zeminler üstü insanlığın değişmez değerleridir.
Bilinen
ve bilinmeyen peygamberler sadece İslam’ın peygamberidir. Bilinen ve bilinmeyen
tüm kitaplar, sadece İslam’ın kitabıdır, onun için İslam sadece belli bir
zümrenin, sadece belli bir ümmetin, sahip çıkacağı ipotek altına alacağı, mevzi
bir inanç sistemi değil; İslam tüm insanlık tarihi boyunca, doğruyu hakkı hakikati temsil eden değişmez değerlerin
tek adıdır.
Kur’ an
bu gerçeği söyle vurgular. 18 peygamberi
sayar. En’am suresi 90. ayete kadar18 peygamberi sayar; Nuh peygamberi, İbrahim
peygamberi, Lût peygamberi, Musa peygamberi, Elyesa peygamberi, Yunus
peygamberi, İsa peygamberi. Bir çok peygamberi sayar ve en sonunda döner ve son
peygambere der ki;
Ülaikelleziyne
hedAllâh. (En’am/90) İşte bütün bu sayılan peygamberler ve daha
sayılmayanlar da Allah tarafından bir hidayet üzeredirler. Yani Allah’ın
yönlendirdiği yol üzerindedirler ve muhataba dönülerek; fe Bi hüdahumuktedih. (En’am/90)
sen de bunların yoluna uy. Yani sen kendinle
başlayan bir surecin mübeşşiri değilsin, sen senden evvel insanlık tarihi ile
yaşıt bir surecin son müjdecisin.
Peygambere
nübüvvetin hiç kesilmeden akan bir ırmak olduğu hatırlatılıyor. Ve deniliyor ki
sen de senden önce ki gidenlerin yoluna tabi ol. İşte onun için Resulallah
kendisinden evvelki peygamberlerin bir devamı olduğunu sık sık hatırlatmış ve “Ben bir türedi değilim.“ demesi istenmiştir Kur’an da.
Hidayet,
biraz önceki ayette ve diğer ayetlerde
geçen hidayet nedir? Allah’ ın yönlendirmesi nedir diye soracak olursak,
öncelikle hidayeti insanın Allah’ tan isteyebileceği en büyük nimettir diye
tanımlamak lazım. Yani bir insan Allah’ tan bir tek şey isteyecekse eğer, o bir
tek şey;
İhdinasSıratal'müstakıym
(Fatiha/6) olmalıdır. Bizi hidayete,
dosdoğru yola ulaştır, bize dosdoğru yola ulaşacak bir şuûr diriliği ver. İşte
Allah’ tan insanın isteyeceği bir tek şey olsaydı eğer, o da hidayet olmalıydı
diyor. Bu manada hidayet, Allah’ın insana şefkat ve merhametidir. Allah’ ın
insana şefkat ve merhameti, rahman ve rahim olan Allah’ ın insana şefkati,
merhameti.
Vahy:
Allah’ ın dil dışı yöntemlerle insanla konuşması, insana mesaj iletmesidir ve
vahy Allah’ ın en büyük hidayetidir. İhdinasSıratal'müstakıym
diyen insana;
Zâlikel Kitâb'u lâ raybe fiyhi hüden lil
muttekıyn. (Bakara/2) diye vahyin kitabı uzatılmaktadır.
İşte bu
kitap kendisinde şüphe bulunmayan bu kitap Allah’ a karşı sorumluluk duyanlar
için hidayettir. Onun için Vahy mahza (tek) hidayettir.
Vahy nedir: Biraz öncede tanımladığım gibi Allah’ ın dil dışı yani
göstergeler olmaksızın sözsüz bir bildirimidir, insanla konuşmasıdır. Bu teşri-i
kanundur.
Bir de tekvini kanun vardır. Tekvini kanun, kâinatın tabi olduğu
yasadır. Kâinata bakın Allah’ ın tekvini kanunları üzerinde durur. O halde
statik bir kadere sahip olan kâinatın nasıl kanunları varsa, dinamik bir kadere
sahip olan insanın da tabi olduğu birtakım kanunlar olmalıydı değil mi? Dinamik
bir kadere sahip olan insanın tabi olduğu kanunlar da dinamik, statik bir
kadere sahip olan tabiat ve doğanın sahip olduğu kanunlar da statiktir.
Onun
için insanın tabi olduğu kanunlar tıpkı dinamik bir kadere sahip olusu gibi
dinamiktir. Onun için Allah insanlık tarihinin uzun yürüyüşü boyunca birden çok
peygamber, birden çok kitap göndermiştir, Allah insanla, insanlık yürüyüş
destanı boyunca sık sık konuşmuş, insana sık sık mesaj yollamıştır.
Vahiy
Allah’ ın adem oğluna kat kat ikramının en sonuncusudur, hani; Ve
lekad kerremna beniy Adem.(İsra/70) buyruluyordu. Biz adem oğluna kat kat ikram ettik, İşte o kat kat
ikramın bir katı en son katı vahiydir. Vahyin inişini ifade eden İNZAL, TENZİL lafzı lügat olarak ikram
manasına gelir. Onun için Araplar, misafire ikram ettikleri yemeğe nüzul derler,
İlginç,
onun için görüyorsunuz Kur’an da biz bir şeyi indirdik, inzal ettik ifadesi
geçtiği yerde, siz bundan insana ikram ettik, insana hediye ettik, insana
lütfettik anlamını çıkarmalısınız. O nedenle Kur’an da inzal, tenzil ifadeleri,
demir için kullanılır. Demiri indirdik, hayvan için kullanılır, 8 çift hayvan
indirdik. Su için kullanılır, su için kullanıldığında, gökten yere doğru
yağdığı için, belki kelime olarak mantığına uygun düşüyor. Ama bu kelime dağ
için kullanıldığın da, demir için kullanıldığın da, elbise için kullanıldığın da, ki Kur’ an da elbise için,
elbise indirdik. Elbisenin gökten inmediğini biliyorsunuz. Demirin gökten
inmediğini biliyorsunuz. ???
O halde
bütün bunları aslında doğru bir biçimde ayet indirdik, melek indirdik, hepsini
birden insana ikram olarak, bir kerem olarak verdik ki; İşte
Ve lekad kerremna beniy Adem. (İsra/70) de ki insan oğluna kat kat
ikram ettiğinin en büyük anlamı da burada yatmaktadır. Birincil anlamı. Vahiy
insanoğluna Allah’ın en büyük ikramıdır.
Meryem
suresi 11. ayette. Zekeriya (A.S.) için kullanıldığı gibi Vahy, “Söz
kullanılmadan bizim kullandığımız göstergeler, kelimeler kullanılmadan bir
mesajı, söz dışı bir biçimde birine bildirmeye denir,”
.. feevha
ileyhim.. (Meryem/11) deniliyor mezkur ayette. Onlara Vahy etti, bildirdi oysaki, Meryem suresinin 10.
ayetinde Zekeriya (A.S.)a insanlarla konuşmaması emrediliyor. 3 gün insanlarla
konuşmaması ve insanlara da bunu söylemesi, yani; “Ben sizinle üç gün konuşmamak üzere sükut orucu tutmak
zorundayım, tutmakla emr olundum,” işte bunu insanlara ifade etmesini.. feevha ileyhim..
biçiminde veriyor Kur’an. Yani insanlara bunu
söyledi. Nasıl, ben insanlara konuşmayacağım diye, konuşmamak üzere susma orucu
tutan biri, bunu nasıl söyler; işaretle söyler.
Devam ediyor B sayfasına geçiniz.
1. videoyu toplu olarak http://kurantefsir.wordpress.com/2011/03/13/tefsire-giris-1-2/ bulabilirsiniz
usulsüzlük usulsüzlük diye yazılmış doğrusu usulsüzlük (v) vusulsüzlüktür.
YanıtlaSilİkazınız için teşekkür ederim hemen düzelttim.
Sil