
İslamoğlu Tef. Ders. BAKARA SURESİ (028-046) (4)
Bakara suresinin 28. ayetinden
Kur’an derslerimize devam ediyoruz. Ancak bugünkü dersimize başlamadan buraya
kadar tefsirini yaptığımız ayetlerin bir özetini vermem gerekiyor.
Hatırlayacaksınız Bakara suresi, Müslümanların Yahudileşme tehlikesine dikkat
çeken ve Musa AS. ın ümmeti İsrail oğullarının Yahudileşme sürecini baştan sona
veren ve muhtevasıyla Kur’an ın başına bilinçli bir biçimde yerleştirilen sure
idi.
Bu surenin ilk beş ayetinde
müminler ve iman ele alınır. Ondan sonra gelen iki ayette kafirler ele alınır.
Ondan sonra gelen tam on iki ayette ise münafıklar ele alınır. Yani bu sure
insanlığı ikiye ayırarak başlar. Hak ehli, batıl ehli. İman edenler, İnkar
edenler. İnkar edenlerin de kendi içinde ikiye ayırır. İnkarını açıklayanlar ve
inkarını kalbinde gizleyenler. Yani münafıklar.
Bunun ardından sure hitabını tüm
insanlığa yönlendirir ve insanın vicdanına seslenerek Allah’a karşı
sorumluluğunun bilincinde olmaya davet eder. Onun ardından ise yerlerin ve
göklerin yaratılışını açıklar. BU yaratılışla vahiy arasında bir ilişki kurar
ve adeta insana der ki; Allah’ın kainat ve doğa ayetleri orta da iken, onları
gözünle görürken, onlarla yaşarken onları inkar edemiyorsun da, niçin Allah’ın
vahyini inkar ediyorsun. Allah’ın fiziki ayetleri ile, Allah’ın sözlü ayetleri
aynı kaynaktan değil mi. Aynı kaynaktan gelen bu iki gerçeği niçin birbirinden ayrı tutuyorsun.
Onun ardından iman edenlere müjde
gelir. 25 ci ayetle. 26. ayette Allah’ın vahyine iki tür yaklaşım sergilenir.
1 – İman eden bir müminin yaklaşımı,
2 – İnkar eden kafirin yaklaşımı.
Bunun ardından ise yine göklere
ve yere, bunların yaratılışına çevrilir gözler.
İşte bu sürecin bir devamı olarak
28. ayette yaratılış konusunda bizim dikkatlerimizi vahye çevirmekte, yani
fiziki ve fiili vahye çevirmektedir.
28 – “Keyfe tekfürune billahi ve küntüm emvaten
fe ahyaküm* sümme yümıtüküm sümme yuhyıküm sümme ileyhi türceun”.
Nasıl da varlığınızın hakikatinin Allâh Esmâ'sı (B işareti kapsamında) olduğunu inkâr
ediyorsunuz? Ölüydünüz (hakikatinizin ne
olduğunu bilmeden yaşıyordunuz), O sizi diriltti (inzâl ettiği ilimle size hayat verdi); sizi yine
öldürecek (kendini sırf bedenmiş gibi
kabul hâlinden), yine diriltecek (kendini beden
sanma hâlinden arındırarak bilinç boyutu hâliyle yaşam)... Nihayet
sonunda hakikatinizi göreceksiniz! (A.Hulusi)
Allah'ı
nasıl inkâr edersiniz ki, ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine
öldürecek, sonra yine diriltecek, sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz.
(Elmalı)
[Ek bilgi; Keyfe tekfürune billahi Varlık Allah’ın varlığının ispatıdır. Üç
tuğlayı üst üste görseniz yoldan giderken, zihniniz ilk anda bunu buraya kim
koydu dersiniz. Allah, Allah..! Hiç şöyle diyen bir adama rastlar mısınız,
insanlığın tamamını getirseniz bile. “Allah, Allah. Tuğlalar da kendi kendine
üst üste durmuş..! tüm insanları getirseniz bir tane böyle diyen çıkar mı?
Bunu söyleyen delidir, yani o
klinik bir vakıadır o zaman, onu oraya götürmek lazım. Ama yolunun önüne üst
üste dizilmiş, güzel bir biçimde istif edilmiş 3 tane tuğlayı görse; Bunu
buraya kim koydu? Der. İhtimalleri çoğalt dersiniz; 2- Bu yoldan geçenlerden
biri koymuştur. 3- şu evin sahibi dizmiştir. 4- Burada her halde bir arazi
vardı onu işaret ettiler. 5- Herhalde tuğlacı yoldan giderken döktü, arkadan
gelen biri de bu üst üste koydu..! Bakın ihtimallerden hala gelemedik kendi
kendisine dizildi diye. (M. İslamoğlu-Esma dersleri (7-2)]
Keyfe tekfürune billahi ve küntüm emvaten fe
ahyaküm* sümme yümıtüküm sümme yuhyıküm Sizi ölü iken dirilten,
sonra öldürecek olan ve sonra yine diriltecek olan Allah’ı nasıl inkar
ediyorsunuz. O Allah’ın yaratışını nasıl olur da inkar edebiliyorsunuz.
Buradaki Ölü iken diriltmekten
kastım, yok iken yeni bir yaratılış, varlık alemine çıkış, var olan şeyler
içerisinden yeni bir varlığın terkip edilmesi manasında olduğu açık. Ondan
sonra tekrar diriltilmesi bu dünya hayatına, ondan sonraki ölüm, bu dünya
hayatının sonuna yani bizim ölüm olarak bildiğimiz ahiret hayatına geçişe,
ondan sonraki diriliş ise Ba’sü ba’del
Mevt diye inandığımız yeniden dirilişe işaret eder. Ve en sonunda; sümme ileyhi
türceun”. Sonra ona döndürüleceksiniz.
[Ek bilgi; “Allah’ı nasıl inkâr
edersiniz? neye dayanarak kendinizi O’na karşı perdeliyorsunuz, örtünüyorsunuz?
Halbuki siz, babalarınızın sulbünde cansız nutfelerdiniz de O sizi diriltti.
Niçin yaratılmışları, Yaratıcının varlığının delili olarak almıyorsunuz ” demek
isteniyor.
Sonra sizin canınızı doğal
ölümle alacaktır, ardından kıyamet günü yeniden dirilişle sizi
canlandıracaktır. Birinci canlanma bizzat gözlemlenebilmektedir. İkincisi ise,
birinci yaratılış kanıtı olarak kullanılmak suretiyle bilinmektedir.
“Ve sonunda O’na
döndürüleceksiniz.” Yapıp ettiklerinizin karşılığını görmeniz için. Ya da iradi
ölüm aracılığıyla sizi nefislerinizde öldürecek, ki bu vahdette yok olma
demektir, sonra sizi gerçek hayatla yeniden diriltecektir. Bu da bahşedilen
gerçek varlık sayesinde fenadan sonra beka bulmak anlamındadır. Sonra Ona
döndürüleceksiniz; eğer sahip olduğunuz vahdet sıfat vahdetiyse, müşahede için,
şayet zat vahdetiyse şuhut için. (İbn. Arabi-Te’vilat)]
[Ek bilgi: FARKLI
BİR YORUM
Bu ayette farklı bir hakikat
olduğu hissediliyor. Ayette Allah’ın varlığını bu kadar açık olduğu halde nasıl
inkar edersiniz diyor. Hiç failsiz fiil, müessirsiz eser olur mu diyor. Allah,
akıl nimetini verdiği insanın bu kadar akılsız karar verebileceğine şaşırıyor.
Ölü ve diri olma konusuna
gelince; Kur’an a göre ölü ve diri tarifleri çok farklı. Önce birkaç ayeti
inceleyelim. (Bakara/154) (Bakara/164) (Bakara/260) (A.İmran/25) (A.İmran/169)
(En’am/36) (En’am/95) (En’am/122) (Nahl/21) (Neml/80)..~ vs.
Ayetler çok, sadece bunlar
bile insanın bedensel yaşam halini ölü olarak tanımladığına yeter. Diriliğin
ise ancak hidayetle mümkün olacağını da açıkça beyan ediyor. (En’am/122)
Durum böyle olunca bu ayetten
şu anlam çıkıyor;
İnsan Allah’a imanın
bilincinde ve sorumluluğunda yaşadığı sürece diri, sadece nefsinin yani
bedensel güdüler çerçevesinde kaldığı sürece de ölüdür. İnsan ise bu iki kavram
arasında gidip gelmeler halinde yaşar.
Demek oluyor ki insan dünyada
yaşadığı süre boyunca ölüp ölüp dirilmiş. Bedensel ölüm gerçekleştiğinde ise
artık sona gelinmiş, ruh (“Bilinç”,
“nefs”, “ben”) ise Allah’a götürülmüştür. Çünkü artık aynel yakıyn, her şey
apaçık ortada olacak, bilinmezlik kalmayacak. Böyle bir durumda iman etmenin
fayda vermediği hakikati de dikkate alındığın da sona gelindiği kesinleşmiş
demektir. Ben ayeti böyle yorumluyorum.
Ekabir.]
29 – “Hüvellezı haleka leküm ma fil erdı cemıan
sümmesteva iles semai fe sevvahünne seb'a semavat* ve hüve bi külli şey'in
alım”
"HÛ" (O işaretini boyutsal
derinlikli düşünmek gerekir) yarattı sizin için arzda olanların (bedeninizdeki özelliklerin) tümünü; sonra da şuur (beyin) boyutunuza yönelip onu yedi kat (yedi idrak kapasitesi - Nefs mertebesi) olarak düzenledi.
O her şeyi bizâtihi kendinden yarattığı içindir ki her şeyi bilendir.
(A.Hulusi)
“O ki,
yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı . Sonra göğe yöneldi, onları
yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir.” (Elmalı)
“Hüvellezı haleka leküm ma fil erdı cemıan O
ki, yani kendisine döndürüleceğiniz o Allah’ki sizi, yeryüzünde bulunan her bir
şeyi sizin için yarattı.
Buradaki bu ibareden İslam fıkıh
usulcüleri var olan her bir şeyin insan için olduğu sonucunu çıkarmışlar.
Buradan yola çıkarak ta Fıkhın şu değişmez kuralını koymuşlar. El asr, fil eşya
ibahatün. Eşyada, varlıkta asl olan mubahlıktır. Eğer zıddına bir
delil yoksa. Onun içindir ki İslam fıkhında bir şeyin serbestliğine delil
aranmaz. Yasaklığına delil aranır. Eğer yasaklığına delil yoksa o şeyin var
olması bizatihi serbest oluşunun delilidir. İşte bu ayetle. Onun için var olan
her bir şeyi, yeryüzünde bulunan her bir şeyi Allah, insan için yarattığını
ifade etmekte ve devam etmekte.
sümmesteva iles semai fe sevvahünne seb'a
semavat* Sonra otoritesini göğe yönetti ve gökleri yedi aşamada
dizayn etti, yarattı. ve hüve bi külli şey'in alım” O her bir şeyi en
ince ayrıntısına kadar mükemmel bir biçimde bilendir.
Buradaki yedi gök fe sevvahünne
seb'a semavat* yedi gök olarak düzenleme Allah’ın otoritesi ile
yaptığı bu düzenlemenin ne anlama geldiği konusu tefsirin problemlerinden
biridir. Burada ki yedi rakamı Arapça da daima kinaye olarak kullanılan bir
rakamdır. Göklerin illa yedi olması bu rakamdan, bu ayetten yola çıkarak
düşünülemez. Bu bir kinaye rakamıdır. Yani birden fazla kat, ya da kat kat
olduğu yönünde anlaşılabilir. Tabii buradaki seb'a semavat* yedi gök ifadesini
bazı müfessirler yedi aşama olarak düşünmüşler. Ayrıca geçmişteki bazı
müfessirler bunu güneş sisteminde yer alan yıldızlar la açıklamaya kalkmışlar.
Çağdaşımız olan bir takım müfessirler ise bun atmosferin tabakaları ile biyosfer,
stratosfer, magnetosfer ve diğer tabakalar la açıklamaya kalkmışlar. Ama
bendeniz bu ayetin hakiki anlamının, Allah tarafından gerçek anlamının Allah
tarafından bilineceğini, ancak bizim bu tür yaklaşımlarımızın, bu tür
açıklamalarımızın da mümkün olabileceğini, ama bu açıklamaların hiç birinin
ayette kastedilen nihai anlam olduğunun düşünülemeyeceğini, belki ayetin hakiki
anlamının bundan yüzlerce yıl sonra keşfedilebileceğini düşünebiliriz.
Varlığa, yeryüzüne, yeryüzünün ve
gök yüzünün yaratılışına dikkat çektikten sonra şimdi Kur’an; hiçbir kaynakta
bulamayacağımız, bize başka hiçbir referansın bu konuda bilgi veremeyeceği bir
olaya, yani insan neslinin ortaya çıkış serüvenine giriyor. Ve bu konuda bize
ilahi bir takım malumatlar veriyor. İşte onlar şöyle başlıyor;
30 – “Ve iz kale rabbüke lil melaiketi innı
caılün fil erdı halıfeh* kalu e tec'alü fıha mey yüfsidü fıha ve yesfiküd
dima'* ve nahnü nüsebbihu bi hamdike ve nükaddisü lek* kale innı a'lemü ma la
ta'lemun.”
Rabbin meleklere: "Ben arzda (bedende) bir halife
(Esmâ mertebesinin farkındalığıyla
yaşayan şuur sahibi) meydana
getireceğim" dedi. Onlar da: "Orada
fesat çıkarıp kan döken birini mi meydana getireceksin; biz seni hamdinle (bizde açığa çıkardığın varlığını
değerlendirme hâliyle) tespih (her an yeni hâle dönüşen isteğine kulluk ederek) ve kudsiyetini
(her türlü eksiklikten berî oluşunu) dillendirmiyor
muyuz?" dediler. (Buyurdu): "BEN
sizin bilmediklerinizin Aliymiyim!.." (A.Hulusi)
“Bir
zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım"
demişti. (Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek
birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis
ediyoruz" dediler. (Rabb'in): "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim."
dedi.” (Elmalı)
Ve iz kale rabbüke lil melaiketi innı caılün
fil erdı halıfeh Hani Rabbin bir zaman meleklere ben yeryüzünde bir
ardıl, bir halife, bir vekil yaratacağım demişti, kalu e tec'alü fıha mey yüfsidü fıha ve
yesfiküd dima' Melekler de cevap vermişlerdi: “sen yeryüzünde kan dökecek, orayı fesada verecek birilerini mi
yaratacaksın” ve
nahnü nüsebbihu bi hamdike ve nükaddisü lek Oysa ki biz seni hamd
ile tespih ve takdis ediyor, övüyor, yüceltiyor ve ululuyoruz. kale innı a'lemü ma
la ta'lemun.” Allah’ta onların bu endişelerine cevap verdi; “Kuşkusuz
ben bilirim. Siz bilmezsiniz.” Ya da “sizin bilmediklerinizi kuşkusuz ben
biliyorum.” Dedi.
Bu ayette geçen ilk kavram melek
kavramı. Melek kavramının ne olduğu konusunda müfessirler farklı yorumlar
yapmışlar. Öncelikle ihtilaf bu ismin kökeni konusunda. Mel - ek kökünden
geldiğini söyleyenler bu kelimenin kök anlamının, bir şeyi ayakta tutan güç
olduğunu söylemişler. Yani bir şeyin meleği onu ayakta tutan güçtür demişler.
Onun için, insan için şöyle bir şey kullanırlar mesela; “el kalp u melek ul cesed” Kalp bedenin meleğidir. Yani Kalp insanı
ayakta tutan ana unsurdur. İnsanı ayakta tutan gücü veren temel unsurdur
anlamına. Bu konuda melek kelimesinin geldiği kök olan “melâk” kelimesini kullanmışlar. Onun için melek ismi gerçekte, güç,
kuvvet anlamına gelir.
Ancak bazı müfessirlerin
lügatçilerin açıklamalarından yola çıkarsak Melek ile Melaike ayrı ayrı
anlamlara gelir. Melaike melek in çoğulu olarak ele alınacağı gibi, çoğulu
olmadığı konusunda da görüş vardır. Ve hatta bazıları şöyle bir sonuca
ulaşırlar. Her melek melaike dir, lakin her melaike melek değildir. Bundan
söylenmek istenen şudur. Melekler ikiye ayrılabilir.
1 – Dinamik güçler
2 – Statik güçler.
Dinamik güçler insana tahsis
edilen meleklerdir. Onlar müstakil şahsiyete sahip görünmez varlıklardır. Ancak
bir de statik güçler var ki onlar da kainatta kaderi statik olan yerler,
gökler, ağaçlar, dağlar, ırmaklar, denizler gibi. Kaderi statik olan yıldızlar,
galaksiler gibi. Kaderi statik olan varlıkları ayakta tutan güç anlamına gelir.
Ancak biz bütün bu yorumların üstünde şunu söylemek istiyoruz ki; melek gayba
ilişkin bir varlıktır. Ve gayba ilişkin her varlığa iman etmek bir müminin
boynunun borcudur. Dolayısıyla gayba ilişkin varlıklar üzerinde yürütülecek
herhangi bir akıl, ya da söylenecek her hangi bir söz, daima spekülatif olmaya
mahkumdur. Bu nedenle melekler gayba ait varlıklardır ve imanın konusu olurlar.
Bu ayette geçen ikinci kavram;
halife kavramı. Halife; Ardıl, vekil, birinin yerine geçen, birinin makamına
bakan, birinin yetkileri ile donattığı bir vekil anlamına gelir. O halde burada
insan için halife ifadesinin kullanılması ne anlama gelmektedir. Yani insan
kimin yerine geçmiştir yeryüzünde, sorusu gündeme gelmektedir. Yani insan kimin
halifesidir.
Tüm tefsir tarihi içerisinde bu
soruya iki cevap verilmiş. Bu cevaplardan bir tanesi insan Allah’ın
halifesidir. Diğeri ise insan kendisinden önce yeryüzünde yaşamış ya kendi
türünden bir başka neslin, ya da kendi türünden olmayan bir başka varlığın
halifesidir denilmiştir.
Birinci görüş İbn. Mes’ut a ve
onunla birlikte düşünen Hasan Basri gibi bir takım Tabiinden alimlere
dayandırılmıştır. İkinci görüş ise İbn. Abbas’a dayandırılmıştır. İnsan
Allah’ın halifesidir diyen görüş, bu görüşüne Kur’an dan herhangi bir delil
getirememekle birlikte ayetin ve buna benzer ayetlerin medlulünden (Delâlet
olunan. Gösterilen) yola çıkarak, insan yer
yüzünde Allah’ın muradını, arzusunu gerçekleştirmekle görevlendirilmiştir. O
halde bu insanın Allah’a halife oluşunun delilidir derler. Belki bu görüşü
Kur’an ayetleri ile harfiyen desteklememektedir. Çünkü öbür görüşün de en az bu
kadar tutarlı olduğunu söylemek zorundayız. Yani insan kendisinden önceki bir
başka neslin halifesidir. Diyen görüşü.
Bu görüşün iki delili var.
Birincisi İblisin varlığı, şeytanın varlığı. Bu görüşü ileri sürenler
demişlerdir ki yeryüzünde insandan evvel görevli olanlar yan insanın konumunda
olanlar cinler di. O cinlerin içerisinden çıkan iblis, cenneti hak etmiş biri
idi. Ve işte onun için insan, kendi yerine geçtiği için insanı hasetlendi ve
cennetten kovuldu demişlerdir. Onların ikinci görüşü ise bu ayette ifade edilen, yeryüzünde kan
dökecek, orayı fesada verecek, orada bozgunculuk çıkaracak birilerini mi
yaratacaksın. Meleklerin bu sorusudur.
Melekler bunu nereden
biliyorlardı diye sormuşlar eğer yeryüzünde daha önce birileri yaşamamış
olsaydı melekler yeryüzünde kan dökülmüş olduğunu nereden bileceklerdi.
Yeryüzünde fesat çıkarılmış olduğunu nereden bileceklerdi cevabını vermişler.
Bendeniz bu iki görüşün de birbiriyle eşit değerde ve ağırlıkta olduğunu, lakin
ikisini de Kur’an da ki halife sözcüğünün geçtiği ayetlerin onaylamadığını
ancak bu ikisinin dışında Kur’an’ın onaylayabileceği şöyle 3. bir şıkkında
olduğunu gündeme getirmek istiyorum o da En’am suresinin 165. ayetinde;
“Ve
hüvellezı cealeküm halaifel ard” (En’am/165)
“O Allah’ki sizi yeryüzünün
halifeleri kıldı.” İfadesidir.
Bu ibarede halife yeryüzüne
nispet edilmektedir. Yani yer yüzü ile halife bir tamlama içerisinde kullanılmakta,
yer yüzünün halifeleri denilmektedir. Kur’an ın hiçbir tarafında insan için
Allah’ın halifesi tamlaması kullanılmaz. Ya da bir başka tamlama kullanılmaz bu
konuda ama yer yüzünün halifesi tamlaması kullanılır.
Bunu
İbn. İshak, şöyle tefsir ediyor. “Sakinen ve amiran yeskulihe ve ya’muruhe halefe.“
Yani orada yerleşti, orayı imar etmek, orayı donatmak, orayı yaşanılabilir
kılmak için yer yüzünün halifesi kılındı. Yani buradan anlayacağımız gerçek şu
olmalı. İnsan yer yüzünün halifesidir. Bu halifelik tıpkı siyasal manada ki
halifelik gibi, yeryüzünü imar etmek, korumak, kollamakla memur olmak anlamına
gelir. Yani yer yüzü insana emanet edilmiş, insan bu emanete bekçi dikilmiştir.
Eğer insan tıpkı siyasal bir halife gibi. Halife olduğu yeryüzünü iyi yönetmez,
iyi idare etmez, ona adil davranmaz, ona zulmederse, tıpkı halkına zulmeden bir
halifenin meşruiyetini kaybedeceği gibi, insanında yer yüzündeki hilafet
meşruiyetini kaybeder. Ve o da kendi eline emanet olarak verilen yeryüzüne
ihanet etmiş olur.
Onun
için insanın halifeliğini, yer yüzünün halifeliği olarak anlamak ver buradan
yola çıkarak insanın yer yüzünü koruyup kollamak, görüp gözetmek, onu imar
etmek, onu mamur etmek, onu yaşanılabilir kılmak gibi bir vazifesinin olduğunu
bu vazifesini yaparsa hilafet görevini yapmış olacağını, eğer yapmazsa
halifelik görevini suiistimal etmiş olacağını söyleyebiliriz.
Meleklerin
burada Allah’a yönettikleri bir soru var. Orada kan dökecek ve bozgunculuk
çıkaracak, yeryüzünü fesada, anarşiye ve teröre verecek birini mi yaratacaksın
sorusu. Elbette meleklerin bu soruyu sormalarının amacı üzerinde durulmalı.
Hatta Meleklerin bunu nereden bildikleri, nasıl tahmin ettikleri üzerinde
düşünülebilir. Bu sorunun cevabı olarak ta, insandan önce yer yüzünde, öteden
beri bazı müfessirlerin iddia ettiği gibi bir başka tür varlığın yaşadığı kabul
edilebilir. Ama ayetin bitiş cümlesi meleklerin bu endişesine Allah’ın verdiği
cevabı gösteriyor. “Sizin bilmediğinizi
ben bilirim.” Yani
siz olayın buraya kadar olanını tahmin edebiliyorsunuz, ya da biliyorsunuz. Ama
orda olayın bilmediğiniz bir boyutu var. İşte ben olayın bilmediğiniz o
boyutunu biliyorum.
Ve yahut
ta şöyle anlaşılabilir. “Siz olayı sadece yüzeysel bir biçimde değerlendiriyor
ve malumatını biliyorsunuz, ben ise hikmetini biliyorum, gerekçesini biliyorum,
neden ve niçin ini biliyorum.” İşte şimdi neden ve niçin inin gerekçelerini
daha sonraki ayetlerden öğreniyoruz.
[Ek
bilgi 2; "HZ.
ADEM İLE İLK İNSAN ADEM AYNI DEĞİL.
O
devirde yeryüzünde bir tekâmül sürecinden geçerek bugünkü "insan"a
son derece benzeyen; fakat zihnî fonksiyonlar yönünden düşünce, muhakeme gibi
insanî vasıflardan yoksun; "homo-saphien" olarak adlandırılan, insan
bedeninde hayvanlığı yaşayan topluluklar vardı... Ki biz bunlara
"insansı" demekteyiz...
Bunlar,
kişisel menfaatleri için birbirlerine her türlü zararı verebiliyorlar; kan
döküp, fesat çıkarıyorlardı! Yaşamları yalnızca hayvansal düzeyde olup,
yeme-içme, çiftleşme, olabildiğince her şeye sahip olma gibi son derece sınırlı
bir şekilde devam ediyordu.
Elbette
o zaman yeryüzünde en bilinçli varlıklar olan "CİN"ler de bunlar
üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabiliyorlardı...
Melekler
de kendi kapasiteleri ve gördükleri örnekler kadarıyla, "Halife"
olacak "insan"ı, o an'a kadar yaşam süregelmekte olan
"insansı"lar gibi değerlendirerek; yeryüzünde kan dökücü, fesat
çıkarıcı bir varlık zannetmişlerdi!
Oysa,
"Âdem" ismiyle işaret edilen "şekillenmiş çamur" yani
"hücresel beden" sahibi varlığa, yani "insansı"ya, belli
bir kıvama -sevveytu- geldikten sonra Allâh, "ruhundan üfle"miş;
böylece o, bir "mutasyon" geçirmişti! Bundan sonra da
"insansı"lar arasında ilk "insan" olmuştu Hz. Âdem!......]
31 - Ve alleme ademel esmae külleha sümme
aradahüm alel melaiketi fe kale embiunı bi esmai haülai in küntüm sadikıyn
Sonra Adem'e (Esmâ'nın programlanışı, Esmâ bileşiminin açığa çıkışıyla
yoktan var edilene) bütün Esmâ'yı (Esmâ ül Hüsnâ'sının
anlamlarını açığa çıkarmayı ve kavramayı) talim etti (programladı). Sonra melâikeye: "Eğer dediğinizde
ısrarlı iseniz bana (Adem'in) varlığındaki
Esmâ'nın (özelliklerinin) neler olduğunu
anlatın" dedi. (A.Hulusi)
Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları
meleklere gösterip: "Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle
haber verin." dedi. (Elmalı)
Ve alleme ademel
esmae külleha Ademe isimlerin tümünü öğretti sümme aradahüm alel melaiketi fe kale embiunı
bi esmai haülai in küntüm sadikıyn Ve döndü meleklere dedi ki Allah,
Eğer doğru söylüyorsanız, yani eğer sizin iddia ettiğiniz gibiyse iş, haydi
şunların isimlerini bana tek tek haber verin dedi.
Burada
Ademe öğretilen isimlerin ne olduğu konusu ciddi bir problemdir. Ademe
öğretilen isimleri bazı müfessirler dillerin tümünün Adem tarafından bilindiği
şekilde açıklamışlardır. Yani yeryüzünde konuşulan her dil Adem tarafından
biliniyordu şeklinde açıklanmıştır. Ancak böyle bir tefsiri doğrulayacak
herhangi bir belge gösterilmemektedir.
Bizce
Ademe isimleri öğretilmesinden kasıt, İnsanoğluna eşyaya isim koyma
yeteneğinin, eşyayı tanımlama yeteneğinin verilmiş olmasıdır. Hatta buradan
yola çıkarak insana irade verilmesidir. Çünkü; Bir şeye isim koymak, bir şeyi
soyutlamakla mümkündür. Örneğin hiçbir papağan bir şeye isim koyamaz. Çünkü
eşyayı soyutlayamaz. Soyutlamak aslında yukarıdaki bir kelime ile örtüşüyor. “Takdis” ve “tespih”. Aslında tespih ve takdis soyutlamak anlamına gelir.
Yüceltmek, ulvileştirmek, onu yüce bilmek. Bir şeyi yüceltmek aynı zamanda
soyutlamaktır. Onun için buradan yola çıkarak insanın soyutlama yeteneğine
dikkat çekmek isterim. Soyutlayamayan isim koyamaz. Çünkü eşyaya koyduğumuz
isimler, konuştuğumuz dil, kelimeler hep soyutlamalardır.
Soyutlamak
için akıl sahibi olmak lazım. Aklınızı muhakemenizi eşya ile ona koyduğumuz
isim arasındaki bağlantı üzerinde kullanmanız lazım. Çünkü koyduğunuz her bir
isim ya eşyanın bir özelliğini belirtir ya da o eşyanın kendisine ilişkin bir
imaj verir. Yani isimler müsemmadan, adı konulmuş şeyler adının söylendiği o
temel şeylerden bağımsız değildir. Örneğin elma ismi elmadan bağımsız değildir.
İşte
Allah’ın isimleri de böyledir. Allah’ın Rahman ismi, Allah’ın bir özelliğini
gösterir. Rahim ismi Allah’ın bir özelliğini gösterir. Gaffar ismi Allah’ın bir
özelliğini gösterir. Melek ismi meleğin özelliğini gösterir. Onun için isim
kelimesi iki kökten gelir der dilciler. Sümü, yani yüceltmek soyutlamak
ikincisi ise vesm alamet işaret
kökünden gelir. Yani isim ya müsammaya alamettir, ya da onun imajını kendisinde
taşıyan bir soyutlamadır.
İşte bu
nokta da geriye dönecek olursak bir şeye konulan isim o şeyin alameti ise eğer,
bir şeye isim koymak için mutlaka muhakeme yeteneği lazım, akıl lazım, kıyas
yeteneği lazım ve hepsinden öte irade lazım. Çünkü eğer bir dil düşünecek
olursak isim dillerden bağımsız düşünülemez. İsmin söz konusu olduğu yer de dil
de söz konusudur. Sıfatlar da söz konusudur ki sıfatlar da bir isimdir. Onun
için bu ayeti, yani Ademe öğretilen isimleri Rahman suresinin 3 – 4 . ayeti ile
tefsir etmişler bazı
müfessirler ki biz de bu isabetli görüşe katılıyoruz.
“Er rahman. Alleme lkur'ane. Halekal
insane. Allemehul beyan.” (Rahman/1-2-3-4)
Rahmân, Kurân'ı öğretti. İnsanı yarattı. ona beyanı öğretti. Yani
talim ul esma, talim ul kur’an Allemehul beyan. Talim ul beyan. İşte beyanın
öğretilmesi, isimlerin öğretilmesidir. Allah insanı yarattı, Halekal insane,
Allemehul beyan. Ona beyanı öğretti. Beyanı yani açıklama
kabiliyetini verdi.
İnsan eşyayı açıklayabilir,
eşyayı tanımlayabilir, şeyleri isimlendirebilir. İşte buradaki Ademe isimlerin
öğretilmesinden maksat Ademe; eşyaya ve varlığa isim koyma kabiliyetini verdi
demektir.
32 - Kalu sübhaneke la ılme lena illa ma
alemtena* inneke entel alımül hakım
(Bunu değerlendiremeyen melâike): "Subhaneke (her an yeni bir şey yaratıp bunlarla da asla kayıtlanmayan
ve sınırlanmayansın)! Bizde açığa çıkarttığın ilimden başkasını bilmemiz asla mümkün değil!
Şüphesiz ki sen, Mutlak İlim (Aliym) ve bunu bir
sistem içinde (Hakiym) açığa
çıkaransın!" (A.Hulusi)
Dediler
ki: "Yücesin sen (ya Rab!). Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir
bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hakîmsin". (Elmalı)
Kalu Melekler Allah’ın bu teklifine
şöyle cevap verdiler. Sübhanek, tek otorite sensin. la ılme lena illa ma alemtena senin bize öğrettiğin bilgi dışında bizim hiçbir
bilgimi yok. Yani Allah’a itaat ettiler ve bilgilerinin tamamını Allah’tan
aldıklarını itiraf ettiler. Bilgilendirilmenin kaynağının Allah olduğunu itiraf
ettiler. Ve Allah bildirmeseydi kendilerinin hiçbir şeyi bilmeyeceğini itiraf
ettiler. Böylece nimeti sahibi ile andılar.
inneke entel alımül hakım elbette hiç şüphesiz sen
bilensin Hem de her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilensin Alîm..!, Alim değil. Alim sıradan bir
biliş yani ismi fail ama Alîm..!
mübalağa ile ismi fail. Yani bir şeyi hem derinliğine, hem yatayına bilmek. Bir
şeyi hem tüm cüzleri ile birlikte, tüm unsurları ile birlikte, hem de görünen
ve görünmeyen tüm boyutları ile birlikte bilene Alîm..! denir. Sen Alîm..!
sin ama sadece Alîm..! değilsin,
senin ilminden bize de verdin, biz de bir parça biliyoruz. Lakin asıl senin
bilip te bizim bilmediğimiz boyut senin Hakîm..!
olmandır. Çünkü bunun niçin ini biz bilmiyoruz. Hikmetini biz bilmiyoruz. İşte
o niçin i bilen Hakîm..! sin sen.
Yani Allah’ın Ademi niçin yarattığını bilmediklerin de Hakîm..! ismini anarak ima etmiş oluyorlar.
33 - Kale ya ademü embi'hüm bi esmaihim*
felemma embeehüm bi esmaihim kale e lem ekul leküm innı a'lemü ğaybes semavati
vel erdı ve a'lemü ma tübdune ve ma küntüm tektümun
(Hitap etti): "Yâ Adem (yoktan var olmuş, Esmâ ile hayat bulmuş) varlığındaki
isimlerin hakikatinden onlara söz et." Adem onlara (varlığını oluşturan Allâh) isimlerinin işaret ettiği mânâlardan haber
verince (yani bu isimlerin özellikleri
kendisinde açığa çıkınca); Allâh onlara fark ettirdi: "Demedim mi
size ben, muhakkak ki bilirim semâlar (şuur
boyutu)
ve arz (beden) boyutunun gaybını
(açığa çıkmamış sırlarını, özelliklerini)... Ve ben bilirim
gizlediklerinizi ve açıkladıklarınızı!" (A.Hulusi)
(Allah):
"Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver." dedi. Bu emir
üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, (Allah): "Ben size,
ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde
gizlediğinizi de bilirim" dememiş miydim?" dedi. (Elmalı)
Kale ya ademü embi'hüm bi esmaihim Allah
buyurdu, dedi ki şunların isimlerini haber ver ey Adem.
Adem ismi Arap dilinde edim ül ard yani yer kabuğu, biyosfer,
yer yüzü anlamına gelir. Ancak ben Arap dilcilerinin bu kelimeyi sanki Arapça
bir kelimeymiş gibi anlam bulmaya çalışmalarını garipsedim. Çünkü bu kelime
gerçekte Arapça değil, Arapçalaşmış bir kelime. Arapçanın da ait olduğu dil
ailesine, Sami dil ailesine mensup bir kelime.
Asur – Babil dilinde adamu
şeklinde geliyor. Baba, ata anlamına. Yine keldani dilinde adam anlamına
geliyor. Yine o dilde de, öncü, önder, lider manasına geliyor. Tevrat’ta ise
İbranice aslında adama olarak geliyor. Yani yer yüzü, yer toprağı manasına. Ki
Tevrat’ta bu kelime adama, adem kelimesi yaklaşık 500 yerde kullanılır ve hepsi insan ve insan soyuna delalet eder.
Yani çok az yerde Tevrat’ta özel isim manasına gelir. Zaten bu kıssanın ele
alınış biçimine şöyle ciddi bir bakış atfedersek görürüz ki burada adem bir
semboldür. Yani Adem insanlığı sembolize etmekte, insanlığın bir prototipi, bir
ilk tipi, arke tipidir.
Onun için burada Adem’le ifade
edilen tüm insanlıktır ve insanlığın bir sembolü olarak Adem seçilmiştir. O
nedenle biz bu dramatik öyküyü okurken sanki insanlığın tümü ile ilgili bir
olguyu okuyormuş gibi okumak durumundayız. İnsanlıkla ilgili Allah’ın; İnsanın
zaaflarını, insanın yapısını, insanın yaratılışını, insanın görünen ve
görünmeyen varlıklarla çaprazla doğrudan ilişkisini, örneğin meleklerle, cinlerle,
insanın Allah’la ilişkisini ele alan bir metindir şu okuduğumuz. Biz bu metni
bu çerçevede ne diyor, manası ne diye değil de, ne demek istiyor sorusuna bir
cevap olarak okursak çok daha farklı şeyler anlayacağımız kanaatindeyim.
Ey Adem şunların isimlerini haber
ver dedi Allah. felemma
embeehüm bi esmaihim. Adem onların isimlerini tek tek haber verince
de kale e lem
ekul leküm innı a'lemü ğaybes semavati vel erd, ve a'lemü ma tübdune
ve ma küntüm tektümun Allah buyurdu ki ben size göklerin ve yerin
tüm gaybını, tüm bilinmeyenini bilirim dememiş miydim. Ve yine dememiş miydim
size, sizin açığa vurduklarınızı ve gönlünüzün derinliklerinde gizlediklerinizi
de bilirim diye. Yani Allah burada meleklerin açığa vurduklarını bildiğini
ifade buyuruyor. Ama bir de gizlediklerinizi de bilirim. Meleklerin acaba ne
gizliyor olduğu sorusu sorulabilir. Yani bu ayette ima edilen melekler bir şeyi
mi gizliyorlardı gönüllerinde.
Bu ayetlerin hatıra getirdiği
nükte şudur. Melekler; Ya rabbi, biz
seni tespih ederken, ulularken, yüceltirken, anarken kalkıp ta yer yüzünde
bozgunculuk çıkaracak, yeryüzünde fesat, terör ve anarşi çıkaracak, orada kan
dökecek birini niçin yaratıyorsun. Derken aslında; Ya rabbi, halife bizi seç.
Biz hilafete herhalde insandan daha önde geliriz, daha layığız..! Gibi bir his,
bir duygu olsa gerek ki, Allah onlara; Sizin sakladıklarınızı da, sizin
açıklamadığınızı da bilirim. Buyurmaktadır.
34 - Ve iz kulna lil melaiketiscüdu li ademe fe
secedu illa iblıs* eba vestekbera ve kane minel kafirın.
Meleklere: "Secde edin Adem'e" dediğimizde
secde ettiler (yoktan
varolmuştaki Esmâ'dan meydana gelmiş varlığa - Esmâ mertebesine)... Ancak İblis,
benliğinin yüceliğinden (enfüsünde
gördüğüyle âfaktaki hakikatten perdelenerek) inkâr etti. Hakikati inkâr edenlerden (kâfir) oldu. (A.Hulusi)
Ve o
zaman meleklere: "Âdem'e secde
edin!" dedik, hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine
yediremedi, inkârcılardan oldu. (Elmalı)
Ve iz kulna lil melaiketiscüdu li ademe fe
secedu illa iblıs İşte o zaman biz melaikeye Adem’e saygılarınızı
sunun dedik. Hepsi saygılarını sundular, yalnızca iblis bu emri dinlemedi. Eba, emre karşı geldi. Vestekbera, büyüklendi,
kibirlendi. ve
kane minel kafirın. Ve nankörlerden oldu.
Burada secde edin
den maksat nedir, bendeniz bunu saygı
sunun biçiminde çevirdim. Secde, bildiğiniz gibi şer’i dilde, fıkıhta ibadet
maksadıyla Allah’ın huzurunda yere kapanmak. Yani namaz içerisinde yer alan bir
ritüeldir, dini bir harekettir. Ancak kelime manası saygı sunmak, saygı ile
eğilmek, birine saygıyı göstermek için onun önünde yerlere kapanmak manasına
gelir. Onun için buradaki anlamı da riteral anlamdır, yani kelime sözlük
anlamıdır. Çünkü orada meleklere secde etmekten daha çok Adem’e saygılarını
sunmaları istenmektedir. Onun için de bunu saygılarınızı sunun diye çevirmek
daha doğru bir yaklaşımdır. Ve Melekler Adem’e Allah’ın emrine intisalen
saygılarını sundular. Yani itiraz etmediler.
Burada bir edep
öğretiliyor bize. Melekler hemen yukarıda ayette belirtildiği gibi, isimleri
bir bir söyleyince Adem, Allah emretmeden de saygı sunabilirlerdi, lakin
Allah’ın emrini beklediler. Niçin? Çünkü, Adem değil, o maharetin sahibi,
Allah. Allah Adem’e öğretmeseydi Adem o eşyaya isim koyma kapasitesine sahip
olamazdı. O halde melekler ona, Adem’e saygı sunarken aslında Allah’a saygı
sundular. Niçin? Çünkü esere bakıp müessiri övdüler. Çünkü sonuca bakıp o
sonucu yaratanı övdüler. Bu noktada melekler Allah’ın emrini dinlemiş oldular.
Şeytan ise Adem’e
saygı sunmamakla, aslında Allah’a isyan etmiş oldu. Niçin? Çünkü Adem’in
kişiliğinden kaynaklanan bir şey değildi saygı sunması istenen. Ona saygı
sunmasını Allah emrediyordu ve şeytan, Allah’ın emrine isyan etmiş oldu.
Ayetin sonunu
nankörlerden oldu diye çevirdim. Kafirlerden oldu diye çevirmekte mümkün. Ancak
Kur’an ın hiçbir tarafında şeytanın Allah’ı inkar etmediğini, hatta Allah’ın
yüceliği üzerine yemin ettiğini; Fe bi izzetike Senin şerefin üzerine yemin olsun
diye yemin ettiğini, yine Kur’an da bir başka ayette; “Allah’tan korkarım ben”
dediğini İnni
efekullah, yine bir başka ayette, Allah’ın yolunun dosdoğru yol
olduğunu, senin dosdoğru yoluna oturacağım diyerek ima ve ihsas ettiğini
görüyoruz. Yani şeytan ne Allah’ı inkar etti, ne de ahireti inkar etti. Şeytan
Allah’ın emrini tutmadı. Onun için inkar ettiği için değil, Allah’a karşı
geldiği için, Allah’a asi olduğu için şeytan oldu.
Bu nedenle ayetin
sonunu, nankörlerden oldu biçiminde çevirdik. Çünkü bu nankörlüktür. Allah’ın
kendisine verdiği nimetle yetinmedi, karşısındakini kıskandı, hasetlendi. Onu
hasetlerken Allah’ın kendi üzerindeki nimetini görmezlikten geldi. İşte bu
nankörlüktü, onun için de nankörlerden oldu.
Ayette geçen
iblis kelimesi, umutsuzluk kökünden gelir. Onun için Kur’an da bu mana ile
kullanılır. Mublisun., mublusin gibi.
Ümitsiz oldular ümitsizlik illetine yakalandılar. Yani bu ayeti çevirirken,
umutsuz vaka diye de çevirebiliriz. İblis, bir umutsuz vakadır. Umutsuzluğun
verdiği şaşkınlık demektir. İblis kelimesinin kökeni olan, be le se,
umutsuzluğun verdiği şaşkınlık. Onun için iblis bir umutsuz vakadır, umursuzluk
iblisi şeytan etmiştir.
[Ek Bilgi; HALİFETULLÂH
Bu âyetlerde,
"insan"ın "halife" olarak meydana getirilmesinden; bir
kısım melâikenin Âdem'e secde etmesinden; İblis'in bu secdeyi yapmamasından;
daha sonra, Âdem'in kendisine yasaklanan şeyi yapmasından dolayı eşi ile
birlikte cennetten inmesinden söz ediliyor. Bu konuda çok değerli bilgileri
"AKIL
ve İMAN" ile "Hz.
MUHAMMED NEYİ OKUDU" isimli kitaplarda nakletmiştik... Okumamış
olanların mutlaka oradan okumalarını tavsiye ederim...
Burada ise aynı olayın bir
başka yönü üzerinde durmaya ve bu vesileyle de bugüne kadar el değmemiş bazı
yeni hususlara değinmeye çalışacağım. Evet konumuz "yeryüzündeki
Halife"!
"Halife" olması,
neden?.. Nasıl?.. "Hak Dini Kur'ân Dili" isimli eserde, Elmalılı
Hamdi Yazır şöyle açıklıyor:
"Ben mutlaka yeryüzünde
bir halife yapacağım, bir halife tayin edeceğim demişti ki, O bana izafeten,
bana niyabeten mahlûkatın üzerinde birtakım tasarrufata sahip olacak, benim
namıma ahkâmını icra ve temfiz eyleyecek..." (Cilt: 1, Sayfa: 299)
Şimdi bu konuyu baştan alalım.
"Allâh, Âdem'i yeryüzünde bir halife olarak meydana getirdi."
Kurân'dan evvel gelmiş olan
kitaplardan Tevrat'ta da Tekvin bahsinde şu hususa değinilir: "Allâh,
kendi sûretinde Adam'ı yaptı." Âdem'den Tevrat'ta "Adam"
şeklinde bahsedilir... Keza, İncil'de de. Bununla birlikte, Buharî'de,
Müslim'de, İbn-i Hanbel'de bu konuda bir açıklama vardır. Hz. Rasûlullâh
(aleyhisselâm) şöyle buyuruyor:
"Allâh, Âdem'i kendi
sûreti üzere yarattı."
Allâh sûreti üzere meydana
getirilen Âdem'in var oluşunun gayesi, bu âyeti kerîmede açıklandığı üzere,
"yeryüzünde Halife" olmasıdır. "Halife" olması, Âdem'in,
ancak Allâh sûreti üzere yaratılması ile mümkündür, ki biraz önce bahs olunan
Rasûl açıklamasında da buna; "Allâh Âdem'i kendi sûreti üzere meydana
getirdi" şeklinde işaret edilmiştir.
"Allâh sûreti
üzere..." diye ifade edilen tanımlamadan ne anlayacağız?
Biliyoruz ki Allâh, şekilden,
maddeden, sûretten münezzehtir! (Bu sûretin ne olduğu hakkında çok tafsilâtlı
bir izahı, "TEK'in SEYRİ" adlı kitabımızın "Öz'ün Seyri"
bölümünde bulabilirsiniz.) Burada bahsedilen "sûret", Cenâb-ı Hakk'ın
Esmâ-i ilâhîsi ile meydana getirilmiş olan "İNSANÎ mânâ"dır.
Âdem'in "Allâh'ın sûreti üzere var olması"
demek, "ilâhî isimlerin mânâları ile varlığının var olması" demektir.
Yani Âdem, "Allâh'ın isimlerinin mânâlarını ortaya koymakla ‘Hilâfet'
görevine seçilmiş", o görev için meydana getirilmiş demektir.
Nitekim, Nûr Sûresi'nin 55.
âyetinde de:
"Allâh, sizden iman eden
ve imanın gereğini uygulayanlara vadetti ki: Onlardan öncekileri halife yaptığı
gibi, arzda, onları da mutlaka halife yapacak..." (24.Nûr:
55) denilmektedir.
Fâtır Sûresi'nin 39. âyetinde
şöyle açıklamaktadır:
"‘HÛ' ki sizi arzda halifeler olarak meydana
getiren..." (35.Fâtır: 39)
İnsan, "Halife"
olarak yeryüzünde mevcuttur! Ancak, bu "Hilâfet" görevine lâyık olan,
kendisinde mevcut olan bu "Hilâfetin" mânâsını anlayıp, idrak edip,
yaşayabilen zâtlar kimler? Elbette ki bu konu, üzerinde çok önemle durulması
gereken bir konu.
Âdem,
"insansı"lar türünden olan "bedenî" yönünden değil; kendisinde meydana getirilen "İNSANÎ" mânâ yani "Halife" özelliği ile ilk "insan" olmaktadır! Bize açılan
gerçeğe göre!
"İnsan", yani
"Âdem", ilk "insan"dır! "Âdem evladı" ise
kendisindeki hilâfeti sezen, hisseden, anlayan, idrak eden ve bunun gereğini
yaşayabilendir!
Esasen burada iki ayrı mânâ
söz konusu:
Birinci mânâ; fıtraten halife
olarak meydana getirilmiş olan Âdem ve neslinin, farkında olmadan veya fark
ederek bu görevi yerine getirmekte olduğudur!.. Yani, her insan esasen, kendi
kapasitesi oranında bu fıtrî "Hilâfet" görevini yerine getirmektedir.
Çünkü her insan, Allâh isimlerinin bileşiminden meydana gelmiş olduğu için,
yaşamının her anında bu Esmâ bileşiminin gereğini yerine getirmede; böylece de
o Esmâ bileşimi yönünden; daha doğrusu kendisindeki mevcut isimler formülünün
oluşturduğu program yönünden "hilâfet" görevini yerine getirmektedir.
"Sonra
Âdem'e (Esmâ'nın programlanışı, Esmâ bileşiminin açığa çıkışıyla yoktan var
edilene) bütün isimleri/Esmâ'yı (Esmâ ül Hüsnâ'sının anlamlarını açığa
çıkarmayı ve kavramayı) talim etti (programladı)." (2.Bakara: 31) Âyetinde,
bize göre, "isimler"
sözcüğü ile işaret edilen anlam "Esmâullâh"
yani "Allâh'ın isimleri"dir!
Çünkü, insan var olana kadar mevcut olan bütün varlıklar, sadece belirli Allâh
isimlerinin mânâlarıyla var olan varlıklardı. (Ahmed Hulusi-
HALİFETULLAH)]
35 - Ve kulna ya ademüskün ente ve zevcükel
cennete ve küla minha rağaden haysü şi'tüma* ve la takraba hazihiş şecerate fe
tekuna minez zalimın.
Bundan sonra dedik ki: "Ey Adem, sen ve senin
hâlini, yaşamını paylaştığın (eşin - bedenin), cennet boyutunu mesken edinin.
Dilediğinizce bu boyutun nimetleriyle yaşayın ve şu ağaca da yaklaşmayın, (yaklaşırsanız) zâlimlerden olursunuz." (A.Hulusi)
“Dedik
ki: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz
yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden
olursunuz." (Elmalı)
Ve kulna ya
ademüskün ente ve zevcükel cennete ve küla minha rağaden haysü şi'tüma
ve dedik ki ey Adem, sen ve eşin cennette yerleşin, orada canınızın
istediğinden yiyin bol bol yiyin. ve la takraba hazihiş şecerate fe tekuna minez zalimın.
Ancak şu ağaca kesinlikle yaklaşmayın eğer yaklaşırsanız, kendi kendisine
kötülük edenlerden olursunuz.
Burada Adem ve
eşinin yerleştiği cennet ya da bahçe nedir. Aslında ayetteki bu cenneti ,
rahatlıkla bahçe diye çevirebiliriz. Çünkü cennet zaten bahçe demektir. Arap
dilinde Ce Ne Ne kökünden gelen, bu kökten türetilen tüm kelimeler, örtünmüş
gizlenmiş anlamı taşırlar. Can..!
Gizlenmiş insanın canı, can gizlenmiş olduğu için Can..! denir. Cenin..!
karında gizlenmiş olan insan yavrusu. Cinnet..!
Aklın gizlenmesidir. Mecnun..! Aklı
örtülmüş olandır. Cin..! gözden
kayıp olandır. Cennet; Ağaç dalları ile toprağı görünmeyecek kadar örtülmüş
harikulade bir doğa parçası demektir. İşte Ce Ne Ne kökünden gelen tüm
kelimeler böyle örtülmüş, gizlenmiş manasını taşırlar. Cennet te bu kökten
gelir.
Bu cennetin yer
yüzünde mi yoksa, yeryüzü dışında bir yer de mi olduğu tartışılmıştır.
Ehlisünnet ulemasından bazıları cennetin gökte olduğunu söylemişlerdir. Adem’in
de gökten indiğini iddia etmişlerdir. Bu iddialarının delili de Adem’in
cennetten indirilişinin ifade için kullanılan ıh bi tu, yani inin kelimesidir. Onlar demişlerdir ki; Eğer yüksek
bir yerde olmasaydı, inin denilmezdi.
Onlara karşı
çıkan ikinci görüş ise Adem’in yeryüzünde cennet gibi bir doğa parçasında
olduğunu söylemişler ve onlar da bu kelimenin aynen yine bu surenin bir başka
ayetinde kullanıldığı gibi İh bi tu
mırsan, Mısıra girin, Mısıra gidin, Mısıra çıkın manasına, gitmek, çıkmak
manasına kullanıldığını söylemişlerdir.
Aslında doğrusu İh bi tu inin kelimesine dayanarak Adem
ve eşinin girdiği bahçenin gökte bir yerde olduğunu söylemek mümkün değil.
Çünkü bu kıssanın anlatıldığı Taha suresi olsun, Araf suresi olsun ve diğer
başka sureler olsun hepsinde ilk yaratılışla ilgili kıssanın ilk ayetinde
olayın yer yüzünde cereyan ettiği Fil
ard ibaresinde vurgulanmaktadır. Yani;
Ve iz kale rabbüke
lil melaiketi innı caılün fil erdı halıfeh Rabbim demişti ki ben yeryüzünde bir
halife yaratacağım. Olup bitenlerin tamamı yeryüzünde olmaktadır, ki kıssanın
girişinde bu da vurgulanmaktadır. Onun için Adem’in ve eşinin girdiği cennetin
yeryüzünde bir cennet olduğunu anlamamız da herhangi bir sakınca bulunmamaktadır.
Kaldı ki Müslim de geçen bir hadiste Fırat, Diclelin ve bir başka nehrin daha,
yani dört nehrin cennet nehirlerinden olduğu söylenir. Eğer Müslim deki bu
Hadisi sahih kabul edecek olursak, o zaman yeryüzünde bu nehirlerin doğduğu bir
cennetin de olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Onun için bu bahçe diye
tercüme edilmesi mümkündür.
Zaten şunu ifade
edeyim ki özellikle 25. ayeti tefsir ederken değinmiştim, Yeryüzündeki ne varsa
hepsi ahiretteki gerçeğinin bir kopyasıdır. Hatta buradaki Hayat ta, gerçek
hayatın bir kopyasıdır. Her ne kadar bu düşünce Eflatun’un ideler alemi
düşüncesi ile benzerlik arz ediyorsa da, aslında temelde çok farklı şeylerdir.
Ve gerçekten de hani cennete giren kimselerin;
Küllema ruziku
minha min semeratir rizkan; (Bakara/25)
Her ne zaman o
rızıkla rızıklansalar derler ki;
Kalu hazellezı
rüzıkna min kablü Derler ki
cennettekiler, bu daha önce de bizim rızıklandığımız şeylere benziyor. Tıpkısı,
derler. Ama: ve
ütu bihı müteşabiha (Bakara/25)
Kesinlikle
farklıdır. O, onlara benzer gösterilmiştir. Yoksa aynısı değildir. Cennette
yediklerinin aynısı değildir dünyadakiler. Dünyadakiler sadece kopyası idi.
Müteşabihi idi. Benzeri idi. Onun için gerçekten de buradaki yeryüzünün cennet
gibi parçaları da, gerçek cennetin çok adi bir kopyasıdır.
[Ek bilgi; Eşinden maksat nefistir. Havva olarak isimlendirilmesinin nedeni,
zülmani cisimle beraber olması, ondan ayrılmamasıdır. Çünkü “hayat”, siyah
tonun baskın çıktığı renktir. Nitekim kalbe de “adem” denilmiştir çünkü cisimle
ilintilidir ve tamamen yapışmak suretiyle bir ayrılmazlığı yoktur.
Bilindiği gibi “el-edeme”
kelimesi, esmer yani siyaha çalan renk demektir. Eğer kalbin bu şekilde cisimle
ilintisi olmasaydı “adem” olarak isimlendirilmezdi. İkisinin (Adem ve
Havva’nın) ayrılmamaları emredilen cennet; ruh âlemi semasıdır. Burası kutsiyet
bahçesidir. Demek isteniyor ki: Ruh semasından ayrılmayın. “Orada kolaylıkla
istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyin.” En geniş şekilde ve en
yaygın haliyle anlamlarını, irfanını ve hikmetlerini alın.
Bunlar kalbi gıdalar, ruhi
meyvelerdir. Her bakımdan sonsuz bir genişliktir bu, istediğiniz yönden,
istediğiniz mertebede, hal ve makamda dilediğiniz gibi istifade edin. Çünkü bu
cennet devamlıdır, kesilmesi, yasaklanması söz konusu değildir. (İbn.
Arabi-Te’vilât)]
36 - Fe ezellehümeş şeytanü anha fe ahracehüma
mimma kana fıh* ve kulnehbitu ba'duküm li ba'dın adüvv* ve leküm fil erdı
müstekarruv ve metaun ila hıyn
Bundan sonra şeytan onları içinde yaşadıkları (boyuttan) kaydırttı. Biz de
dedik ki: "Bir kısmınız diğerine (ruh
ve beden) düşman olarak inin. Sizin (ve
nesliniz) için bir süre arzda (beden boyutu
şartlarında) yaşam ve belli bir süre oradan yararlanma söz konusudur."
(A.Hulusi)
Bunun üzerine şeytan onları(n ayağını) oradan kaydırdı,
içinde bulundukları (cennet yurdu)ndan çıkardı. Biz de: "Birbirinize
düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve
bir nasib vardır." dedik. (Elmalı)
Fe ezellehümeş
şeytanü anha fe ahracehüma mimma kana fıh Şeytan onların ayağını
kaydırdı ve onları bulundukları o yerden çıkardı. ve kulnehbitu ba'duküm li ba'dın adüvv* ve
leküm fil erdı müstekarruv ve metaun ila hıyn Biz de dedik ki;
Birbirinize düşman olarak inin.
Birbirinize
düşman olarak inin hitabının muhatabı olan o düşmanlar kimler? Elbette insan ve
şeytan soyu. Yoksa insanlar birbirine düşman olarak insin manası çıkmaz. İşte
Hıristiyanlar bu manayı çıkardıkları için; İnsan insanın kurdudur felsefesini
ortaya attılar ve yeryüzünde insanın diğer insanlar la biteviye ve sonuna kadar
savaş içinde olduğunu, Batılı filozof Hops’un deyimi ile sürekli savaş, sürekli
mücadele olduğu felsefesi üzerine bina ettiler tüm ideolojilerini.
Ama İslam;
İnsanın özünde birbirine düşman değil, birbirine dost bir varlık olduğunu,
çünkü insan kelimesinin ünsiyetten geldiğini, yani seven, tanıyan, sayan,
yakınlaşan, yakınlaşılan demektir. Onun için hadiste de ifade edildiği gibi El mü’minu ul fün
me’lufun Mümin dost olan, dost olunandır. Dost olmayan ve dost
olunmayan da hayır yoktur. Aslında burada çizilen tip insan tipidir. İnsan
kelimesinin iki kökeninden biri de ünsiyettir. Yani yakınlık kurabilen,
sevebilen, muhabbet edebilen demektir.
[Ek bilgi; Adem’in cenneti, dünya cennetlerinden bir cennetti ve orada imtihana tabi tutuldu. Onun içindir ki şeytan girdi, onun içindir ki yasak vardı, onun içindir ki imtihan edildi, onun içindir ki mükellefti, onun içindir ki çıktı. Hele ki çıktı yoksa tüketim cennetinde yiyip içip yatacaktı. Tüketim cennetinden üretim dünyasına inzal oldu bir ayet gibi, bin ayet gibi. Adem yer yüzüne inzal olmasa vahiy Adem oğluna inzal olmazdı. Hele ki Adem inzal oldu, vahiy de Ademoğluna inzal oldu Elhamdülillâh.(M. İslamoğlu-Esma-Ğafûr)
[Ek bilgi; Adem’in cenneti, dünya cennetlerinden bir cennetti ve orada imtihana tabi tutuldu. Onun içindir ki şeytan girdi, onun içindir ki yasak vardı, onun içindir ki imtihan edildi, onun içindir ki mükellefti, onun içindir ki çıktı. Hele ki çıktı yoksa tüketim cennetinde yiyip içip yatacaktı. Tüketim cennetinden üretim dünyasına inzal oldu bir ayet gibi, bin ayet gibi. Adem yer yüzüne inzal olmasa vahiy Adem oğluna inzal olmazdı. Hele ki Adem inzal oldu, vahiy de Ademoğluna inzal oldu Elhamdülillâh.(M. İslamoğlu-Esma-Ğafûr)
ve kulnehbitu
ba'duküm li ba'dın adüvv* ve leküm fil erdı müstekarruv ve metaun ila hıyn Ve
sizin için yeryüzünde bir istikrar, bir geçimlik vardır. Yer yüzü sizin için
bundan böyle bir döşektir, bir evdir, bir mekandır. Ve yer yüzünde biraz da siz
orarın demini sürün. Belli bir süreye kadar orayı mesken tutun.
37 - Fe telekka
ademü mir rabbihı kelimatin fe tabe aleyh* innehu hüvet tevvabür rahıym
Adem, Rabbinden (beynindeki Esmâ mertebesi
boyutundan) gelen ilim ile -kelimeler- (yapmaması
gerekeni fark edip, kendisinden açığa çıkan vehmine tâbi olma hatasını itiraf
edip)
tövbe etti. Tövbesi kabul edildi. Şüphesiz ki HÛ; O tövbeyi kabul edip
Rahıymiyeti ile bunun güzel sonuçlarını yaşatandır. (A.Hulusi)
“Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler aldı, (onlarla
tevbe etti. O da) tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok
esirgeyendir.” (Elmalı)
Fe telekka ademü
mir rabbihı kelimatin fe tabe aleyh Bunun ardından Adem Rabbinden
bir takım kelimeler aldı, ya da bir başka sahih okuyuşa göre Fe telekka ademü
mir rabbihı kelimatin Adem kelimeleri almadı da Adem’e kelimeler
verildi. Fark etmez ikisi de sahih bir okuyuştur. Rabbinden Adem bir takım
kelimeler aldı fe tabe aleyh o
kelimelerle rabbine tevbe etti. Ondan özür diledi. Yani öz eleştiri yaptı. innehu hüvet
tevvabür rahıym O tevbeleri çokça kabul edendi, bağışlayandı.
Adem’in aldığı bu
kelimeler ne idi diye soracak olursak, bu sorunun cevabını Kur’an da
bulamıyoruz. Her ne kadar Araf suresinde gelen bir ayeti bu sorunun cevabı
olarak ileri süren müfessirler varsa da, o ayetin Adem’in tevbesini ifade
etmediği açık. O halde bu sorunun cevabını bize sahih sünnet veriyor. Şu her
namazda namaza ilk girerken okuduğumuz süphaneke
var ya, İşte Adem’in aldığı kelimelerin o olduğuna dair sahih rivayetler var.
Yani biz süphaneke yi Ademoğlu
olarak her namazın girişinde Rabbimize bir af, bir tevbe, bir istiğfar, bir öz
eleştiri olarak sunuyoruz. Ve her namaza biz bu tevbe ile başlıyoruz.
Süphaneke içeriği
itibarı ile üç şeyi içerir. Muhtevidir. Tesbih, Hamd ve tevhid. Süphaneke allahümme, Ey Allah’ım seni ulularım. Sen noksan sıfatlardan münezzehsin,
her türlü eksikliklerden berisin. Ve bi hamdik. Hamd sanadır. Övgülerin tümü senin
içindir. Ve
tebare kesmük. Senin adın ne mübarektir, ne yücedir. Ve teala ceddük. Sen
çok ûlvi bir Rabb sın, senin ismin senin varlığın çok yücedir. Vela ilahe gayrük. Senden
başka hiçbir ilah, hiçbir mabut, tapınılacak hiçbir varlıkta yoktur. İşte
manasını verdiğim Süphaneke üç şey içerir. Tesbih, hamd ve tevhid.
Hatırlayın
yukarıda ki 30. ayeti. Melekler Allah’a soru sorarken ne diyorlardı gerekçe
olarak Biz seni Hamd ile tesbih edip dururken sen yeryüzünde bozgunculuk, kan
dökecek birini mi yaratacaksın. Adeta buna cevap olarak Adem; Al ben de tesbih
ediyorum, ben de hamd ediyorum, yani Ademoğlu, insanoğlu Allah’a; Ey melekler
biz sizden aşağı kalmıyoruz. Namaz kılmakla sizinle birlikte Allah’a hamd
etmek, Allah’ı tesbih etmek O’nu Tevhid etmek yarışına biz de katılıyoruz. Biz
de bu evrensel koronun içindeyiz. Demiş olur. Her namaz kılan mümin aslında
meleklerin ayrıcalık olarak gösterdikleri bu özellikleri kendi bünyesinde
toplamış demektir.
Onun için namaz
miraçtır. Namaz, meleği geride bırakıp Allah’a kavuşmaktır. İşte eğer namazı
miraca dönüştürebilirse mümin o zaman
meleklerin kendisine saygı sunduğu, meleklerin önünde eğildiği bir varlık
derecesine çıkar. İnsan farkı da buradadır. Melekler o insan farkına
eğilmişlerdir. O insan farkına saygı sunmuşlardır.
Tevbe nedir. fe tabe aleyh. Tevbe,
kelime anlamı dönmek demektir. Geriye dönmek, vazgeçmek demektir. Şer’i anlamı
ise Yapılan bir hatayı bir daha yapmamak üzere kast etmek, karar vermek ve
Allah’tan özür dilemektir.
Aslında Kur’an da
İstiğfar ve Tevbe, ayrı ayrı gelirler. İstiğfar; Bir şeyden dolayı Allah’a dil
ile özür dilemek demektir. Tevbe ise Allah’tan özrü yaptığınız hatanın cinsi
ile dilemek anlamına gelir. Yani günahı madde ile mi işlediniz, Tevbeyi de
madde ile yapacaksınız. Günahı şeytan yoluna para harcayarak mı işlediniz, Onun
tevbesi Allah yoluna harcamaktır. Günahı şeytanın yoluna ömür ve sıhhat
harcayarak mı işlediniz, Onun tevbesi Allah’ın yoluna onun tam aksi istikamette
yine aynı şeyden Allah yoluna harcamaktır. Yani tevbe, bir şeyin tevbesi, kendi
cinsindendir.
Onun için gözün
tevbesi vardır. Gözün tevbesi; Gözün günahı batılı seyretmekse tevbesi de hakkı
görmektir. Kulağın günahı batılı dinlemekse, tevbesi de Hakka yönelmektir.
Kalbin günahı batıla iman batılı kabul etmekse, tevbesi de ondan yüz çevirip
hakka yönelmektir. Onun için Tevbe hem fiili olabilir, hem kalbi olabilir. Bu
nedenle peygamberimiz Pişmanlık tevbedir
diye buyurur. Çünkü pişmanlık kalbin tevbesidir.
38 - Kulnehbitu
minha cemıa* fe imma ye'tiyenneküm minnı hüden fe men tebia hüdaye fe la havfün
aleyhim ve la hüm yahzenun.
Dedik: "İnin hepiniz oradan (kendinizi bedensiz
hissettiğiniz şuur boyutundan - cennet yaşamından)... Benden size HÜDA (hakikatinizi idrak ettirici Rasûl - ilim) geldiğinde kim
HÜDAma tâbi olursa onlara ne korku vardır ne de mahzun olacakları bir
şey." (A.Hulusi)
Onlara dedik ki: "Hepiniz oradan inin. Size benim
tarafımdan bir hidayet rehberi geldiğinde, kim o hidayetçimin izinde giderse,
onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. (Elmalı)
Kulnehbitu minha
cemıa, Dedik ki hep birlikte oradan çıkın. İh bi tu İnin manasına gelmekle birlikte çıkın manasına da
gelebileceğine daha önce değinmiştim. fe imma ye'tiyenneküm minnı hüden İyi bilin ki
yine benden bir rehberlik size gelmeye devam edecek. fe men tebia hüdaye fe la havfün aleyhim ve la
hüm yahzenun. Kim bundan sonra gelecek rehberliğe tabi olur ona
tutunur ve yapışırsa onun için geleceğe ilişkin istikbal kaygısı yoktur,
geçmişe ilişkin üzüntü de duymayacaklardır.
Burada ki
Allah’tan gelecek bir rehberlikten kasıt elbette ki nübüvvet müessesesidir.
Yani Allah insanı yer yüzüne halife kıldıktan sonra insana akıl, insana vicdan,
insana irade gibi yine vahyin bir başka türü olan nimetler sunduktan sonra
bununla da yetinmeyip insana bir de peygamber ve kitap gönderiyor. İşte bu
Allah’tan gelen rehberliğin devamı anlamına geliyor. Ve cenab–ı hak bu
rehberliğe uyması durumunda insanın iki temel ödül kazanacağını söylüyor.
Bunlardan biri; la havfün aleyhim. Havf Arap dilinde daima gelecek için
kullanılır. Yalnız ca gelecek için. Havf
gelecek için duyulan kronik ve müzmin endişe demektir. Telaşa dönüşmüş,
sahibini, mahveden gelecek kaygısı demektir. İşte bu manada Allah’a güvenen,
Allah’a bağlanan, Allah’a tutunan, Allah’ın ipine sarılan istikbal endişesinden
kurtulur. İstikbal endişesinin kendisinde bir hastalığa dönmesinden kurtulur.
Nedir bu endişe;
Akıbet endişesidir. Ne olacağım, nereye gideceğim, akıbetim nedir, beni ne
bekliyor, işte o belirsizlik var ya, o belirsizlik her gün ölümdür. Onun için
bu belaya uğrayan Allah’ın rehberliğini kabul etmeyen insanlar, her ölümü
gördüğünde ölürler. Her ölü gördüğünde, her mezar gördüğünde, her ölüm
duyduğunda ölürler. Ama Allah’ın rehberliğini kabul eden ve ahirete inanan
sadece bir kere ölür. Çünkü ölüm onu korkutmaz. Korkutamaz. Çünkü Allah’tan
gelmiş ve ona, yine ona döneceğine iman etmiştir.
Onun için fe la havfün
aleyhim. Gelecek endişesi onda bir müzmin korkuya yani fobiye
dönüşmez. Fobi budur. İnsanı ciddi biçimde rahatsız eden, hatta aklını, insanın
iradesini, insanın muhakemesini kaybetmesine yol açan müthiş kronik korku.
Ve ikinci ödül
nedir. ve la hüm
yahzenun. Bu da Arap dilinde sadece
geçmiş için kullanılır. Yani yaptıklarından da mahzun olmayacak, üzülmeyecek.
Bu şu demektir. Üzülecek şeyler yapmayacak. Allah’ın rehberliğine bağlanan,
Allah’ı rehber edinen, vahyi kılavuz edinen kimse yaptıklarından pişman olur
mu? İşte bu iki garantiyi veriyor.
Bu hüzün bugün
farklı isimlerle anılıyor. Melenkoli, ansiyete, nevroz ve bir takım ruhi,
psikolojik hastalıklara yol açan ruhsal bir rahatsızlıktır. Marazdır. Bugün
modern insan işte bu iki şeyi, bu iki belayı birden yaşıyor. Hem gelecek
endişesi ve kaygısı, hem geçmişin hüznü ve kronik üzüntüsü. Eğer Allah’ın
kılavuzluğuna razı olur ve O’nun rehberliğine sığınırsa bir mümin, Yani Allah’a
güvenirse ki müminin manası da bu değil midir. Allah’a tam güvenen insan. İman
da bu değil midir. Allah’a güvenmek, Allah’a tam güvenen insan, hem gelecek
endişesinden, hem de geçmişin hüznünden emin olacaktır. Allah bu garantiyi
veriyor.
39 - Vellezıne
keferu ve kezzebu bi ayatina ülaike ashabün nar* hüm fıha halidun
Onlar ki bizim işaretlerimizi inkâr edip
yalanlarlar, işte onlar sonsuza dek ateş (azap) içindedirler. (A.Hulusi)
İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da
cehennem ehlidirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır. (Elmalı)
Onlar ki
küfrettiler yani hakikatin üzerini örttüler. Kimler? Allah’ın rehberliğine
uymayanlar, Allah’tan gelen o hidayeti reddedenler. Onlar hakikatin üzerini
örttüler. Küfür örtmek demektir. ve kezzebu bi ayatina ve ayetlerimizi
yalanladılar. Sadece sözlü ayetlerimizi değil, kainat ayetlerimizi de yalanladılar.
Aynı zamanda aklı yalanladılar. Vicdanı yalanladılar ve iradeyi yalanladılar.
Yani hem fiili, hem tabii hem de sözlü, yazılı ayetlerimizi yalanladılar. ülaike ashabün nar
İşte onlar ateş halkıdır. hüm fıha halidun ve onlar orada astronomik sürelerle
kalacaklardır.
Burada ki halidun’u daha önce ilk dersimiz de
bakara suresinin ilk sayfalarını işlediğim derste de değinmiştim. Lügatta,
dilde uzun süre anlamına gelir. Buradan yola çıkarak cehennemin geçici mi yoksa
kalıcı mı olduğu tartışılmıştır. Cehennemin kalıcı olduğunu söyleyenler bu halidun ibaresini; Ebedi, bitimsiz,
sonsuz müddet olarak görmüşler ve bunu Cin suresi 23. ayetindeki;
halidiyne fiyha ebeden. (Cin/23)
Ebeda te’kibiyle de delilen dirmişlerdir. Ancak Cehennemin geçici olduğunu söyleyenler
ki bir birine can düşmanı olan iki İslami ekol bu konuda aynı fikre ulaşmışlar.
Biri teosofisk sufizmin savunucusu ve babası sayılan Muhiddin bin Arabi, öteki
de bu ekolün gerçekten amansız eleştiricisi olan selefi ekolün babası sayılan
İbn. Teymiyye. Bu iki ekol de ayrı ayrı gerekçelerle cehennemin sonsuz ve
sınırsız değil, bir gün olup geçeceğini yani bitimli olduğunu savunmuşlar ve bu
görüşlerine Hud suresinin 106 – 107 ayetlerini delil göstermişler.
Sufiler cehennemin geçiciliğini
savunurken onlar kendi mantıklar içerisinde zaten Allah’tan başka her şeyin
geçici olduğunu söylerler ve bu fikirden yola çıkarlar. Bu fikirlerine de
Kur’an dan; Kullu
men 'aleyha fam, Ve yebka vechu rabbike zulcelali vel'ikrami. (Rahman/26-27)
Yani her bir şey, herkes fani olacaktır, Baki kalacak olan sadece Celâl ve
ikram sahibi olan Rabbinin zatıdır. Ayetini delil gösterirler.
İbn. Teymiyye ekolü ise ki onun
talebesi; İbn. Kayyım el Cevziyye bu konuda müstakil bir eser yazmıştır. Hadi’l-Ervah adı ile. Ki bu eser Türkçeye
de tercüme edildi. Bu eserde cehennemin geçiciliğini maddeler halinde sıralamış
ve orada Allah ile beraber hiçbir şeyin baki olmadığını sadece Allah’ın baki
olduğunu, her bir şeyin bir süresi olduğunu ve cehennemin de bir süresi
olduğunu ve bunun farklı bir delilinin; Allah’ın rahmetinin gazabını geçmiş
olduğunu, Allah’ın bağışlayıcılığının, Allah’ın azabından daha büyük olduğunu
da buna delil getirmişlerdir.
Bu noktada cehennemi Mevlana
Celalettin Rumi gibi, ikbal gibi, bu yüzyılımızın başında yaşamış olan ünlü
kazanlı alim Musa
Carullah Bigiyev gibi kimi alimler de bir terbiye yeri olarak görmüşler.
Hatta Ahmedüddin isimli bir reformist İslam alimi, Cehennemi bir hastane olarak
niteler. Yani orada tedavi gördükten sonra herkes tedavisi hastalığına göre
tedavisi bittikten, ıslah olduktan ve tüm günahlarını orada temizledikten
günahı kadar yandıktan sonra Cehennem de kalmayacağını iddia ederler.
Bendeniz
bu meselenin de gabya müteallik bir mesele olduğunu ve bu mesele de hiç
kimsenin söylediği sözün son söz olamayacağını, bu meselede son sözü söyleme
yetkisinin sadece Allah’a ait olduğunu bir kez daha hatırlatmak istiyor ve
bütün tarafların delillerinin hep kat’i deliller olmaktan daha çok zanni
deliller olduğunu sanıyorum ve bu konuda ki herhangi bir görüşten yana olmanın
da gerekmediğini düşünüyorum.
40 - Ya benı israılezküru nı'metiyelletı
en'amtü aleyküm ve evfu bi ahdı ufi biahdiküm ve iyyaye ferhebun.
İsrailoğulları (dedim)... Size bağışladığım nimeti hatırlayın ve
verdiğiniz sözü yerine getirin, ki ben de size olan (varoluşunuzdaki hilâfet) sözümü yerine getireyim. Yalnız benden
çekinin! (A.Hulusi)
Ey
İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun
ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun! (Elmalı)
Ya benı israılezküru nı'metiyelletı en'amtü
aleyküm ve evfu bi ahdı ufi biahdiküm ve iyyaye ferhebun Bir başka konuya geldik. Bu konu adeta bu
surenin Kur’an ın başına yerleştirilmesinin gerekçesi olan bir konu. Yani İslam
ümmetini bekleyen en büyük tehlikenin ne olduğu sorusuna cevap olan bir konu.
Yani Musa ümmetinin Yahudileşmesi serüveni. İşte bu serüven bu ayetle
anlatılmaya başlanıyor ki bu sure de bu serüvene tam 120 ayet ayırmış. 120
ayetle İsrail oğullarının Yahudileşme serüveni anlatılıyor ve bunun tek hikmeti
de;
“Ey Muhammed ümmeti sizde
aklınızı başınıza almazsanız Musa’nın ümmeti gibi Yahudileşirsiniz. Bakın
Musa’nın ümmeti nasıl Yahudileşti, onlardan ibret alın, ders alın, onların
yaptığını yapmayın ki siz de onların akıbetine uğramayasınız. Onlar
Yahudileşince Allah onlardan görevi aldı, insanlığa Vahyi taşıma görevini size
verdi. Eğer siz de Yahudileşirseniz sizden alır, Yahudileşmemiş olan birilerine
verir ki, 1400 yıllık İslam tarihi bunun en büyük şahididir, delilidir.”
1400 yıllık İslam tarihinde hangi toplum, hangi
kavim Yahudileşmiş ise Allah İslam’ın bayraktarlığını ondan almış bir başkasına
vermiş ve o toplum bu sancağı göndere dikmiş ve taşımıştır. Bundan böyle de
böyle olacaktır. İşte bu duygular, bu bakış açısıyla bu ayetleri okuyalım.
Ey İsrail oğulları, nimetimi
hatırlayın ki size vermiştim bu nimeti size verdiğim o bitimsiz vahiy nimetini,
vahyi insanlığa taşıma nimetini hatırlayın. Bu nimeti öyle tefsir edebiliriz.
Bu nimet insanlık içerisinden Allah’ın bir toplumu ana toplum, İnsanlığa ana
toplum olarak seçmesi, yani ümmet olarak seçmesidir.
ve evfu bi ahdı Benimle yaptığınız
sözleşmeye uyun. ufi biahdiküm Yani siz benimle yaptığınız sözleşmeye uyun ki ufi bi ahdikum,
bende sizinle yaptığım sözleşmeye uyayım. Siz bana verdiğiniz sözü tutun ki,
ben de size verdiğim sözü tutayım. ve iyyaye ferhebun. Yalnız
ama yalnızca benden sakının.
Burada Allah’ın İsrail oğullarına
verdiği söz elbette ki açık, yani onları dünya insanlığına lider ve önder
kılmak. Ama öncelikle onlar Allah’a verdikleri sözü tutarsa bu söz
gerçekleşecek. Nedir o verdiği, Allah’ın onlardan aldığı söz? Vahyi insanlığa
taşımak, vahye ihanet etmemek. Vahyi hayata hakim kılmak, önder, öncü ve model
bir toplum oluşturmak.
41 - Ve aminu bi ma enzeltü müsaddikal li ma
meaküm ve la tekunu evvele kafirim bih* ve la teşteru bi ayatı semenen kalilev
ve iyaye fettekun.
Ve iman edin sizde olanı (Tevrat'ı) tasdik eden,
indîmizden inzâl ettiğimize (Kurân'a). O gerçeği
inkâr edenlerin ilki olmayın. Varlığınızdaki (B sırrı kapsamındaki) işaretlerimi (Esmâ'nın açığa çıkış kuvvelerini) az bir dünya
değerine değişmeyin. Benden korunun! (A.Hulusi)
Yanınızdakini
(Tevrat'ı) tasdik edici olarak indirdiğim (Kur'ân)a iman edin, O'nu, inkar
edenlerin ilki siz olmayın, benim âyetlerimi birkaç paraya değişmeyin. Ancak
benden korkun (Elmalı)
Ve aminu bi ma enzeltü müsaddikal li ma meaküm
ve iman edin size indirdiğim sizinle beraber size indirdiğim şeyi tasdik eden
şeye iman edin. ve
la tekunu evvele kafirim bih* ve onu inkar eden siz olmayın. Ya da
onu inkar edenlerin öncüsü olmayın. Yani burada söylenmek istenen şu; Sizin
yanınızdakini tasdik eden indirdiğim vahye inanın Kur’an a inanın. Kur’an size
gelen vahyi inkar etmiyor. Ve aminu bi ma enzeltü müsaddikal li ma meaküm
sizin yanınızdakini tasdik eden indirdiğim şeye iman edin. Nedir bu Kur’an dır.
Ve Kur’an Tevrat’ı tasdik ediyor. Tevratı inkar etmiyor. Peygamber Musa’yı
tasdik ediyor, Musa’yı inkar etmiyor.
ve la tekunu evvele kafirim bih siz
kafirlerin, onu inkar edenlerin öncüsü olmayın. ve la teşteru bi ayatı semenen kalilev
Ayetlerimi de az bir pahaya satmayın. Yani ayetlerimi dünya karşılığında takas
etmeyin. Ayetlerimi ucuza satmayın. Bunun anlamı şudur. Pahalı pahalı para alın
da ayetlerimi pazarlayın manasına değil. Dünya karşılığında ahireti satmayın.
Ebedi hayatı verip te, geçici hayatı almayın. Allah’ın ayetlerini, Allah’ın
hakikatlerini insanlara pazarlayıp ta onunla para kazanmayın. Yani tezgahtarlık
yapmayın demektir.
ve iyaye fettekun. Yalnızca benden
korkun.
42 - Ve la telbisül hakka bil batılı ve
tektümül hakka ve entüm ta'lemun
Gerçeği (Hakk'ı), aslı olmayana (bâtıla) karıştımayın! Bildiğiniz hâlde gerçeği
gizliyorsunuz! (A.Hulusi)
Hakk'ı
batıla karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin. (Elmalı)
Ve la telbisül
hakka bil batılı ve tektümül hakka ve entüm ta'lemun Hakkı batılla birbirine bulayıp karıştırıp ta
bile bile hakkı gizlemeyin. Hakkı batıla karıştırırsanız batıl hak olmaz. Ancak
Hak batıl olmak, hak, hak olmaktan çıkar. Hak batıl olur. İsterse
karıştırdığınız batıl, hakka karıştırdığınız batıl çok az olsun. İşte bu
şirktir. Şirk hakla batılın şirketi demektir. Hakla batılı şirket ettiğinizde
bunun adına şirk denir. Onun için bir kazan bala bir kaşık pislik dökmek, balın
da pislik olması demektir. Artık o yenmez olur. Yiyemezsiniz. Yahu koca
bir kazan zaten bal var, pislik ne kadar
ki küçücük diyemezsiniz. Artık o yenmez. İşte inançta, hakta batılı
karıştırmakta buna benzer.
43 - Ve ekıymüs salate ve atüz zekate verkeu mear
rakiıyn
Salâtı ikame edin (âfakî ve enfüsî yönelişi yaşayın), zekâtı (size bağışlananın bir kısmını karşılıksız) verin; rükû
edenlerle beraber rükû edin. (Varlığınızdaki
Allâh Esmâ'sının azametini hissedip, tespih edin ve bunun nefsin hakikati olan
Muhıyt tarafından algılandığını, rükûdan kalkıp "semi'Allâhu......"
derken fark edin.) (A.Hulusi)
Hem namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, rükû edenlerle
birlikte siz de rükû edin. (Elmalı)
Ve ekıymüs salate
ve atüz zekate verkeu mear rakiıyn Namazı istikamet ile kılın,
karşılıksız yardımda bulunun. Çünkü bu emir Yahudilere, İsrail oğullarına
olduğu için bizdeki zekat anlamı ile çevirmiyorum. Tamamen karşılıksız yardım
manasına. Çünkü zekat, İslam fıkhının bir kavramıdır. Karşılıksız yardımda
bulunun. Niçin? Çünkü Yahudiler Faizle yaşadılar. Karşılıklı yardım
ediyorlardı. Faiz alarak borç veriyorlardı. İşte onların bu hastalığına işaret
için milletin kanını emmeyin faizle, karşılıksız yardımda bulunun.
verkeu mear
rakiıyn. Rüku edenlerle, Allah’ın önünde eğilenlerle birlikte siz de
eğilin. Yani İslam cemaatinin içine girin ve onlarla birlikte siz de eğilin
çünkü onlar sizin peygamberinizi ve kitabınızı tasdik ediyor, siz niçin
onlardan ayrı duruyorsunuz.
44 - E te'mürunen
nase bil birri ve tensevne enfüseküm ve entüm tetlunel kitab* e fe la ta'kılun
İnsanlara Birr'i (Allâh Esmâ'sının sizde oluşturduğu güzelliği yaşamayı) tavsiye ederken,
kendi nefsinizde bunu (hissedip) yaşamayı unutuyor
musunuz? Oysa Kitabı (varlığın hakikatı
bilgisini)
okuyorsunuz... Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?(A.Hulusi)
İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?
Halbuki kitab (Tevrat)ı okuyorsunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
(Elmalı)
E te'mürunen nase
bil birri ve tensevne enfüseküm ve entüm tetlunel kitab Siz yoksa insanlara
fazileti, erdemi tavsiye ediyor ama kendinize sıra gelince onu unutuyor
musunuz? Üstelik kitabı da okuyup dururken? e fe la ta'kılun siz hiç kafanızı
çalıştırmayacaksınız? Yani siz insanlara tavsiye ediyorsunuz bir şeyi, şunu
yapın diyorsunuz ama kitabı okuduğunuz halde siz onu yapmıyorsunuz. Cahiller
yapacaklar, ama onlara önder olması gereken aydınlar, okumuş yazmışlar
yapmayacaklar. Yani siz dini bir tezgahtar gibi pazarlıyorsunuz. Siz yapmakla,
söylemek arasını ayırıyorsunuz. Oysa ki öncelikle onu sizin yapmanız
gerekiyordu.
45 - Vesteıynu bis
sabri ves salah* ve inneha le keıratün illa alel haşiıyn
(Varlığınızdaki Esmâ kuvvesine dayanarak) sabredin ve ona
yönelerek (salât ile) yardım isteyin.
Allâh'a haşyet duymayanın benliğine kesinlikle bu iş ağır gelir! (A.Hulusi)
Bir de
sabırla, namazla yardım isteyin. Şüphesiz bu, (Allah'a) saygılı olanlardan
başkasına ağır gelir. (Elmalı)
Vesteıynu bis sabri ves salah Allah’tan
namaz ve sabırla ya da dua ve direnişle yardım isteyin. Sabır direniştir. Direnmektir.
Neye karşı direnmek? Günaha, isyana, şeytana, nefse karşı direnmek. Daha
doğrusu niçin böyle bir ayet İsrail oğulları ile ilgili bir konunun içine
girmiş diye sorarsanız, Yahudileşmeye karşı direnmek. Direnin, sizi
Yahudileştirmek isteyen şeytana, insan şeytanlarına karşı namazla ve dua ile
direnin. Namazın bir anlamı da duadır.
ve inneha le
keıratün illa alel haşiıyn Elbette böyle yapmak Allahtan gereği gibi
korkanların dışındakilere ağır gelir. Yani Allah’a kayıtsız şartsız teslim
olanlar bunu becerebilir. Onun dışındakiler nasıl bunu yapabilsin, yani günaha
karşı, şeytana karşı, İnsanın arzularına, ayartıcı iç güdülerine karşı nasıl
dirensinler. İşte İsrail oğulları da direnemedikleri için Yahudileştiler.
46 - Ellezıne
yezunnune ennehüm mülaku rabbihim ve ennehüm ileyhi raciun
O haşyet duyanlar, (nefslerinin Esmâ'sıyla hakikati olan) Rablerine (benliklerinin yokluğunu hissederek) ereceklerini
düşünürler ve nitekim O'na dönerler! (A.Hulusi)
Onlar
ki, Rablerine kavuşacaklarını ve gerçekten O'na döneceklerini bilirler. (Elmalı)
Ellezıne yezunnune ennehüm mülaku rabbihim ve
ennehüm ileyhi raciun Bunu yapabilen o yiğit kimseler var ya onlar,
bir gün Rablerine kavuşacaklarına ve dönüşün sonunda O’na olacağına gözleriyle
görmüş gibi inanırlar.
Yezunnune, bir şeyi gözlemlemediği
halde, gözü ile görmediği halde, gözü ile görmüş gibi iman etmeye denir.
İşte Allah’ın sabır ve namazla,
direniş ve dua ile, şeytana, nefsinize, toplumun ayartmalarına, iç
güdülerinizin baskılarına karşı direnirseniz, bunu ancak gözünüzle görmüş gibi
Allah’a kavuşacağınıza iman ediyorsanız yapabilirsiniz demektedir.
“Ve ahiru davana velil hamdülillahi rabbil
alemiyn”
Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder