3 Eylül 2010 Cuma

İslamoğlu Tef. Ders. BAKARA SURESİ (028-046) (4)





İslamoğlu Tef. Ders. BAKARA SURESİ (028-046) (4)













Bakara suresinin 28. ayetinden Kur’an derslerimize devam ediyoruz. Ancak bugünkü dersimize başlamadan buraya kadar tefsirini yaptığımız ayetlerin bir özetini vermem gerekiyor. Hatırlayacaksınız Bakara suresi, Müslümanların Yahudileşme tehlikesine dikkat çeken ve Musa AS. ın ümmeti İsrail oğullarının Yahudileşme sürecini baştan sona veren ve muhtevasıyla Kur’an ın başına bilinçli bir biçimde yerleştirilen sure idi.



Bu surenin ilk beş ayetinde müminler ve iman ele alınır. Ondan sonra gelen iki ayette kafirler ele alınır. Ondan sonra gelen tam on iki ayette ise münafıklar ele alınır. Yani bu sure insanlığı ikiye ayırarak başlar. Hak ehli, batıl ehli. İman edenler, İnkar edenler. İnkar edenlerin de kendi içinde ikiye ayırır. İnkarını açıklayanlar ve inkarını kalbinde gizleyenler. Yani münafıklar.



Bunun ardından sure hitabını tüm insanlığa yönlendirir ve insanın vicdanına seslenerek Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olmaya davet eder. Onun ardından ise yerlerin ve göklerin yaratılışını açıklar. BU yaratılışla vahiy arasında bir ilişki kurar ve adeta insana der ki; Allah’ın kainat ve doğa ayetleri orta da iken, onları gözünle görürken, onlarla yaşarken onları inkar edemiyorsun da, niçin Allah’ın vahyini inkar ediyorsun. Allah’ın fiziki ayetleri ile, Allah’ın sözlü ayetleri aynı kaynaktan değil mi. Aynı kaynaktan gelen bu iki gerçeği  niçin birbirinden ayrı tutuyorsun.



Onun ardından iman edenlere müjde gelir. 25 ci ayetle. 26. ayette Allah’ın vahyine iki tür yaklaşım sergilenir.



1 – İman eden bir müminin yaklaşımı,



2 – İnkar eden kafirin yaklaşımı.



Bunun ardından ise yine göklere ve yere, bunların yaratılışına çevrilir gözler.



İşte bu sürecin bir devamı olarak 28. ayette yaratılış konusunda bizim dikkatlerimizi vahye çevirmekte, yani fiziki ve fiili vahye çevirmektedir.





28 – “Keyfe tekfürune billahi ve küntüm emvaten fe ahyaküm* sümme yümıtüküm sümme yuhyıküm sümme ileyhi türceun”.



Nasıl da varlığınızın hakikatinin Allâh Esmâ'sı (B işareti kapsamında) olduğunu inkâr ediyorsunuz? Ölüydünüz (hakikatinizin ne olduğunu bilmeden yaşıyordunuz), O sizi diriltti (inzâl ettiği ilimle size hayat verdi); sizi yine öldürecek (kendini sırf bedenmiş gibi kabul hâlinden), yine diriltecek (kendini beden sanma hâlinden arındırarak bilinç boyutu hâliyle yaşam)... Nihayet sonunda hakikatinizi göreceksiniz! (A.Hulusi)



Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek, sonra yine diriltecek, sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz. (Elmalı)





[Ek bilgi; Keyfe tekfürune billahi Varlık Allah’ın varlığının ispatıdır. Üç tuğlayı üst üste görseniz yoldan giderken, zihniniz ilk anda bunu buraya kim koydu dersiniz. Allah, Allah..! Hiç şöyle diyen bir adama rastlar mısınız, insanlığın tamamını getirseniz bile. “Allah, Allah. Tuğlalar da kendi kendine üst üste durmuş..! tüm insanları getirseniz bir tane böyle diyen çıkar mı?

Bunu söyleyen delidir, yani o klinik bir vakıadır o zaman, onu oraya götürmek lazım. Ama yolunun önüne üst üste dizilmiş, güzel bir biçimde istif edilmiş 3 tane tuğlayı görse; Bunu buraya kim koydu? Der. İhtimalleri çoğalt dersiniz; 2- Bu yoldan geçenlerden biri koymuştur. 3- şu evin sahibi dizmiştir. 4- Burada her halde bir arazi vardı onu işaret ettiler. 5- Herhalde tuğlacı yoldan giderken döktü, arkadan gelen biri de bu üst üste koydu..! Bakın ihtimallerden hala gelemedik kendi kendisine dizildi diye. (M. İslamoğlu-Esma dersleri (7-2)]





Keyfe tekfürune billahi ve küntüm emvaten fe ahyaküm* sümme yümıtüküm sümme yuhyıküm Sizi ölü iken dirilten, sonra öldürecek olan ve sonra yine diriltecek olan Allah’ı nasıl inkar ediyorsunuz. O Allah’ın yaratışını nasıl olur da inkar edebiliyorsunuz.



Buradaki Ölü iken diriltmekten kastım, yok iken yeni bir yaratılış, varlık alemine çıkış, var olan şeyler içerisinden yeni bir varlığın terkip edilmesi manasında olduğu açık. Ondan sonra tekrar diriltilmesi bu dünya hayatına, ondan sonraki ölüm, bu dünya hayatının sonuna yani bizim ölüm olarak bildiğimiz ahiret hayatına geçişe, ondan sonraki diriliş ise Ba’sü ba’del Mevt diye inandığımız yeniden dirilişe işaret eder. Ve en sonunda; sümme ileyhi türceun”. Sonra ona döndürüleceksiniz.



[Ek bilgi; “Allah’ı nasıl inkâr edersiniz? neye dayanarak kendinizi O’na karşı perdeliyorsunuz, örtünüyorsunuz? Halbuki siz, babalarınızın sulbünde cansız nutfelerdiniz de O sizi diriltti. Niçin yaratılmışları, Yaratıcının varlığının delili olarak almıyorsunuz ” demek isteniyor.

Sonra sizin canınızı doğal ölümle alacaktır, ardından kıyamet günü yeniden dirilişle sizi canlandıracaktır. Birinci canlanma bizzat gözlemlenebilmektedir. İkincisi ise, birinci yaratılış kanıtı olarak kullanılmak suretiyle bilinmektedir.

“Ve sonunda O’na döndürüleceksiniz.” Yapıp ettiklerinizin karşılığını görmeniz için. Ya da iradi ölüm aracılığıyla sizi nefislerinizde öldürecek, ki bu vahdette yok olma demektir, sonra sizi gerçek hayatla yeniden diriltecektir. Bu da bahşedilen gerçek varlık sayesinde fenadan sonra beka bulmak anlamındadır. Sonra Ona döndürüleceksiniz; eğer sahip olduğunuz vahdet sıfat vahdetiyse, müşahede için, şayet zat vahdetiyse şuhut için. (İbn. Arabi-Te’vilat)]



[Ek bilgi: FARKLI BİR YORUM

Bu ayette farklı bir hakikat olduğu hissediliyor. Ayette Allah’ın varlığını bu kadar açık olduğu halde nasıl inkar edersiniz diyor. Hiç failsiz fiil, müessirsiz eser olur mu diyor. Allah, akıl nimetini verdiği insanın bu kadar akılsız karar verebileceğine şaşırıyor.

Ölü ve diri olma konusuna gelince; Kur’an a göre ölü ve diri tarifleri çok farklı. Önce birkaç ayeti inceleyelim. (Bakara/154) (Bakara/164) (Bakara/260) (A.İmran/25) (A.İmran/169) (En’am/36) (En’am/95) (En’am/122) (Nahl/21) (Neml/80)..~ vs.

Ayetler çok, sadece bunlar bile insanın bedensel yaşam halini ölü olarak tanımladığına yeter. Diriliğin ise ancak hidayetle mümkün olacağını da açıkça beyan ediyor. (En’am/122)

Durum böyle olunca bu ayetten şu anlam çıkıyor;

İnsan Allah’a imanın bilincinde ve sorumluluğunda yaşadığı sürece diri, sadece nefsinin yani bedensel güdüler çerçevesinde kaldığı sürece de ölüdür. İnsan ise bu iki kavram arasında gidip gelmeler halinde yaşar.

Demek oluyor ki insan dünyada yaşadığı süre boyunca ölüp ölüp dirilmiş. Bedensel ölüm gerçekleştiğinde ise artık sona gelinmiş, ruh (“Bilinç”, “nefs”, “ben”) ise Allah’a götürülmüştür. Çünkü artık aynel yakıyn, her şey apaçık ortada olacak, bilinmezlik kalmayacak. Böyle bir durumda iman etmenin fayda vermediği hakikati de dikkate alındığın da sona gelindiği kesinleşmiş demektir.  Ben ayeti böyle yorumluyorum.






29 – “Hüvellezı haleka leküm ma fil erdı cemıan sümmesteva iles semai fe sevvahünne seb'a semavat* ve hüve bi külli şey'in alım”



"HÛ" (O işaretini boyutsal derinlikli düşünmek gerekir) yarattı sizin için arzda olanların (bedeninizdeki özelliklerin) tümünü; sonra da şuur (beyin) boyutunuza yönelip onu yedi kat (yedi idrak kapasitesi - Nefs mertebesi) olarak düzenledi. O her şeyi bizâtihi kendinden yarattığı içindir ki her şeyi bilendir. (A.Hulusi)



“O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı . Sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir.” (Elmalı)





“Hüvellezı haleka leküm ma fil erdı cemıan O ki, yani kendisine döndürüleceğiniz o Allah’ki sizi, yeryüzünde bulunan her bir şeyi sizin için yarattı.



Buradaki bu ibareden İslam fıkıh usulcüleri var olan her bir şeyin insan için olduğu sonucunu çıkarmışlar. Buradan yola çıkarak ta Fıkhın şu değişmez kuralını koymuşlar. El asr, fil eşya ibahatün. Eşyada, varlıkta asl olan mubahlıktır. Eğer zıddına bir delil yoksa. Onun içindir ki İslam fıkhında bir şeyin serbestliğine delil aranmaz. Yasaklığına delil aranır. Eğer yasaklığına delil yoksa o şeyin var olması bizatihi serbest oluşunun delilidir. İşte bu ayetle. Onun için var olan her bir şeyi, yeryüzünde bulunan her bir şeyi Allah, insan için yarattığını ifade etmekte ve devam etmekte.



sümmesteva iles semai fe sevvahünne seb'a semavat* Sonra otoritesini göğe yönetti ve gökleri yedi aşamada dizayn etti, yarattı. ve hüve bi külli şey'in alım” O her bir şeyi en ince ayrıntısına kadar mükemmel bir biçimde bilendir.



Buradaki yedi gök fe sevvahünne seb'a semavat* yedi gök olarak düzenleme Allah’ın otoritesi ile yaptığı bu düzenlemenin ne anlama geldiği konusu tefsirin problemlerinden biridir. Burada ki yedi rakamı Arapça da daima kinaye olarak kullanılan bir rakamdır. Göklerin illa yedi olması bu rakamdan, bu ayetten yola çıkarak düşünülemez. Bu bir kinaye rakamıdır. Yani birden fazla kat, ya da kat kat olduğu yönünde anlaşılabilir. Tabii buradaki seb'a semavat* yedi gök ifadesini bazı müfessirler yedi aşama olarak düşünmüşler. Ayrıca geçmişteki bazı müfessirler bunu güneş sisteminde yer alan yıldızlar la açıklamaya kalkmışlar. Çağdaşımız olan bir takım müfessirler ise bun atmosferin tabakaları ile biyosfer, stratosfer, magnetosfer ve diğer tabakalar la açıklamaya kalkmışlar. Ama bendeniz bu ayetin hakiki anlamının, Allah tarafından gerçek anlamının Allah tarafından bilineceğini, ancak bizim bu tür yaklaşımlarımızın, bu tür açıklamalarımızın da mümkün olabileceğini, ama bu açıklamaların hiç birinin ayette kastedilen nihai anlam olduğunun düşünülemeyeceğini, belki ayetin hakiki anlamının bundan yüzlerce yıl sonra keşfedilebileceğini düşünebiliriz.



Varlığa, yeryüzüne, yeryüzünün ve gök yüzünün yaratılışına dikkat çektikten sonra şimdi Kur’an; hiçbir kaynakta bulamayacağımız, bize başka hiçbir referansın bu konuda bilgi veremeyeceği bir olaya, yani insan neslinin ortaya çıkış serüvenine giriyor. Ve bu konuda bize ilahi bir takım malumatlar veriyor. İşte onlar şöyle başlıyor;





30 – “Ve iz kale rabbüke lil melaiketi innı caılün fil erdı halıfeh* kalu e tec'alü fıha mey yüfsidü fıha ve yesfiküd dima'* ve nahnü nüsebbihu bi hamdike ve nükaddisü lek* kale innı a'lemü ma la ta'lemun.”



Rabbin meleklere: "Ben arzda (bedende) bir halife (Esmâ mertebesinin farkındalığıyla yaşayan şuur sahibi) meydana getireceğim" dedi. Onlar da: "Orada fesat çıkarıp kan döken birini mi meydana getireceksin; biz seni hamdinle (bizde açığa çıkardığın varlığını değerlendirme hâliyle) tespih (her an yeni hâle dönüşen isteğine kulluk ederek) ve kudsiyetini (her türlü eksiklikten berî oluşunu) dillendirmiyor muyuz?" dediler. (Buyurdu): "BEN sizin bilmediklerinizin Aliymiyim!.." (A.Hulusi)



“Bir zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. (Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" dediler. (Rabb'in): "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi.” (Elmalı)





Ve iz kale rabbüke lil melaiketi innı caılün fil erdı halıfeh Hani Rabbin bir zaman meleklere ben yeryüzünde bir ardıl, bir halife, bir vekil yaratacağım demişti, kalu e tec'alü fıha mey yüfsidü fıha ve yesfiküd dima' Melekler de cevap vermişlerdi: sen yeryüzünde kan dökecek, orayı fesada verecek birilerini mi yaratacaksınve nahnü nüsebbihu bi hamdike ve nükaddisü lek Oysa ki biz seni hamd ile tespih ve takdis ediyor, övüyor, yüceltiyor ve ululuyoruz. kale innı a'lemü ma la ta'lemun.” Allah’ta onların bu endişelerine cevap verdi; “Kuşkusuz ben bilirim. Siz bilmezsiniz.” Ya da “sizin bilmediklerinizi kuşkusuz ben biliyorum.” Dedi.



Bu ayette geçen ilk kavram melek kavramı. Melek kavramının ne olduğu konusunda müfessirler farklı yorumlar yapmışlar. Öncelikle ihtilaf bu ismin kökeni konusunda. Mel - ek kökünden geldiğini söyleyenler bu kelimenin kök anlamının, bir şeyi ayakta tutan güç olduğunu söylemişler. Yani bir şeyin meleği onu ayakta tutan güçtür demişler. Onun için, insan için şöyle bir şey kullanırlar mesela; “el kalp u melek ul cesed” Kalp bedenin meleğidir. Yani Kalp insanı ayakta tutan ana unsurdur. İnsanı ayakta tutan gücü veren temel unsurdur anlamına. Bu konuda melek kelimesinin geldiği kök olan “melâk” kelimesini kullanmışlar. Onun için melek ismi gerçekte, güç, kuvvet anlamına gelir.



Ancak bazı müfessirlerin lügatçilerin açıklamalarından yola çıkarsak Melek ile Melaike ayrı ayrı anlamlara gelir. Melaike melek in çoğulu olarak ele alınacağı gibi, çoğulu olmadığı konusunda da görüş vardır. Ve hatta bazıları şöyle bir sonuca ulaşırlar. Her melek melaike dir, lakin her melaike melek değildir. Bundan söylenmek istenen şudur. Melekler ikiye ayrılabilir.



1 – Dinamik güçler



2 – Statik güçler.



Dinamik güçler insana tahsis edilen meleklerdir. Onlar müstakil şahsiyete sahip görünmez varlıklardır. Ancak bir de statik güçler var ki onlar da kainatta kaderi statik olan yerler, gökler, ağaçlar, dağlar, ırmaklar, denizler gibi. Kaderi statik olan yıldızlar, galaksiler gibi. Kaderi statik olan varlıkları ayakta tutan güç anlamına gelir. Ancak biz bütün bu yorumların üstünde şunu söylemek istiyoruz ki; melek gayba ilişkin bir varlıktır. Ve gayba ilişkin her varlığa iman etmek bir müminin boynunun borcudur. Dolayısıyla gayba ilişkin varlıklar üzerinde yürütülecek herhangi bir akıl, ya da söylenecek her hangi bir söz, daima spekülatif olmaya mahkumdur. Bu nedenle melekler gayba ait varlıklardır ve imanın konusu olurlar.



Bu ayette geçen ikinci kavram; halife kavramı. Halife; Ardıl, vekil, birinin yerine geçen, birinin makamına bakan, birinin yetkileri ile donattığı bir vekil anlamına gelir. O halde burada insan için halife ifadesinin kullanılması ne anlama gelmektedir. Yani insan kimin yerine geçmiştir yeryüzünde, sorusu gündeme gelmektedir. Yani insan kimin halifesidir.



Tüm tefsir tarihi içerisinde bu soruya iki cevap verilmiş. Bu cevaplardan bir tanesi insan Allah’ın halifesidir. Diğeri ise insan kendisinden önce yeryüzünde yaşamış ya kendi türünden bir başka neslin, ya da kendi türünden olmayan bir başka varlığın halifesidir denilmiştir.



Birinci görüş İbn. Mes’ut a ve onunla birlikte düşünen Hasan Basri gibi bir takım Tabiinden alimlere dayandırılmıştır. İkinci görüş ise İbn. Abbas’a dayandırılmıştır. İnsan Allah’ın halifesidir diyen görüş, bu görüşüne Kur’an dan herhangi bir delil getirememekle birlikte ayetin ve buna benzer ayetlerin medlulünden (Delâlet olunan. Gösterilen) yola çıkarak, insan yer yüzünde Allah’ın muradını, arzusunu gerçekleştirmekle görevlendirilmiştir. O halde bu insanın Allah’a halife oluşunun delilidir derler. Belki bu görüşü Kur’an ayetleri ile harfiyen desteklememektedir. Çünkü öbür görüşün de en az bu kadar tutarlı olduğunu söylemek zorundayız. Yani insan kendisinden önceki bir başka neslin halifesidir. Diyen görüşü.



Bu görüşün iki delili var. Birincisi İblisin varlığı, şeytanın varlığı. Bu görüşü ileri sürenler demişlerdir ki yeryüzünde insandan evvel görevli olanlar yan insanın konumunda olanlar cinler di. O cinlerin içerisinden çıkan iblis, cenneti hak etmiş biri idi. Ve işte onun için insan, kendi yerine geçtiği için insanı hasetlendi ve cennetten kovuldu demişlerdir. Onların ikinci görüşü ise  bu ayette ifade edilen, yeryüzünde kan dökecek, orayı fesada verecek, orada bozgunculuk çıkaracak birilerini mi yaratacaksın. Meleklerin bu sorusudur.



Melekler bunu nereden biliyorlardı diye sormuşlar eğer yeryüzünde daha önce birileri yaşamamış olsaydı melekler yeryüzünde kan dökülmüş olduğunu nereden bileceklerdi. Yeryüzünde fesat çıkarılmış olduğunu nereden bileceklerdi cevabını vermişler. Bendeniz bu iki görüşün de birbiriyle eşit değerde ve ağırlıkta olduğunu, lakin ikisini de Kur’an da ki halife sözcüğünün geçtiği ayetlerin onaylamadığını ancak bu ikisinin dışında Kur’an’ın onaylayabileceği şöyle 3. bir şıkkında olduğunu gündeme getirmek istiyorum o da En’am suresinin 165. ayetinde;



Ve hüvellezı cealeküm halaifel ard(En’am/165)



“O Allah’ki sizi yeryüzünün halifeleri kıldı.” İfadesidir.



Bu ibarede halife yeryüzüne nispet edilmektedir. Yani yer yüzü ile halife bir tamlama içerisinde kullanılmakta, yer yüzünün halifeleri denilmektedir. Kur’an ın hiçbir tarafında insan için Allah’ın halifesi tamlaması kullanılmaz. Ya da bir başka tamlama kullanılmaz bu konuda ama yer yüzünün halifesi tamlaması kullanılır.



Bunu İbn. İshak, şöyle tefsir ediyor. “Sakinen ve amiran yeskulihe ve ya’muruhe halefe.“ Yani orada yerleşti, orayı imar etmek, orayı donatmak, orayı yaşanılabilir kılmak için yer yüzünün halifesi kılındı. Yani buradan anlayacağımız gerçek şu olmalı. İnsan yer yüzünün halifesidir. Bu halifelik tıpkı siyasal manada ki halifelik gibi, yeryüzünü imar etmek, korumak, kollamakla memur olmak anlamına gelir. Yani yer yüzü insana emanet edilmiş, insan bu emanete bekçi dikilmiştir. Eğer insan tıpkı siyasal bir halife gibi. Halife olduğu yeryüzünü iyi yönetmez, iyi idare etmez, ona adil davranmaz, ona zulmederse, tıpkı halkına zulmeden bir halifenin meşruiyetini kaybedeceği gibi, insanında yer yüzündeki hilafet meşruiyetini kaybeder. Ve o da kendi eline emanet olarak verilen yeryüzüne ihanet etmiş olur.



Onun için insanın halifeliğini, yer yüzünün halifeliği olarak anlamak ver buradan yola çıkarak insanın yer yüzünü koruyup kollamak, görüp gözetmek, onu imar etmek, onu mamur etmek, onu yaşanılabilir kılmak gibi bir vazifesinin olduğunu bu vazifesini yaparsa hilafet görevini yapmış olacağını, eğer yapmazsa halifelik görevini suiistimal etmiş olacağını söyleyebiliriz.



Meleklerin burada Allah’a yönettikleri bir soru var. Orada kan dökecek ve bozgunculuk çıkaracak, yeryüzünü fesada, anarşiye ve teröre verecek birini mi yaratacaksın sorusu. Elbette meleklerin bu soruyu sormalarının amacı üzerinde durulmalı. Hatta Meleklerin bunu nereden bildikleri, nasıl tahmin ettikleri üzerinde düşünülebilir. Bu sorunun cevabı olarak ta, insandan önce yer yüzünde, öteden beri bazı müfessirlerin iddia ettiği gibi bir başka tür varlığın yaşadığı kabul edilebilir. Ama ayetin bitiş cümlesi meleklerin bu endişesine Allah’ın verdiği cevabı gösteriyor. “Sizin bilmediğinizi ben bilirim.”  Yani siz olayın buraya kadar olanını tahmin edebiliyorsunuz, ya da biliyorsunuz. Ama orda olayın bilmediğiniz bir boyutu var. İşte ben olayın bilmediğiniz o boyutunu biliyorum.



Ve yahut ta şöyle anlaşılabilir. “Siz olayı sadece yüzeysel bir biçimde değerlendiriyor ve malumatını biliyorsunuz, ben ise hikmetini biliyorum, gerekçesini biliyorum, neden ve niçin ini biliyorum.” İşte şimdi neden ve niçin inin gerekçelerini daha sonraki ayetlerden öğreniyoruz.






O devirde yeryüzünde bir tekâmül sürecinden geçerek bugünkü "insan"a son derece benzeyen; fakat zihnî fonksiyonlar yönünden düşünce, muhakeme gibi insanî vasıflardan yoksun; "homo-saphien" olarak adlandırılan, insan bedeninde hayvanlığı yaşayan topluluklar vardı... Ki biz bunlara "insansı" demekteyiz...



Bunlar, kişisel menfaatleri için birbirlerine her türlü zararı verebiliyorlar; kan döküp, fesat çıkarıyorlardı! Yaşamları yalnızca hayvansal düzeyde olup, yeme-içme, çiftleşme, olabildiğince her şeye sahip olma gibi son derece sınırlı bir şekilde devam ediyordu.



Elbette o zaman yeryüzünde en bilinçli varlıklar olan "CİN"ler de bunlar üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabiliyorlardı...



Melekler de kendi kapasiteleri ve gördükleri örnekler kadarıyla, "Halife" olacak "insan"ı, o an'a kadar yaşam süregelmekte olan "insansı"lar gibi değerlendirerek; yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı bir varlık zannetmişlerdi! 



Oysa, "Âdem" ismiyle işaret edilen "şekillenmiş çamur" yani "hücresel beden" sahibi varlığa, yani "insansı"ya, belli bir kıvama -sevveytu- geldikten sonra Allâh, "ruhundan üfle"miş; böylece o, bir "mutasyon" geçirmişti! Bundan sonra da "insansı"lar arasında ilk "insan" olmuştu Hz. Âdem!......]





31 - Ve alleme ademel esmae külleha sümme aradahüm alel melaiketi fe kale embiunı bi esmai haülai in küntüm sadikıyn



Sonra Adem'e (Esmâ'nın programlanışı, Esmâ bileşiminin açığa çıkışıyla yoktan var edilene) bütün Esmâ'yı (Esmâ ül Hüsnâ'sının anlamlarını açığa çıkarmayı ve kavramayı) talim etti (programladı). Sonra melâikeye: "Eğer dediğinizde ısrarlı iseniz bana (Adem'in) varlığındaki Esmâ'nın (özelliklerinin) neler olduğunu anlatın" dedi. (A.Hulusi)



Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: "Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin." dedi. (Elmalı)





Ve alleme ademel esmae külleha Ademe isimlerin tümünü öğretti sümme aradahüm alel melaiketi fe kale embiunı bi esmai haülai in küntüm sadikıyn Ve döndü meleklere dedi ki Allah, Eğer doğru söylüyorsanız, yani eğer sizin iddia ettiğiniz gibiyse iş, haydi şunların isimlerini bana tek tek haber verin dedi.



Burada Ademe öğretilen isimlerin ne olduğu konusu ciddi bir problemdir. Ademe öğretilen isimleri bazı müfessirler dillerin tümünün Adem tarafından bilindiği şekilde açıklamışlardır. Yani yeryüzünde konuşulan her dil Adem tarafından biliniyordu şeklinde açıklanmıştır. Ancak böyle bir tefsiri doğrulayacak herhangi bir belge gösterilmemektedir.



Bizce Ademe isimleri öğretilmesinden kasıt, İnsanoğluna eşyaya isim koyma yeteneğinin, eşyayı tanımlama yeteneğinin verilmiş olmasıdır. Hatta buradan yola çıkarak insana irade verilmesidir. Çünkü; Bir şeye isim koymak, bir şeyi soyutlamakla mümkündür. Örneğin hiçbir papağan bir şeye isim koyamaz. Çünkü eşyayı soyutlayamaz. Soyutlamak aslında yukarıdaki bir kelime ile örtüşüyor. “Takdis” ve “tespih”. Aslında tespih ve takdis soyutlamak anlamına gelir. Yüceltmek, ulvileştirmek, onu yüce bilmek. Bir şeyi yüceltmek aynı zamanda soyutlamaktır. Onun için buradan yola çıkarak insanın soyutlama yeteneğine dikkat çekmek isterim. Soyutlayamayan isim koyamaz. Çünkü eşyaya koyduğumuz isimler, konuştuğumuz dil, kelimeler hep soyutlamalardır.



Soyutlamak için akıl sahibi olmak lazım. Aklınızı muhakemenizi eşya ile ona koyduğumuz isim arasındaki bağlantı üzerinde kullanmanız lazım. Çünkü koyduğunuz her bir isim ya eşyanın bir özelliğini belirtir ya da o eşyanın kendisine ilişkin bir imaj verir. Yani isimler müsemmadan, adı konulmuş şeyler adının söylendiği o temel şeylerden bağımsız değildir. Örneğin elma ismi elmadan bağımsız değildir.



İşte Allah’ın isimleri de böyledir. Allah’ın Rahman ismi, Allah’ın bir özelliğini gösterir. Rahim ismi Allah’ın bir özelliğini gösterir. Gaffar ismi Allah’ın bir özelliğini gösterir. Melek ismi meleğin özelliğini gösterir. Onun için isim kelimesi iki kökten gelir der dilciler. Sümü, yani yüceltmek soyutlamak ikincisi ise vesm alamet işaret kökünden gelir. Yani isim ya müsammaya alamettir, ya da onun imajını kendisinde taşıyan bir soyutlamadır.



İşte bu nokta da geriye dönecek olursak bir şeye konulan isim o şeyin alameti ise eğer, bir şeye isim koymak için mutlaka muhakeme yeteneği lazım, akıl lazım, kıyas yeteneği lazım ve hepsinden öte irade lazım. Çünkü eğer bir dil düşünecek olursak isim dillerden bağımsız düşünülemez. İsmin söz konusu olduğu yer de dil de söz konusudur. Sıfatlar da söz konusudur ki sıfatlar da bir isimdir. Onun için bu ayeti, yani Ademe öğretilen isimleri Rahman suresinin 3 – 4 . ayeti ile tefsir etmişler  bazı müfessirler ki biz de bu isabetli görüşe katılıyoruz.



“Er rahman. Alleme lkur'ane. Halekal insane. Allemehul beyan.” (Rahman/1-2-3-4) Rahmân, Kurân'ı öğretti. İnsanı yarattı. ona beyanı öğretti. Yani talim ul esma, talim ul kur’an Allemehul beyan. Talim ul beyan. İşte beyanın öğretilmesi, isimlerin öğretilmesidir. Allah insanı yarattı, Halekal insane, Allemehul beyan. Ona beyanı öğretti. Beyanı yani açıklama kabiliyetini verdi.



İnsan eşyayı açıklayabilir, eşyayı tanımlayabilir, şeyleri isimlendirebilir. İşte buradaki Ademe isimlerin öğretilmesinden maksat Ademe; eşyaya ve varlığa isim koyma kabiliyetini verdi demektir.





32 - Kalu sübhaneke la ılme lena illa ma alemtena* inneke entel alımül hakım



(Bunu değerlendiremeyen melâike): "Subhaneke (her an yeni bir şey yaratıp bunlarla da asla kayıtlanmayan ve sınırlanmayansın)! Bizde açığa çıkarttığın ilimden başkasını bilmemiz asla mümkün değil! Şüphesiz ki sen, Mutlak İlim (Aliym) ve bunu bir sistem içinde (Hakiym) açığa çıkaransın!" (A.Hulusi)



Dediler ki: "Yücesin sen (ya Rab!). Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hakîmsin". (Elmalı)





Kalu Melekler Allah’ın bu teklifine şöyle cevap verdiler. Sübhanek, tek otorite sensin. la ılme lena illa ma alemtena senin bize öğrettiğin bilgi dışında bizim hiçbir bilgimi yok. Yani Allah’a itaat ettiler ve bilgilerinin tamamını Allah’tan aldıklarını itiraf ettiler. Bilgilendirilmenin kaynağının Allah olduğunu itiraf ettiler. Ve Allah bildirmeseydi kendilerinin hiçbir şeyi bilmeyeceğini itiraf ettiler. Böylece nimeti sahibi ile andılar.



 inneke entel alımül hakım elbette hiç şüphesiz sen bilensin Hem de her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilensin Alîm..!, Alim değil. Alim sıradan bir biliş yani ismi fail ama Alîm..! mübalağa ile ismi fail. Yani bir şeyi hem derinliğine, hem yatayına bilmek. Bir şeyi hem tüm cüzleri ile birlikte, tüm unsurları ile birlikte, hem de görünen ve görünmeyen tüm boyutları ile birlikte bilene Alîm..! denir. Sen Alîm..! sin ama sadece Alîm..! değilsin, senin ilminden bize de verdin, biz de bir parça biliyoruz. Lakin asıl senin bilip te bizim bilmediğimiz boyut senin Hakîm..! olmandır. Çünkü bunun niçin ini biz bilmiyoruz. Hikmetini biz bilmiyoruz. İşte o niçin i bilen Hakîm..! sin sen. Yani Allah’ın Ademi niçin yarattığını bilmediklerin de Hakîm..! ismini anarak ima etmiş oluyorlar.





33 - Kale ya ademü embi'hüm bi esmaihim* felemma embeehüm bi esmaihim kale e lem ekul leküm innı a'lemü ğaybes semavati vel erdı ve a'lemü ma tübdune ve ma küntüm tektümun



(Hitap etti): "Yâ Adem (yoktan var olmuş, Esmâ ile hayat bulmuş) varlığındaki isimlerin hakikatinden onlara söz et." Adem onlara (varlığını oluşturan Allâh) isimlerinin işaret ettiği mânâlardan haber verince (yani bu isimlerin özellikleri kendisinde açığa çıkınca); Allâh onlara fark ettirdi: "Demedim mi size ben, muhakkak ki bilirim semâlar (şuur boyutu) ve arz (beden) boyutunun gaybını (açığa çıkmamış sırlarını, özelliklerini)... Ve ben bilirim gizlediklerinizi ve açıkladıklarınızı!" (A.Hulusi)



(Allah): "Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver." dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, (Allah): "Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim" dememiş miydim?" dedi. (Elmalı)





Kale ya ademü embi'hüm bi esmaihim Allah buyurdu, dedi ki şunların isimlerini haber ver ey Adem.



Adem ismi Arap dilinde edim ül ard yani yer kabuğu, biyosfer, yer yüzü anlamına gelir. Ancak ben Arap dilcilerinin bu kelimeyi sanki Arapça bir kelimeymiş gibi anlam bulmaya çalışmalarını garipsedim. Çünkü bu kelime gerçekte Arapça değil, Arapçalaşmış bir kelime. Arapçanın da ait olduğu dil ailesine, Sami dil ailesine mensup bir kelime.



Asur – Babil dilinde adamu şeklinde geliyor. Baba, ata anlamına. Yine keldani dilinde adam anlamına geliyor. Yine o dilde de, öncü, önder, lider manasına geliyor. Tevrat’ta ise İbranice aslında adama olarak geliyor. Yani yer yüzü, yer toprağı manasına. Ki Tevrat’ta bu kelime adama, adem kelimesi yaklaşık 500 yerde kullanılır  ve hepsi insan ve insan soyuna delalet eder. Yani çok az yerde Tevrat’ta özel isim manasına gelir. Zaten bu kıssanın ele alınış biçimine şöyle ciddi bir bakış atfedersek görürüz ki burada adem bir semboldür. Yani Adem insanlığı sembolize etmekte, insanlığın bir prototipi, bir ilk tipi, arke tipidir.



Onun için burada Adem’le ifade edilen tüm insanlıktır ve insanlığın bir sembolü olarak Adem seçilmiştir. O nedenle biz bu dramatik öyküyü okurken sanki insanlığın tümü ile ilgili bir olguyu okuyormuş gibi okumak durumundayız. İnsanlıkla ilgili Allah’ın; İnsanın zaaflarını, insanın yapısını, insanın yaratılışını, insanın görünen ve görünmeyen varlıklarla çaprazla doğrudan ilişkisini, örneğin meleklerle, cinlerle, insanın Allah’la ilişkisini ele alan bir metindir şu okuduğumuz. Biz bu metni bu çerçevede ne diyor, manası ne diye değil de, ne demek istiyor sorusuna bir cevap olarak okursak çok daha farklı şeyler anlayacağımız kanaatindeyim.



Ey Adem şunların isimlerini haber ver dedi Allah. felemma embeehüm bi esmaihim. Adem onların isimlerini tek tek haber verince de kale e lem ekul leküm innı a'lemü ğaybes semavati vel erd, ve a'lemü ma tübdune ve ma küntüm tektümun Allah buyurdu ki ben size göklerin ve yerin tüm gaybını, tüm bilinmeyenini bilirim dememiş miydim. Ve yine dememiş miydim size, sizin açığa vurduklarınızı ve gönlünüzün derinliklerinde gizlediklerinizi de bilirim diye. Yani Allah burada meleklerin açığa vurduklarını bildiğini ifade buyuruyor. Ama bir de gizlediklerinizi de bilirim. Meleklerin acaba ne gizliyor olduğu sorusu sorulabilir. Yani bu ayette ima edilen melekler bir şeyi mi gizliyorlardı gönüllerinde.



Bu ayetlerin hatıra getirdiği nükte şudur. Melekler;  Ya rabbi, biz seni tespih ederken, ulularken, yüceltirken, anarken kalkıp ta yer yüzünde bozgunculuk çıkaracak, yeryüzünde fesat, terör ve anarşi çıkaracak, orada kan dökecek birini niçin yaratıyorsun. Derken aslında; Ya rabbi, halife bizi seç. Biz hilafete herhalde insandan daha önde geliriz, daha layığız..! Gibi bir his, bir duygu olsa gerek ki, Allah onlara; Sizin sakladıklarınızı da, sizin açıklamadığınızı da bilirim. Buyurmaktadır.





34 - Ve iz kulna lil melaiketiscüdu li ademe fe secedu illa iblıs* eba vestekbera ve kane minel kafirın.



Meleklere: "Secde edin Adem'e" dediğimizde secde ettiler (yoktan varolmuştaki Esmâ'dan meydana gelmiş varlığa - Esmâ mertebesine)... Ancak İblis, benliğinin yüceliğinden (enfüsünde gördüğüyle âfaktaki hakikatten perdelenerek) inkâr etti. Hakikati inkâr edenlerden (kâfir) oldu. (A.Hulusi)



Ve o zaman meleklere: "Âdem'e secde edin!" dedik, hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu. (Elmalı)





Ve iz kulna lil melaiketiscüdu li ademe fe secedu illa iblıs İşte o zaman biz melaikeye Adem’e saygılarınızı sunun dedik. Hepsi saygılarını sundular, yalnızca iblis bu emri dinlemedi. Eba, emre karşı geldi. Vestekbera, büyüklendi, kibirlendi. ve kane minel kafirın. Ve nankörlerden oldu.



Burada secde edin den  maksat nedir, bendeniz bunu saygı sunun biçiminde çevirdim. Secde, bildiğiniz gibi şer’i dilde, fıkıhta ibadet maksadıyla Allah’ın huzurunda yere kapanmak. Yani namaz içerisinde yer alan bir ritüeldir, dini bir harekettir. Ancak kelime manası saygı sunmak, saygı ile eğilmek, birine saygıyı göstermek için onun önünde yerlere kapanmak manasına gelir. Onun için buradaki anlamı da riteral anlamdır, yani kelime sözlük anlamıdır. Çünkü orada meleklere secde etmekten daha çok Adem’e saygılarını sunmaları istenmektedir. Onun için de bunu saygılarınızı sunun diye çevirmek daha doğru bir yaklaşımdır. Ve Melekler Adem’e Allah’ın emrine intisalen saygılarını sundular. Yani itiraz etmediler.



Burada bir edep öğretiliyor bize. Melekler hemen yukarıda ayette belirtildiği gibi, isimleri bir bir söyleyince Adem, Allah emretmeden de saygı sunabilirlerdi, lakin Allah’ın emrini beklediler. Niçin? Çünkü, Adem değil, o maharetin sahibi, Allah. Allah Adem’e öğretmeseydi Adem o eşyaya isim koyma kapasitesine sahip olamazdı. O halde melekler ona, Adem’e saygı sunarken aslında Allah’a saygı sundular. Niçin? Çünkü esere bakıp müessiri övdüler. Çünkü sonuca bakıp o sonucu yaratanı övdüler. Bu noktada melekler Allah’ın emrini dinlemiş oldular.



Şeytan ise Adem’e saygı sunmamakla, aslında Allah’a isyan etmiş oldu. Niçin? Çünkü Adem’in kişiliğinden kaynaklanan bir şey değildi saygı sunması istenen. Ona saygı sunmasını Allah emrediyordu ve şeytan, Allah’ın emrine isyan etmiş oldu.



Ayetin sonunu nankörlerden oldu diye çevirdim. Kafirlerden oldu diye çevirmekte mümkün. Ancak Kur’an ın hiçbir tarafında şeytanın Allah’ı inkar etmediğini, hatta Allah’ın yüceliği üzerine yemin ettiğini; Fe bi izzetike Senin şerefin üzerine yemin olsun diye yemin ettiğini, yine Kur’an da bir başka ayette; “Allah’tan korkarım ben” dediğini İnni efekullah, yine bir başka ayette, Allah’ın yolunun dosdoğru yol olduğunu, senin dosdoğru yoluna oturacağım diyerek ima ve ihsas ettiğini görüyoruz. Yani şeytan ne Allah’ı inkar etti, ne de ahireti inkar etti. Şeytan Allah’ın emrini tutmadı. Onun için inkar ettiği için değil, Allah’a karşı geldiği için, Allah’a asi olduğu için şeytan oldu.



Bu nedenle ayetin sonunu, nankörlerden oldu biçiminde çevirdik. Çünkü bu nankörlüktür. Allah’ın kendisine verdiği nimetle yetinmedi, karşısındakini kıskandı, hasetlendi. Onu hasetlerken Allah’ın kendi üzerindeki nimetini görmezlikten geldi. İşte bu nankörlüktü, onun için de nankörlerden oldu.



Ayette geçen iblis kelimesi, umutsuzluk kökünden gelir. Onun için Kur’an da bu mana ile kullanılır. Mublisun., mublusin gibi. Ümitsiz oldular ümitsizlik illetine yakalandılar. Yani bu ayeti çevirirken, umutsuz vaka diye de çevirebiliriz. İblis, bir umutsuz vakadır. Umutsuzluğun verdiği şaşkınlık demektir. İblis kelimesinin kökeni olan, be le se, umutsuzluğun verdiği şaşkınlık. Onun için iblis bir umutsuz vakadır, umursuzluk iblisi şeytan etmiştir.



[Ek Bilgi; HALİFETULLÂH

Bu âyetlerde, "insan"ın "halife" olarak meydana getirilmesinden; bir kısım melâikenin Âdem'e secde etmesinden; İblis'in bu secdeyi yapmamasından; daha sonra, Âdem'in kendisine yasaklanan şeyi yapmasından dolayı eşi ile birlikte cennetten inmesinden söz ediliyor. Bu konuda çok değerli bilgileri "AKIL ve İMAN" ile "Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU" isimli kitaplarda nakletmiştik... Okumamış olanların mutlaka oradan okumalarını tavsiye ederim...

Burada ise aynı olayın bir başka yönü üzerinde durmaya ve bu vesileyle de bugüne kadar el değmemiş bazı yeni hususlara değinmeye çalışacağım. Evet konumuz "yeryüzündeki Halife"!

"Halife" olması, neden?.. Nasıl?.. "Hak Dini Kur'ân Dili" isimli eserde, Elmalılı Hamdi Yazır şöyle açıklıyor:

"Ben mutlaka yeryüzünde bir halife yapacağım, bir halife tayin edeceğim demişti ki, O bana izafeten, bana niyabeten mahlûkatın üzerinde birtakım tasarrufata sahip olacak, benim namıma ahkâmını icra ve temfiz eyleyecek..." (Cilt: 1, Sayfa: 299)

Şimdi bu konuyu baştan alalım. "Allâh, Âdem'i yeryüzünde bir halife olarak meydana getirdi."

Kurân'dan evvel gelmiş olan kitaplardan Tevrat'ta da Tekvin bahsinde şu hususa değinilir: "Allâh, kendi sûretinde Adam'ı yaptı." Âdem'den Tevrat'ta "Adam" şeklinde bahsedilir... Keza, İncil'de de. Bununla birlikte, Buharî'de, Müslim'de, İbn-i Hanbel'de bu konuda bir açıklama vardır. Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) şöyle buyuruyor:

"Allâh, Âdem'i kendi sûreti üzere yarattı."

Allâh sûreti üzere meydana getirilen Âdem'in var oluşunun gayesi, bu âyeti kerîmede açıklandığı üzere, "yeryüzünde Halife" olmasıdır. "Halife" olması, Âdem'in, ancak Allâh sûreti üzere yaratılması ile mümkündür, ki biraz önce bahs olunan Rasûl açıklamasında da buna; "Allâh Âdem'i kendi sûreti üzere meydana getirdi" şeklinde işaret edilmiştir.

"Allâh sûreti üzere..." diye ifade edilen tanımlamadan ne anlayacağız?

Biliyoruz ki Allâh, şekilden, maddeden, sûretten münezzehtir! (Bu sûretin ne olduğu hakkında çok tafsilâtlı bir izahı, "TEK'in SEYRİ" adlı kitabımızın "Öz'ün Seyri" bölümünde bulabilirsiniz.) Burada bahsedilen "sûret", Cenâb-ı Hakk'ın Esmâ-i ilâhîsi ile meydana getirilmiş olan "İNSANÎ mânâ"dır.

Âdem'in "Allâh'ın sûreti üzere var olması" demek, "ilâhî isimlerin mânâları ile varlığının var olması" demektir. Yani Âdem, "Allâh'ın isimlerinin mânâlarını ortaya koymakla ‘Hilâfet' görevine seçilmiş", o görev için meydana getirilmiş demektir.



Nitekim, Nûr Sûresi'nin 55. âyetinde de:

"Allâh, sizden iman eden ve imanın gereğini uygulayanlara vadetti ki: Onlardan öncekileri halife yaptığı gibi, arzda, onları da mutlaka halife yapacak..." (24.Nûr: 55) denilmektedir.

Fâtır Sûresi'nin 39. âyetinde şöyle açıklamaktadır:

"‘HÛ' ki sizi arzda halifeler olarak meydana getiren..." (35.Fâtır: 39)

İnsan, "Halife" olarak yeryüzünde mevcuttur! Ancak, bu "Hilâfet" görevine lâyık olan, kendisinde mevcut olan bu "Hilâfetin" mânâsını anlayıp, idrak edip, yaşayabilen zâtlar kimler? Elbette ki bu konu, üzerinde çok önemle durulması gereken bir konu.

Âdem, "insansı"lar türünden olan "bedenî" yönünden değil; kendisinde meydana getirilen "İNSANÎ" mânâ yani "Halife" özelliği ile ilk "insan" olmaktadır! Bize açılan gerçeğe göre!

"İnsan", yani "Âdem", ilk "insan"dır! "Âdem evladı" ise kendisindeki hilâfeti sezen, hisseden, anlayan, idrak eden ve bunun gereğini yaşayabilendir!

Esasen burada iki ayrı mânâ söz konusu:

Birinci mânâ; fıtraten halife olarak meydana getirilmiş olan Âdem ve neslinin, farkında olmadan veya fark ederek bu görevi yerine getirmekte olduğudur!.. Yani, her insan esasen, kendi kapasitesi oranında bu fıtrî "Hilâfet" görevini yerine getirmektedir. Çünkü her insan, Allâh isimlerinin bileşiminden meydana gelmiş olduğu için, yaşamının her anında bu Esmâ bileşiminin gereğini yerine getirmede; böylece de o Esmâ bileşimi yönünden; daha doğrusu kendisindeki mevcut isimler formülünün oluşturduğu program yönünden "hilâfet" görevini yerine getirmektedir.

"Sonra Âdem'e (Esmâ'nın programlanışı, Esmâ bileşiminin açığa çıkışıyla yoktan var edilene) bütün isimleri/Esmâ'yı (Esmâ ül Hüsnâ'sının anlamlarını açığa çıkarmayı ve kavramayı) talim etti (programladı)." (2.Bakara: 31) Âyetinde, bize göre, "isimler" sözcüğü ile işaret edilen anlam "Esmâullâh" yani "Allâh'ın isimleri"dir! Çünkü, insan var olana kadar mevcut olan bütün varlıklar, sadece belirli Allâh isimlerinin mânâlarıyla var olan varlıklardı. (Ahmed Hulusi- HALİFETULLAH)]





35 -  Ve kulna ya ademüskün ente ve zevcükel cennete ve küla minha rağaden haysü şi'tüma* ve la takraba hazihiş şecerate fe tekuna minez zalimın.



Bundan sonra dedik ki: "Ey Adem, sen ve senin hâlini, yaşamını paylaştığın (eşin - bedenin), cennet boyutunu mesken edinin. Dilediğinizce bu boyutun nimetleriyle yaşayın ve şu ağaca da yaklaşmayın, (yaklaşırsanız) zâlimlerden olursunuz." (A.Hulusi)



“Dedik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz." (Elmalı)





Ve kulna ya ademüskün ente ve zevcükel cennete ve küla minha rağaden haysü şi'tüma ve dedik ki ey Adem, sen ve eşin cennette yerleşin, orada canınızın istediğinden yiyin bol bol yiyin. ve la takraba hazihiş şecerate fe tekuna minez zalimın. Ancak şu ağaca kesinlikle yaklaşmayın eğer yaklaşırsanız, kendi kendisine kötülük edenlerden olursunuz.



Burada Adem ve eşinin yerleştiği cennet ya da bahçe nedir. Aslında ayetteki bu cenneti , rahatlıkla bahçe diye çevirebiliriz. Çünkü cennet zaten bahçe demektir. Arap dilinde Ce Ne Ne kökünden gelen, bu kökten türetilen tüm kelimeler, örtünmüş gizlenmiş anlamı taşırlar. Can..! Gizlenmiş insanın canı, can gizlenmiş olduğu için Can..! denir. Cenin..! karında gizlenmiş olan insan yavrusu. Cinnet..! Aklın gizlenmesidir. Mecnun..! Aklı örtülmüş olandır. Cin..! gözden kayıp olandır. Cennet; Ağaç dalları ile toprağı görünmeyecek kadar örtülmüş harikulade bir doğa parçası demektir. İşte Ce Ne Ne kökünden gelen tüm kelimeler böyle örtülmüş, gizlenmiş manasını taşırlar. Cennet te bu kökten gelir.



Bu cennetin yer yüzünde mi yoksa, yeryüzü dışında bir yer de mi olduğu tartışılmıştır. Ehlisünnet ulemasından bazıları cennetin gökte olduğunu söylemişlerdir. Adem’in de gökten indiğini iddia etmişlerdir. Bu iddialarının delili de Adem’in cennetten indirilişinin ifade için kullanılan ıh bi tu, yani inin kelimesidir. Onlar demişlerdir ki; Eğer yüksek bir yerde olmasaydı, inin denilmezdi.



Onlara karşı çıkan ikinci görüş ise Adem’in yeryüzünde cennet gibi bir doğa parçasında olduğunu söylemişler ve onlar da bu kelimenin aynen yine bu surenin bir başka ayetinde kullanıldığı gibi İh bi tu mırsan, Mısıra girin, Mısıra gidin, Mısıra çıkın manasına, gitmek, çıkmak manasına kullanıldığını söylemişlerdir.



Aslında doğrusu İh bi tu inin kelimesine dayanarak Adem ve eşinin girdiği bahçenin gökte bir yerde olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü bu kıssanın anlatıldığı Taha suresi olsun, Araf suresi olsun ve diğer başka sureler olsun hepsinde ilk yaratılışla ilgili kıssanın ilk ayetinde olayın yer yüzünde cereyan ettiği Fil ard ibaresinde vurgulanmaktadır. Yani;



Ve iz kale rabbüke lil melaiketi innı caılün fil erdı halıfeh  Rabbim demişti ki ben yeryüzünde bir halife yaratacağım. Olup bitenlerin tamamı yeryüzünde olmaktadır, ki kıssanın girişinde bu da vurgulanmaktadır. Onun için Adem’in ve eşinin girdiği cennetin yeryüzünde bir cennet olduğunu anlamamız da herhangi bir sakınca bulunmamaktadır. Kaldı ki Müslim de geçen bir hadiste Fırat, Diclelin ve bir başka nehrin daha, yani dört nehrin cennet nehirlerinden olduğu söylenir. Eğer Müslim deki bu Hadisi sahih kabul edecek olursak, o zaman yeryüzünde bu nehirlerin doğduğu bir cennetin de olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Onun için bu bahçe diye tercüme edilmesi mümkündür.



Zaten şunu ifade edeyim ki özellikle 25. ayeti tefsir ederken değinmiştim, Yeryüzündeki ne varsa hepsi ahiretteki gerçeğinin bir kopyasıdır. Hatta buradaki Hayat ta, gerçek hayatın bir kopyasıdır. Her ne kadar bu düşünce Eflatun’un ideler alemi düşüncesi ile benzerlik arz ediyorsa da, aslında temelde çok farklı şeylerdir. Ve gerçekten de hani cennete giren kimselerin;



Küllema ruziku minha min semeratir rizkan; (Bakara/25)



Her ne zaman o rızıkla rızıklansalar  derler ki;



Kalu hazellezı rüzıkna min kablü  Derler ki cennettekiler, bu daha önce de bizim rızıklandığımız şeylere benziyor. Tıpkısı, derler. Ama: ve ütu bihı müteşabiha (Bakara/25)



Kesinlikle farklıdır. O, onlara benzer gösterilmiştir. Yoksa aynısı değildir. Cennette yediklerinin aynısı değildir dünyadakiler. Dünyadakiler sadece kopyası idi. Müteşabihi idi. Benzeri idi. Onun için gerçekten de buradaki yeryüzünün cennet gibi parçaları da, gerçek cennetin çok adi bir kopyasıdır.



[Ek bilgi; Eşinden maksat nefistir. Havva olarak isimlendirilmesinin nedeni, zülmani cisimle beraber olması, ondan ayrılmamasıdır. Çünkü “hayat”, siyah tonun baskın çıktığı renktir. Nitekim kalbe de “adem” denilmiştir çünkü cisimle ilintilidir ve tamamen yapışmak suretiyle bir ayrılmazlığı yoktur.

Bilindiği gibi “el-edeme” kelimesi, esmer yani siyaha çalan renk demektir. Eğer kalbin bu şekilde cisimle ilintisi olmasaydı “adem” olarak isimlendirilmezdi. İkisinin (Adem ve Havva’nın) ayrılmamaları emredilen cennet; ruh âlemi semasıdır. Burası kutsiyet bahçesidir. Demek isteniyor ki: Ruh semasından ayrılmayın. “Orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyin.” En geniş şekilde ve en yaygın haliyle anlamlarını, irfanını ve hikmetlerini alın.

Bunlar kalbi gıdalar, ruhi meyvelerdir. Her bakımdan sonsuz bir genişliktir bu, istediğiniz yönden, istediğiniz mertebede, hal ve makamda dilediğiniz gibi istifade edin. Çünkü bu cennet devamlıdır, kesilmesi, yasaklanması söz konusu değildir. (İbn. Arabi-Te’vilât)]





36 - Fe ezellehümeş şeytanü anha fe ahracehüma mimma kana fıh* ve kulnehbitu ba'duküm li ba'dın adüvv* ve leküm fil erdı müstekarruv ve metaun ila hıyn



Bundan sonra şeytan onları içinde yaşadıkları (boyuttan) kaydırttı. Biz de dedik ki: "Bir kısmınız diğerine (ruh ve beden) düşman olarak inin. Sizin (ve nesliniz) için bir süre arzda (beden boyutu şartlarında) yaşam ve belli bir süre oradan yararlanma söz konusudur." (A.Hulusi)



Bunun üzerine şeytan onları(n ayağını) oradan kaydırdı, içinde bulundukları (cennet yurdu)ndan çıkardı. Biz de: "Birbirinize düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir nasib vardır." dedik. (Elmalı)





Fe ezellehümeş şeytanü anha fe ahracehüma mimma kana fıh Şeytan onların ayağını kaydırdı ve onları bulundukları o yerden çıkardı. ve kulnehbitu ba'duküm li ba'dın adüvv* ve leküm fil erdı müstekarruv ve metaun ila hıyn Biz de dedik ki; Birbirinize düşman olarak inin.



Birbirinize düşman olarak inin hitabının muhatabı olan o düşmanlar kimler? Elbette insan ve şeytan soyu. Yoksa insanlar birbirine düşman olarak insin manası çıkmaz. İşte Hıristiyanlar bu manayı çıkardıkları için; İnsan insanın kurdudur felsefesini ortaya attılar ve yeryüzünde insanın diğer insanlar la biteviye ve sonuna kadar savaş içinde olduğunu, Batılı filozof Hops’un deyimi ile sürekli savaş, sürekli mücadele olduğu felsefesi üzerine bina ettiler tüm ideolojilerini.



Ama İslam; İnsanın özünde birbirine düşman değil, birbirine dost bir varlık olduğunu, çünkü insan kelimesinin ünsiyetten geldiğini, yani seven, tanıyan, sayan, yakınlaşan, yakınlaşılan demektir. Onun için hadiste de ifade edildiği gibi El mü’minu ul fün me’lufun Mümin dost olan, dost olunandır. Dost olmayan ve dost olunmayan da hayır yoktur. Aslında burada çizilen tip insan tipidir. İnsan kelimesinin iki kökeninden biri de ünsiyettir. Yani yakınlık kurabilen, sevebilen, muhabbet edebilen demektir.

[Ek bilgi; Adem’in cenneti, dünya cennetlerinden bir cennetti ve orada imtihana tabi tutuldu. Onun içindir ki şeytan girdi, onun içindir ki yasak vardı, onun içindir ki imtihan edildi, onun içindir ki mükellefti, onun içindir ki çıktı. Hele ki çıktı yoksa tüketim cennetinde yiyip içip yatacaktı. Tüketim cennetinden üretim dünyasına inzal oldu bir ayet gibi, bin ayet gibi. Adem yer yüzüne inzal olmasa vahiy Adem oğluna inzal olmazdı. Hele ki Adem inzal oldu, vahiy de Ademoğluna inzal oldu Elhamdülillâh.(M. İslamoğlu-Esma-Ğafûr)



ve kulnehbitu ba'duküm li ba'dın adüvv* ve leküm fil erdı müstekarruv ve metaun ila hıyn Ve sizin için yeryüzünde bir istikrar, bir geçimlik vardır. Yer yüzü sizin için bundan böyle bir döşektir, bir evdir, bir mekandır. Ve yer yüzünde biraz da siz orarın demini sürün. Belli bir süreye kadar orayı mesken tutun.





37 - Fe telekka ademü mir rabbihı kelimatin fe tabe aleyh* innehu hüvet tevvabür rahıym



Adem, Rabbinden (beynindeki Esmâ mertebesi boyutundan) gelen ilim ile -kelimeler- (yapmaması gerekeni fark edip, kendisinden açığa çıkan vehmine tâbi olma hatasını itiraf edip) tövbe etti. Tövbesi kabul edildi. Şüphesiz ki HÛ; O tövbeyi kabul edip Rahıymiyeti ile bunun güzel sonuçlarını yaşatandır. (A.Hulusi)



“Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler aldı, (onlarla tevbe etti. O da) tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.” (Elmalı)





Fe telekka ademü mir rabbihı kelimatin fe tabe aleyh Bunun ardından Adem Rabbinden bir takım kelimeler aldı, ya da bir başka sahih okuyuşa göre Fe telekka ademü mir rabbihı kelimatin Adem kelimeleri almadı da Adem’e kelimeler verildi. Fark etmez ikisi de sahih bir okuyuştur. Rabbinden Adem bir takım kelimeler aldı fe tabe aleyh o kelimelerle rabbine tevbe etti. Ondan özür diledi. Yani öz eleştiri yaptı. innehu hüvet tevvabür rahıym O tevbeleri çokça kabul edendi, bağışlayandı.



Adem’in aldığı bu kelimeler ne idi diye soracak olursak, bu sorunun cevabını Kur’an da bulamıyoruz. Her ne kadar Araf suresinde gelen bir ayeti bu sorunun cevabı olarak ileri süren müfessirler varsa da, o ayetin Adem’in tevbesini ifade etmediği açık. O halde bu sorunun cevabını bize sahih sünnet veriyor. Şu her namazda namaza ilk girerken okuduğumuz süphaneke var ya, İşte Adem’in aldığı kelimelerin o olduğuna dair sahih rivayetler var. Yani biz süphaneke yi Ademoğlu olarak her namazın girişinde Rabbimize bir af, bir tevbe, bir istiğfar, bir öz eleştiri olarak sunuyoruz. Ve her namaza biz bu tevbe ile başlıyoruz.



Süphaneke içeriği itibarı ile üç şeyi içerir. Muhtevidir. Tesbih, Hamd ve tevhid. Süphaneke allahümme, Ey Allah’ım seni ulularım. Sen noksan sıfatlardan münezzehsin, her türlü eksikliklerden berisin. Ve bi hamdik. Hamd sanadır. Övgülerin tümü senin içindir. Ve tebare kesmük. Senin adın ne mübarektir, ne yücedir. Ve teala ceddük. Sen çok ûlvi bir Rabb sın, senin ismin senin varlığın çok yücedir. Vela ilahe gayrük. Senden başka hiçbir ilah, hiçbir mabut, tapınılacak hiçbir varlıkta yoktur. İşte manasını verdiğim Süphaneke üç şey içerir. Tesbih, hamd ve tevhid.



Hatırlayın yukarıda ki 30. ayeti. Melekler Allah’a soru sorarken ne diyorlardı gerekçe olarak Biz seni Hamd ile tesbih edip dururken sen yeryüzünde bozgunculuk, kan dökecek birini mi yaratacaksın. Adeta buna cevap olarak Adem; Al ben de tesbih ediyorum, ben de hamd ediyorum, yani Ademoğlu, insanoğlu Allah’a; Ey melekler biz sizden aşağı kalmıyoruz. Namaz kılmakla sizinle birlikte Allah’a hamd etmek, Allah’ı tesbih etmek O’nu Tevhid etmek yarışına biz de katılıyoruz. Biz de bu evrensel koronun içindeyiz. Demiş olur. Her namaz kılan mümin aslında meleklerin ayrıcalık olarak gösterdikleri bu özellikleri kendi bünyesinde toplamış demektir.



Onun için namaz miraçtır. Namaz, meleği geride bırakıp Allah’a kavuşmaktır. İşte eğer namazı miraca dönüştürebilirse mümin  o zaman meleklerin kendisine saygı sunduğu, meleklerin önünde eğildiği bir varlık derecesine çıkar. İnsan farkı da buradadır. Melekler o insan farkına eğilmişlerdir. O insan farkına saygı sunmuşlardır.



Tevbe nedir. fe tabe aleyh. Tevbe, kelime anlamı dönmek demektir. Geriye dönmek, vazgeçmek demektir. Şer’i anlamı ise Yapılan bir hatayı bir daha yapmamak üzere kast etmek, karar vermek ve Allah’tan özür dilemektir.



Aslında Kur’an da İstiğfar ve Tevbe, ayrı ayrı gelirler. İstiğfar; Bir şeyden dolayı Allah’a dil ile özür dilemek demektir. Tevbe ise Allah’tan özrü yaptığınız hatanın cinsi ile dilemek anlamına gelir. Yani günahı madde ile mi işlediniz, Tevbeyi de madde ile yapacaksınız. Günahı şeytan yoluna para harcayarak mı işlediniz, Onun tevbesi Allah yoluna harcamaktır. Günahı şeytanın yoluna ömür ve sıhhat harcayarak mı işlediniz, Onun tevbesi Allah’ın yoluna onun tam aksi istikamette yine aynı şeyden Allah yoluna harcamaktır. Yani tevbe, bir şeyin tevbesi, kendi cinsindendir.



Onun için gözün tevbesi vardır. Gözün tevbesi; Gözün günahı batılı seyretmekse tevbesi de hakkı görmektir. Kulağın günahı batılı dinlemekse, tevbesi de Hakka yönelmektir. Kalbin günahı batıla iman batılı kabul etmekse, tevbesi de ondan yüz çevirip hakka yönelmektir. Onun için Tevbe hem fiili olabilir, hem kalbi olabilir. Bu nedenle peygamberimiz Pişmanlık tevbedir diye buyurur. Çünkü pişmanlık kalbin tevbesidir.





38 - Kulnehbitu minha cemıa* fe imma ye'tiyenneküm minnı hüden fe men tebia hüdaye fe la havfün aleyhim ve la hüm yahzenun.



Dedik: "İnin hepiniz oradan (kendinizi bedensiz hissettiğiniz şuur boyutundan - cennet yaşamından)... Benden size HÜDA (hakikatinizi idrak ettirici Rasûl - ilim) geldiğinde kim HÜDAma tâbi olursa onlara ne korku vardır ne de mahzun olacakları bir şey." (A.Hulusi)



Onlara dedik ki: "Hepiniz oradan inin. Size benim tarafımdan bir hidayet rehberi geldiğinde, kim o hidayetçimin izinde giderse, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. (Elmalı)





Kulnehbitu minha cemıa, Dedik ki hep birlikte oradan çıkın. İh bi tu İnin manasına gelmekle birlikte çıkın manasına da gelebileceğine daha önce değinmiştim. fe imma ye'tiyenneküm minnı hüden İyi bilin ki yine benden bir rehberlik size gelmeye devam edecek. fe men tebia hüdaye fe la havfün aleyhim ve la hüm yahzenun. Kim bundan sonra gelecek rehberliğe tabi olur ona tutunur ve yapışırsa onun için geleceğe ilişkin istikbal kaygısı yoktur, geçmişe ilişkin üzüntü de duymayacaklardır.



Burada ki Allah’tan gelecek bir rehberlikten kasıt elbette ki nübüvvet müessesesidir. Yani Allah insanı yer yüzüne halife kıldıktan sonra insana akıl, insana vicdan, insana irade gibi yine vahyin bir başka türü olan nimetler sunduktan sonra bununla da yetinmeyip insana bir de peygamber ve kitap gönderiyor. İşte bu Allah’tan gelen rehberliğin devamı anlamına geliyor. Ve cenab–ı hak bu rehberliğe uyması durumunda insanın iki temel ödül kazanacağını söylüyor.



Bunlardan biri; la havfün aleyhim.  Havf Arap dilinde daima gelecek için kullanılır. Yalnız ca gelecek için. Havf gelecek için duyulan kronik ve müzmin endişe demektir. Telaşa dönüşmüş, sahibini, mahveden gelecek kaygısı demektir. İşte bu manada Allah’a güvenen, Allah’a bağlanan, Allah’a tutunan, Allah’ın ipine sarılan istikbal endişesinden kurtulur. İstikbal endişesinin kendisinde bir hastalığa dönmesinden kurtulur.



Nedir bu endişe; Akıbet endişesidir. Ne olacağım, nereye gideceğim, akıbetim nedir, beni ne bekliyor, işte o belirsizlik var ya, o belirsizlik her gün ölümdür. Onun için bu belaya uğrayan Allah’ın rehberliğini kabul etmeyen insanlar, her ölümü gördüğünde ölürler. Her ölü gördüğünde, her mezar gördüğünde, her ölüm duyduğunda ölürler. Ama Allah’ın rehberliğini kabul eden ve ahirete inanan sadece bir kere ölür. Çünkü ölüm onu korkutmaz. Korkutamaz. Çünkü Allah’tan gelmiş ve ona, yine ona döneceğine iman etmiştir.



Onun için fe la havfün aleyhim. Gelecek endişesi onda bir müzmin korkuya yani fobiye dönüşmez. Fobi budur. İnsanı ciddi biçimde rahatsız eden, hatta aklını, insanın iradesini, insanın muhakemesini kaybetmesine yol açan müthiş kronik korku.



Ve ikinci ödül nedir. ve la hüm yahzenun. Bu da Arap dilinde sadece geçmiş için kullanılır. Yani yaptıklarından da mahzun olmayacak, üzülmeyecek. Bu şu demektir. Üzülecek şeyler yapmayacak. Allah’ın rehberliğine bağlanan, Allah’ı rehber edinen, vahyi kılavuz edinen kimse yaptıklarından pişman olur mu? İşte bu iki garantiyi veriyor.



Bu hüzün bugün farklı isimlerle anılıyor. Melenkoli, ansiyete, nevroz ve bir takım ruhi, psikolojik hastalıklara yol açan ruhsal bir rahatsızlıktır. Marazdır. Bugün modern insan işte bu iki şeyi, bu iki belayı birden yaşıyor. Hem gelecek endişesi ve kaygısı, hem geçmişin hüznü ve kronik üzüntüsü. Eğer Allah’ın kılavuzluğuna razı olur ve O’nun rehberliğine sığınırsa bir mümin, Yani Allah’a güvenirse ki müminin manası da bu değil midir. Allah’a tam güvenen insan. İman da bu değil midir. Allah’a güvenmek, Allah’a tam güvenen insan, hem gelecek endişesinden, hem de geçmişin hüznünden emin olacaktır. Allah bu garantiyi veriyor.





39 - Vellezıne keferu ve kezzebu bi ayatina ülaike ashabün nar* hüm fıha halidun



Onlar ki bizim işaretlerimizi inkâr edip yalanlarlar, işte onlar sonsuza dek ateş (azap) içindedirler. (A.Hulusi)



İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennem ehlidirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır. (Elmalı)





Onlar ki küfrettiler yani hakikatin üzerini örttüler. Kimler? Allah’ın rehberliğine uymayanlar, Allah’tan gelen o hidayeti reddedenler. Onlar hakikatin üzerini örttüler. Küfür örtmek demektir. ve kezzebu bi ayatina ve ayetlerimizi yalanladılar. Sadece sözlü ayetlerimizi değil, kainat ayetlerimizi de yalanladılar. Aynı zamanda aklı yalanladılar. Vicdanı yalanladılar ve iradeyi yalanladılar. Yani hem fiili, hem tabii hem de sözlü, yazılı ayetlerimizi yalanladılar. ülaike ashabün nar İşte onlar ateş halkıdır. hüm fıha halidun ve onlar orada astronomik sürelerle kalacaklardır.



Burada ki halidun’u daha önce ilk dersimiz de bakara suresinin ilk sayfalarını işlediğim derste de değinmiştim. Lügatta, dilde uzun süre anlamına gelir. Buradan yola çıkarak cehennemin geçici mi yoksa kalıcı mı olduğu tartışılmıştır. Cehennemin kalıcı olduğunu söyleyenler bu halidun ibaresini; Ebedi, bitimsiz, sonsuz müddet olarak görmüşler ve bunu Cin suresi 23. ayetindeki;



halidiyne fiyha ebeden. (Cin/23) Ebeda te’kibiyle de delilen dirmişlerdir. Ancak Cehennemin geçici olduğunu söyleyenler ki bir birine can düşmanı olan iki İslami ekol bu konuda aynı fikre ulaşmışlar. Biri teosofisk sufizmin savunucusu ve babası sayılan Muhiddin bin Arabi, öteki de bu ekolün gerçekten amansız eleştiricisi olan selefi ekolün babası sayılan İbn. Teymiyye. Bu iki ekol de ayrı ayrı gerekçelerle cehennemin sonsuz ve sınırsız değil, bir gün olup geçeceğini yani bitimli olduğunu savunmuşlar ve bu görüşlerine Hud suresinin 106 – 107 ayetlerini delil göstermişler.



Sufiler cehennemin geçiciliğini savunurken onlar kendi mantıklar içerisinde zaten Allah’tan başka her şeyin geçici olduğunu söylerler ve bu fikirden yola çıkarlar. Bu fikirlerine de Kur’an dan; Kullu men 'aleyha fam, Ve yebka vechu rabbike zulcelali vel'ikrami. (Rahman/26-27) Yani her bir şey, herkes fani olacaktır, Baki kalacak olan sadece Celâl ve ikram sahibi olan Rabbinin zatıdır. Ayetini delil gösterirler.



İbn. Teymiyye ekolü ise ki onun talebesi; İbn. Kayyım el Cevziyye bu konuda müstakil bir eser yazmıştır. Hadi’l-Ervah adı ile. Ki bu eser Türkçeye de tercüme edildi. Bu eserde cehennemin geçiciliğini maddeler halinde sıralamış ve orada Allah ile beraber hiçbir şeyin baki olmadığını sadece Allah’ın baki olduğunu, her bir şeyin bir süresi olduğunu ve cehennemin de bir süresi olduğunu ve bunun farklı bir delilinin; Allah’ın rahmetinin gazabını geçmiş olduğunu, Allah’ın bağışlayıcılığının, Allah’ın azabından daha büyük olduğunu da buna delil getirmişlerdir.



Bu noktada cehennemi Mevlana Celalettin Rumi gibi, ikbal gibi, bu yüzyılımızın başında yaşamış olan ünlü kazanlı alim Musa Carullah Bigiyev gibi kimi alimler de bir terbiye yeri olarak görmüşler. Hatta Ahmedüddin isimli bir reformist İslam alimi, Cehennemi bir hastane olarak niteler. Yani orada tedavi gördükten sonra herkes tedavisi hastalığına göre tedavisi bittikten, ıslah olduktan ve tüm günahlarını orada temizledikten günahı kadar yandıktan sonra Cehennem de kalmayacağını iddia ederler.



Bendeniz bu meselenin de gabya müteallik bir mesele olduğunu ve bu mesele de hiç kimsenin söylediği sözün son söz olamayacağını, bu meselede son sözü söyleme yetkisinin sadece Allah’a ait olduğunu bir kez daha hatırlatmak istiyor ve bütün tarafların delillerinin hep kat’i deliller olmaktan daha çok zanni deliller olduğunu sanıyorum ve bu konuda ki herhangi bir görüşten yana olmanın da gerekmediğini düşünüyorum.





40 - Ya benı israılezküru nı'metiyelletı en'amtü aleyküm ve evfu bi ahdı ufi biahdiküm ve iyyaye ferhebun.



İsrailoğulları (dedim)... Size bağışladığım nimeti hatırlayın ve verdiğiniz sözü yerine getirin, ki ben de size olan (varoluşunuzdaki hilâfet) sözümü yerine getireyim. Yalnız benden çekinin! (A.Hulusi)



Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun! (Elmalı)





Ya benı israılezküru nı'metiyelletı en'amtü aleyküm ve evfu bi ahdı ufi biahdiküm ve iyyaye ferhebun  Bir başka konuya geldik. Bu konu adeta bu surenin Kur’an ın başına yerleştirilmesinin gerekçesi olan bir konu. Yani İslam ümmetini bekleyen en büyük tehlikenin ne olduğu sorusuna cevap olan bir konu. Yani Musa ümmetinin Yahudileşmesi serüveni. İşte bu serüven bu ayetle anlatılmaya başlanıyor ki bu sure de bu serüvene tam 120 ayet ayırmış. 120 ayetle İsrail oğullarının Yahudileşme serüveni anlatılıyor ve bunun tek hikmeti de;



“Ey Muhammed ümmeti sizde aklınızı başınıza almazsanız Musa’nın ümmeti gibi Yahudileşirsiniz. Bakın Musa’nın ümmeti nasıl Yahudileşti, onlardan ibret alın, ders alın, onların yaptığını yapmayın ki siz de onların akıbetine uğramayasınız. Onlar Yahudileşince Allah onlardan görevi aldı, insanlığa Vahyi taşıma görevini size verdi. Eğer siz de Yahudileşirseniz sizden alır, Yahudileşmemiş olan birilerine verir ki, 1400 yıllık İslam tarihi bunun en büyük şahididir, delilidir.”



1400  yıllık İslam tarihinde hangi toplum, hangi kavim Yahudileşmiş ise Allah İslam’ın bayraktarlığını ondan almış bir başkasına vermiş ve o toplum bu sancağı göndere dikmiş ve taşımıştır. Bundan böyle de böyle olacaktır. İşte bu duygular, bu bakış açısıyla bu ayetleri okuyalım.



Ey İsrail oğulları, nimetimi hatırlayın ki size vermiştim bu nimeti size verdiğim o bitimsiz vahiy nimetini, vahyi insanlığa taşıma nimetini hatırlayın. Bu nimeti öyle tefsir edebiliriz. Bu nimet insanlık içerisinden Allah’ın bir toplumu ana toplum, İnsanlığa ana toplum olarak seçmesi, yani ümmet olarak seçmesidir.



ve evfu bi ahdı Benimle yaptığınız sözleşmeye uyun. ufi biahdiküm Yani siz benimle yaptığınız sözleşmeye uyun ki ufi bi ahdikum, bende sizinle yaptığım sözleşmeye uyayım. Siz bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım. ve iyyaye ferhebun. Yalnız ama yalnızca benden sakının.



Burada Allah’ın İsrail oğullarına verdiği söz elbette ki açık, yani onları dünya insanlığına lider ve önder kılmak. Ama öncelikle onlar Allah’a verdikleri sözü tutarsa bu söz gerçekleşecek. Nedir o verdiği, Allah’ın onlardan aldığı söz? Vahyi insanlığa taşımak, vahye ihanet etmemek. Vahyi hayata hakim kılmak, önder, öncü ve model bir toplum oluşturmak.





41 - Ve aminu bi ma enzeltü müsaddikal li ma meaküm ve la tekunu evvele kafirim bih* ve la teşteru bi ayatı semenen kalilev ve iyaye fettekun.



Ve iman edin sizde olanı (Tevrat'ı) tasdik eden, indîmizden inzâl ettiğimize (Kurân'a). O gerçeği inkâr edenlerin ilki olmayın. Varlığınızdaki (B sırrı kapsamındaki) işaretlerimi (Esmâ'nın açığa çıkış kuvvelerini) az bir dünya değerine değişmeyin. Benden korunun! (A.Hulusi)



Yanınızdakini (Tevrat'ı) tasdik edici olarak indirdiğim (Kur'ân)a iman edin, O'nu, inkar edenlerin ilki siz olmayın, benim âyetlerimi birkaç paraya değişmeyin. Ancak benden korkun (Elmalı)





Ve aminu bi ma enzeltü müsaddikal li ma meaküm ve iman edin size indirdiğim sizinle beraber size indirdiğim şeyi tasdik eden şeye iman edin. ve la tekunu evvele kafirim bih* ve onu inkar eden siz olmayın. Ya da onu inkar edenlerin öncüsü olmayın. Yani burada söylenmek istenen şu; Sizin yanınızdakini tasdik eden indirdiğim vahye inanın Kur’an a inanın. Kur’an size gelen vahyi inkar etmiyor. Ve aminu bi ma enzeltü müsaddikal li ma meaküm sizin yanınızdakini tasdik eden indirdiğim şeye iman edin. Nedir bu Kur’an dır. Ve Kur’an Tevrat’ı tasdik ediyor. Tevratı inkar etmiyor. Peygamber Musa’yı tasdik ediyor, Musa’yı inkar etmiyor.



ve la tekunu evvele kafirim bih siz kafirlerin, onu inkar edenlerin öncüsü olmayın. ve la teşteru bi ayatı semenen kalilev Ayetlerimi de az bir pahaya satmayın. Yani ayetlerimi dünya karşılığında takas etmeyin. Ayetlerimi ucuza satmayın. Bunun anlamı şudur. Pahalı pahalı para alın da ayetlerimi pazarlayın manasına değil. Dünya karşılığında ahireti satmayın. Ebedi hayatı verip te, geçici hayatı almayın. Allah’ın ayetlerini, Allah’ın hakikatlerini insanlara pazarlayıp ta onunla para kazanmayın. Yani tezgahtarlık yapmayın demektir.



ve iyaye fettekun. Yalnızca benden korkun.





42 - Ve la telbisül hakka bil batılı ve tektümül hakka ve entüm ta'lemun



Gerçeği (Hakk'ı), aslı olmayana (bâtıla) karıştımayın! Bildiğiniz hâlde gerçeği gizliyorsunuz! (A.Hulusi)



Hakk'ı batıla karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin. (Elmalı)





Ve la telbisül hakka bil batılı ve tektümül hakka ve entüm ta'lemun  Hakkı batılla birbirine bulayıp karıştırıp ta bile bile hakkı gizlemeyin. Hakkı batıla karıştırırsanız batıl hak olmaz. Ancak Hak batıl olmak, hak, hak olmaktan çıkar. Hak batıl olur. İsterse karıştırdığınız batıl, hakka karıştırdığınız batıl çok az olsun. İşte bu şirktir. Şirk hakla batılın şirketi demektir. Hakla batılı şirket ettiğinizde bunun adına şirk denir. Onun için bir kazan bala bir kaşık pislik dökmek, balın da pislik olması demektir. Artık o yenmez olur. Yiyemezsiniz. Yahu koca bir  kazan zaten bal var, pislik ne kadar ki küçücük diyemezsiniz. Artık o yenmez. İşte inançta, hakta batılı karıştırmakta buna benzer.





43 -  Ve ekıymüs salate ve atüz zekate verkeu mear rakiıyn



Salâtı ikame edin (âfakî ve enfüsî yönelişi yaşayın), zekâtı (size bağışlananın bir kısmını karşılıksız) verin; rükû edenlerle beraber rükû edin. (Varlığınızdaki Allâh Esmâ'sının azametini hissedip, tespih edin ve bunun nefsin hakikati olan Muhıyt tarafından algılandığını, rükûdan kalkıp "semi'Allâhu......" derken fark edin.) (A.Hulusi)



Hem namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin. (Elmalı)





Ve ekıymüs salate ve atüz zekate verkeu mear rakiıyn Namazı istikamet ile kılın, karşılıksız yardımda bulunun. Çünkü bu emir Yahudilere, İsrail oğullarına olduğu için bizdeki zekat anlamı ile çevirmiyorum. Tamamen karşılıksız yardım manasına. Çünkü zekat, İslam fıkhının bir kavramıdır. Karşılıksız yardımda bulunun. Niçin? Çünkü Yahudiler Faizle yaşadılar. Karşılıklı yardım ediyorlardı. Faiz alarak borç veriyorlardı. İşte onların bu hastalığına işaret için milletin kanını emmeyin faizle, karşılıksız yardımda bulunun.



verkeu mear rakiıyn. Rüku edenlerle, Allah’ın önünde eğilenlerle birlikte siz de eğilin. Yani İslam cemaatinin içine girin ve onlarla birlikte siz de eğilin çünkü onlar sizin peygamberinizi ve kitabınızı tasdik ediyor, siz niçin onlardan ayrı duruyorsunuz.





44 - E te'mürunen nase bil birri ve tensevne enfüseküm ve entüm tetlunel kitab* e fe la ta'kılun



İnsanlara Birr'i (Allâh Esmâ'sının sizde oluşturduğu güzelliği yaşamayı) tavsiye ederken, kendi nefsinizde bunu (hissedip) yaşamayı unutuyor musunuz? Oysa Kitabı (varlığın hakikatı bilgisini) okuyorsunuz... Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?(A.Hulusi)



İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Halbuki kitab (Tevrat)ı okuyorsunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız? (Elmalı)





E te'mürunen nase bil birri ve tensevne enfüseküm ve entüm tetlunel kitab Siz yoksa insanlara fazileti, erdemi tavsiye ediyor ama kendinize sıra gelince onu unutuyor musunuz? Üstelik kitabı da okuyup dururken? e fe la ta'kılun siz hiç kafanızı çalıştırmayacaksınız? Yani siz insanlara tavsiye ediyorsunuz bir şeyi, şunu yapın diyorsunuz ama kitabı okuduğunuz halde siz onu yapmıyorsunuz. Cahiller yapacaklar, ama onlara önder olması gereken aydınlar, okumuş yazmışlar yapmayacaklar. Yani siz dini bir tezgahtar gibi pazarlıyorsunuz. Siz yapmakla, söylemek arasını ayırıyorsunuz. Oysa ki öncelikle onu sizin yapmanız gerekiyordu.





45 - Vesteıynu bis sabri ves salah* ve inneha le keıratün illa alel haşiıyn



(Varlığınızdaki Esmâ kuvvesine dayanarak) sabredin ve ona yönelerek (salât ile) yardım isteyin. Allâh'a haşyet duymayanın benliğine kesinlikle bu iş ağır gelir! (A.Hulusi)



Bir de sabırla, namazla yardım isteyin. Şüphesiz bu, (Allah'a) saygılı olanlardan başkasına ağır gelir. (Elmalı)





Vesteıynu bis sabri ves salah Allah’tan namaz ve sabırla ya da dua ve direnişle yardım isteyin. Sabır direniştir. Direnmektir. Neye karşı direnmek? Günaha, isyana, şeytana, nefse karşı direnmek. Daha doğrusu niçin böyle bir ayet İsrail oğulları ile ilgili bir konunun içine girmiş diye sorarsanız, Yahudileşmeye karşı direnmek. Direnin, sizi Yahudileştirmek isteyen şeytana, insan şeytanlarına karşı namazla ve dua ile direnin. Namazın bir anlamı da duadır. 



ve inneha le keıratün illa alel haşiıyn Elbette böyle yapmak Allahtan gereği gibi korkanların dışındakilere ağır gelir. Yani Allah’a kayıtsız şartsız teslim olanlar bunu becerebilir. Onun dışındakiler nasıl bunu yapabilsin, yani günaha karşı, şeytana karşı, İnsanın arzularına, ayartıcı iç güdülerine karşı nasıl dirensinler. İşte İsrail oğulları da direnemedikleri için Yahudileştiler.





46 - Ellezıne yezunnune ennehüm mülaku rabbihim ve ennehüm ileyhi raciun



O haşyet duyanlar, (nefslerinin Esmâ'sıyla hakikati olan) Rablerine (benliklerinin yokluğunu hissederek) ereceklerini düşünürler ve nitekim O'na dönerler! (A.Hulusi)



Onlar ki, Rablerine kavuşacaklarını ve gerçekten O'na döneceklerini bilirler. (Elmalı)





Ellezıne yezunnune ennehüm mülaku rabbihim ve ennehüm ileyhi raciun Bunu yapabilen o yiğit kimseler var ya onlar, bir gün Rablerine kavuşacaklarına ve dönüşün sonunda O’na olacağına gözleriyle görmüş gibi inanırlar.



Yezunnune, bir şeyi gözlemlemediği halde, gözü ile görmediği halde, gözü ile görmüş gibi iman etmeye denir.



İşte Allah’ın sabır ve namazla, direniş ve dua ile, şeytana, nefsinize, toplumun ayartmalarına, iç güdülerinizin baskılarına karşı direnirseniz, bunu ancak gözünüzle görmüş gibi Allah’a kavuşacağınıza iman ediyorsanız yapabilirsiniz demektedir.



“Ve ahiru davana velil hamdülillahi rabbil alemiyn”



Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder