12 Mayıs 2011 Perşembe

İslamoğlu Tef. Ders. Maide (35-46)(39)




Sevgili Kur’an dostları bugün dersimizde Maide suresinin 35. ayeti ile devam ediyoruz. Hatırlayacak olursanız geçen dersimiz de işlediğimiz ayetler, Allah ve Resulüne karşı savaş açanlardan söz ediyordu. Yani Kur’an a göre Terörün tarifi buydu. Kur’an terör hareketini, Allah’a ve Resulüne savaş açmak olarak tanımlıyor. Kur’an ın tanımında terörün tarifi budur.

İşte söz konusu ayetlerin arkasından Kur’an o ayetleri tamamlayıcı olarak şu tembihatta bulunuyor, İman edenlere sesleniyor.


35-) Ya eyyühelleziyne amenüttekullahe vebteğu ileyHİlvesiylete ve cahidu fiy sebiyliHİ lealleküm tüflihun;

Ey iman edenler! Allâh'tan korunun; O'na yakîni edinmenizi sağlayacak vesileyi isteyin ve O'nun yolunda aziymle gayret edin ki kurtuluşa eresiniz. (A.Hulusi)

35 - Ey o bütün iman edenler! Allah dan korkun ve ona yaklaşmağa vesile arayın ve onun yolunda mücahede edin ki felâha irebilesiniz. (Elmalı)


Ya eyyühelleziyne amenü siz ey iman edenler, ey iman iddiasında bulunanlar, ittekullahe Allah’a karşı saygılı olun. Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyın,  vebteğu ileyHİlvesiyle ve ona yaklaşmaya çaba gösterin.

İman iddiasında bulunanlara, iddialarını ispat için bir zemin sunuluyor. Allah’a karşı saygılı olmak. İman iddiasının ilk ispat zemini, insanın Allah’a saygısıdır. Allah’a karşı saygı göstermeksizin iman iddiası, ispat edilmemiş bir iddiadır. Kişinin Allah’a saygısı, kişinin kendisine saygısıdır. Çünkü varlığını Allah’a borçludur. Ancak bunun bir de devamı var ayette;

vebteğu ileyHİlvesiyle Allah’a yaklaşma çabası gösteriniz. Ki bu vesile üzerinde müfessirler tartışmışlar, nedir vesile. Ben de kısaca durmak isterim.

Vesile, Ahfeş’in Ragıp el İsfehani’nin, Razi’nin tanımına göre gurbet ve rağbet, yani yakın olmak ve insanın ilgi ve alakasını bir şey üzerinde odaklaması, yoğunlaştırması.

Ayetin devamında ki ve cahidu fiy sebiyliHİ O’nun yolunda cihat edin, elinizden gelen tüm çabayı harcayın, kısmından anlıyoruz ki; vesilenin, kişinin yalnızca kendi çabası, kendi gayreti ile ilgili bir kavram olduğunu anlıyoruz.

Kuşeyri’ye göre vesile şöyle tanımlanmış Kuşeyri’nin o harika tefsiri olan Letaiful İşarat’ ta insanın güç ve kuvvet iddiasından vazgeçip, yetersiz ve zayıflığını Allah’a karşı itiraf etmesidir. Diye tanımlamış. Tabii bu işin daha çok ahlaki ve ruhi tarafına giriyor. Ama vesile konusunda bir de yanlış bir takım tefsirler yapılmış, tefsir tarihimizde ki, Razi bu yanlış tefsirini talimiye fırkasının tefsiri olarak alır ve şöyle der. “Bu fırkaya göre bu ayet, mürşit bulmak için, yani Allah’a götürecek bir mürşide, bir şeyhe intisabı emretmektedir. Talimiye fırkasına göre.

Ne gariptir ki ben çocukluğumda tanıdığım bir takım mutasavvuflar, Razi, tefsirinde bu ayeti böyle yorumluyor. Bu ayetten yola çıkarak mürşidi gösteriyor diyorlardı. Aklım erip de Arapça metinleri çözmeye başladığımda, Razi’nin o muhallet, o büyük tefsirini, Tefsir-i kebir’ini aldım, açtım söz konusu ayeti, baktım ki Razi böyle demiyor, böyle diyenleri alıntılıyor, ve ona da itiraz edip reddediyor. Talimiye böyle dedi diyor, biz de ona cevaben deriz ki bununla alakası yoktur. Buradaki vesile tamamen taat ve ibadetle Allah’a yakın olmaktır. Maalesef eğer kasıtlı bir hata, kasıtlı bir yaklaşım değilse, bir okuma yanlışı, bir okuma hatası, bakın bir büyük alime nasıl iftiraya dönüşebiliyor. Ki tabii ki öyledir. Burada ki vesileyi hiçbir zaman aracı, Allah ile kul arasında aracı olarak anlayamayız. Zaten demin de söylediğim gibi büyük dilciler vesile’yi gurbet biçiminde  anlamlandırıyorlar. Yani Allah’a yakın olmaya çabalayın. Allah’a yaklaşın. Vesile = Gurbet yani yakın olmak. Allah’a yaklaşmak.

Bu manada eğer biz vesileyi Allah’la insan arasında, insanı Allah’a yaklaştıracak bir aracı gibi telakki edersek, bu telakki, müşriklerin zümer suresi 3. ayetinde şirklerine sundukları gerekçeye benzer. Ne diyorlardı onlar, Niçin bunlara, niçin Allah dışında ki bir takım varlıklara tanrılık yakıştırıyorsunuz denilince, onların cevabı, gerekçesi;

..liyükarribuna ilellahi zülfa.. Zümer/3 Bunlar bizi Allah’a yaklaştıran aracılardır. Biz bunlarla Allah’a daha yakın oluyoruz. Biz bunlarla Allah’a yaklaşıyoruz. Bunlar bizim Allah’a yaklaşma vesilelerimiz, aracımızdır diyorlardı. Onun için böyle bir vesile anlayışı İslam’la hiçbir şekilde ilişkisi olmayan bir anlayıştır.

Bu nokta da vesile deyince hemen aklıma vesile duası geliyor. Hani şu ezanların arkasından okuduğumuz;

Allahumme rabbe hâzihî'd-dav'veti't-tâmmeh Ey Allah’ım, ey bu tamamlanmış davetin rabbi,

ve's-salâti'l kâimeh. Ey ayaklandırdığımız desteği. 3 anlamı ile de vereyim:

Başlanmak üzere olan namazın ya da kaldırılmış duanın, sana yönlendirilmiş duanın rabbi,

ati Muhammedenil vesilete vel fazilete ved-dereceter-refîate. Muhammed’e vesileyi ver, yani Muhammed’i sana yakın kıl, Muhammed’e erdem ver, fazilet ver ve ona yüksek dereceyi ver.

vebashu makamen Mahmudenillezi veadteh. Ve yine övülmüş makama erdir. Hani, o ayeti kerimeye bir atıf olarak 

..fetehecced Bihi nafileten leke.. İsra/79

Sana özgü bir nafile kıl gece vakti kalk, sana özgü bir ibadet yap.

asa en yeb'aseke Rabbüke Mekamen Mahmuda;İs/79

umulur ki rabbin seni övülmüş bir makama ulaştırır.

İşte ayete bir telmih, bir atıf olarak bu dua da Resulallah’ın bizden istediği duada böyle bir atıf var.

İnneke lâ tühlifü'l-mîâd çünkü sen vaadinde hulfetmezsin, yani vaadinden dönmezsin.

İşte ezanların hemen arkasından okumamız istenilen, Buhari’nin rivayetinden okumamız istenilen bu duaya vesile duası denilir. Resulallah’ın dilinden bize kadar ulaştığı rivayet edilir. Müslim almamıştır. Buhari’nin alması ne kadar önem vermemiz gereken bir delil ise, onun arkadaşı ve talebesi yerinde olan Müslim’in bile bile bu hadisi almaması da o kadar dikkate şayandır.

Onun almaması ola ki bu rivayette bir takım sıkıntılar problemler olduğunu gösterir. Ama rivayetin özüne yönelik, özüne müteallik bir şey değildir. Onun için rivayet özü itibarıyla Resulallah’a ait olsa gerek Allah u alem, ki içinde Muhammed isminin yalın olarak, unvansız olarak geçmesi de Resulallah’ın o mükemmel tevazuuna uygun olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda hadisin metin kritiğinde, metin tenkidinde bir olumlu, bir artı işaret olarak gözüküyor. Onun için biz müminler Resulallah’a onun istediği duayı ederiz her ezanın arkasından.

Resulallah bizden dua istemiştir kendisi için. Bu çok önemli. Demek o yüce peygamber, o mükerrem insan, o tabir caizse kamil insan bizden dua istiyorsa eğer, bizim müminlerden dua istemememiz büyük bir eksiklik ve kusur olsa gerek. Bu aynı zamanda bize bir terbiye değil midir. Ben sizlerden dua istiyorum, siz birbirinizden niçin istemiyorsunuz demek değil midir. Onun için biz duaya daha muhtacız ve biz müminlerden çok çok daha fazla dua istemek zorundayız.

ve cahidu fiy sebiyliHİ lealleküm tüflihun; ve onun yolunda tüm gayretinizi sarf edin. Niçin, o zaman belki kurtuluşa erebilirsiniz. Kurtuluşun formülleri bunlar. Dikkatinizi çekerim değerli Kur’an dostları, Kur’an ın kurtuluştan anladığı ile, bugün bir çok insanın kurtuluştan anladığı arasında dağlar kadar, 180 derece belki fark var. Kur’an neye kurtuluş diyor, bu günün insanı, modern zamanların insanı neye kurtuluş diyor. Modern zamanların insanının kurtuluş dediği şeye Kur’an batış diyor ve maalesef Kur’an ın kurtuluş dediği şeye de Modern zamanların insanı batış diyor.

Düşünün Modern zamanların insanına sorsanız, işkenceler altında inim inim inleyen Sümeyye’yi ve Yasir’i, onların kurtuluşlarının nasıl olacağını tartıştırsanız bir stüdyoya toplayıp ne derlerdi?

Bunları şöyle kurtarmak lazım. Bir gece operasyonu düzenleyip öyle kurtarmak lazım. Birinin getireceği öneri bu olurdu. Bir diğeri şöyle bir öneri yapabilirdi. Bunları kurtarmak için mutlaka ve mutlaka onlara işkence edenleri bir şekilde elimine etmek lazım ve onları kaçırmak lazım. Veya bir başka öneri..!

Bakınız insanlara kurtuluştan söz ettiğinizde hep onların dünyevi kurtuluşu akıllarına gelirdi. Onu tartışırlardı. Ama Resulallah’a bunu sorsanız, Resulallah çok daha farklı cevaplıyor.

- İspiru ya yasir..! Sabredin ey Yasir ailesi, Mev’ıdu kümül cenneh randevunuz cennette.

Yani onlara kurtuluş müjdeliyor. Buyurun kurtuluş mantığı, kurtuluş mantığının ne kadar farklı olduğunu görün. İşte Kur’an da ki kurtuluş, işte modern zamanların modern insanının kurtuluş düşüncesi.

Yine vesile ile alakalı bir boyutu var dediğim gibi; Vesilenin kişi ile Allah arasında ki bir aracı değil, kişinin amelleri, bizatihi kendi amelleri olduğunu buradan görüyoruz.

Nasıl görüyoruz ve cahidu cihat, nedir? Kişinin olanca gayretini çabasını Allah yolunda harcaması. Demek ki kişinin en büyük vesilesi, kendi amelidir. Yani aracınız amelinizdir dostum. Allah katında sizin için aracı olacak, sizin için Allah’a ricacı olacak amelinizdir. İşte bu ayet bunu veriyor.


36-) İnnelleziyne keferu lev enne lehüm ma fiyl Ardı cemiy'an ve mislehu meahu liyeftedu Bihi min azâbi yevmil kıyameti ma tukubbile minhüm* ve lehüm azâbun eliym;

Hakikati inkâr edenlere gelince; eğer yeryüzünde bulunanların hepsi ve bir o kadarı da beraber onların olsa da kıyamet sürecinin azabından kurtulmak için onu fidye verseler, onlardan bu asla kabul edilmez! Onlar için üzücü azap vardır. (A.Hulusi)

36 - Şüphesiz o küfredenler bütün Arzdaki ve daha bir o kadarı onların olsa da kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye verecek olsalar kendilerinden kabul edilmez, onlara elîm bir azap vardır. (Elmalı)


İnnelleziyne keferu Yine konu bütünlüğü içerisinde ayet şöyle diyor; Kuşkusuz küfredenler, lev enne lehüm ma fiyl Ardı cemiy'an eğer yeryüzündeki her şeyi, ve mislehu meahu hatta onun iki katını, liyeftedu Bihi min azâbi yevmil kıyameti ma tukubbile minhüm Kıyamet gününün azabından kurtulmak için verseler, asla kabul ettiremezler. Evet öyle diyor.

Yukarıda ki vesile ile bir alakası var. Bir üstteki ayetle alakası şu; Yani siz kendi ameliniz dışında hiçbir şeyi aracı koyamazsınız. Kabul edilmeyecek. Bu söyleniyor aslında.

Buradaki vurgulanmak istenilen gerçek aslında imanla küfür arasındaki farkı da vurguluyor. Allah’a iman etmemiş, hakikatin üstünü örtmüş, daha doğrusu vicdanının üzerini küfür isimli kalın bir perde ile örtüp vicdanının sesini duymamış bir insan, yarın kurtulma akçesi olarak Allah’a ne sunarsa sunsun kabul edilmeyeceği söyleniyor.

ve lehüm azâbun eliym; can yakıcı bir azap onları bekler.


37-) Yüriydune en yahrucu minen nari ve ma hüm Bi hariciyne minha* ve lehüm azâbün mukıym;

Ateşten çıkmak isterler ama oradan dışarı çıkamazlar... Onlar için daimî bir azap vardır! (A.Hulusi)

37 - Ateşten çıkmak isteyecekler, fakat ondan çıkacak değillerdir, onlara boyuna gidecek bir azap vardır. (Elmalı)


Yüriydune en yahrucu minen nar devam ediyor konu müteakip ayette, Onlar, ateşten çıkmak isterler. ve ma hüm Bi hariciyne minha fakat asla oradan çıkacak değildirler. ve lehüm azâbün mukıym; zira sürekli bir azaba mahkum edilirler.

Burada hemen bir soru geliyor akla. Bugünlerde çok sık sorulan bir soru. Kafaları karıştıran bir soru. Cehenneme giren günahkar mümin bir daha çıkabilir mi. Bize de sıkça sorulan bir soru ve ilginçtir bu soruya hayır diyenler, bu ayeti ve bunun gibi birkaç ayeti delil getirirler. İşte onun için bu ayet vesilesiyle bu konuyu da kısaca açmak istedim.

Şu bir gerçek ki sevgili dostlar, bu ayet müminlerle ilgili değildir. Çünkü bir önceki ayet, İnnelleziyne keferu diye başladı ve onun devamıdır. Onun için de bu ayet imansız ölen kafirlerden söz ediyor. Günahkar müminin tevbe etmeden ölmesi halinde cehennemde ebedi kalacağını savunan Mutezile ile, onun aksini savunan yani çıkacağını savunan ehl-i sünnet, Emevi döneminin, Emevi’lerin son dönemlerinde ve Abbasilerin ilk dönemlerinde bu konu etrafında büyük bir tartışmaya girişmiş ve iki tarafa ait alimler, ellerine bu tartışmadan ne geçirdilerse kullanmışlar. Eğer mevcut deliller bitmişse bu sefer delil imaline bile girişilmiş.

İşte bu gün bu tartışma etrafında bize kadar nakledilen, gelen delillerden bir çoğu o kadim tartışma sırasında imal edilmek zorunda kalınan delillerdir ve akide de hiçbir değeri yoktur. Akaide o delillerin hiçbir kıymeti harbiyesi bulunmamaktadır. Delillerin çoğu söylediğim gibi ihtiyaca binaen imal edilmiştir. İtikada mesnet olamazlar.

Deki, Allah Kur’an ın da şirk dışında istediğini affedeceğini buyurmakta.

İnnAllahe la yağfiru en yüşreke Bihi ve yağfiru ma dune zâlike li men yeşaü Nisa/116

Allah kendisine ortak koşulmasını kendisinden başka bir varlığa kendi sıfatlarının yakıştırılmasını affetmez. Ama onun dışında dilediğini, dilerse affeder. Bu ayet açık, o halde Allah’ın affına Müminin günahı açıktır.

Mutezile, tevbe etmeden ölen günahkarın kesinlikle cennete giremeyeceğini savunur. Burada onun karşısında duran Sünni kelamı ise, Allah’ın affının onları da içine kapsayacağını bu ayetlerle savunur.

Burada müminin ahiretteki durumu üzerinde spekülasyon yapmak istemem. Lakin şu da bir gerçek ki Allah’ın imanı yok sayması mümkün değildir. Yani bir imansız la bir imanlıyı aynı tutması nasıl kabul edilebilir. İman başlı başına bir değerdir. O Allah’ki  ve men yekfür Bil iymani fekad habita ameluhu.. (Maide/5) Kim imanı inkar ederse, iman gibi bir değeri yok sayarsa onun ameli boşa gider buyuruyor. Kendisi imanı yok sayar mı hiç, imanı inkar eder mi. Günah ne kadar büyük olursa olsun, İman bir Erciyes dağı ise günah onun yanında çakıl taşıdır. Yeter ki iman, iman olsun.

Diyeceksiniz ki iman eden günah işler mi? Ne münasebet, insanız, peygamberlerin hayatı ortada. Niçin Kur’an adem kıssasını anlatır, niçin Kur’an Musa’yı anlatır, niçin Kur’an Yunus’u anlatır. O peygamberleri niçin anlatır. İşte bunun için anlatır. Mükemmel değiliz. Onun için Allah günahı örtmekten söz eder. Onun için Allah gafurdur. Bağışlayandır. Onun için Rahman’dır, onun için Rahiymdir. Bu sıfatlar ne zaman işe yarar. İşte günah işleyen mümin için işe yarar. Bu sıfatların tecellisi günahkar müminde gerçekleşir. Yoksa günah işlemezseniz Gafur ismi Gaffar ismi, Rahman ismi, rahiym ismi nasıl tecelli edecekti.

Onun için Kur’an da yüzlerce ama yüzlerce ayet. Günahın örtülmesi ile, müminin bağışlanmasıyla ilgilidir. Allah’ın gufranıyla, rahmetiyle, mağfiretiyle, affıyla, bağışlamasıyla ilgilidir.

Bu noktada yine cehenneme girenin bir daha oradan çıkamayacağını savunanlar secde suresinin 20. ayetini delil gösterirler ve derler ki; Fasık cehenneme girince çıkamaz. Çünkü bu ayette, Secde/20 de Ne zaman çıkmak isteseler, geri, döndürülürler buyuruyor. Ayette  Feseku geçiyor. O fasıklar ne zaman çıkmak isteseler..! Yalnız ilginçtir, 20. ayetin hemen öncesine 18. ayete döndüğümüzde, 18. ayette görüyoruz ki, fasığa o ayet, müminin zıddı anlamını yüklüyor. Yani buradaki fasık tamamen dinden çıkan, fısk çıkmak demektir. Bir şey den, okun yaydan çıktığı gibi çıkmak. Onun için köstebeğe fuseyk derler. Hatta fareye de böyle delikten çıkan yer hayvanlarına Araplar fuseyk derler. Onun için dinden çıkmak anlamına geldiğini biz secde suresinin 18. ayetinden hemen anlıyoruz. Ki bu ayette buna delil sayılmaz. Yine de Allah-u alem. Allah en iyisini bilir.


38-) Ves sariku vas sarikatü fakta'u eydiyehüma cezaen Bi ma keseba nekâlen minellah* vAllahu Aziyzün Hakiym;

Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin; yaptıklarına karşılık ve Allâh'tan ibret verici bir azap olarak! Allâh Aziyz'dir, Hakiym'dir. (A.Hulusi)

38 - Hırsızlık eden erkek ve hırsızlık eden kadın sâbit oldu mu ellerini kesin, kazandıklarına cezaen Allah dan kelepçek, çünkü Allah azîzdir, hakîmdir. (Elmalı)


Ves sariku vas sarikatü Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının fakta'u eydiyehüma cezaen Bi ma keseba nekâlen minellah işledikleri suça karşılık Allah’tan gelen bir yaptırım olarak ellerini kesin. vAllahu Aziyzün Hakiym; zira Allah izzet ve hikmet sahibidir.

Yine üzerinde çok durmamız gereken bir ayete geldik. Bu ayet Kur’an da ki Had ayetlerinden biridir ve hırsızlık cezasını verir.

Kur’an da ki had ayetleri modern zamanların seküler insanı tarafından eleştirilmektedir. Modern zamanların modern insanları, inancı zayıf ya da inançsız modern insanları suçu savunur haline düşmek pahasına suçluyu ve suçu savunmak pahasına ilahi kelamın getirdiği bir takım cezai müeyyideleri eleştiriye girişir. İşte bu nokta üzerinde durulmalıdır.

El kesme, cahiliye dönemindeki bir uygulamayı onaylamaktır. Ki bu ayet, yeni bir ceza sistemi getirmiyor hırsızlık konusunda. Cahiliye döneminde var olan bir uygulamayı sadece reddetmiyor, onaylıyor. Cahiliye de aslında uzun, çok eskilere giden bir uygulama değil el kesme. İlk defa Kureyş uyguluyor bu cezayı, Kureyş Arapları ve Kabe’nin hazinesini çalan bir adama uyguluyorlar. Yani olağan üstü bir suç, bir hırsızlık suçuna olağan üstü bir ceza. Aslında devam edip geliyor Kureyş boyunca bu ceza uygulaması. Bu cezayı uygulamasını gerektirecek sebepler de var.

Göçebe çöl insanının hapsetmek gibi bir imkanı da yok zaten. Nereye hapsedecek, sabit bir yeri yok. Zaten oradan oraya taşınmakta. Onun için o gün 2 şey gerekli;

1 – Hırsızlık yapan insanın sürekli bir daha hırsızlık yapmasını engelleyecek bir ceza gerek. Bir daha çalmasını önleyecek bir ceza.

2 – Onun öylesine bir toplum içerisinde, henüz sicillerin olmadığı, merkezi bir otoritenin bulunmadığı, kimsenin sabıka kaydının olmadığı bir toplumda bu insanın böyle bir Ahlaki zaafının olduğunun belgelenmesi, belirlenmesi, sabitlenmesi gerekmekteydi. Bu uygulamayı Kur’an onayladı.

Fakat Hz. Peygamber, ondan sonra gelen halifeler, ondan sonraki imamlar, müçtehit imamlar bu cezayı oldukça sınırlandırma yoluna gittiler. Cahiliye de ki gibi bırakmadılar Öyle sınırlandırdılar ki bu ceza Akıllı olmayana uygulanmaz. Bluğ çağına ermemiş olana uygulanmaz çalsa da. Hırsızlığın haram olduğunu bilmeyene uygulanmaz. Bu ceza belli bir miktardan aşağı olan şeyi çalana uygulanmaz. Bu miktar üzerinde ihtilaf edilmiş, 3 ya da 10 dirhem denilmiş. Korumalı olmayan malı çalana uygulanmaz. Yani açıkta ki bir malı çalana. Çaldığı malı eğer o mevkiden çıkarıp başka bir yere götürmemişse ona uygulanmaz. Aç olarak çalana uygulanmaz. Muhtaç olarak çalana uygulanmaz, sebze, meyve, yemek, yani yiyecek hiçbir şey çalmak suretiyle ise bu ceza uygulanmaz. Yiyecek şey çalana bu ceza uygulanmaz. Yine birden çok kişi çaldığında bu ceza uygulanmaz. Bir çok müçtehide göre, ihtilaf olsa da. Bunun gibi oldukça sınırlandırılmış kapsamı bu cezanın.

Bu cezanın ilk infazı Resulallah döneminde yapıldığında biz kaynaklarımızın aktardığına göre şöyle bir manzara ile karşılaşıyoruz.

Resulallah ilk defa infazın gerçekleştirildiği olay yaşanıyor, bir adam malı üzerinde hırsızlık yaparken hırsızı yakalıyor, savaş aletlerini çalarken getiriyor, sanırım kalkan hırsızlığı olacak veya zırh hırsızlığı, Hırsızı yakalayıp getiriyor. Resulallah bu ayetle hükmediyor ama infaz sırasında Resulallah’ın rengi atıyor. Sapsarı kesildi diyor rivayet Resulallah’ın yüzü. Kafasını çevirdi, Hırsızı malı üzerinde yakalayıp getiren adama dedi ki,

“- Siz şeytana yardımcılık yapıyorsunuz..!

Yani affetseydin, aynen arkada gelecek ayetlerin sonunda biten sonraki ayet. Ğafûrun Rahıym; diye bitiyor. Yine bu konunun devamıdır. Bir sonra ki 39. ayet Ğafûrun Rahıym; diye bitiyor. Yani bana getirmeden, amme hukukuna geçmeden, kamu hukukuna  mal olmadan affetseydin dercesine. Siz diyor şeytana destek veriyorsunuz. Böyle bir azarı var Resulallah’ın. Hırsıza değil, onu malı üzerinde yakalayıp getiren adama. Yani bu noktada İslam ceza hukukunun uygulanması konusunda ki peygamberi, nebevi tavır çok anlamlı.

Resulallah’ın bu tepkisi ilk değil. Resulallah’ın buna benzer tepkileri diğer ceza infazlarında da görüyoruz. Örneğin Maiz el-Eslemi zina hadisesinde infazdan sonra Maiz’i ikrara, itirafa ikna eden adam olan Hezzal’e dönüp; “Yaptığını beğendin mi” demesi gibi.

Yine; El Munî de okumuştum Kadı Abdül Cebbar’ın 20 ciltlik o muhallet eseri olan El Munî’ sinde. Onda dönüyor Resulallah, köşe başından suçunu ikrar etmesi için geldiğini anladığı bir adama, daha ağzını açmadan;

- Aman ikrar etme..!  

Çünkü ikrar ederse amme hukukuna giriyor. Yani İslam’da cezaların infazında gerçekten de daima şüphe halinde düşürülmesi. Ki Resulallah’tan gelen bir haberde;

- idreu'l-hudude bi'ş /şübehat”

Şüpheler halinde hadleri düşürünüz. Hadis hakkında bir takım ileri geri sözler söylenmişse de, sıhhatli olduğunu söyleyenler çoğunluktadır. İşte Resulallah’ın bu tavsiyeleri İslam tarihi boyunca uygulana gelmiş.

Şimdi bunlar işin tarihsel boyutu. Bir de bugünün mantığı ile bakanların göremediği boyutları var sevgili dostlar.

Suçu savunanlar İslam’a hakaret için el kesmeyi zina cezasını, kısas’ı dillerine doluyorlar. Önce şunları bilmeleri gerek. Onlar suçu savunuyorlar. Suçluyu savunuyorlar. Mağdur yerine kendilerini koysalardı, suçluyu ve suçu savunmazlardı bu bir.

İkincisi İslam’da hak ve görevler karşılıklıdır. Onlar bunu savunurken şöyle diyorlar. İnsan hakkına bir tecavüzdür bu cezalar. İyi de suç işleyen insana verilen ceza mutlaka onun haklarından bir kısmını kısıtlamalı. İnsan hakkını savunmaktır bu. Mahkumiyette hapislikte insan hakkına tecavüz olarak nitelendirilir o zaman. Çünkü özgürlüğüne tecavüzdür. Lakin o zaman suçluyu nasıl cezalandıracağız. Asıl o zaman insan hakkına tecavüz etmiş olmuyor musunuz. Suçluyu cezalandırmadığınızda aslında suçsuzu cezalandırmış olmuyor musunuz. Suçluyu cezalandırmadığınız da aslında mağduru cezalandırmış olmuyor musunuz.

İşte bu mantık haklara müstakil, mutlak hukuk olarak bakar. İslam böyle bakmaz. İslam da haklar, bir görevin karşılığında kullanılır. Yani hak ve sorumluluk karşılıklıdır. Birbirinin lazımesidir. Onun için hakkını kullanması için sorumluluğunu yerine getirmesi lazım. Sorumluluğunu yerine getirmeyen o haktan mahrum kalır.

El bir haktır. Allah’ın kendisine bir emanetidir. Ama el hakkını helal yolda kullanmak sorumluluktur. Sorumluluğunu yerine getirmeyip te el emanetini haram olan bir noktada yani kendisine ait olmayan bir malı çalmada kullanırsa, bu sorumluluğuna tecavüz etmiştir. Hakkı gasp etmiştir. Onun için mutlaka sorumlulukla birlikte düşünülür haklar.

Mal emniyeti İslam’da korunması gereken emniyetlerden biridir. Can emniyeti gibi. Masumdur, mahfuzdur, muhteremdir. Mülkiyet muhteremdir. Onun için mal emniyetinin korunması içinde mutlaka hırsızlığın önlenmesi gerekir.

İslam’ın toplum tasarımında aslında, insanın, bireyin ruhi ihtiyaçları ile maddi ihtiyaçları iç içe düşünülmüştür. Sadece bir boyutlu düşünülmemiştir. Maddi ihtiyaçları ile ruhi ihtiyaçları yan yana düşünüldüğü içindir ki cezalar sadece topluma yönelik caydırıcı bir unsuru değil, aynı zamanda o suçu işleyenin vicdanını arındırıcı bir biçimde cezalandırılır verilir. Vicdan arındırıcı. O sebepledir ki Maiz el Eslemi zina ettikten sonra Resulallah’a gelip beni cezalandır dememiştir. Ya ne demiştir?

- Tahhirni ya Resulallah..!

Beni temizle, beni arındır, beni yıka ya Resulallah.

Bu İslam’ın toplum tasarımında ihtiyaçların sadece maddi olanına değil aynı zamanda manevi olana da yönlendirilmiş olduğunu gösterir. Beni arındır diyor suçlu, geliyor, beni temizle. Çünkü Vicdan azabı çekiyor. Onda din, bir vicdan uyandırmış, din, bir vicdan yaratmış. Öyle hareketli bir vicdan var, öyle canlı bir vicdan var ki, herkes affetse, yine de kendi kendisini affetmiyor. İşte Din, işte İslam insanda bu vicdanı uyandırır. Bu vicdan toplumda en büyük jandarmadır. En büyük koruyucudur. Ve onun içindir ki gelmiştir Resulallah’a beni cezalandır demek yerine Tahhirni ya Resulallah” beni temizle, bni arındır, beni pırıl pırıl et ya Resulallah demiştir. Bu çok önemlidir.

İşin bu tarafını modern bireyler anlamaktan çok acizler. Çünkü onlarda vicdan oluşmamıştır. Kendisinde vicdan oluşmayan, vicdanı kendisini rahatsız etmeyen, işlediği bir suçu kitabına ve kılıfına uydurunca vicdanı kendisini rahatsız etmeyen modern birey nasıl anlasın Maiz’i, nasıl anlasın Kur’an ı, nasıl anlasın gamitli kadını, nasıl anlasın bu ayeti. Anlayamıyor onun için. Ve nasıl anlasın şeriatı, garrai muhammediyyeyi.

Yasaklarda tek çıkar insanın çıkarıdır dostlar. Allah insana cezayı kendi çıkarı için vermez. Onun için de Allah’a karşı insanı savunmak terbiyesizliktir. Çünkü Allah cezayı verirken, takdir ederken, herhangi bir çıkarı olduğu için takdir etmez. Çünkü kimse Allah’ın malını değil, insanın malını çaldığı için cezalandırır. Kimse  haşa Allah’ın varlığına yönelik kastedemez. Allah’ın hayatına kastedemez, Allah’a suikast düzenleyemez. İnsanın hayatına kasteder. O halde Allah kimi savunmaktadır?

Kur’an da koyduğu bu temel ilkelerdeki insanı savunmaktadır.

Kimin çıkarı vardır?

Elbette Allah’ın çıkarı yoktur. Hiçbir çıkarı yoktur. Ama birinin çıkarı vardır..! İnsanın çıkarı vardır. Onun için bu ayetler, Allah’ın insanın çıkarını koruması anlamına gelir. İllet ve hikmetleri önemlidir tabii ki.

Şimdi burada tüm İslami emirlerin, Kur’ani emirlerin bir illetleri vardır bir de hikmetleri. Hikmetleri bir tarafa bırakır da illetleri üzerinde durursak, o zaman o emirde Allah’ın muradını anlamamış oluruz.

İllet nedir burada? Çalmadır. Bir şeyi çalma. Yani sahibinin rızası olmadan, izni olmadan bir şey almak işte çalma fiilinin gerçekleşmesi halidir ki bu illet tir.

İçki de illet nedir? Sarhoşluktur. Sarhoşluk gerçekleştiği zaman o insan Allah’ın yasağına tecavüz etmiş sayılır. İllet budur ama bir de hikmeti vardır. Hikmeti nedir, sarhoşlukta hikmet? Burada hikmet şudur. Allah’ın verdiği aklın örtülmesi. Allah’ın verdiği en büyük emanet olan Akla ihanet ve onun daha arkasında bu insanın işleyebileceği bir çok suç. Bir çok suça kapı aralayan bir zemin oluşmuş olur. İşte en gerideki hikmet budur.

Yine hırsızlıkta hikmet nedir onu gözetiriz. Mal emniyetinin sağlanması. Dolayısıyla İslam toplumunun huzur ve refahıdır. Ancak burada çok önemli bir nokta var. Acaba Kur’an cahiliye de de uygulanan bu cezayı onaylamakla neyi amaçlamıştır? Yoksul çocukların ekmek fırınından ekmek çalmasının önüne geçip aç yatmasını mı, ya da baklava çalan o çocuğun baklava çalmasının önüne mi geçmek istemiştir. Burada söylenmek istenen o mudur. Hikmeti üzerinde dururken işte bunun üzerinde duracağız.

Aslında burada hikmet şudur; İslam toplum tasarımı öyle bir tasarımdır ki, öyle bir toplumdur ki, bu toplumda aslında hiçbir birey çalmaya ihtiyaç duymaz. Hırsızlığın tüm sebepleri yok edilmiştir. Çünkü sosyal adalet sağlanmış, servet dağılımı, gelir dağılımı toplumda eşit bir şekilde paylaştırılmış ve hepsinden öte zekat müessesesi toplumda yoksul bırakmamıştır.

Onun için varlıklı insanlar kendi mallarında yoksulun hakkı olduğuna iman etmişler ve zekatı verirken sadece zekatı vermemişler, aynı zamanda şükretmişler, teşekkür etmişler. Hele ki zekat verecek birini buluyorum, Allah’a karşı görevimi yapmama vesile olduğu için sana teşekkür ederim demişler fakirlere. İslam toplumu buna şahit olmuş geçmişte. İşte böyle bir toplum tasarlamıştır İslam. Böyle bir toplum tasarımı nasıl olmuştur şu örneklere bakalım.

Amr bin Şürahbil den, Buğday tarlasına girdim diyor abat açtım. Başakları ayırdım. Onlardan da daneleri ayırdım. Tam onları ezip taşların arasında kendimce bir şey yapıp yiyecektim ki, tarla sahibi geldi. Baktı ki başaklar kopmuş beni dövdü. Elbiselerimi soydu üzerimden, ben de direkt Resulallah’a gittim. Onu şikayet ettim. Elbiselerimi aldı ya Resulallah. Ben girdim, başakları aldım, karnımı doyuracaktım ya Resulallah dedim. Resulallah onu çağırdı. Tarla sahibini.

- Niçin böyle yaptın. dedi.

- Ama ya Resulallah o da tarlama girmiş hırsızlık yapıyordu dedi,

Resulallah ona kızdı dedi ki;

- O bilmiyordu, sen öğretmedin. O açtı, sen doyurmadın, kalktın bir de elbiselerini aldın. Ona elbiselerini hemen geri ver. Dedi ve azarladı onu. Ve Resulallah bana koca bir ölçekte buğday verdi. Ben de onu yüklendim evime gittim.

Bu örneği görünce İslam’ın toplum tasarımında nasıl bir sosyal adaletin hedeflendiğini şimdi anlıyoruz değil mi. Resulallah; “Gel bakalım hırsız.” Demiyor. Dikkatinizi çekerim. Çok önemli bir hadise ve daha bu tek değil;

Yahya Bin Abdurrahman bin Habip anlatıyor. Hatip’in köleleri Müseyne’den bir adamın develerini çalıp kestiler ve sonra da yaptıklarını suçlarını itiraf ettiler develeri biz çaldık diye. Hz. Ömer halife idi o zaman. Hz. Ömer Hatip’i çağırdı, kölelerin ellerini kesmek üzere hükmetti. Tam infaz gerçekleşecekken son anda vazgeçti. Hadisenin üzerinde derin derin düşündü ve kölelerin sahibini çağırdı. Hatip’i. Dedi ki;

- Ben burada köleleri değil, senin suçlu olduğunu düşünüyorum. Çünkü onları aç bıraktığını düşünüyorum. Ondan develerin sana çok ağır bir ceza vermek istiyorum. Dedi. Senin ellerini keserdim ama, bundan böyle yapmayasın diye o ceza yerine başka bir ceza vermek istiyorum. Develerin ne kadar ederdi?

- Vallahi ya Ömer 400 altın lira verseler vermezdim.

- O zaman 800 altın lira öde bakalım. Dedi ödetti ve ikinci bir hadise olur bu köleleri aç bırakırsan bunlar da gider deve çalarlarsa, senin ellerini keserim.

Burada aslında problem el kesme, kol kesme değil, cezalandırma değil. Burada problem toplumda emniyet, huzur ve sükunu sağlayıp insanların mal emniyeti, mal dokunulmazlıklarının güvenceye alınmasıdır. Yani huzurlu bir toplum tasarımıdır.

Yine biliyoruz ki Hz. Ömer kıtlık senesinde meydana gelen hiçbir hırsızlık hadisesinde ceza uygulamamıştır. Ayet olmasına rağmen uygulamamıştır. Çünkü Hz. Ömer bilmektedir Allah’ın muradını maksadını. Allah’ın muradı el kesmek değil, Allah’ın muradı toplumda hırsızlık suçunu kaldırmak. Böyle bir toplum eğer vücuda gelirse, o zaman sevgili dostlar hırsızlık yapanın ancak akıl hastası olması lazım.

Düşünün, servetin adil bir biçimde paylaşıldığı, haksız kazancın önlendiği, varsının, yoksulun kendinde ve malında hakkı olduğuna iman ettiği ve bu hakkı kuruşuna kadar verdiği bir toplumda, herkesin vicdanında imanın sesini duyduğu, biraz önce söylediğim gibi. Bir toplumda hırsızlık yapmak için adamın deli olması lazım.

İşte bu çerçeve de görürsek meseleyi, şeriatı uygulamaya ceza ile başlamaya, işe sondan başlamak olarak görürsünüz. Yani Allah’ın şeriatını uygulamaya eğer ceza ile başlıyorsanız, işe kuyruğundan, çalıyı tepesinden sürüyorsunuz, kuyruğundan başlıyorsunuz demektir.

Bu noktada ilahi yasaların yürürlükte olduğu bir toplum, sosyal adaletin tam gerçekleştiği bir toplumdur. Eğer işe ceza ile başlanırsa zarar görenler en yoksullar olacaktır. Bu ise Kur’an ın maksadına aykırıdır. İnsanların cebine elini atmışsa yönetenler önce o eli o cepten kesmek lazım.

Bir toplum düşünün ki enflasyon adı altında, yönetim, yönetenler toplumun her bireyinin cebinden her gece para çalmaktalar. O elleri o toplumun cebinden kesmedikçe siz eğer kalkıp ta ekmek çalan, lokantadan yemek çalan, pastacıdan baklava çalana böyle bir cezayı uygulamaya kalkarsanız, bu Allah’ın muradının tam tersi olur. Allah’ın maksadı bu değildir.

Kur’an ın sosyal adalet ile ilgili hükümlerinin tam olarak uygulandığı bir ülkede, ekonomik ve sosyal alanda Allah’ın kanunu olan şeriat egemen olmaya başlar. Böyle bir toplumda hırsız deliden başkası değildir. Çünkü onu hırsızlığa sevk edecek gerekçe kalmamıştır. Onun için gerçek şeriatın uygulanması, adaletin uygulanmasıdır.

Bir toplumda sosyal adaletin mükemmel bir biçimde uygulanmış olmasıdır. O zaman da kimsenin bir diyeceği olamaz. Çünkü o zaman hırsızlık yapan biraz önce de söylediğim gibi ya delidir, ya da kleptoman. Yani hırsızlık hastalığına yakalanmış bir ruh hastası. Devam ediyoruz.


        9-) Femen tabe min ba'di zulmihı ve asleha feinnAllahe yetubü aleyh* innAllahe Ğafûrun Rahıym;

        fakat kim zulmünden sonra tövbe eder ve (hâlini) ıslah ederse, muhakkak ki Allâh onun tövbesini kabul eder... Kesinlikle Allâh Ğafûr'dur, Rahıym'dir.

39 - Böyle iken her kim de işlediği zulmün arkasından tevbe edip salâha dönerse Allah elbette tevbesini kabul buyuruyor. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir.

       
        Femen tabe min ba'di zulmihı ve asleha Bu zulmü işledikten sonra kim tevbe eder ve kendini düzeltirse, feinnAllahe yetubü aleyh Hiç kuşkusuz Allah’ta onun tevbesini kabul eder. innAllahe Ğafûrun Rahıym; zira Allah çok bağışlayıcıdır, rahmetle muamele edendir.

Burada söylenen açık. Kamuya intikal etmeden önce yakalanır, ya da kendisi vazgeçer tevbe eder, suçunu itiraf eder suç ta kamuya intikal etmez ise o zaman bu kişi affedilir, çaldığı kimse ile yani mal sahibi ile hırsız arasında bir olay olarak kalır ve karşılıklı ilişki ile bu suçlunun suçu tamamen izale edilmiş olur.

Ancak bunun bir başka boyutu var bu ayette ifade edilen hakikatin, Ruhi boyut. Yani Femen tabe min ba'di zulmih kim bu zulmü işledikten sonra tevbe ederse. Buradaki tevbe ikinci bir mana ile anlarsak eğer, ruhi arınmaya delalet eder. Bu suçu işlemiş ve hatta ceza uygulanmış dahi olsa işin bir de Allah’a müteallik, Hukukullah’a müteallik bir boyutu vardır ki bu kişi sadece sosyal bir suç işlememiştir. Yani sadece bir başka kulun hakkına tecavüz etmemiş, aynı zamanda Allah’ın koyduğu bir yasağı çiğneyerek Allah’ın hakkına da tecavüz etmiştir. İşte bu noktada tevbe eder ayrıca. Denilmiştir.


40-) Elem ta'lem ennAllahe leHU mülküs Semavati vel Ardı yuazzibu men yeşau ve yağfiru limen yeşa'* vAllahu alâ külli şey'in Kadiyr;

Semâlar ve arzın mülkü Allâh içindir (hakikatini), bilmedin mi? Dilediğini azaplandırır ve dilediğini bağışlar! Allâh her şeye Kaadir'dir. (A.Hulusi)

40 – Bilmez misin ki Allah, bütün Semavat-ü Arz mülkü onun, dilediğini azaba çeker, dilediğinin günâhını örter olduğunu? Allah her şey'e kadîrdir. (Elmalı)


Elem ta'lem ennAllahe leHU mülküs Semavati vel Ard bilmez misin ki gökleri ve yeren otoritesi Allah’a aittir.

Neden böyle bir ayet geldi? Hemen yukarıda hırsızlıkla ilgili iki ayetin arkasından neden böyle bir ayet geldi diye sormak gerekir.

Bugünkü modern insanın suçu ve suçluyu savunmasını adeta Allah görmüştür ve ona demektedir ki; “Sen insan hakkında, toplum hakkında, suç ve suçlular hakkında Allah’ın yasa ve kural koymasını Allah’a çok mu görüyorsun. Bu ne biçim kafa seninki. Gökleri ve yeri elinde bulunduran, göklerin ve yerin otoritesine sahip olan Allah neden insan hakkında yasak koymasın ki.” Denilmektedir adeta.

Elem ta'lem ennAllahe leHU mülküs Semavati vel Ard Bilmez misin ki göklerin ve yerin otoritesi Allah’a aittir ey Allah’a yasa koymayı çok gören ahmak. Bilmez misin ki göklerin ve yerin otoritesi Allah’a aittir.

yuazzibu men yeşau ve yağfiru limen yeşa' o dilediğini cezalandırır, dilediğini bağışlar. vAllahu alâ külli şey'in Kadiyr; zira Allah her şeye kadirdir.


        41-) Ya eyyüher Rasulü la yahzünkelleziyne yüsari'une fiyl küfri minelleziyne kalu amenna Bi efvahihim ve lem tü'min kulubühüm* ve minelleziyne hadu semma'une lil kezibi semma'une li kavmin ahariyne lem ye'tuk* yuharrifunel kelime min ba'di mevadı'ıh* yekulune in utiytüm hazâ fehuzûhu ve in lem tü'tevhu fahzeru* ve men yüridillahu fitnetehu felen temlike lehu minAllahi şey'a* ülaikelleziyne lem yüriydillahu en yutahhire kulubehüm* lehüm fiyd dünya hızyün ve lehüm fiyl ahireti azâbün azıym;

        Ey Rasûl! Kalpleriyle (şuurlu olarak - anlamını hissedip yaşayarak) iman etmedikleri hâlde, ağızlarıyla "İman ettik" diyenlerden küfürde koşuşanlar, seni mahzun etmesin... Yahudi olanlardan öylesi var ki, yalan uydurmak için dinleyen veya sana gelmemiş bir topluluk adına (aracı olarak) dinleyendir... Yerli yerince söylenen Kelimeleri tahrif ederek, "Size şu verilirse alın, eğer o verilmez (Allâh hükmü ile hükmedilir) ise sakın yanaşmayın" derler... Allâh bir kimsenin dalâletini dilerse, artık onun için sen Allâh'tan bir şey bekleyemezsin... İşte onlar, Allâh'ın kalplerini arındırmayı dilemediği kimselerdir... Dünyada onlar için rezillik vardır... Sonsuz gelecek sürecinde de onlar için çok büyük azap vardır. (A.Hulusi)

41 - Ey o şanlı Resul, seni mahzun etmesin o küfürde yarış edenler: gerek o ağızlarıyla «amenna» deyip de kalpleri mümin olmayanlardan olsun ve gerek Yahudî olanlardan, onlar yalancılık etmek için dinlerler, sana gelmeyen diğer bir kavim için dinlerler, yerli yerinde söylenen kelimeleri sonradan tahrif ederler, size böyle fetva verilirse tutun verilmezse sakının derler, kim ki Allah onun fitneye düşmesini murad etmiştir sen, ihtimali yok, onun lehine Allah dan zerrece bir şey'e malik olamazsın; onlar öyle kimselerdir ki Allah kalplerini tahtir etmek murad etmemiştir, onların Dünyada hakları bir zillet, Âhirette de hakları azîm bir azaptır. (Elmalı)


Ya eyyüher Rasulü ey peygamber. Doğrudan Resule hitap. Ey peygamber. la yahzünkelleziyne yüsari'une fiyl küfri minelleziyne kalu amenna Bi efvahihim ve lem tü'min kulubühüm yürekten iman etmedikleri halde ağızları ile iman ettik diyenler arasından inkarda bir birleri ile yarışanlar seni üzmesin. Seni mahzun etmesin.

ve minelleziyne hadu semma'une lil kezibi semma'une li kavmin ahariyne lem ye'tuk Yahudileşenlerden, -ki  elleziyne hadu formunu Yahudiler biçiminde değil Yahudileşenler biçiminde çevirmeyi daha uygun buluyorum.-, Yahudileşenlerden yalanı can kulağı ile dinleyen ve sana başvurmak yerine başka insanların laflarına kulak kesilenler de seni üzmesin. yuharrifunel kelime min ba'di mevadı'ıh onlar sözleri asıl bağlamlarından kopararak manalarını çarpıtırlar.

Evet, sözü hemen Kur’an yukarıdaki ayetlerden aldı ve sözü Yahudileşenlere getirdi. Yani bir anafor var, anlam anaforu burada. Aslında Kur’an bir indiği çağa, bir geçmişe, bir geleceğe ışık tutuyor. Böyle üç zamanlı çalışıyor her ayette olduğu gibi.

Burada da bu ayetin üzerinde biraz duracak olursak, zaten sözleri bağlamlarından çarpıtıyorlar. Hatırlayacak olursanız bu surenin 13. ayetinde de buna benzer bir form geçmişti. Yine nisa/46. ayetinde buna benzer bir form geçti. Ki bununla bakara suresinin 104. ayetini karşılaştırabilirsiniz.

Nasıl çarpıtıyorlardı, orada ayrıntılı bir örnek verilir Bakara 104 de. Ama sözü bağlamından koparmaya çok yakın bir örnek var. Adeta yukarıdaki örneğe dikkat edin dercesine hemen aşağı ile yukarısı arasında bir bağlantı kurdu Kur’an.

Buradaki örnek 37. ayette de dostlar. Biraz önce tefsir ederken işledim ayeti. 37. ayete adeta dikkatimizi çekmekte. O ayete bağlamakta sözü.

Nasıl bağlamından koparılırsa söz nasıl olur? Kafirler için söylenmiş, indirilmiş bir ayeti bağlamından kopardığınızda müminler için yorumlamaya başlarsınız. İşte sözü bağlamından koparmak. Yukarıda örneğini vermiştim. Hatta o örneği verirken galiba aktarmadım o ayeti, daha sahabe döneminde, hemen bir sonraki nesil döneminde bağlamından koparıp Müslümanlar hakkında indiğini söyleyenler olmuş.

Kendi adına bir hizip kurulan ez rakıyye Ezârika diye bir hizip olan Nafi bin Erzak Tercüman-ül Kur’an ismi ile anılan Abdullah İbn. Abbas’a şöyle der bu ayeti gerekçe göstererek.

- Ey Allah’ın gözünü ve kalbini kör ettiği adam. -Biraz da hakaret ederek. Abdullah İbn Abbas ama idi. Sonradan ama oldu.-  Sen duydum ki Allah şöyle buyurmasına, yani; ve ma hüm Bi hariciyne minha.. (37) onlar oradan asla çıkacak değildirler demesine rağmen bir grubun cehenneme girdikten sonra çıkacağını söylüyormuşsun öyle mi..!

Diye sorar Nafi Bin el Erzak. İbn. Abbas’ın cevabı manidardır.

- Vay Hakk..! der yazıklar olsun sana. Bi üstünü okusana..!

Bektaşi mantığı;

- La takrabus salah. Namaza yaklaşmayın. Deyince kendisine hani bi üstünü oku denince de;

- Ben hafız değilim..! demiş derler ya. Yani ve entüm sükara Bi altını devamını oku denilince.

Sarhoşken namaza yaklaşmayın. Eğer böldüğünüz zaman bağlamından koparmak işte bir tür Bektaşilik. Günümüzde bu ismi almış. Bağlamından kopardığımızda ayeti, ayetin tam zıddı biçimde anlayabilirsiniz. Sarhoşken namaza yaklaşmayın ibaresini ikiye böldüğünüzde namaza yaklaşmayın dedi de Allah, onun için namaz kılmıyorum. Diye bey namazlığınıza, bî namazlığınıza delil gösterebilirsiniz.

Onun için Nafi bin Ezrak ta böyle yapmış o dönemde de. Sözü bağlamından koparıp Allah’ın kastetmediği anlama yorumlayanlar olmuş. Ki hariciler de böyle yapmışlardı. Arka sayfada da yine gelecek örneği. Allah’ın hükmü bahsinde. ..inil hükmü illâ Lillah.. (Yunus/40)  ayetini. Bağlamından koparmışlar, Hüküm yalnızca Allah’a aittir ayetini bağlamından koparmışlar, Hz. Ali’yi tekfir etmişler. Kafirlikle suçlamışlardı. Ne için? Sen hakemi kabul ettin. Çünkü hüküm Allah’a aittir. Hakeme hüküm verme yetkisi vermekle sen dinden çıktın demişler. İşte bağlamından kopardığınız da böyle bir garip, böyle acayip bir mantığa saparsınız.

Onun için buna Kur’an Yahudileşme diyor ve burada da bunun ilk defa Yahudileşen İsrail oğulları tarafından işlendiğini söylüyor.

Yekulune derler ki in utiytüm hazâ fehuzûhu ve in lem tü'tevhu fahzeru * ve men yüridillahu fitnetehu felen temlike lehu minAllahi şey'a eğer size şu tür bir öğreti verilirse hemen alın. Yok verilmezse sakın yaklaşmayın derler.

Allah birini fitneye sokmayı dilemişse Allah’ın onlar hakkındaki iradesine hiçbir şekilde engel olamazsın. Evet, hemen arkasında da böyle diyor. Bir üstteki cümle, yani onların dediği eğer size şu tür bir öğreti verilirse hemen alın, yok verilmezse sakın yaklaşmayın demelerinden maksat nedir diye soracak olursak sebebi nüzul bahsinde bir çok olay sıralanmış. Özellikle bir Yahudi çift zina edip Resulallah’a gelmişler bu rivayetlere göre. Resulallah’a gelirken de şöyle bir kurgu ile gelmişler, eğer Resulallah size recm dışında bir şeyle cezalandırırsa kabul edin. Ama recm ile cezalandırırsa bilin ki o peygamberdir, Tevrat’taki hükmü biliyor.

Gelmişler Resulallah’a bunun cezasını vermesi için müracaat etmişler. Resulallah;

- Sizin kitabınızda bunun hükmü nedir?

Diye sorunca onu da söylemek istememişler, yalan söyleyerek;

-  Bizim kitabımızda bunu hükmü, o adamın yüzünü boyarız merkebe bindiririz dolaştırırız ilan ederiz. Demişler.

Rivayete göre Abdullah İbn. Selam; Ya ibn. Suriya denilen bir başka haham doğrusunu söyleyerek;

- Hayır Tevrat’ta bunun hükmü recm dir. Diye o Tevrat ayetini bulup onlara okutturmuş.

Ama bendeniz bu sebebi nüzul rivayetlerinin bu ayetle doğrudan ilgili olmadığını sanıyorum. Çünkü Zina bahsiyle ilgili değil. Burada asıl söylenen daha farklı bir şey. Hatta hatta burada ayetin daha sonrasını da ele alırsak, savaşla, toplumsal ilişkilerle, Yahudilerle müminler arasındaki sosyal ilişkilerle alakalı bir hadise olmalı ki biz bunu yine rivayetlerde, Ahmet Bin Hambel’de buluyoruz. Ahmet Bin Hambel buna gerekçe olarak şunu göstermiş;

Nadir oğulları isimli Yahudi kabile ile, Kureyze oğulları isimli bir başka Yahudi kabile arasında şöyle eşitsiz bir anlaşma vardı. Nadir oğulları kendilerinden biri öldürüldüğünde Kureyze tarafından tam diyet alırlardı, Kendileri Kureyze’den birini öldürdükleri zaman yarım diyet verirlerdi. Yani tam bir Yahudilik. Birbirlerine karşı bile üstünlük iddiası güdüyorlar. Yahudi kabilesi, öbür Yahudi kabilesine üstünlük iddiası güdüyor. Yani biz has Yahudi’yiz, siz ikinci sınıf Yahudi’siniz mantığı.

Bugün sefardin ve eşkenazlar arasında İsrail’de ki sefardin ve eşkenazi. Yani batı Yahudileri ile doğu Yahudileri arasında ki aynen süren hadise de olduğu gibi. Bugün bile İşgal ettikleri Filistin toprağı üzerinde devletlerini ilan eden İsrail aynı Yahudi’nin Yahudi’ye üstünlüğünü savunur. Aynı mantığı güder.

İşte o günde böyle bir yamuk mantık güdülmüş ve Resulallah’a şikayete geliyor diğer Yahudi kabilesi. Kureyze oğulları. Eğer diyorlar Muhammed gerçekten peygamberse böyle bir zulmü adaletsizliği kabul etmez. Onun için ona gidelim.

Resulallah’ta tabii ki böyle bir adaletsizliği reddediyor ve hükmü doğru bir biçimde veriyor. İşte bununla ilgili olduğunu söylerler. Devam ediyoruz.

ülaikelleziyne lem yüriydillahu en yutahhire kulubehüm Bütün bunlar neden böyle yapıyorlar. Yukarıdaki hadiseleri hatırlayın. Yani onlar ne yapıyorlardı, bağlamlarından koparıyorlardı. Sözleri asıl bağlamından koparıyorlardı. Yalanı can kulağıyla dinliyorlardı. Yani yalan dinleme, çok ilginç, Burada hatta şöyle bir ayet hatırıma geliyor;

Elleziyne yestemiünel kavle feyettebiune ahseneh.. (Zümer/18)              

Onlar ki sözün tamamını dinlerler, en güzeline uyarlar. Diyor. Şimdi bunun tam tersini yapan Yahudileşenlerden bahsediyor burada. Sözü dinlerler en kötüsüne uyarlar. 2 Zıt tip. Sözün tamamını dinleyip en güzeline uyan mümin tipi; Elleziyne yestemiünel kavle feyettebiune ahseneh.. Öbür tarafta ise Yahudileşmiş tip. Sözü dinliyor ama en kötüsüne uyuyor. Böyle iki zıt tip. 2. zıt tipten söz ediliyor. Olumsuz tip burada veriliyor. Ve bütün bu olumsuzlukları yapanlar niçin Allah önlerini açar derseniz işte cevabı;

ülaikelleziyne lem yüriydillahu en yutahhire kulubehüm İşte onlar Allah’ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Evet, demek ki Allah kalbini temizlemek istemeyince bir insanın, onu kendi haline bırakıyor. Onun önünden, gözünden ışığı çekiyor. Gözü var ama göremiyor. Işık alınınca, Allah’ın yol gösterdiği ışık, vahiy ışığı alınınca kör gibi oluyor. Gözü var ama göremez oluyor. Çünkü ışık yok. Tek başına göz, görmek için yeterli olmuyor.

        lehüm fiyd dünya hızyün ve lehüm fiyl ahireti azâbün azıym; Yahudileşenlerin tamamı için bu ayet, Onları dünyada zillet, ahirette korkunç bir azap bekler.


        42-) Semma'une lil kezibi ekkâlune lissuht* fein cauke fahküm beynehüm ev a'rıd anhüm* ve in tu'rıd anhüm felen yedurruke şey'a* ve in hakemte fahküm beynehüm Bil kıst* innAllahe yuhıbbul muksitıyn;


        (Onlar) sürekli yalan dinleyenler, çokça haram yiyenlerdir... Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet yahut onlardan yüz çevir... Eğer onlardan yüz çevirir isen, sana hiçbir şekilde zarar veremezler... Şayet hükmedersen onların arasında adaletle hükmet... Muhakkak ki Allâh muksitleri (âdil olup her şeyin hakkını verenleri) sever. (A.Hulusi)

42 - Boyuna yalancılık için dinlerler, boyuna haram yerler, artık sana gelirlerse ister aralarında hükmet, ister kendilerinden yüz çevir, eğer yüz çevirirsen sana hiç bir zarar edemezler, şayet hükmedersen aralarında adaletle hükmet, çünkü Allah adalet edenleri sever. (Elmalı)


Semma'une lil kezibi ekkâlune lissuht Onlar sürekli yalana kulak kesilir, değer yıkıcı ne varsa onu açgözlülükle silip süpürürler. Kişinin eylem ve söylemleri ile yedikleri arasında ki doğrudan ilişkiye bir atıf olabilir bu ayet. Çok İlginç. Yani, amellerinizle, eylemlerinizle, yedikleriniz lokmalarınız arasındaki doğrudan bir ilişkiye atıf olabilir diyorum şu ayet. Sürekli yalana kulak kesilir, değer yıkıcı ne varsa onu aç gözlülükle yerler. Silip süpürüp yerler diyor ayet.

Burada suht kelimesi geçiyor ki kök anlamı; sahibine leke getiren her tür yıkıcı şey demektir. Dolayısıyla Suht değer yıkıcı anlamına geliyor. Burada değer yıkan her bir şey. Bir insan eğer Yahudileşmiş se, ahlakı Yahudi ahlakına dönüşmüşse, Allah ile yapmış olduğu anlaşmaya ve sözleşmeye ihanet etmişse bu durumda daima tercih edileceği zaman negatifi tercih eder, pozitifi değil.

Bakarsınız düşüneceği zaman, konuşacağı zaman daima sözün en kötüsünü konuşur.

Sizi dinlediği zaman daima sözünüz içerisinde en olumsuz şeyleri öne çıkarır.

Bakarsınız önüne iki seçenek sunun kötü olanını kabul eder.

Bir günaha bir sevaba davet edin, sevaba davetinizi reddeder ama günaha davetinizi kabul eder. Yani bu aynı zamanda onun pozitif tarafının, olumlu tarafının köreltilmesidir. Yok edilmesidir. Devam ediyoruz;

fein cauke fahküm beynehüm ev a'rıd anhüm

Burada hükme getirdi sözü Kur’an. İmdi eğer sana başvururlarsa ister aralarında hüküm ver, ister onları kendi hallerine bırak. Kim? Öncelikle birebir ilişki bazında düşünecek olursak Yahudilerden söz ediyor. Ama genel anlamda anlamamız gerekiyor tüm ayetlerin mesajlarını. Çünkü Allah’ın mesajı geneldir, tüm insanlığadır. Bu manada zaten ulema da fetvayı şöyle vermiş içtihadı;

Eğer bir insan toplumunda yaşayan gayri Müslim birileri İslam toplumunun mahkemesine baş vururlarsa bu onların tercihidir. Kendi inançları istikametinde yargılanabilirler. Kendi mahkemelerine giderler. Bu tamamen onların hakkıdır. Kendi hukuklarını uygulayabilirler.” Bir İslam toplumunda gayri Müslim bir azınlık. “Ama eğer yok tercihlerini İslam mahkemelerinden yana kullanacaklarsa onların bu müracaatlarını kabul etmek ya da reddetmek İslam mahkemesine kalmıştır.”

İşte Resulallah’a yapılan bu müracaattan dolayı böyle genel bir ilke de çıkarıyor İslam alimleri, İmamlar. Onun için;

fein cauke fahküm beynehüm eğer sana gelirlerse onların aralarında hüküm ver, ev a'rıd anhüm ya da kendi hallerine bırak.

felen yedurruke şey'a zira eğer onları kendi hallerine bırakırsan sana hiçbir zarar veremezler. Yani bunda bir sakınca yok demeye de geliyor.

ve in hakemte fahküm beynehüm Bil kıst Fakat, burası çok önemli; İslam’da hükmün dayandığı en temel ilke nedir sorusuna cevap veriyor. Yok eğer hükmedersen aralarında adaletle hükmet. innAllahe yuhıbbul muksitıyn; Çünkü Allah adil olanları sever.

Buradan iki şey çıkarıyoruz dostlar:

1 – İnsan hüküm verir, insan da hüküm verir. Yani Hükmü sadece Allah verir, insan veremez diyen harici mantığına bir cevaptır bu. Çünkü ne diyor? ve in hakemte eğer hükmedersen. Elbette ki, hepimiz akşama kadar bir çok konuda hüküm veriyoruz. İnsan, Hüküm verir.

2 – İnsan hükmederken gözeteceği tek şey vardır. En büyük temel şey Adalettir. Onun için adalet mülkün temelidir. El adlü esasül mülk  Hz. Ömer’e atfedilen bu muhallet ifade aslında, Devlet zulümle yıkılır, küfürle yıkılmaz diyenlerin de doğru söylediğini göstermektedir. Devam ediyoruz;

        43-) Ve keyfe yuhakkimuneke ve ındehümüt Tevratu fiyha hukmullahi sümme yetevellevne min ba'di zâlik* ve ma ülaike Bil mu'miniyn;

İçinde Allâh hükmü bulunan Tevrat yanlarında iken, neden seni hakem yaparlar; üstelik senin verdiğin hükümden sonra da yüz çevirip giderler! Böyleleri iman eden değildir! (AS.Hulusi)

43 - Yanlarında Tevrat onda hükmullah dururken seni nasıl hakem yapıyorlar? Sonra arkasından ne diye dönüyorlar? Öylelerin müzminlerle alâkası yok. (Elmalı)

Ve keyfe yuhakkimuneke ve ındehümüt Tevratu fiyha hukmullah Yanlarında Tevrat ve onda da Allah’ın hükmü bulunduğu halde seni nasıl hakem tutuyorlar. Demek ki Kur’an Tevrat’ın hükmünü yine Yahudiler için hala geçerli olarak görüyor. Ha bugünkü ellerinde ki Tevrat o günkü Tevrat mıydı diye sorarsanız tarihsel bulgulara bakarak, evet o Tevrat benzer ya da aynı Tevrat’tı diyebiliriz.

sümme yetevellevne min ba'di zâlik Daha sonra onun ardı sıra yüz çeviriyorlar. ve ma ülaike Bil mu'miniyn; işte böyleleri gerçek mümin de değildirler. Yani kendi kitaplarına dahi gerçek manada inanmıyorlar.

Burada Kur’an ın yapmaya çalıştığı şey şu; Kendi inançlarına karşı da iki yüzlü davrananları deşifre ediyor Kur’an. Kendi itikatlarına, kendi kitaplarına dahi iki yüzlü davranıyorlar. Yani bugün de bu tipleri görmüyor musunuz, Yahudileşme dediğim bu işte. İnandığını söylüyor ama inandığın kitaba göre hükmedelim gel  dediğin zaman yüz çeviriyor. Tam Yahudilerin yaptığı gibi. Yahudileşen İsrail oğullarının yaptığı gibi.

Burada inançta ciddiyetsizliği eleştiriyor Kur’an. Onları Hz. Peygamberin önünde deşifre etmekle kendi kitaplarına karşı bu kadar laubali olan bu insanlar Kur’an a karşı böyle yapıyorlarsa aslında bunu çok görmemek lazım denilmek isteniyor. Ve oradan bize doğru da bir ders var. Ve biz bu manada son ehli kitap olarak bu ayetlerin muhatabıyız. Ehli kitabız, Kur’an ın muhataplarıyız. Ve bu manada eğer Yahudileşirsek Kur’an a iman ettik, Kitabım Kur’an diyorsunuz. Ama haydi seni Kur’an a göre yargılayalım dediğiniz zaman yüz çeviriyorsunuz. İşte o zaman Yahudileşmiş oluyorsunuz.


        44-) İnna enzelnet Tevrate fiyha hüden ve nur* yahkümü Bihen Nebiyyunelleziyne eslemu lilleziyne hadu ver Rabbaniyyune vel ahbaru Bimestuhfizu min Kitabillahi ve kânu aleyhi şüheda'* fela tahşevünNase vahşevni ve la teşteru Bi ayatiy semenen kaliyla* ve men lem yahküm Bi ma enzelAllahu feülaike hümül kafirun;

Gerçek ki, içinde nur ve hakikat bilgisi olan Tevrat'ı biz inzâl ettik... Teslim olmuş Nebiler, onunla Yahudilere hükmederdi; Rabbanîler (Tevrat'a göre Yahudilerin terbiyesiyle ilgilenenler) ve Ahbar (ilim ve hikmet sahipleri) da onun üzerine şahitler olarak hakikat bilgisini korumakla görevliydiler... O hâlde insanlardan korkmayın, Ben'den korkun! Benim bildirdiğim gerçekleri az bir menfaate satmayın! Kim Allâh'ın inzâl ettiği (hüküm) ile hükmetmezse, işte onlar hakikati inkâr edenlerin ta kendisidir! (A.Hulusi)

44 - Filvaki' biz Tevrat’ı indirdik, onda bir hidayet, bir nur vardı, Müslim olan nebiyyûn, Yahudîlere onunla hükmederlerdi, rabbaniyyun ve ahbar da, kitabullahın muhafazâsına memur edilmiş olmaları ve üzerine nâzır ve murakıp bulunmaları hasebile hükmederlerdi, artık insanlardan korkmayın benden korkun, benim âyetlerimi bir kaç paraya değişmeyin, ey hâkimler! Her kim Allahın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse onlar hep kâfirlerdir. (Elmalı)


İnna enzelnet Tevrate fiyha hüden ve nur şüphe yok ki kendisinde rehberlik ve ışık bulunan Tevrat’ı biz indirdik. yahkümü Bihen Nebiyyunelleziyne eslemu lilleziyne hadu Müslüman olan peygamberler Yahudi olanlara onunla hükmetmişlerdi.

Tefsirimin başından beri Yahudileşmekten söz etmem, Yahudileşen İsrail oğullarından söz etmem, işte bu ayet o kullandığım dili tamamen onaylayan bir ayettir. Ne diyor bakınız; Bu ayet tüm peygamberlerin Müslüman olduğunu söylüyor. Gerçek Musevilerin de Müslüman olduklarını, sonradan Yahudileştiklerini söylüyor. Onun için Müslüman olan peygamberler, Yahudi olanlara, Yahudileşen İsrail oğullarına onunla hükmediyorlardı. Diyor. İşte bu manayı biz özellikle Yahudileşme çerçevesinde kullandığım jargonu, kullandığım o deyimleri ifadeleri tamamen bu ayetlerin desteklediğini görüyorum.

ver Rabbaniyyune vel ahbaru Bimestuhfizu min Kitabillah Allah kelamından bir kısmı kendi korumalarına bırakıldığı için Allah adamları, Rabbaniyyun ve hahamlar da öyle yapmışlardı. Ne yapmışlardı? Onunla hükmetmişlerdi Tevrat’la.

Bakınız sevgili dostlar Burada şu soruyu sormak lazım; Tevrat niçin Tahrife uğradı.Kur’an uğramadı da sorusunu soruyorsanız, işte cevabı bu ayette veriliyor. Şu ifade onun cevabıdır. Çünkü ondan bir kısmının korunmasını Allah, Yahudi din adamlarına bıraktı. Oysa ki Kur’an ın korumasını Allah bizatihi kendisi üstlendi.  

İnna nahnu nezzelnez Zikra ve inna lehu leHafizun; Hicr/9

Zikri, Kur’an ı biz indirdik elbette biz, onu koruyacak olan da biziz. Diyen Allah’ın kendisidir. Ama burada Tevrat’ın bir kısmının korunması yine İsrail oğullarının din adamlarına verilmiştir ve onlarda kendilerine verilen bu emanete ihanet ederek korumamışlardır. Bu ayetten çıkardığımız sonuç bu olmaktadır.

ve kânu aleyhi şüheda' Hepsi de ona şahit idiler. fela tahşevünNase vahşevni niçin koruyamadılar? İşte o niçinin cevabı da burada. O halde insanlardan korkmayın, benden korkun. İnsanlardan korktukları, Allah’tan korkmadıkları için vahyi korumadılar.

İnsanlardan korkmak aslında sadece burada bildiğimiz manada basit korku değil. İnsanların hatırını önde tutmak İnsanların gözünde düşmekten korkmak. Allah’ın nazarında düşmekten korkmayıp ta insanların nazarında düşmekten korkmak. Yani insanlar ne deri, Allah ne der den öne almak. İşte budur burada söylenen. Ki bu ibare usule değil esasa taalluk eder. Yani taktik değildir. Stratejiktir.

Korku insandaki bir damardır. Vardır. Yok sayamazsınız. İnsani bir şeydir. Korku sizi korku damarından yakalayarak bir takım tanrıların önünde secde ettirebilirler. İşte Allah o damarın var olduğunu bildiği için, insanı tanıdığı için sizdeki korkuyu, kendilerine kulluk yaptırtmak için kullanacakların önüne geçerek korkunuzu terbiye ediyor. Ve diyor ki; Eğer ille de birinden korkacaksanız biliyorum, o halde benden korkun. Benden korkun ki; Korkunuzu sizi kendisine kul etmek isteyenler kullanamasınlar. Korkunuzu sizi kendisine kul etme yönünde istismar etmesinler. İşte bu manada Cenabı Hak;  Vahşevn Benden korkun diyor.

ve la teşteru Bi ayatiy semenen kaliyla ayetleri az bir menfaat karşılığı pazarlamayın ve men lem yahküm Bi ma enzelAllahu feülaike hümül kafirun; Zira Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, kafirlerin ta kendileridirler.


45-) Ve ketebna aleyhim fiyha ennen nefse Bin'nefsi vel ayne Bil'ayni vel enfe Bil'enfi vel'üzüne Bil'üzüni vessinne Bissinni velcüruha kısas* femen tesaddeka Bihi fe huve keffaretün leh* ve men lem yahküm Bima enzelAllahu feülaike hümüz zalimun;

Onda (Tevrat'ta), onlara şöyle hükmettik: "Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak ve dişe diş! Yaralarda da eş değer karşılık..." Fakat kim onu (kısas hakkını) bağışlarsa, o onun için geçmiş suçlarına örtü olur!.. Kim Allâh'ın inzâl ettiği (hüküm) ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir. (A.Hulusi)

45 - Hem ondan üzerlerine şöyle yazdık: cana can, göze göz, buruna burun, dişe diş, carhler birbirine kısastır, kim de bu hakkını sadakasına sayarsa o, ona kefaret olur ve her kim Allahın indirdiği ahkam ile hükmetmezse onlar hep zalimlerdir. (Elmalı)


Ve ketebna aleyhim fiyha ennen nefse Bin'nefsi Orada, onlar için şöyle yazdık. Cana-can, vel ayne Bil'ayn Göze-göz, vel enfe Bil'enfi  buruna-burun, vel'üzüne Bil'üzün kulağa-kulak, vessinne Bissinn  dişe-diş, velcüruha kısasun. Ve yaralamalarda da eşdeğer bir karşılık. femen tesaddeka Bihi fe huve keffaretün leh Fakat kim de onu bağışlarsa, o kendi günahlarına kefaret olur.

Yukarıdaki sayılan Hz. Musa şeriatının öngördüğü şiddetli cezaların ayrıntıları Tevrat’ta vardır. Çıkış kitabında aynen bunlar, hatta detaylarıyla zikredilmiştir. Ama şu; fe huve keffaretün leh kimde onu bağışlarsa onun günahlarına kefaret olur ibaresi; Suçluyu ancak mağdur affedebilir ilkesine atıftır.

Suçluyu ancak mağdur affedebilir. Yani Devlet affedemez suçluyu. Suçu şahsa karşı işlemiş, bakıyorsunuz falanca seni affettim diyor. Yani ben size karşı suç işlemişim, sizin hakkınızı gasp etmişim, sizin hakkınıza tecavüz etmişim, bir başkası geliyor seni affettim diyor. Ama siz affetmiyorsunuz. Bu suçu savunmaktır. Bu suçluyu savunmaktır. Suçluyu, mağduru insan olan suçu ancak, mağdurun kendisi affeder. Allah bile bu hakkı mağdurdan almıyor. İşte burada onun en büyük delili. Allah bile kendisi mağdurdan bu hakkı almıyor. İşte kısas aslında budur.

Kısas, mağdura, suçu affetme yetkisini tanımaktır. O affederse o zaman ne olmuş oluyor;

1 – Suçlu kendi vicdanında da teskin olmuş oluyor.

2 – Mağdur affederse acısı dinmiş oluyor. Kimseyi suçlamamış oluyor.

3 – İntikam hissi taşımamış oluyor. Böyle bir çok yararı var.

İşte Kur’an bu manada, insanı tanıyan Allah’ın kelamı; suçluyu ancak mağdur affedebilir ilkesini getiriyor. Burada birinci mana; Bu affeden için kefaret olur. Yani Affedenin kendi günahları için kefaret olur ki doğru olan bu mana. Ama ikinci bir manaya da gelir bu ibare; affedilen için kefaret olur. Ki bu manayı ben tercih etmiyorum.

ve men lem yahküm Bima enzelAllahu feülaike hümüz zalimun; Yine Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.


        46-) Ve kaffeyna alâ asarihim Bi 'Iysebni Meryeme musaddikan lima beyne yedeyhi minetTevrati ve ateynahul İnciyle fiyhi hüden ve nurun, ve musaddikan lima beyne yedeyhi minet Tevrati ve hüden ve mev'ızaten lil müttekıyn;

        Daha onların (teslim olmuş Nebilerin) izleri üzere, Tevrat'tan, ellerindekini (gerçek olanını) tasdik edici olarak Meryemoğlu İsa'yı gönderdik. Ona, içinde Hüda (hakikat ilmi) ve Nur bulunan; Tevrat'tan Ona ulaşmış olanı da tasdik eden, korunanlar için bir hidâyet kılavuzu mahiyetindeki İncil'i, öğüt olması için verdik. (A.Hulusi)

46 - Arkadan da o Peygamberlerin izleri üzerinde Meryem’in oğlu İsâ’yı gönderdik: bir tasdikçi olmak üzere önündeki Tevrat için, ve ona İncili verdik, içinde bir hidayet ve nur, ve önündeki Tevrat’ı musaddık, ve bir irşat ve mev'ıza olarak muttakiler için. (Elmalı)


Ve kaffeyna alâ asarihim Bi 'Iysebni Meryeme musaddikan lima beyne yedeyhi minetTevratı ve onların ardından iz düşümü olarak Meryem oğlu İsa’yı Tevrat’tan geriye kalanların doğruluğunu tasdik edici olarak gönderdik.

Burada bir tevhit konfederasyonunun temel taşları atılıyor. Hz. İsa Matta da geçtiği gibi; Kendisinden yepyeni bir Din getirdiğini söylemiyor. “Ben, benden evvelkileri inkar etmiyorum, benden evvelkileri tasdik için geldim.” Diyor. Ona bir atıf var.

ve ateynahul İnciyle fiyhi hüden ve nurun, ve musaddikan lima beyne yedeyhi minet Tevrati ve hüden ve mev'ızaten lil müttekıyn; Yine biz kendisinde rehberlik ve ışık olan, muttakilere bir rehber ve bir öğüt olarak, Tevrat’tan geriye kalan hakikatleri onaylayan İncil’i verdik. Yani Tevrat’taki lerle;

Ey Tevrat’a iman edenler siz hükmedin. Siz Tevrat’a inandığınızı söylüyorsanız inancınızda ciddi olun ve Tevrat’ı hayata dönüştürün”. Diyor.

İncil’e iman edenlere de dönüyor Kur’an;

Siz de İncil’e iman ediyorsanız siz de ciddi olun ve iman ettiğiniz İncil’i hayata indirin, hayata uygulayın.” Diyor.

Burada asıl söylenmek istenen hemen şurada geliyor;


        47-) Vel yahküm ehlül İnciyli Bi ma enzelAllahu fiyh* ve men lem yahküm Bi ma enzelAllahu feülaike hümülfasikun;

        İncil'e uyanlar, Allâh'ın inzâl ettiği İncil'deki hükümlerle hükmetsin... Kim Allâh'ın inzâl ettiği ile (hükümlerle) hükmetmez ise, işte onlar fâsıkların ta kendileridir! (A.Hulusi)

47 - Ehli İncil de onun içinde Allahın indirdiğiyle hüküm etsin ve kim Allahın indirdiği ile hükmetmezse hep onlar -dinden çıkmış- fasıklardır. (Elmalı)


Vel yahküm ehlül İnciyli Bi ma enzelAllahu fiyh İncil’e inananlar da Allah’ın onda indirdikleri ile hükmetsinler. Yani özetle söylenen şu; Hayata müdahil olmayan iman, ölü bir imandır. Neye inanıyor olursanız olun. Ama inancınızda ciddi olun diyor. İnandığınız şeye uygun hayat yaşayın. Şuna inanıyorum deyip de inandığınız o değerlerin karşısında bir hayat yaşamayın diyor.

Ben 47. ayetin son cümlesini okumuyorum. Önümüzdeki derse bırakıyorum, çünkü Allah’ın hükmü üzerinde uzun uzun duracağım ve aynı zamanda 44 – 45. ayetlerin sonunda; “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse onlar kafirlerin ve zalimlerin ta kendileridir.” İbarelerini de 47. ayetle birlikte önümüzdeki derste ele almak üzere;


“Ve ahiru davana velil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder