14 Ekim 2010 Perşembe

İslamoğlu Tef. Ders. BAKARA SURESİ (87–103) (7)


“Euzübillahimineşşeytanirracim.”

“Bismillahirrahmanirrahim”


        87 - Ve le kad ateyna musel kitabe ve kaffeyna mim ba'dihı bir rusüli ve ateyna ıysebne meryemel beyyinati ve eyyednahü bi ruhıl kudüs* e fe küllema caeküm rasulüm bima la tehva enfüsükümüstekbartüm* fe ferıkan kezzebtüm ve ferıkan taktülun

Celâlim hakkı için Musa'ya o kitabı verdik, arkasından birtakım peygamberler de gönderdik, hele Meryem oğlu İsa'ya apaçık mucizeler verdik, onu Rûhu'l-Kudüs ile de destekledik. Size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle gelen her peygambere kafa mı tutacaksınız? Kibrinize dokunduğu için onların bir kısmına yalan diyecek, bir kısmını da öldürecek misiniz? (elmalı)

Andolsun ki Musa'ya (Kitap) hakikat bilgisi verdik; ondan sonra da birbiri ardınca içinizden Rasûllerle takviye ettik. Meryemoğlu İsa'ya da beyyineler (hakikat bilgisinin apaçık tasdiki olan hâller) verdik. Onu Ruh-ül Kuds (Onda açığa çıkardığımız kuvve) ile teyit ettik. Nefsinizi yüceltmek uğruna, ne zaman hevânıza uymayan gerçekleri dillendiren Rasûller gelse, onların bir kısmını yalanlayıp, bir kısmını da öldürdünüz. (A.Hulusi)

Ve le kad ateyna musel kitabe ve kaffeyna mim ba'dihı bir rusüli

Hiç kuşku yok ki biz Musa’ya kitap verdik. Ve onu takiben birbiri ardınca elçiler gönderdik.

ve ateyna ıysebne meryemel beyyinati ve eyyednahü bi ruhıl kudüs*

Meryem oğlu İsa’ya da apaçık hakikatin belgelerini verdik ve onu mukaddes bir Ruh ile destekledik.

e fe küllema caeküm rasulüm bima la tehva enfüsükümüstekbartüm

        Yoksa siz her ne zaman size bir elçi gelse hoşunuza gitmeyen bir mesaj getirdiğinden dolayı küstahça ona baş kaldıracak mısınız?

        fe ferıkan kezzebtüm ve ferıkan taktülun

        Kimini yalanladınız, kimisini de öldürdünüz.

        Değerli dostlar hatırlayacaksınız geçen dersimizde 86. ayete kadar tefsir etmiştik. Geçen dersimizdeki işlediğimiz ayetler İsrail oğullarının Yahudileşme sürecinde nasıl benliklerini ve kimliklerini kaybettiklerini, nasıl kendilerine yabancılaştıklarını, nasıl kendi kendileriyle savaştıklarını ve bütün bunların sonucunda da nasıl değer yargılarının alt üst olduğunu ve geçici olan dünyayı kalıcı olan ahiret yurduna tercih ettiklerini işlemiştik.

İşte onların bir devamı olarak bu ayette de Allah tıpkı Hz. Muhammed AS. verdiği mesajın aynısını daha önce kendilerinden gördükleri kendi milletlerinin lideri olarak bildikleri, milli önder olarak sevdikleri ve kabul ettikleri Musa’ya da gönderdiğini. Hz. Muhammed’e karşı gösterdikleri tavırda “o bizden değil” diyerek, ırkçılık yaparak reddedişlerinin bir noktaya kadar haydi anlaşıldığını. Ama Ya İsa’ya gelen ilahi bildiriye karşı niçin böyle hırçın, küstah ve başkaldırıcı bir şekilde davrandıklarının anlaşılamaz olduğunu ve bunun da, aslında onların samimiyetsiz olduğunun açık bir belgesi olduğunu ifade ediyor.

İşte bu ayet aslında Yahudileşen İsrail oğullarının Resulallah’a direnirken gösterdikleri o batıl, bizden değil gerekçesinde de samimi olmadıklarını ifade ediyor.

Bu ayetin ilk cümlesinde geçen Kitap, açıklanması gereken bir sözcük.

Ek Kitap; İki şeyi birbirine dikmek anlamındaki ketp’ den gelir. Kur’an da tam bu formda yani el kitap olarak 230 kez kullanılır. Başı ve sonu belli olan, bir bütünlük arz eden, kendi içerisinde belli bir mesajı olan metin demektir. Ancak Kur’an da kullanıldığı anlam, Allah’ın kelamıdır. Onun için gönderilen mesajın bir parçasına, hatta bir ayetine dahi kitap ismi verilebilir. Onun için Kur’an da kullanılan kitap ilahi mesaj anlamına alınır ve böyle algılanır.

Yine bu ayet i kerime de Meryem oğlu İsa’ya; Apaçık hakikatin belgelerinin verildiği söyleniyor. Dikkat çekmek gerekir ki Kur’an da İsa peygamber ya bizzat ön adıyla küçük adıyla İsa olarak ama çoğunlukla 16 yerde Meryem oğlu İsa olarak gelir. Tabii ki  bu tesadüfi değildir. İsa, Aramca da İbranicenin bir diyalektiği olan aramice de Yesu, yani Allah’ın lutfu, Allah’ın ihsanı manasına gelen bir isim.

Niçin Kuranda çoğunlukla isim annesine isnat edilir. Meryem oğlu İsa diye kullanılır diye soracak olursak, bunun cevabı sadedinde;

1 – Bununla, onun yaratılışındaki özelliğe dikkat çekilir. Allah’ın O’nun yaratılışında ki lutfettiği mucizeye dikkat çekilir.

2 – Yahudiler bilindiği gibi kendi içlerinden çıkan, ki İsa peygamber, bir İsrail oğulları peygamberidir. Ve ırk olarak ta Yahudilere aittir. Kendi içlerinden çıkan bu kutlu nebiyi babasız iftirasıyla töhmet altında bırakmışlar ve o Nebinin kutlu annesi olan Meryem’e de zina çamuru atmışlardı. İşte Kur’an Meryem’in oğlu İsa demekle onların bu iftirasını yüzlerine vurur ve onun aslında bir mucize eseri olduğunu da ifade eder.

Tabii bu Meryem oğlu İsa tabiri sadece Yahudilerin kendilerine gönderilen peygamberleri aşağılamalarına bir reddiye değildir. Aynı zamanda Hıristiyanların İsa peygamberi yüceltip ilahlaştırmalarında da bir reddiyedir. Çünkü Hıristiyanlar O’nu haşa tanrının oğlu olarak inanıyorlar ve öyle lanse ediyorlardı. İşte bu aynı zamanda hem Yahudilerin aşağılamalarına, Hıristiyanların yüceltmelerine karşı bir ret cevabıydı. Hayır o Tanrının oğlu değil, O Meryem’in oğludur. Annesi bellidir onun. O bir insanoğludur.

Tabii çok daha ilginç bir nüktesi var ki Meryem oğlu İsa ifadesinin, o da çağın kültürüne bir reddiye oluşturur. Çağın erkek egemen, erkek merkezli, baba erkil kültürüne ciddi bir manifesto, ciddi bir reddiyedir. Çünkü o çağ, çağın süper gücü olan Roma’nın kültürel baskısı altındaki bir çağdı. Roma kültürü; erkek egemen bir kültürdü. Hatta Roma’da asilzadelerin atları dahi kadınlardan soylu sayılırdı.

Onun için Roma’da kadınlar evde anne dahi olsa Baba ve erkek çocuklarla birlikte aynı sofraya oturmazlardı. Oturamazlardı. İşte bu kadar aşağılanan bu kadar horlanan kadını Cenab-ı hak yüceltmek için, onun değerini ifade etmek için, erkek merkezli putperest Roma kültürüne bir reddiye olsun için, çağın en büyük peygamberi İsa AS. ı, Meryem’in oğlu İsa diye tanıttı.

Yine bu ayette İsa peygamberin Allah tarafından desteklenmiş olduğunu ifade eden Ruh-ul Kudüs ifadesi yer alır. Mukaddes ruh demektir. Bu kutsal Ruh ifadesi Kur’an da iki yerde kullanılır, ikisinde de İsa peygamber için kullanılır. Biri bu ayet, diğeri de Maide suresinin 110. ayeti.

Öncelikle Ruh üzerinde kısaca bir açıklama yapmam gerekiyor. Ruh, hayat, hareket ve bilincin temelindeki güç olarak tarif edilir. Kur’an da vahyi tanımlarken, vahyi indiren güç, vahyin indirildiği yer ve vahyin bizzat kendisi Ruh olarak ifade edilir. Hatta tercih edilen bir görüşe göre Kur’an da geçen; Ruh-ul emin, Ruh-ul Kudüs ve Ruh ifadeleri eğer vahiyle birlikte kullanılıyorsa genellikle vahye işaret ederler. Bazı müfessirler Ruh-ul emin ve Ruh-ul Kudüs ifadesini Cebrail AS. a izafe etmişlerse de, aslında bendenizin de kabul ettiği bir görüş Ruh-ul Kudüs, Ruh-ul emin ibarelerinin vahyin özü için kullanıldığı yönündedir.

Bu nokta da aklımıza Hz. Peygamberin Hassan bin Sabit için söylediği dua akla geliyor. Ne diyordu Peygamber;

“Ya rabbi Hassan’ı Ruh-ul Kudüs ile destekle:”

Yine bir başka hadis-i şerifte;

“Onları hicvet ey hassan. Ruh-ul Kudüs seninledir.”

Hassan bin Sabit peygamber olmadığına göre elbette ki Ruh-ül kudüs’ü ona inen bir Cebrail melek olarak anlayamayız. Burada Hassan bin Sabit’e müjdelenen şeyin Allah tarafından gönlüne gelen ilham olması açık. Çünkü o bir şair di ve şiirin kalbe doğan ilham ile alakası da açıktır. Bu noktada eğer Ruh-ül Kudüs bir peygamber için kullanılırsa vahiy, Peygamber olmayan biri için kullanılırsa ilham anlamına alınabilir.

Lakin bendeniz daha da öte vahyi algılayan, Vahye muhatap olan, vahyi sindiren herkesin Ruh-ül Kudüs’e sahip olduğuna inanıyorum. Yani Mukaddes ruh, mukaddes öz Allah’ın kelamı ile birlikte gelir. İnsanın yüreğine mukaddes bir ruh üflenir. Mukaddes bir soluk üflenir.

Ruh kelime anlamı itibarıyla nefes demektir. Soluk demektir. Mecazen Allah’ın kelamı, ilahi vahiy, İnsanın ölü yüreğini dirilten mukaddes bir nefestir. Can veren bir nefestir. Onun için de İlahi vahyi sindiren, ilahi vahyi özümleyen, ilahi, vahyin ne demek istediğini anlayan, kalbine koyan ve hayatına uygulayan bir insan, Allah tarafından mukaddes bir ruh, yani diriltici bir nefesle ödüllendirilmiş demektir.

Burada özellikle İsa AS. için ne anlama geldiği üzerinde durmak lazım. İsa AS. için vahiydir diyemiyoruz. Öyle olsaydı aynı ayette Musa peygamberden de söz edildiği halde, İsa istisna tutuluyor. Yani Musa peygamber için; “Biz onu Mukaddes ruh ile destekledik.” Denilmezken, İsa Peygamber için deniliyor. Demek ki bu vahiy değil. Bu melek te değil Çünkü melek Musa peygambere de geldi, İsa peygambere de.

Yine Mukaddes ruh ifadesinin kullanıldığı Maide 110 da, İsa peygamberle birlikte annesi de geçer. Eğer Mukaddes Ruh’a biz ilham dersek, ilham annesine de gelmişti. Hatta annesine vahiy geldiği Kur’an da bizzat ifade edilir Hz. Meryem’e. O halde biz bunların dışında bir şey olduğunu anlıyoruz. İsa peygamberin desteklendiği Mukaddes ruhun.

Bu ne olabilir diye sorduğumuz da;

1 – Çok özel mucizeler verilmişti ona. Başka peygamberlere verilmeyen. O olabilir.

2 – Yaratılışında ki çok özellik , hiçbir peygamberin yaratılışında olmayan İsa AS. ın yaratılışında ki çok özel durum ima edilmiş olabilir.

3 – Yine sadece İsa AS. verilen çok özel bir ilham olabilir.


88 - Ve kalu kulubüna ğulf* bel leanehümüllahü bi küfrihim fe kalılem ma yü'minun

(Yahudiler, peygamberimize karşı alaylı bir ifade ile): "Bizim kalplerimiz kılıflıdır." dediler. Bilakis Allah, onları kâfirlikleri yüzünden lanetledi. Bundan dolayı çok az imana gelirler. (elmalı)

Dediler ki: "Kalplerimiz (düşünü - algılamamız) koza (dünyamız) içindedir (hakikatimizi yaşayamayız)!" Hayır, belki de hakikati inkâr ettikleri için (lânete uğramışlar) Allâh'tan uzak düşmüşlerdir! İmanınız ne kadar az! (A.Hulusi)


Ve kalu kulubüna ğulf, Dediler ki kalplerimiz bilgi mahzenidir. Bilgi ile kaplıdır dediler.

bel leanehümüllahü bi küfrihim fe kalılem ma yü'minun

Aksine Allah onları inkarları sebebiyle lanetlemiştir. Zira onlar çok sığ ve yüzeysel inanıyorlar.

Nedir kalplerimiz kılıflıdır, kalplerimiz bilgi ambarıdır demekle ne kastediyorlar? Bu ayetin ilk cümlesi iki manaya da alınmış.

1 – Bizim kalbimiz bilgi doludur. Bizim senin vereceğin bilgiye ihtiyacımız yoktur manasına ki, bence tercih edilecek mana budur çünkü Yahudiler kendilerinin Araplardan daha bilgili olduğuna inanıyorlardı. Onun için de kibirleniyorlar ve onları ümmü olarak nitelendiriyorlardı. Kendilerini Kitaplı sınıf olarak vasıflandırıyorlar ve Arapları da cahiller, cahil yığınlar olarak görüyorlardı.

Onun için bu ibareyi adeta bizim kalbimiz kılıflıdır, biz senin söylediğini anlamayız. Duymayız, almayız manasına değil, bizim kalbimiz bilgi ile doludur. Bizim kalbimiz bilgi ambarıdır manasına almamız daha doğrudur. İbn. Abbas, Zeccac, Zemahşeri ki büyük müfessirlerden bazıları da aynen bu ayeti böyle alır.

Tabii kalbimiz kılıflıdır anlamına alanlar Fussilet/5 ayeti;

kulubüna fı ekinnetim Şeklindeki Kalplerimizde perde vardır. Ayetini delil gösterirlerse de Fussilet suresi Mekkidir, bunu söyleyenler de müşriklerdir. Müşrikler bunu söyleyebilir, çünkü onların tarihsel konumlarına bu uygun düşüyor. Lakin Yahudilerin tarihsel konumuna bu uygun düşmemektedir.

Onun için Yahudiler bunu özellikle bir istikbar için söylüyorlar. Yani Kibir olarak söylüyorlar. Lakin müşrikler bir istihza olarak söylüyorlar. Yani biz senin söylediklerini duymuyoruz. Sen ne demek istiyorsun, anlaşılmaz şeyler söylüyorsun manasına Resulallah’la alay ederken Yahudiler ise kibir gösterisinde bulunuyorlar ve vahye karşı, ilahi mesaja karşı müstağni davranıyorlardı.

Bizim ihtiyacımız yok senin getirdiklerine, çünkü bizde adeta ondan iyisi var andan önce aldık biz dercesine bir istiğna tavrı içindeydiler. On un içinde Yahudilerin bu tavrı bir müstağnilik, Müşriklerin Fussilet suresindeki ifadeleri ise bir istihza, bir müstehsilik tavrı idi.

Leanehümüllahü Allah onları lanetledi. Ne demek lanetlemek? Allah nasıl lanetler ben bu lanetin açıklamasını ilerde gelecek ayete bırakarak devam ediyorum.

89 - Ve lemma caehüm kitabüm min ındillahi müsaddikul lima mealhüm ve kanu min kablü yesteftihune alellezıne keferu* fe lemma caehüm ma arafu keferu bihı fe la'netüllahi alel kafirın

Yanlarındakini tasdik etmek üzere onlara Allah katından bir kitap gelince, daha önceleri inanmayanlara karşı onunla yardım isteyip durdukları halde, o tanıdıkları kendilerine gelince, bu sefer kendileri onu inkâr ettiler. İşte bundan dolayı Allah'ın laneti kâfirleredir. (elmalı)

Daha önce, dini inkâr eden kâfirlere karşı zafer kazanmak üzere bir açılım istediklerinde (Yahudiler), kendilerindeki bilgiyi tasdik eden bir yeni bilgi, Allâh tarafından onlara verildi; O geleceğini bildikleri (Hz. Muhammed) geldi, ama onu inkâr ettiler! Artık onlar Allâh'tan uzak düşmüş bir hâlde yaşarlar (Allâh la'neti hakikati reddedenler üzerinedir)! (A.Hulusi)


Ve lemma caehüm kitabüm min ındillahi müsaddikul lima mealhüm Her ne zaman onlara Allah katından kendilerine ve kanu min kablü daha önce gelmiş olan vahiyden, mesajdan arta kalan hakikatleri doğrulayan bir kelam getirilse, bir vahiy inse, gelse yesteftihune alellezıne keferu ki onlar, o gelmesi beklenen vahiy ya da gelmesi beklenen peygamberle müşriklere hava atıyorlardı. Diyorlardı ki Bekleyin biraz daha, bir peygamber gelecek yakında o gelince biz size üstün çıkacağız. İşte gelmesi beklenen peygamber le müşriklere karşı üstün gelmeyi ısrarla arzu ettikleri bir kitap, bir vahiy ne zaman kendilerine indirilse fe lemma caehüm ma arafu keferu bihı o tanıdıkları, önceden bildikleri ve bekledikleri peygamber ve vahiy gelir gelmez onu hemen inkar ettiler. Yok saydılar. Üzerini örttüler. fe la'netüllahi alel kafirın Allah’ın laneti hakikatin üzerini kapatanlara olsun.

Burada ifade edilen, beyan edilen hakikat çok açık. İsrail oğulları daha önceki ayetlerde de işlediğim gibi bir peygamber bekliyorlardı. Bekledikleri peygamber çıkageldi. Ancak onlar kendi ırklarından bir peygamber beklerken, kendi ırklarından olmayan bir peygamber geldi. Oysa gelen peygamber kendi peygamberlerini tasdikli yordu. Kendi kitaplarını tasdikli yordu, kendi kıblelerine dönüp namaz kılıyordu.

Bu ayetlerin indiğinde namaz Kudüs’e doğru kılınıyordu. Bütün bunları da görüyorlardı. Lakin onlar yine inkar ettiler. Çünkü onların problemi aslında bu değildi. Onların problemi daha derinde bir problemdi. Onların problemi kişilik problemi idi. Kimlik problemi idi. Onlar kimliklerini, şahsiyetlerini satmışlardı. Onun içinde bir takım bahaneler imal ediyor ve üretiyorlardı.

Daha önce okuduğum ayette de ifade edildiği gibi kendilerine gelen peygamberleri de öldürmüşlerdi halbuki. Eğer kendilerine gelen peygamberlere tarih içerisinde dürüst davranmış, onların getirdiği mesajı kabul etmiş ve onlara iman etmiş olsalar hadi neyse. Ama onlara da dürüst davranmamışlardı. Onlara da küstahlık yapmışlar ve hatta öldürmeye kadar işi vardırmışlardı. Onun için bu gerekçeleri hiçte tutarlı gerekçeler değildi ve Kur’an onların iki yüzlülüğünü açıklıyor, yüzlerindeki maskeyi sıyırıyordu.

Burada müsaddikul ibaresi var. Musaddık, tasdik eden demektir. Kur’an İslam’ın sürekliliğine daima vurgu yapar. Çünkü İslam; Ümmet-i Muhammed’in dini değil, İslam ilk insandan son insana kadar insanlığın değişmez değerlerine verilen genel addır. Onun için Kur’an hep bu gerçeğe dikkat çeker ve hep vahyin, ilahi mesajın sürekliliğine göndermede bulunur.

İşte burada da yapılan odur. Kur’an ın doğruladığı nedir peki? Elde ki Tevrat mı diye sorulabilir. Hayır. Kur’an ın tasdik ettiği, doğruladığı şey o anda Medine Yahudilerinin ellerinde bulunan Tevrat, ya da bölgede ki Hıristiyanların ellerinde bulunan İncil değildi. Hem hangi birini tasdik edecekti ki Kur’an. Çünkü elde ne tek Tevrat vardı, ne de tek İncil. Kimin incilini, kimin Tevrat’ını tasdik edecekti Kur’an. Kenanilerin Tevrat’ını mı, Samirilerin Tevrat’ını mı diğer iki nüsha daha var, dört nüsha vardı o zamanlar mesela. Hangi birini tasdik edecek. An anilerin, Kenanilerin, Samirilerin ve daha başkalarının, ferisilerin Tevrat’ını mı tasdik edecek. Ya da Matta’yı mı, Luka’yı mı, Yohanna’yı mı, hangi incili tasdik edecek. Ki bunlar kanonik, resmi kabul görmüş İnciller. Bir de resmi kabul görmemiş İnciller var. Onlar yüzü aşkın sayıda. Onun için burada böyle bir soruya verilecek cevap kesinlikle elde bulunan bir metni tasdik anlamına gelmez.

Ya nedir buradaki tasdik? Buradaki tasdikin anlamı ilahi hakikatin aynı kaynaktan geldiğine bir atıftır. Ey Yahudileşen İsrail oğulları, size gelen ilahi mesajın kaynağı aslında Kur’an ın da kaynağıdır. Musa Peygamberin kendisinden mesaj aldığı kaynak, aslında Hz. Muhammed’in de kendisinden mesaj aldığı kaynağın aynısıdır. Onun için aynı kaynaktan gelen mesajlar birbirini doğrularlar. Bu mesajın zarfına bir atıf değildir. Mazrufuna bir atıftır. Yani manasına bir atıftır. Onun için bu ayetten yola çıkarak Medine Yahudilerinin ellerindeki Tevrat nüshasını Kur’an ın tasdik ettiği anlamı çıkmaz.

Yine burada; ve kanu min kablü yesteftihune alellezıne keferu. Onlar daha önceden kafirlere karşı onunla üstün gelmeyi arzu ediyorlardı. İbaresi var. Bu ibarenin anlamı açık. Medine Yahudileri bölgede ki Araplara böyle bir tehdit yöneltiyorlardı. Diyorlardı ki; Yakında bir peygamber bekliyoruz, kitaplarımız gelmesini haber veriyor ve gelmesi de yakın. Zamanı geldi, o gelince biz size üstün olacağız. Sizi yeneceğiz ve bölgenin tek hakimi olacağız.

Hatta tarihler bu haberi doğruluyor. Çünkü Akabe de Hz. peygambere bey’at etmek için gelen ilk ve ikinci Medineli kafile, hz. Peygambere bey’at etmek için geldiğinde bu telaşı taşıyordu. Yani Resulallah’a bey’at eden Medinelileri bu bey’at ta acele ettiren tarihi gerekçelerden biri de Yahudilerin bu tehdididir. Onlardan evvel biz peygambere ittiba edelim ve Allah onun eliyle bizi üstün kılsın. Bu da makul ve anlaşılabilir bir gerekçedir. Onu için Bey’at sırasındaki konuşmaları nakleden tarih kaynakları, Medineli heyetin bu endişesini de dile getirirler.

Yine; fe la'netüllahi alel kafirın

Bir önceki ayette laneti, bu ayette açıklayacağımı söylemiş ve bu ayete atıfta bulunmuştum. Allah’ın laneti kafirlerin, hakikati örtenlerin üzerine olsun. Aslında buradaki kafiri literal manasıyla algılamak lazım. Çünkü Yahudileşen İsrail oğulları, daha önce bildikleri ve iman ettikleri hakikatin üzerini örttüler. Ve Allah onları lanetledi.

Allah’ın laneti şudur. Rahmetinden geçici olarak uzak tutmaktır. Bir kişiyi ya da bir grubu. Rahmetini geçici olarak kesmesine laneti diyoruz. Kul lanet ederse bu da beddua manasına gelir. Lanet Allah’ta olursa bu rahmetini geçici olarak kesmesi anlamına gelir.

Tabii buradan yola çıkarak şöyle bir anlayış çok yanlış olur. “Yahudiler lanetli kavimdir.”  Hayır. Bu anlayış tıpkı Yahudilerin Kutsal kavim iddialarının tam karşısında yer alan bir iddia gibi olur. Çünkü ne kutsal kavim vardır, ne de lanetli kavim. Ki, Resulallah’a Yahudiler hakkında sorulan bir soru üzerine, Ahmed bin Hambel’in Müsnedinde nakledilen bir hadisten öğreniyoruz ki, Resulallah;

“ Allah hiç bir kavmi, hiçbir kavme lanet etmemiştir.” Diyor.

Yani bunun anlamı lanetli kavim yanlışına düşmekten önlemektir Müslümanları. Müslümanlar her nedense böyle bir argüman geliştirdiler. Lanetli kavim. Aslında Yahudiler de kendilerini Allah’ın kutsal kavmi sayıyorlardı oysa ki burada lanetlenen o suçu işleyenlerdir. Babalarının suçundan çocuklarını sorumlu tutmaz elbette Allah.

Onun için de bir kavmin toptan lanetlenmesi diye bir şey söz konusu olamaz. Kaldı ki Kur’an da münafıklar için de Allah’ın lanetinin onlar üzerine olacağı söylenir.

Yine Kur’an da bir başka yerde, bir mümini kasten öldürenin de Allah’ın lanetine ve gazabına uğrayacağı ifade edilir. Bütün bunlar yan yana konulduğunda Allah’ın lanetine uğramak yalnızca Yahudileşen İsrail oğlu bebeklerine ya da nesillerine ait değil, Allah’ın lanetine uğramak, farklı farklı günahları işlemekle de mümkün olur.

O halde Allah’ın laneti bir mantığadır. Yani bir tercihedir. Bir kavme değil. O kavmin içerisinden öyle insanlar vardı ki Müslüman oldular. Hem de öyle Müslüman oldular ki, bu mantığı yalanlarcasına onların Müslüman olan hahamlarından biri; Abdullah bin selam için Hz. peygamber şöyle diyordu.

“Hayattayken cennetlik görmek isteyen bu zata baksın.”

Böylesine keskin bir cennetle müjdelemeyi bu ifadelerle hiç kimse için kullanmıyor peygamber. Cennetle müjdeledikleri çok. Ama bu ifadeyi kullanarak yalnızca Yahudilerin hahamı iken İslam’a teslim olan, Resulallah’ın nübüvvetini kabul eden Abdullah bin selam için kullanıyor. Adeta lanetli kavim mantığını yıkarcasına.

Tabii ki biz bunları söylerken şunu demiş olmuyoruz. Bir toplumun Tarihi, hafızasıdır. O toplum tarihinden hiçbir şey taşımıyor iddiasında değiliz. Kuşkusuz her toplum geçmişini sırtında taşır geleceğe.

Hatta bir tür toplumları da DNA sı vardır diyebiliriz. Toplumların özelliklerini, zaaflarını adeta toplumsal DNA, gelecek kuşaklara bir miras, bir irs olarak taşır. Ve hatta irsiyet gibi adeta, kalıtsal bir hastalık gibi taşınır. Yahudilerde de bu tür sapmaların, sanki kalıtsal bir hastalık gibi nesilden nesile taşındığını görüyoruz. Ve buradan yola çıkarak tüm insanlığa ve son ilahi mesajı insanlığa taşımakla görevli olan ümmet – i Muhammed’e de Allah’ın mesajı şu oluyor:

“Ey Ümmet-i Muhammed, eğer Yahudileşirseniz, siz de nesilden nesile böyle bir hastalığı taşıyabilirsiniz. Ve siz de tarihinizi sırtınızda taşırsınız. Tarihiniz bir yük olur size.”

Bunun içinde lanetli kavim yoktur derken bir toplumun geçmişinden etkilenmediğini söylemiş olmuyorum.

90 - Bi'semeşterav bihı enfüsehüm ey yekfüru bi ma enzelellahü bağyen ey yünezzilellahü min fadlihı ala mey yeşaü min ıbadih* fe bau bi ğadabin ala ğadab* ve lil kafirıne azabüm mühın

Ne kadar çirkindir o uğruna kendilerini sattıkları şey ki; Allah'ın kullarından dilediğine kendi lütuf ve kereminden vahiy indirmesine kafa tutarak, Allah ne indirdiyse hepsini inkâr ettiler. İşte bu yüzden de gazap üstüne gazaba uğradılar. Can yakıcı azap asıl kâfirler içindir.(elmalı)

Haset yüzünden, Allâh'ın fazlından (hakikatinden şuuruna) inzâl ettiği kullarından birini inkâr ederek, inkârları yüzünden nefslerindeki hakikati örtmeleri ne kötüdür! Bu yüzdendir ki gazap üstüne gazaba uğradılar (hakikatlerinden perdeli yaşam derekesine düştüler). Hakikati inkâr edenler (kâfirler) için, alçaltıcı bir azap oluşur. (A.Hulusi)

Bi'semeşterav bihı enfüsehüm ey yekfüru bi ma enzelellahü bağyen ey yünezzilellahü min fadlihı ala mey yeşaü min ıbadih*

Allah’ın indirdiği mesajı kulları arasından istediğine bahşetmesini kıskanmaları ve indirdiği mesajı inkar ederek kişiliklerini satmaları ne fena şey.

Dikkatinizi çekerim. Bi'semeşterav bihı enfüsehüm Kişiliklerin satmaları ne fena şey. Aslında enfüsehüm sözcüğünü ben kişilik, şahsiyet olarak çevirdim. Ama kendilerini diye de çevirebiliriz. Kendilerini satmaları.

Bu ne demektir. Kişilik nasıl satılır. Kişilik, şahsiyet satılınca ne olur. Kişinin kendisini satması çok ağır bir ifade. Ve ancak Yahudileşmeyi işte böyle ağır bir ifade ile anlatabiliyoruz.

Burada Kişilik satmaktan kasıt, kendi kendisini inkardan başka bir şey değildir. Eğer bir insan ya da bir toplum kendi gerçeğini inkar etmeye başlıyorsa, kendisini inkar etmeye başlıyorsa bunun adı kişiliğini, şahsiyetini pazarlamaktır.

Bu nasıl anlaşılır, öncelikle o toplum maymunlaşıyor mu ona bakılır. Tıpkı daha önceki dersimizde lehüm kunu kıradeten hasiın (65) ayetini tefsir ederken izah ettiğimiz gibi. “Maymunlardan beter olun.” Denilecek kadar, düşmanlarını taklit edecek kadar maymunlaşıyordu. Daha sonra bu maymunlaşma kendi kendine yabancılaşmayı getirir. Kendi kendine yabancılaşmanın öbür adı, taş kalpli olmaktır. İşte onu da tefsir etmiştik Sümme kaset kulubüküm (74) ayetinde, ki 74. ve 81. ayetlere atıf yapmak lazım burada. Ne demek istediğimizi anlamak için bu ayetlerin tefsirine yeniden bakmalısınız.

İşte 74. ve 81. ayetlerde Yahudileşen İsrail oğullarının kendi kendilerine nasıl yabancılaştıklarını ve kendi kendileri ile barışık olmamalarını işlemiştik. 81. ayette de ne deniliyordu? Onları günahları kendilerini çepeçevre kuşattığı söyleniyordu. Günahın insanı çepeçevre kuşatması ne demektir? Günahın insanı çepe çevre kuşatması, işte bu günahtan bir hisar örülmesi demektir yüreğe. Eğer yürek, eğer akıl günahtan bir zindanın içine hapsedilirse o zaman o insan kendi kendisine yabancılaşır.

Artık geriye bir şey kalıyor. Kişiliğini satmak. İşte son raundudur adeta bu. O süreçler İsrail oğullarının Yahudileşme sürecinde varacakları en son raunt budur ve bu sonuçta en beter bir sonuçtur. Kişiliğini satmak biçiminde gerçekleşir.

Kişiliğini sattıktan sonra artık siz yoksunuz. Sizin değerleriniz yok. Hiçbir değeriniz yok. Çünkü siz kendinizi satmışsınız. Ve karşınızdakinden size değer vermesini bekleyemezsiniz. Kişiliğini satan bir toplum yeryüzünde rezil olur. Rüsva olur. Ezilir ve her gelenin oyuncağı olur.

İşte İsrail oğullarının tarihi bu ezilmenin, bu rezaletin ve her gelenin oyuncağı olmanın tarihidir. O tarihe kısaca bir göz atan bu gerçeği apaçık görür. Bunun sebeplerini irdeliyor Kur’an. Onun için de özellikle kişiliklerini satmaları üzerinde duruyor. Kişilik satışını getiren neden de kendi hakikatlerini inkar etmeleri. Çünkü bildikleri ve kendilerine indirilen hakikati inkar ettiler. Hz. Muhammed’e gelen hakikati inkar etmeden önce, kendilerine gelen hakikati inkar ettiler. Çünkü Hz. Muhammed’i haber veren haber, kendi peygamberleri tarafından getirilmişti. Kendi peygamberlerinin ve kendi kitaplarının verdiği haberi dahi bir inat uğruna, kolektif bir kibir uğruna rettettiler. İşte bu kendi kendisine yabancılaşmadır.

fe bau bi ğadabin ala ğadab Peki böyle bir yabancılaşma ne anlama gelir? Bela üstüne belaya uğradılar. Kat kat gazaba uğradılar diyor bu ibare. İşte bu kat kat gazaptır.

Hatırlayın daha önce izah ettiğimiz ayetleri. Önce kendi kendilerine yabancılaştılar. Sonra kendilerini tanıyamaz oldular. Sonra kendi kendilerini inkar ettiler. İşte bütün bunlar alt alta dizildiğinde kat kat gazap anlamına gelir.

ve lil kafirıne azabüm mühın Hakikati örtenler için azabın en alçaltıcısı vardır. Normal bir azap değil.

Gerçekten de eğer bu ibareyi iyi düşünürsek, yabancılaşma bir gazaptır. Kendini inkar bir başka gazaptır. Düşünün bu gazabın kendini satmak ise daha başka bir gazaptır. Kendini satmak gazabı, gazapların emn aşağılayıcısıdır. En kişiyi alçaklaştıranıdır. Onun için de azabüm mühın en alçaltıcı azap olarak gösteriliyor. Çünkü kişilik satılınca, bundan daha alçaltıcı bir bela verilemez bir topluma. Bir toplum ki başına taş yağmaktansa kişiliğini satması daha büyük bir beladır. Eğer kişiliğini satarsa o toplum kendisini toparlayamaz.

Ama bir toplum fakirleşirse yeniden kazanabilir. Toprağını kaybederse, yeniden alabilir. Savaş kaybederse yeniden zafer kazanabilir. Lakin bir toplum kimliğini kişiliğini, benliğini ve şahsiyetini kaybederse, işte onu yeniden kazanması; Toprağını kazanmasından, parayı kazanmasından, itibarını kazanmasından, bilgiyi kazanmasından, Teknolojiyi kazanmasından çok daha zordur.

91 - Ve iza kıyle lehüm aminu bi ma enzelellahü kalu nü'minü bima ünzile aleyna ve yekfürune bi ma veraehu ve hüvel hakku müsaddikal lima meahüm* kul fe lime taktülune embiyaellahi min kablü in küntüm mü'minın

Onlara, "Allah ne indirdiyse ona iman edin." denildiği zaman, onlar "Biz kendimize indirilene iman ederiz." derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Oysa yanlarındaki Tevrat'ı tasdik eden gerçek vahiy odur. Onlara de ki; "Peki madem gerçek mümin sizsiniz de ne diye daha önce Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz? (elmalı)

Onlara, "Allâh'ın inzâl ettiğine iman edin" denildiğinde, "Biz bize inzâl olana iman ederiz" derler ve başkasına inzâl olanı reddederler. Oysa kendilerindekini tasdik edendir inzâl olan! De ki: "Mâdemki size inzâl olan hakikate iman ediyordunuz da niçin Allâh Nebilerini öldürdünüz?" (A.Hulusi)

Ve iza kıyle lehüm aminu bi ma enzelellahü kalu nü'minü bima ünzile aleyna Kendilerine Allah’ın indirdiğine inanın, gönülden ve samimi olarak inanın denildiği zaman derler ki; nü'minü bima ünzile aleyna biz yalnızca kendimize indirilene inanırız derler.

ve yekfürune bi ma veraehu ve ondan ötesini de inkar ederler.

ve hüvel hakku müsaddikal lima meahüm Üstelik o inkar ettikleri şey hakikatten kendilerinde kalanı da tasdik ediyor. Onaylıyordu. Buna rağmen inkar ederler. Kul, deki onlara fe lime taktülune embiyaellahi min kablü in küntüm mü'minın  eğer inancınızda samimi iseniz bu iddianızda yani yalnız bize indirilene inanırız demenizde samimi iseniz, niçin daha önce size gelen peygamberleri öldürüyordunuz? Acımadan, acımasızca.

Cidden hiç cevap veremeyecekleri biçimde ithamlar geliyor. Söyleyecek söz yok bunlara karşı. Böylesi ithamlar ancak Allah tarafından gelir. Bu hakikat ancak Allah tarafından bildirilir. Hz. Muhammed AS. kendiliğinden düşünseydi mümkün değildi bu cevapları vermesi. Ancak ona İsrail oğullarının Yahudileşme tarihini bire bir gözlemleyen ve onları kendilerinden çok daha iyi bilen yüreklerini okuyan bir makamdan bu haberlerin gelmesi lazımdı, işte o da vahiydir.

Onun için cevap veremeyecekleri bir biçimde maskeleri düşürülüyor, ve soruluyor; eğer siz; biz bize indirilene inanıyoruz demenizde samimi iseniz, peki size indirdiğimiz mesajı getiren peygamberleri niçin öldürdünüz? Ki öldürdükleri peygamberler konusunda daha önce bilgi vermiştim. Yahya AS., Zekeriya AS., onların öldürdüğü bir çok peygamberden sadece ikisi. Koç gibi boğazlamışlardı. İşlerine gelmeyen bir mesaj geldiğinde o peygamberi taşa tutuyorlar eğer ellerinden geliyorsa öldürüyorlardı. Oysa o peygamber kendi içlerinden çıkmış ve mesaj da kendilerine geliyordu. Ona rağmen acımaksızın öldürüyorlardı.

İşte onun için de burada ayet, onların yüzündeki maskeyi indirip sizin sorununuz aslında ırkçılık sorunu da değil. Siz bunu da bir kalkan olarak, sahtekarlık olarak kullanıyorsunuz. Hz. Muhammed’e inanmayışınız, onun kendinizden olmadığı için değil, eğer biz tutsakta içinizden son peygamberi gönderseydik, eskilere yaptığınızı ona yapacak, ona da inanmayacak, ve belki onu da öldürmeye kalkacaktınız. Ve yine dönüyor söz daha derinde bir sorununuz var. Sizin sorununuz ta yürekte başlayan bir yara. O da sizin kişiliğiniz yok. Sizin kendi kendinize güveniniz yok. Siz kendi gerçeğinizi inkar etmişsiniz. Siz doğanıza yabancılaşmışsınız. Onun için içinizde yürek yerine taş taşıyorsunuz.

 92 - Ve le kad caeküm musa bil beyyinati sümmettehaztümül ıcle mim ba'dihı ve entüm zalimnu

Celâlim hakkı için Musa size belgelerle gelmişti de onun arkasından tuttunuz o buzağıya taptınız. Siz işte o zâlimlersiniz.(elmalı)

Andolsun ki Musa size hakikatinin açığa çıkardığı apaçık deliller ile gelmişti... Buna rağmen siz bir buzağıyı (tanrı) edinerek nefsinize (hakikatinize) zulmettiniz. (A.Hulusi)

Burada onların yüzlerine bakın suçları nasıl vuruluyor. Öyle bir noktaya getiriyor ki Kur’an sözü, değil diğer peygamberleriniz, toplumunuzu firavunun zulmünden kurtaran ve belki sizi yeryüzünde şu anda bir kavim olarak yaşıyorsanız, onun sayesinde yaşıyor olduğunuz ve milli kahraman, milli lider ve doğal önder ilan ettiğiniz Musa’nın getirdiği mesaja da aynısını yaptınız. Onun için ona gelelim. Yani siz kime iyi davrandınız. Siz hangi ilahi mesaja karşı gereği gibi inandınız dercesine bu ayet diyor ki;

Ve le kad caeküm musa bil beyyinati

Musa’da size daha önce apaçık, hakikatin apaçık belgeleri ile gelmişti. Ne yaptınız peki siz? sümmettehaztümül ıcle Altından bir buzağı peydahladınız. mim ba'dihı onun gıyabında o aranızdan ayrılır ayrılmaz hemen altından bir buzağı peydahladınız. ve entüm zalimnu ve siz böyle yapmakla kendi kendinize kötülük ettiniz.

Kendi kendilerine kötülük etmişlerdi. Ki Kur’an da zalimun ifadelerini ben kendi kendilerine kötülük etmek biçiminde çevirmenin daha uygun olduğuna inanıyorum. Çünkü kime zulmeder ki! Zulmeden, hakikate sırt çeviren, kendi kendine zulmetmiş olur.

Nasıl zulmetmiş olur?

1 – Hakikate sırt çevirmek karanlıkta kalmaktır. Bu bizatihi zulümdür. İnsanın kendi, kendine kötülük etmesidir.

2 - Hakikate sırt çeviren Allah’ın gazabına ve belasına uğrar. Allah belayı gönderir ve yine kendileri çekerler sonuçta azabı. Hem dünyada hem de öte dünya da.

Onun için Hakikate sırt çevirmek insanın kendi kendisine kötülük etmektir.

93 - Ve iz ehazna mısakaküm ve rafa'na fevkakümüt tur* huzu ma ateynaküm bi kuvvetiv vesmeu* kalu semı'na ve asayna ve üşribu fı kulubihimül ıcle bi küfrihımv kul bi'sema ye'müruküm bihı ımanüküm in küntüm mü'minın

Bir zamanlar size, "verdiğimiz kitaba kuvvetle sarılın ve onu dinleyin." diye Tûr'u tepenize kaldırıp mîsakınızı aldık. (O Yahudiler): "Duyduk, dinledik, isyan ettik." dediler, kâfirlikleri yüzünden o danayı yüreklerinde besleyip büyüttüler. De ki, "Eğer siz mümin kimseler iseniz, bu imanınız size ne çirkin şeyler emrediyor! (elmalı)

Biz sizden söz almıştık, Tur'u (benlik dağı) üzerinizde kaldırmıştık... "Verdiğimizi özünüzdeki kuvve ile yaşayın, algılayın ve gereğine uyun" (demiştik). Onlar ise: "Algıladık ama kabul etmedik" dediler. Bu inkârları yüzünden kalpleri buzağı sevgisiyle (dışsallıkla) doldu! De ki: "İman edenleriz diyorsanız, imanınızın getirisi de buysa, ne kötü bir şey bu!" (A.Hulusi)

Ve iz ehazna mısakaküm ve rafa'na fevkakümüt tur

Hani hatırlayın bir zaman da sizden kesin and almış, söz almıştık. Üzerinize Sina dağını kaldırarak.

huzu ma ateynaküm bi kuvvetiv vesmeu

Ne diye söz almıştık? Size verdiğimiz şu ilahi mesaja sımsıkı sarılın ve onu hayata uygulayın ve artık gerçeği duyun. vesmeu artık gerçeği kabullenin diye sizden söz almış ve size son bir kez uyarıda bulunmuştuk.

Kalu Ne dediler peki? Dediler ki:

semı'na ve asayna İşittik, mesajı algıladık ama isyan ettik dediler. Tabii ki aynen böyle söylemediler. Bunu hal diliyle söylediler. Eylemleri böyle söyledi. Yoksa elbette hiç kimse; işittik ey Allah’ım sana isyan ettik demez. Ama Allah eğer mesajı gönderir, mesajı algılar da bir toplum o mesajı hayatına koymazsa, aynen onun bu tavrını, işittik ve isyan ettik demiş olarak görüyor. Aynı tavır ümmet-i Muhammed içinde geçerli. Eğer Ümmet-i Muhammed de Allah’ın gönderdiği ilahi mesajı alır, ama o mesajı hayata uygulamazsa aynen Allah’a şöyle demiş olur. Ya rabbi..!’ işittik ve isyan ettik. Demiş olur.

ve üşribu fı kulubihimül ıcle bi küfrihımv Bunun sebebi olarak ta şu gösteriliyor. Onlar hakikati örtmeleri, inkarları sebebiyle kalplerine inek yavrusu içirildi. Daha doğrusu tam Türkçeye çevirirsek; Buzağı kalplerinde taht kurdu.

Bir şeyin kalpte taht kurması ne demektir? Gönlü ona vermek. Gönülde taht kuruyorsa, gönülde iktidarı ona vermiş oluyor demektir. Onun için kimin gönlünde iktidarın ne olduğuna bakmak isteyen onun gönlünde neyin taht kurduğuna baksın.

İşte burada ifade edilen de o dur. İsrail oğullarının kalbinde altın buzağı heykeli taht kurmuştu. Bu da kelime kelime aynen şöyle ifade ediliyor Kur’an da; Kalplerine buzağı içirildi. Aslında burada himül ıcle diye anlaşılır. Yani bir muzaf takdir edilir. Buzağının sevgisi içirildi. Ama bendeniz bu muzafı takdir etmeyi de gerekli bulmuyorum, çünkü her şey ortada. Kalbe bir şeyin içirilmesi, kalpte onun taht kurmasıdır. Bunun da anlamı nedir? Onlar dünyevileştiler. Yüreklerinde dünyayı iktidar ettiler. Aslında kalplerine içirildiği söylenen buzağı, dünyayı sembolize ediyor. Dünyayı sembolize eden buzağı, onların kalplerinde taht kurmuştu ve onlar yüreklerinden dünyevileşmiştiler. İşte burada ifade edilen de budur.

kul bi'sema ye'müruküm bihı ımanüküm in küntüm mü'minın

De ki onlara eğer samimi bir biçimde inanıyorsanız bile size imanınız ne kötü, ne fena şey emrediyor. Onlar inanıyoruz diyorlar. Hep böyle söylüyorlar. Ve sen de onlara de ki, Siz inanıyor olduğunuzu kabul edelim hadi, ama iman insana güzel şey emreder. Güzelliği yaptırmayan iman, iman değildir. Siz nasıl inanıyorsunuz ki bu imanınız size hep kötülük yaptırıyor. Bu durumda şu ima edilmiş oluyor: Yüreğinizde iktidar olan iman değil şeytandır. Şeytan yüreğinizde iktidar iken, o iktidarın taşrası olan el ayak, göz kulak, dil dudak, o iktidara çalışır. Onun emrini yerine getirir. Onun emrini yapar. Çünkü eğer Ankara da iktidar birilerinin eline geçmişse, Kayseri de Erzurum da, Niğde de, Edirne de, Kars ta, Van da hep ona uyar. Ona ittiba eder.

Onun için yürek beden ülkesinin başkentidir. Beden ülkesinin başkentinde eğer iktidar şeytana geçmişse o zaman ayak, göz, kulak, dil, dudak hep o iktidara çalışacaktır. O halde sizin iktidarda olmayan imanınız la öğünmeniz boşunadır. Çünkü yüreğiniz deki iktidar  şeytanınsa eğer size o emredecek siz de onu yapacaksınız.

94 - Kul in kanet lekümüd darul ahıratü indellahi halisatem min dunin nasi fe temennevül mevte in küntüm sadikıyn

De ki; Allah yanında ahiret yurdu (cennet) başkalarının değil de yalnızca sizin ise, eğer iddianızda da sadık iseniz haydi hemen ölümü temenni ediniz, ölmeyi cana minnet biliniz. (elmalı)

Allâh indîndeki sonsuz gelecek yaşam ortamı, diğer insanlara değil de yalnızca size ait ise; bu sözünüzde sadıksanız, ölümü temenni etsenize! (A.Hulusi)


De ki; eğer ahiret insanlar içerisinde ahiret yurdu yani, cennet sadece Allah katında size özgü ise;

        fe temennevül mevte in küntüm sadikıyn Eğer bu iddianızda dürüstseniz hadi ölümü arzu edin. Ölümü temenni edin, isteyin ölümü. Onlar ne diyorlardı? Ahirette cennet sadece Yahudilere aittir. Cennete sadece Yahudiler girecek diyorlardı.

Bununla, bu surenin 111. ayetine atıfta bulunuluyor. Orada onların bu iddiası dile getiriliyor. Burada bu reddediliyor. Nasıl reddedilmesin kalbinde altından buzağının taht kurduğu bir toplum hiç ölümü ister mi? Ve devam ediyor:


95 - Ve ley yetemennevhü ebedem bima kaddemet eydıhim* vallahü alımüm biz zalimın

Fakat elleriyle işledikleri yüzünden onu hiçbir zaman temenni edemeyecekler. Allah o zâlimleri bilir. (elmalı)

Elleriyle yaptıkları (suçlar) yüzünden ölümü asla temenni etmeyeceklerdir. Allâh zulmü açığa çıkaranları bilendir, onların hakikati olarak! (A.Hulusi)


Ve ley yetemennevhü ebedem bima kaddemet eydıhim

İşledikleri kötülükleri yüzünden kesinlikle, kesinlikle ebediyen ölümü arzulamazlar. Ölümü isteyemezler.

vallahü alımüm biz zalimın

Allah kendi kendisine kötülük edenleri çok iyi bilmektedir.

Burada; bima kaddemet eydıhim adeta elleriyle daha önceden yaptıklarından dolayı ifadesi adeta bu toplumun sabıkasına işaret eder. Sabıka, gerçek bir sabıka. Nedir o? Suçu işlemiş, günahı işlemiş ama tevbe etmemiş, özür dilememiş. Yoksa bugünkü anlamda bir sabıka İslam’da yoktur. Lakin suçu işlemiş, ne muhakeme olmuş, ne de özür dilemiş, tevbe etmiş, istiğfar etmiş. Onun için onlar adeta sabıkalıdır diyor Kur’an. Suç var, özür yok. Yargılanmamışlar.

Tabii bu ayetler cennete Yahudilerden başkasının giremeyeceği iddiası üzerine bir atıftır. Ki o iddia biraz önce de söylediğim gibi bu surenin 111. ayetinde yer alıyor.

Yahudiler ahireti hayatlarından kovmuşlardı. Ki onların ahirete inanmadıklarını, içlerinden sadokiler isimli bir mezhebin, ahiretin varlığı konusunda tartıştıklarını Matta incilinde görüyoruz. Demek ki; Ciddi bir biçimde ahiretten kuşkuları var. Ve Tevrat’la Kur’an ı karşılaştırdığınızda aslında Yahudilerin ahireti kendi kutsal kitaplarından da kovduklarını görürsünüz. Ahiret hayatlarında yer almadığı gibi, elleriyle yazdıkları kitaplarında da adete yer almıyordu. Çok ender bahsedilir Tevrat’ta ahiretten.


96 - Ve le tecidennehüm ahrasan nasi ala hayah* ve minellezıne eşraku yeveddü ehadühüm lev yüammeru elfe seneh* ve ma hüve bi müzahzihıhı minel azabi ey yüammer* vallahü besıyrum bima ya'melun

Elbette onları insanların hayata en hırslı, en düşkün olanları olarak bulacak, hatta müşriklerden bile daha düşkün bulacaksın. Onların her biri bin sene ömür sürmeyi arzular, oysa uzun yaşamak kendisini azaptan kurtarıp uzaklaştıracak değildir. Allah, onların neler yaptığını görüp duruyor.(elmalı)

Sen onları dünyalık yaşam hakkında insanların en hırslıları olarak bulursun! Bilfiil şirk içinde yaşayanlardan bile... Her biri bin yıl yaşamak ister! Oysa uzun ömür sürmeleri onları azaptan uzak tutmaz. Allâh, hakikatleri olarak yaptıklarını değerlendirmektedir (Basıyr). (A.Hulusi)


Ve le tecidennehüm ahrasan nasi ala hayah* ve minellezıne eşraku. Onları yaşamak konusunda insanlar içerisinde en hırslı olarak bulursun. Hatta; ve minellezıne eşraku. Şirk koşanlardan, ya da daha doğru bir ifade ile Allah’ın gayrisine tanrılık yakıştıranlardan daha da fazla ihtiraslı bulursun yaşamak konusunda. Ki açık, suçlu mahkeme ister mi? Suçlu mahkeme istemez.

Onun için Tarihi Allah’a karşı isyanlarla dolu olan bu toplum hiç ölümü ister mi? Ölüm mahkemedir çünkü. Hayatta ölüme hazırlanarak hayatı yaşamış olanlar ve ahiretten beklentisi olanlar ister.

Onun için onlar ölümü istemediler. Ama istemedikleri halde, ahirete de doğruca inanmadıkları halde yine de istemiş gibi göründüler. Bunda bile samimi olmadılar.

yeveddü ehadühüm lev yüammeru elfe seneh ve ma hüve bi müzahzihıhı minel azabi ey yüammer.

Onlar ister ki bin sene ömürleri olsun, bin sene aralıksız yaşasın isterler. Burada ki bin kesretten kinayedir, yani onlar ister ki ebediyen yaşasınlar hiç ölmemek isterler. Ve cevap; ve ma hüve bi müzahzihıhı minel azabi ey yüammer Fakat bunca yaşasa bile dahi onu azaptan kurtaramaz ki o kadar uzun ömür. Yani ne kadar uzun yaşarsa yaşasın Allah’ın azabından kaçacaklarını mı sanıyorlar. Yine kurtulamayacaklar. vallahü besıyrum bima ya'melun Çünkü Allah onların yapıp ettiklerini taa..! özünden görmektedir.

Burada ki Basîr sıfatı üzerinde kısaca durmak istiyorum. Amâ nın zıddıdır Basîr. Allah’ın sıfatlarından biridir. Basîr sıfatı nitelik ve nicelik olarak kapsamlı ve derinliğine, zamanla ve mekanla mukayyet olmaksızın bir şeyi özünden görmek, izlemek seyretmek demektir. Ne zamanla mukayyettir, ne mekanla mukayyettir, ne eşya ile mukayyettir, ve gördüğü şeyi de hem derinliğine hem de kapsamlı olarak, tüm cüzleri ile birlikte görmek demektir. İşte Allah’ın görmesi böyle bir görmedir.


97 - Kul men kane adüvvel licibrıle fe innehu nezzelehu ala kalbike bi iznillahi müsaddikal lima beyne yedeyhi ve hüdev ve büşra lil mü'minın

Söyle; her kim Cebrail'e düşman ise iyi bilsin ki, Kur'ân'ı senin kalbine Allah'ın izniyle kendinden önceki vahiyleri onaylayıcı, müminlere hidayet ve müjde kaynağı olmak üzere o indirdi.(elmalı)

De ki: "Kim Cibrîl'e düşman ise şunu bilmeli; kesinlikle O, kendindekinden öncekini tasdik eden ve iman edenlere hidâyet ve müjde olanı (Kurân'ı) senin şuuruna Biiznillah (varlığını meydana getiren Esmâ bileşiminin elvermesiyle) inzâl etmiştir." (A.Hulusi)


Kul men kane adüvvel licibrıle fe innehu nezzelehu ala kalbike bi iznillahi müsaddikal lima beyne yedeyhi De ki; Kim Cebraile düşman olursa ki o, Cebrail, iyi bilsin ki Cebrail fe innehu nezzelehu ala kalbike bi iznillahi Senin kalbine Kur’an ı, vahyi; Allah’ın izni ile indiren kimsedir. Kim Cebrail’e vahyi kendilerinden birine değil de, Yahudilerden birine değil de, Araplardan biri olan Hz. Muhammed’e indirdiği için düşman olursa iyi bilsin ki Cebrail bunu kendiliğinden yapmadı. Allah’ın izni ile yaptı. Allah bunu emretti. Çünkü Cebrail karar vermiyor vahyin kime indirileceğine. Allah karar veriyor.

müsaddikal lima beyne yedeyhi Üstelik Cebrail’in getirdiği bu vahiy onların ellerinde kalan hakikatten geriye kalanı da tasdik ediyor. Bu mana, çok uygun, en uygun manadır. Hakikatten geriye ellerinde kalanı da tasdik ediyor Cebrail’in getirdiği bu şey. Ve onun özelliği

ve hüdev ve büşra lil mü'minın  Aynen çeviriyorum, rehberliktir. Kime? Tüm insanlığa. ve büşra lil mü'minın  Ona inananlara ise bir muştu, bir cennet müjdesi ebedi saadet müjdesidir.

Burada özellikle Yahudilerin iddiası dile getiriliyor ve bu iddia reddediliyor. Devamındaki ayeti okuyayım ve bu iddia üzerinde duralım.


98. Men kane adüvvel lillahi ve melaiketihı ve rusülihı ve cibrıle ve mıkale fe innellahe adüvvül lil kafirın

Her kim Allah'a, Allah'ın meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ile Mîkâil'e düşman olursa, iyi bilsin ki, Allah da o kâfirlerin düşmanıdır.(elmalı)

Kim Allâh'a (Ulûhiyet hakikatine), Melekî boyuta (âlemlerde Allâh isimlerinin işaret ettiği anlamların açığa çıkmasına) ve Rasûllerine (hakikati dillendirmeleri için irsâl ettiklerine), Cibrîl'e (Allâh ilminin inzâli işlevine), Mikail'e (maddi - manevî rızkına yönlendirip erdiren kuvve) düşman olursa, muhakkak ki Allâh (o) gerçeği örtenlerin düşmanıdır! (A.Hulusi)


Men kane adüvvel lillahi ve melaiketihı ve rusülihı Kim Allah’a düşman olursa, meleklerine düşman olursa, elçilerine düşman olursa; ve cibrıle ve mıkale Cebrail ve Mikail’de dahil olmak üzere meleklerine düşman olursa. fe innellahe adüvvül lil kafirın İyi bilsin ki o kimse ya da kimseler Allah’ta işte o kafirlerin düşmanıdır.

Burada söylenmek istenen açık. Onlar, Yahudiler Cebrail’e düşmanlık ilan etmişlerdi. Hatta bu ayetlerin sebebi nüzulü olarak tefsirlerde birçok olay anlatılır. Kısaca nakledecek olursak, onlardan birinde; Yahudiler bir gün Resulallah’ı soru yağmuruna tutarlar. Derler ki bizim sorularımıza cevap ver sana iman edeceğiz. Resulallah her sordukları soruya istedikleri cevabı verir ve istedikleri cevabı alınca en sonunda şunu sorarlar;

-         Peki sana bu kadar bilgiyi ve hakikati getiren kimdir. Derler.

Resulallah der ki;

-         Cebraildir. Der. O zaman;

-         İşte bu olmadı. Derler. Eğer Mikail getirseydi iman edecektik ama, Cebrail getirdiği için iman edemeyiz.

-         Niçin?

- Çünkü Cebrail bize tarihimiz boyunca hep bela getirdi. Kıtalgetirdi. Kara haberler getirdi. O kara habercidir. Ak haberci ise Mikail’dir. Derler.

Tabii yine bulurlar bir bahane. Yaptıkları şeyi yaparlar. Her zaman yaptıkları. Nedir o? Seçmek ve ayırmak. Hep yapıyorlar bunu. Hz. Muhammed’i peygamberler silsilesinden ayırırlar. Kur’an ı kitaplar silsilesinden ayırırlar ve Cebrail’i de melekler silsilesinden ayırırlar. Daima indirgemecidirler. Parçacıdırlar. Hakikati parçalarlar. İşte Yahudileşmenin alametlerinden biri de budur. Ki bu haber çok farklı kanallarla rivayet edilen sahih bir esbab-ı nüzul, iniş sebebi haberidir.

Yine bir başka iniş sebebi olarak gösterilen haberde ise Hz. Ömer işe gelip giderken sinagogların yol üzerinde olduğu için Yahudilerin Medine deki sinagoguna uğrar, onlarla tartışırmış. Bir gün Tartışmasında

- Hz. Ömer; diğerleri senin gibi davranmıyorlar, biz seni onlardan en çok seviyoruz. Derler.

Hz. Ömer der ki;

-         Ben bize gelen hakikatlerle size gelen hakikatler arasında temel de bir aynıyyet görüyorum. Der. Onlar da;

-  İyi ama size gelen hakikatleri kim getiriyor?

- Cebrail getiriyor. Deyince;

- İşte bu olmuyor. Çünkü Cebrail kara habercidir. Ak haber getirmez. Derler.

Aslında bütün bu rivayetlere gerek yok. Onların Cebrail’e düşman olması için. Bu ayetleri getirmiş olması yeterli. Çünkü bu ayetleri de Cebrail getirmiyor mu Hz. peygambere. Ve onların maskelerini düşürmüyor mu. Onun için de bu kadar esbab-ı nüzul rivayeti hiç olmasa dahi onların Cebrail AS. a düşmanlıkları için, maskelerini düşüren ve tarihlerinin kara yüzünü ifade eden bu ayetleri getirmiş olması ki, 712 ayettir Kur’an da toplam Yahudileşme serüvenini anlatan İsrail oğullarının ayet, 712 ayettir. Kur’an ın 1/10 undan fazladır. İşte bu kadar ayetle onların maskelerini düşürmesi bile Hz. Cibril’e düşmanlık için yeterli bir sebeptir.


99 - Ve le kad enzelna ileyke ayatim beyyinat* ve ma yekfüru biha illel fasikun

Şanım hakkı için sana çok açık âyetler; parlak mucizeler indirdik. Öyle ki, iman sahasından uzaklaşmış fasıklardan başkası onları inkâr etmez. (elmalı)

Andolsun ki biz sana apaçık deliller verdik; onları, orijindeki sâfiyeti (şartlanmalarıyla) bozulmuş olanlardan başkası inkâr etmez. (A.Hulusi)


Biz sana hakikatin apaçık belgeleri olan ayetleri indirdik. ve ma yekfüru biha illel fasikun  O indirdiğimiz apaçık belgeleri, yoldan çıkanlardan başkaları inkar etmez.

Burada hitap direkt peygambere dönüyor. Yani Medine’de ki durum izah ediliyor. Medine li Yahudilerle Resulallah arasındaki ilişki, hatta bu ilişkinin kalbi boyutu da burada ele veriliyor. Resulallah dan; Onlardan imanı beklememesi, onların iman edemeyecekleri Çünkü onların kendilerine gönderilen peygamberleri dahi inkar ettiklerini, böyle bir toplumun kendisine nasıl iman edeceği soruluyor, ve Resulallah ın böyle bir beklenti içerisine girmemesi tavsiye ediliyor Allah tarafından.

Yine Müminlere de, Medine de ki o günkü müminlere de Yahudilerin inanmalarını beklemeyin deniliyor. Onların inanmaları ile kendinizin inancına olan bir referans aramayın. Yani Yahudiler inanırsa bizim için daha iyi olur demeyin. Onlar kendilerine indirilene inanmadı ki size indirilene inansın dercesine bir tespit yapılıyor.


100 - E ve küllema ahedu ahden nebezehu ferıkum minhüm* bel ekseruhüm la yü'minun

O fasıkları hem bunları tanımayacaklar, hem de ne zaman bir ahd üzerine antlaşma yapsalar, her defasında mutlaka içlerinden bir güruh çıkıp onu bozacak ve atıverecek öyle mi? Hatta az bir güruh değil, onların çoğu ahit tanımaz imansızlardır. (elmalı)

Bir sözleşmeyle anlaşma yaptıkları her defasında, içlerinden bir grup onu bozup atmadı mı! Hayır, onların çoğunluğu iman etmezler! (A.Hulusi)


E ve küllema ahedu ahden nebezehu ferıkum minhüm Her ne zaman onlardan bir söz alınsa, onların içinden bir grup onu arkaya atmadı mı? O sözü çiğnemedi mi?

bel ekseruhüm la yü'minun Yoo..! Aksine onların bir çoğuna güvenilmez.

Buradaki yü'minun’u bir çoğu iman etmez biçiminde çevirmekte mümkün. Ancak İman güvenilirlik olması hasebiyle, İmandan kastım da Allah’ın kendisine güvendiği ve kendisinin de Allah’a güvendiği, Allah’a teslim olduğu, Allah’ın imanını tasdik ettiği, kendisinin de Allah’tan geleni ve Allah’ı tasdik ettiği ve güvenlik içinde olduğu bir tarifini yapacak olursak; Bir kimse olarak tarif edecek olursak mümini, İşte ben kelime anlamıyla burada özellikle söz bozmadan, sözden, söz verip caymadan söz edildiği için ayette; bel ekseruhüm la yü'minun’u onların çoğuna güvenilmez biçiminde çevirmeyi doğru buluyorum.


101 - Ve lemma caehüm rasulüm min ındillahi müsaddikul lima mealhüm nebeze ferıkum minellezıne utül kitab* kitabellahi verae zuhurihim ke ennehüm la ya'lemun.

Üstelik Allah tarafından onlara, yanlarındaki kitabı tasdik edici bir peygamber gelince, daha önce kendilerine kitap verilenlerden bir kısmı, Allah'ın kitabını sırtlarından geriye attılar, sanki hiçbir şey bilmiyorlarmış gibi yaptılar. (elmalı)

Kendilerine Kitap (bilgi) verilenlerden bir grup, beraberlerinde olanı tasdik eden Allâh indînden bir Rasûl gelince (Yahudi olmadığı için), Kitabullahı (Hakikat bilgisini ve Sünnetullahı) arkalarına attılar, işin hakikatini bilmiyormuşçasına. (A.Hulusi)


Ve lemma caehüm rasulüm min ındillahi müsaddikul lima mealhüm

Her ne zaman onlara Allah katından bir elçi gelse, o elçi Hakikatten kendi yanlarında geriye kalanı da tasdik etse, onaylasa,

nebeze ferıkum minellezıne utül kitab

Kendilerine kitap verilenlerden bir kısmı ona aldırmadı.

kitabellahi verae zuhurihim Allah’ın kitabını arkalarına attılar. Sırtlarını Allah’ın vahyine döndüler,

ke ennehüm la ya'lemun Sanki bilmiyormuş gibi davrandılar. Aslında biliyorlardı. Ama sanki bilmiyormuş gibi davrandılar. Allah’ın kitabını, Allah’ın ilahi mesajını arkalarına atan bunlar, peki neye döndüler yüzlerini? Neyi tuttular? Allah’ın mesajına, ilahi mesaja sırt çevirdiler. O zaman yüzlerini bir şeye döndüler. Neye döndüklerini de bir sonraki ayet açıklıyor;


102 - Vettebeu ma tetlüş şeyatıynü ala mülki süleyman* ve ma kefera süleymanü ve lakinneş şeyatıyne keferu yüallimunen nasas sıhra ve ma ünzile alel melekeyni bi babile harute ve marut* ve ma yüallimani min ehadin hatta yekula innema nahnü fitnetün fe la tekfür* fe yeteallemune minhüma ma yüferrikune bihı beynel mer'i ve zevcih* ve ma hüm bi darrıne bihı min ehadin illa bi iznillah* ve yeteallemune ma yedurruhüm ve la yenfeuhüm* ve le kad alimu le menişterahü ma lehu fil ahırati min halakıv ve le bi'se ma şerav bihı enfüsehüm* lev kanu la'lemun

Tuttular da Süleyman mülküne dair şeytanların uydurup izledikleri şeyin ardına düştüler. Halbuki Süleyman inkâr edip kâfir olmadı, lakin o şeytanlar kâfirlik ettiler; insanlara sihir öğretiyorlar ve Bâbil'de Harut ve Marut'a, bu iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi "biz ancak ve ancak sizi denemek için gönderildik, sakın sihir yapıp da kâfir olmayın!" demeden kimseye bir şey öğretmezlerdi. İşte bunlardan karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allah'ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar verebilecek değillerdi. Kendi kendilerine zarar verecek ve bir fayda sağlamayacak bir şey öğreniyorlardı. Yemin olsun ki, onu her kim satın alırsa, onu alanın ahirette bir nasibi olmayacağını da çok iyi biliyorlardı. Hakkiyle bilselerdi, uğruna canlarını sattıkları şey ne çirkin bir şeydi.(elmalı)

Bunlar Süleyman'ın (hakikatinin oluşturduğu) mülkü (tasarruf ettikleri) hakkında da (inkâra gidip), şeytanlara (vehmi tahrik ederek saptıranlara) tâbi oldular. Süleyman kâfir olmamıştır (hakikatinden perdelenmemiştir). Lâkin o şeytanlar (vehimlerine tabi olanlar) kâfir olmuştur (hakikati inkâr ederek); zira, insanlara sihirbazlık ve Babil'deki iki meleğe -Harut ve Marut- (Melîk'e) inzâl olanı öğretirlerdi. Oysa: "Biz imtihan vesilesiyiz; sakın hakikatinizdekini örterek (dış kuvvetlere başvurmak suretiyle sihir yapıp) kâfir olmayın (hakikatinizdeki kuvveleri inkâr etmeyin)" demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Onlar karı-kocayı birbirinden ayıracak şeyleri öğretiyorlardı. Onlar Allâh'ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremezler. Onlar kendilerine faydası olmayıp aksine zarar vereni öğreniyorlardı. Andolsun ki, onu (sihri) satın alanların sonsuz gelecekte hiçbir nasibi olmayacaktır. Nefslerinin hakikatini ne kadar kötü bir şeye sattıklarını bir bilselerdi! (A.Hulusi)


Vettebeu ma tetlüş şeyatıynü ala mülki Süleyman

Süleyman’ın yönetimi döneminde şeytanların, şeytanlaşan insanların okuyup üflediklerine tabi oldular bu sefer. İlahi vahye sırtınızı döneceksiniz, şeytanların okuyup üflediklerine de yüzünüzü döneceksiniz. Onu alıp vahyi atacaksınız. İşte burada ifade edilen gerçek bu. Kitaba sırt çevirince kabalaya sarıldılar. Kabala gelenek anlamına gelen daha sonradan kabala ismi verilen bir Yahudi külliyatı.

Tevrat’a sırt çevirdiler, Tevrat’ın şerhi olan vişna’ya sırt çavirdiler, Mişna’nın tefsiri olan Gemara’ya sırt çevirdiler , ellerinde kala kala büyüler, karma karışık gizemli harfler, rakamlar, sihirler, efsunlar kaldı. İşte ona sarıldılar.

Ki burada şeyatıyn geçiyor. Bu şeyatıyn den kasıt; İnsan şeytanları. Şeytanlaşan insanlar. Belki bir başka tefsire göre iç güdüleri. Kendilerine kötüyü emreden nefisleri ve onları şeytanca işler yapmaya sevk eden kötü duyguları da olabilir.

ve ma kefera süleymanü ve lakinneş şeyatıyne keferu Süleyman kafir olmadı. Lakin o hakikati örten, şeytanlaşan sihirciler, büyücüler, sihirle, efsunla uğraşan o Yahudiler kafir oldu diyor.

Bu Ayeti anlamamış için hemen tarihi arka planını bilmemiz gerekiyor. Onlar Süleyman’ı bir peygamber olarak değil, bir büyücü olarak görürlerdi. Hatta Resulallah O’nun peygamberliğine dair ayetleri tebliğ edince;

- Bakın bakın..! Muhammed şimdi de hakkı batıla karıştırdı. Süleyman’ı Peygamber zannediyor. Oysaki o Rüzgara binip uçan bir büyücüydü. Dediler.

Peki büyücü olmakla kafir olmak arasındaki ilişki nedir diye soracak olursak. Hemen söyleyeyim. Tevrat’ta büyücülük Küfürle eş anlamlı. Tevrat’ta büyücülük yapanın öldürülmesi gerektiği emredilir. Ve yine Mişna’da büyücülük yapmak puta tapmakla aynı olarak gösterilir. Onun için onlar Süleyman Peygambere büyücü iftirasını atmakla aslında O’nu puta tapmış biri gibi görüyorlardı. Böyle lanse ediyorlardı.

Oysa ki kendiler bu işi daha iyi yapıyor, hakikatte büyücü kendilerdi. Kendiler büyü yapıyorlardı. Çünkü onların büyü ile ilk karşılaşmaları Firavn’ın mısrında olmuştu. Bildiğiniz gibi Mısır yönetiminde büyü en ileri sanattı. Onun için de onlar daha Mısır’dan büyüye aşina idiler.

yüallimunen nasas sıhra*

İnsanlara sihri öğretiyorlardı. Veya şöyle tercüme edebiliriz; Sihri insanlara öğreterek küfrediyorlardı. Yani Süleyman değil, sihri insanlara öğreten o şeytanlar Allah’a küfrediyorlardı.

ve ma ünzile alel melekeyni bi babile harute ve marut*

O öğrettikleri şey Babil de ki iki melek harute ve marut’ a indirilen şeyler idi.

Şimdi sihir üzerinde bir miktar durmak lazım. Sihir burada bu ayette şöyle ayete kuş bakışı bakarsanız hakikatin, Allah’ın kelamının karşısına yerleştirilen yalan olarak konuluyor. Allah’ın kelamına sırt dönenler, sihre yüzlerini dönüyorlar. Allah’ın kelamını atanlar sihri alıyorlar. Bu durumda bir tarafta ilahi mesaj, bir tarafta sihir. İlahi mesajın tabiatı nedir? Hakikat olması. O halde karşı tarafta yer alan batıldır. İlahi mesajın tabiatı nedir? Gerçek olması. O halde karşı tarafta yer alan yalan dır. Onun için sihir özellikle bu çerçeve de algılamak lazım.

Kısaca sihir iki şeye dayanır.

1 – ya sırf yalana dayanır, yalan ve vehme dayanır. Bu vehim de insanın kendi vehmidir evhamıdır.

2 – Ya da istismara dayanır. Eşyanın içinde bulunan bir takım şeyleri, fiziği, kimyayı, insanın psikolojisini, insanın ruhunu, ya da ruhsal bir takım varlıkları kullanarak, istismar ederek insan üzerinde baskı kurmak ve insanın psikolojisini etkilemeye dayanır.

Her ikisi de bir batıl yoluyla, yöntemiyle yapılır. Onun için her ikisi de Hakikatin karşısında yer alır. Sihrin her iki cephesi de. Bu nedenle; ve ma ünzile alel melekeyni bi babile harute ve marut’u, İbn. Abbas ve onun gibi düşünen bir çok ikinci kuşaktan tabiin, melekeyni değil de melikeyni okumuşlardır. Bu Harut ve Marut Babil de iki öncü, iki kral ya da önde gelen insan idiler, onlar aracılığı ile öğreniyorlardı anlamına gelir. Melekeyni okursak iki melek idi anlamına gelir ki benim de tercihim ibn. Abbas’ın ve onunla birlikte olan bir çok müfessirin tercihidir.

Bu noktada Sıtki, Hasan Basri, said bin zübeyr, Zühri, Dahhak hep Melik okuyanlardan. Onun için de İbn Abbas bu ayeti tefsirinde diyor ki; Sihri Allah indirmedi. Onlar sihri Babil de ki yerleşik olan ki Babil  Özelliği itibarıyla astrolojinin vatanıdır. Ana vatanı. Yani yıldız biliminin yıldız falcılığının ana vatanı. Onun için Babil de sihri öğreniyorlar ve Yahudilere, sürgüne gelen Yahudilere de sihri öğretiyorlardı.

ve ma yüallimani min ehadin hatta yekula innema nahnü fitnetün fe la tekfür. Hiç kimseye sihri biz sadece bir fitneyiz, yani insanları fesada düşürürüz. Sen sakın ola ki küfretme, hakikati inkar etme. Bunları öğrenip te demedikçe kimseye sihir öğretmiyorlardı.

Fitne; Altının posasını Altından ayırmak için ateşte eritmeye deniyor. Yani insanın hakikisini, insanın yalanından, iman edenini iman etmeyenden ayırmak için Allah’ın denemesine, işte altını posasından ayırmak için kullanılan bu kelimeyi kullanıyor.

fe yeteallemune minhüma ma yüferrikune bihı beynel mer'i ve zevcih Onunla ne yapıyorlardı? Onlar, o ikisinden öğrendikleri sihirle kadın ile kocasının, eşi ile zevcesinin arasını ayırıyorlardı. Birbirine bütünleşmiş olan eşi ile zevcesinin arasını ayırırlarsa, toplumun arasına nasıl fitne sokacaklarını artık varın siz düşünün demek bu.

ve ma hüm bi darrıne bihı min ehadin illa bi iznillah Ve Allah’ın izni olmadan onunla kimseye zarar veremedikleri gibi, ve yeteallemune ma yedurruhüm ve la yenfeuhüm faydasını göremeyecekleri ve zararı kendilerine. Ancak kendilerine olan bir şeyi öğreniyorlardı.

Sihir hakkında Kur’an ın hükmü bu. Allah’ın izni olmadan onunla hiç kimseye zarar veremedikleri gibi kendilerine fayda vermeyip sırf zararı dokunacak bir şey öğreniyorlardı.

ve le kad alimu le menişterahü ma lehu fil ahırati min halak Onlar ki bu türden bir alışverişe girenin ahirette elinin boş kalacağını da çok iyi biliyorlardı. ve le bi'se ma şerav bihı enfüsehüm Yine geldi o ibare. Nefislerini sattıkları şey ne kötü şeydi. Benliklerini şahsiyetlerini uğruna sattıkları şey ne kötüydü. Neye sattılar onlar benliklerini? Hakikati verip sihir gibi bir vehmi ve yalanı alarak. İlahi gerçeği verip bir büyü gibi bir sahtekarlığı alarak benliklerini sattılar. Aslında hakikati vermek, hakikate sırt dönmek, kişinin kendi gerçeğine, doğasına sırt dönmesi anlamına geldiği için bu ibare kullanılıyor.

lev kanu la'lemun Keşke bunu bilselerdi.

[Ek bilgi; HARUT VE MARUT OLAYI.

Abdullah b. Mes'ud, Katade, Süddi ve Ibn-i Zeyd'e ve Ali b. Eni Talha'nın Abdullah b. Abbas'tan naklettiğine göre  âyetin mânâsı şöyledir: "Yahudiler, Şeytanların, Süleyman ın mülkü hakkında naklettikleri sihre bir de Babil şehrin­de, Allah'ın Harut ve Marut isimli iki meleğe indirdiği sihre uydular.

Taberi bu görüşün daha doğru olduğunu, “o” mânâsına geldiğini, gökten Harut ve Marut isimli iki meleğe sihir indirildiğini, bunların da, insanları uyardıktan sonra onlara sihir öğrettiklerini söylemiştir Taberi buradaki olumsuzluk bağlamı kabul edildiği takdirde şu iki ihtimalin söz konusu olabileceğini ve bu ihtimallerin de uygun olmayacağını söylemiştir.

A - İki Melekten maksadın Harut ve Marut oldukları söylenecektir. Hem de bunlara sihir indirilmediği ileri sürülecektir. Bu takdirde âyetin devamındaki "O iki melek, biz ancak bir imtihan vasıtasıyız sakın inkâr etme." deme­dikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı." ifadesi anlamsız olacaktır.

B - Veya, Harut ve Marut, Şeytanların kendilerine sihir öğrettiği kimse­ler olacaktır. Bu takdirde Harut ve Marut iki melek kabul edilecek olursa bunla­rın Şeytanlardan sihir öğrendikleri ve inkâra düştükleri söylenmiş olur ki bu , meleklere yakıştırılamaz. Ayrıca onların öğrettikleri insanlara "Sakın inkâra düşmeyin" şeklindeki uyarıları da bu iddiayı reddeder.

Yahut ta Harut ve Marut, Şeytanların kendilerine sihir öğrettiği iki insan kabul edilecektir. Bu takdirde de Harut ve Marut ölünce sihrin son bulması gerekecektir. Sihrin varlığı devam ettiğine göre bu faraziye de reddedilir. Dolayısıyla olumsuzluk takısı olmadığı ve başlangıç edatı olduğu ortaya çıkar.

Âyette zikredilen Harut ve Marut un kimler oldukları hakkında çeşitli rivayetler zikredilmiştir. Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud. Hz. Ali, Kâ'bul Ahbar. Süddi, Reb' B. Enes ve Mücahid'den nakledilen rivayetlere göre bunlar iki melektir.

İbn Abbas’tan rivâyet edildiğine göre, Allah semâların kapılarını meleklerine açtı. Onlar yeryüzündeki insanların amellerine baktılar. İnsanların hata işlediklerini görünce:

“Ya Rab, Senin (kudret) elinle yarattığın, meleklerine secde ettirdiğin, eşyanın isimlerini öğrettiğin Âdemoğulları hatalar içinde yüzüyorlar” dediler. Allah da:

“Eğer siz onların yerinde olsaydınız, aynı şeyleri yapardınız” buyurdu. Melekler:

“Ya Rab, Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederiz. Âdemoğullarının yaptığını yapmak bize yaraşmaz” dediler.

Râvî der ki; melekler, Allah tarafından yeryüzüne inecek olanları seçmekle emr olundular. Onlar da, Hârut ve Mârut’u seçtiler. Hârut ve Mârut yere indirildi. Allah; kendisine hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamaları, hırsızlık yapmamaları, zinâ etmemeleri, şarap içmemeleri, -Allah’ın meşrû gördüğü haller müstesnâ- hiçbir cana kıymamaları şartıyla yeryüzünde ne varsa onlara helâl kıldı.

Râvî sözüne devamla der ki; melekler yeryüzünde yaşamalarına devam ederken, kendisine (dünya) güzelliğinin yarısı verilmiş olan Bîzuht isminde bir kadın gördüler. Dayanamayıp onunla zinâ etmek istediler…

Er-Rabî’den rivâyete göre, yine benzer şekilde anlatılan olayda bu iki meleğin şiddetle arzuladıkları bu kadın,

“Şarap içmek, adam öldürmek ve puta tapmaktan birini tercih edin” dedi. Melekler:

“Bu üç tekliften hiç biri bize yakışmaz ama, yine de bunların en ehveni şarap içmektir” dediler. Kadın onlara şarap sundu.

Şarap kendilerini iyice mest edince, kadınla zinâ ettiler. Bu halleri devam ederken yanlarına bir kişi geldi ve durumu gördü. Bu adamı, gördüklerini sağda solda yayıp bizi rezil etmesin diye öldürdüler.

Sarhoşluk halleri geçip ayıldıktan sonra, işledikleri günahı ve cürmü anladılar ve semâya çıkmak istediler, fakat buna muvaffak olamadılar. Allah tarafından bu arzularına mâni olundu.

İş bu raddeye geldiği zaman, yeryüzünde bulunan bu iki melekle semâ ehli arasındaki perde açıldı. Melekler, Hârut ile Mârut’un içine düştükleri günah ve hayatı gözleriyle gördüler ve bundan dolayı hayret ve dehşete kapıldılar. Ve melekler bu vesîle ile şunu anladılar ki;

Kim Allah’tan ırak, O’nun murâkabe, müşâhede ve kontrolünden uzak kalırsa o kimse Allah’tan daha az korkar. Artık bundan böyle melekler, yeryüzünde yaşayanların tümüne (imanlı ve imansız oluş hallerine bakmadan) istiğfâr etmeye başladılar.

Hârut ile Mârut yukarıda anlatılan hatalara düşünce, kendilerine taraf-ı İlâhî’den şöyle bir teklif geldi: “Dünya azâbını veya âhiret azâbını, bu ikisinden birini tercih edin!” Melekler:
 “Dünya azâbı fâni, âhiret azâbı bâkîdir” deyip dünya azâbını seçtiler. Bâbil ülkesinde bırakıldılar ve kendilerine orada azâb olunmaktadır (Taberî, I/457-458; İbn Kesîr, Tefsîr, el-Bidâye; el-Vâhıdî, Tefsir; el-Kirmânî, Lübâbü’t-Tefsir; Tefsîru Askerî; Ebul’l-Leys essSemerkandî; et-Tabressî; et-Tıbyân vb.).

Bu konu, temel çerçevenin hemen aynı şekilde anlatıldığı hadis rivâyeti olarak da kaynaklara geçmiştir. Hadis rivâyetine göre, yukarıdaki rivâyetlerde anlatıldığı gibi Hârut ve Mârut, her üç büyük günahı da işlemişler, dünya azâbını tercih etmişlerdir (Ahmed bin Hanbel, Müsned, hadis no: 6178; Taberî, II/433; İbn Kesîr, I/241-242).

http://www.ihya.org/kavram/kavramlar-ansiklopedisi/dt-6713.html (den derleme.)]



Ek bilgi-2; Hârût ve Mârût diye ifade edilen melekler ki tefsir âlimlerinin çoğu onlar hakkında fahiş bir hataya düşmüşler ve onların günah işledikleri fikrine kapılmışlardır. Onlar bu manadan masumlardır. Çünkü Kur’an da gelir; “Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildikleri şeyi yapan melekler vardır” (Tahrim/6) Binaenaleyh bir kimse onların günahsız olmadıkları fikrine kapılsa nassı reddetmesi sebebiyle kâfir olur. Özellikle de semadan indirilmiş oldukları mütevatirdir. Melekût âlemindekiler ise nurlu tabiatları sebebiyle yemek, içmek uyumak ve kesif tabiatlarının özelliklerinden ve galiz unsurların ihtiyaç duyduğu şeylerden uzaktırlar.
Sual olunursa ki Beşer tabiatına döndürülmeleri sebebiyle beşer gibi masum olmaları caiz midir? Cevap budur ki; söz konusu döndürülmede hakikatin kalbi vardır. Hakikatlerin ise asıl şeklinin başka bir hale değişmesi muhaldir. Çünkü hayret ve itimatsızlığa neden olur.
Binaenaleyh Hârûd ve Mârûd’un yer yüzünde beşer suretinde cisimlenmeleri Cebra’il in Dihye suretinde cisimlenmesi gibidir. Bu cisimlenme onları melekî hakikatten çıkarmaz. Nitekim İnsan-ı Kâmil melekût âlemine çıkıp me4lek suretinde cisimlense, bu cisimlenme onu beşeri hakikatten çıkarmaz. Çünkü cisimlenme ve ilerleme dedikleri asli madde üzerinde arız olan haldir. Arız olan şey Arız olunanın zatrını değiştirmez.
Bir zencinin siyahlığı onun hakikatinin gerektirdiği bir şey olmayıp suretiyle ilgilidir. Yoksa beşeriyyetin bütün fertleri bu siyah renge dönüşmesi diye bir şey söz konusu değildir. (İsmail Hakkı Bursevî- Esma-i hüsna şerhi/150)


103 - Ve lev ennehüm amenu vettekav le mesubetüm min ındillahi hayr* lev kanu ya'lemun

 Şayet onlar iman edip de korunmuş olsalardı, elbette Allah tarafından verilecek mükafat çok hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilselerdi.(elmalı)

Eğer onlar iman edip (şirkten) korunmuş olsalardı, Allâh indînden açığa çıkacak sevap, haklarında çok daha hayırlı olacaktı. Keşke bilselerdi. (A.Hulusi)


Ve lev ennehüm amenu vettekav le mesubetüm min ındillahi hayr..! Keşke onlar iman etseler di ve Allah’a karşı sorumluluklarının şuuruna varıp Allah indinde kendileri için daha hayırlı olan ödülü alsalardı. lev kanu ya'lemun  Keşke bunu olsun, bunun haklarında daha hayırlı olduğunu olsun bilebilseler di.

Rabbimiz yine bu kadar isyan etmelerine, bu kadar kendilerine sırt dönmelerine, bu kadar asi ve günahkar olmalarına rağmen onlardan ümit kesmiyor ve onlara rahmetini sunmak için ilahi ifade ile keşke şu gerçeğin farkına varabilseler di.  Diyor.

Allah’ın kitabı ve vahyine sırt dönmeden, aksine yalana sırt dönerek, batıla sırt dönerek yüzümüzü hakikatten yana dönerek bir hayat yaşamayı Cenab-ı Haktan tazarru ve niyaz ediyorum.


“Ve ahiru davana velil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder