29 Kasım 2014 Cumartesi

İslamoğlu Tef. Ders. KUREYŞ SURESİ (01-04) (197-C)





Üçüncü suremiz Kureyş suresi ki fil suresi ile aslında hem konu bütünlüğü var hem elimizde ki mushafta ard ardına gelmiş, hatta fakire göre nüzül sıralamasında da fil ile Kureyş sureleri ardı ardına yer alır.

Mekki bir suredir tahmin edileceği gibi. İlk tertipler tıyn suresinin ardına yerleştirirler. Ama bizce fil suresinin ardına yerleştirilmelidir. Yani mushafta ki yeri nüzülde ki yeri ile aynıdır diyebiliriz. İlk otoritelerimiz Kureyş suresinin ilk ayeti ile fil suresinin son ayetini karşılıklı okumuşlar, bir birine atıf saymışlardır. Ki Ferra bunların başında gelir.

Hz. Ömer tek rekatta bu iki sureyi birlikte okumuş. İlginç! yine Ubey Bin Kaab mushafında ikisi arasında besmele yazmamış. Yani sahabe bu sureyi ikisini birbirinden ayrılmayacak bir ikiz olarak görmüşler. Bu tabi iki surenin tek sure olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü elimizdeki Mushaf sahabenin en seçkin kuraları tarafından tedvin edilmiş bir Mushaf. Onun için bu konuda ihtilaf elbette ki yok. Fakat bu iki surenin birbirinin peşinden, birbirinden ayrılamaz bir bağla bağlı olduğunu da gösteriyor.

Zımnen surenin söylediği hakikat şu; Ey Kâbe’nin ekmeğini yiyenler, Kâbe’nin rabbine ihanet ediyorsunuz farkında mısınız. Burada Kureyş suresini anlamak için ticaretin bölge için nasıl bir öneme haiz olduğunu, ne kadar değerli olduğunu bilmek lazım, hatırlamak lazım. Ticaret yoksa Kureyş yok bunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Ticaret yoksa Kureyş yok. İylaf yoksa ticaret yok. Bu surenin anahtar kavramı olan Li iylâfi ilk kelime aynı zamanda iylaf yoksa ticaret yok, ticaret yoksa kureyş yok. Mekke yok yani.

Saffan Bin Umeyye’nin itirafı bu söylediğimiz hakikatin en güzel ifadesidir. Hz. Peygamber; İylaf’ın iki kanadı var; Bir kanadı Mekke ile Yemen, diğer kanadı Mekke ile Şam. Yani kuzey ve güney İylaf bu ikisinden müteşekkil. Güney kışın kullanılan ticaret yolu Kuzey yazın kullanılan ticaret yolu. Bu ikisi sayesinde bölge bir eli yağda bir eli balda müreffeh bir hayat sürüyor. İşte biz bölge için iylaf’ın ve dolayısıyla ticaretin ne kadar hayati önemde olduğunu Saffan Bin Ümeyye’nin, Ümeyye Bin Halef’in (Tam ismi Safvan Bin Ümeyye Bin Halef Bin Vehb Bin Huzafe'dir.) oğlu olur. Onun mirası ona kalmıştı ve Mekke’nin yeni kuşak tüccarlarının bir numarasıdır aynı zamanda. Saffan bin Ümeyye’nin; Allah resulünün Medine yolunu kontrol altına alması üzerine yaptığı itiraf ve tabii ki kendi kendisine sitemi şöyle.;

“Varlığımız yazın Şam, kışın Yemen ticareti demeye gelen iylaf’a bağlı” diyor. “Eğer bu yoksa yani yazın Şam, kışın Yemen seferleri yoksa kesinlikle tükeniriz. Ticarette yok, servette yok, elimizde kini yer bitirir ve ekmeğe muhtaç oluruz.” Diyor. Safan Bin Ümeyye. Vâkıdi Kitabu'l Meğazi'sinde böyle nakletmiş, ben de sizlere oradan Meğazi’nin hangi cildi hatırlayamıyorum ama en son sayfasında okumuştum.

Evet, gerçeğin tümü bu değil, gerçeğin bir yarısı yani ticaret yoksa Mekke yok, iylaf yoksa ticaret yok. Bu gerçeğin bir yarısı. Gerçeğin tümü nedir biliyor musunuz? Kâbe yoksa hiçbiri yok. İşte bu. Onun için ne ticaret var Kâbe yoksa, ne iylaf var, ne Kureyş var. İşte onun içindir ki Felya'budû Rabbe hâzelBeyt (3) o halde ey Mekke şu beytin rabbine kulluk edin. Yalnız şu beytin rabbine. Şimdi bu ayet tam yerine oturmuyor mu, şimdi anlaşılmıyor mu bu açıklamaların arkasından. Evet, Beyte değil yani, Rabbe hâzelBeyt beyte kulluk etmeyin, beytin rabbine, ekmeğe değil teşekkür, ekmeğin sahibinin hakkıdır teşekkür. Bu girizgâhtan sonra surenin tefsirine geçebiliriz.




1-) Li iylâfi Kureyşin;

Kureyş'in ülfet ve hürmete mazhariyeti için, (A.Hulusi)

1 - İylâfı için Kureyşin. (Elmalı)


Li iylâfi Kureyş burada ki “lâm” çok önemli, ama önce bir mana vereyim. Kureyş’in birlik ve dirliği hakkı için. İylaf birlik ve dirlik, “lâm” da hakkı için. Kureyş’in birlik ve dirliği hakkı için. Burada ki “lâm” üzerinde kısaca durmak zorundayım.

“lâm” hem fil suresini hem de bu surenin 3. ayetini görüyor. Önemli bu. Zımnen Kureyş, fil hezimetinin hakkını ödemeyi unuttu. Yani fil ordusunu Allah helak etti, buna teşekkürü unuttu, teşekkür edemedi. Ne yaptı? İhanet etti. Kâbe’yi putlarla doldurdu. Putları atacağına putları çoğalttı. Zulmü azaltacağına zulmü çoğalttı. Başkalarını haksızlığa engel olacağına, başkalarına bizzat kendisi haksızlık yaptı ve ticareti zulme çevirdi, ticareti kat kat faize çevirdi. Yani Allah’ın hoş görmediği ne varsa hepsini yaptı. Allah’ın, beytin rabbinin ekmeğini yediler ama o ekmeği yediği sofraya bıçak saplamaya kalktırlar. İşte Kureyş bu. Bari manasını veriyor aslında “lâm” burada. Yani bunu olsun bilsinler.

Burada Li iylâfi Kureyş, Kureyş kelimesi köpek balığı manasına gelir diyenler var. Köpek balığı manasına gelirse o zaman Kureyş’in aslının denizle alakası olması lazım. Bunu söyleyenler de olmuş. Aslında Kureyş, yani ben-i Fihr; özünde kızıl deniz sahilinden gelip buraya yerleşen bir kabiledir demişler ki bu çok ta yabana atılacak bir şey değil. Nihayetinde Kızıl denizle Mekke’nin arası her ne kadar dağlarla çevrili olmuş olsa da vasıtayla 1 saatlik bir yol. Cidde’den Mekke’ye 1 saat, hatta 45 dakikada gidip gelinir. Dolayısıyla çokta yabana atılacak bir şey değil deniz kenarı kavmi olması mümkindir Kureyş’in.

Ama bu kelimenin daha farklı bir kökten türediğini söyleyenler de olmuş. Karş, veya kırş kökünden gelir demişler. Bu aslında toplamak biriktirmek manasına geliyor. Kuruş ta oradan gelir. Kuruş; toplandığı biriktirildiği için kuruş denmiştir. Yani, Kureyş belki de kuruş toplayan manasına da alınabilir. Kuruşu toplayıp biriktiren, parayı toplayıp biriktiren, altını, gümüşü üst üste yığan manası vermekte mümkindir bu kökten geliyorsa eğer. Fihr Bin Malik’ten türeyen kabileye etnik anlamda Kureyş’i tarif edecek olursak Fihr Bin Malik’in çocuklarına Kureyş ismi verilmiş.

[Ek bilgi-1; Allah’ın Beytinin hizmetçisi olmalarından ötürü tüm kabileler yaptıkları bu hizmetten dolayı onlara saygı duyuyorlardı. Kâbe’yi ziyaret için çevreden gelenlere cömertçe davranmaları onların saygınlığını ve dokunulmazlıklarını artırıyordu. Kimse onların kervanlarına dokunmuyordu. Halbuki çevrelerinde soygun, vurgun, talan kol geziyordu. Kervanlar soyuluyor, adamlar öldürülüyor ama kimse onlara dokunmaya cesaret edemiyordu. Bakın Ankebût bu hususu şöyle anlatır:
        Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken Bizim Mekke’yi güven içinde ve kutsal bir yer kıldığımızı görmediler mi? Bâtıla inanıp Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Ankebût 67)
        İşte Allah bütün bu nîmetlerini gündeme getirerek, gözler önüne sererek bu nîmetlere karşılık kulluğu sadece bu Beytin Rabbine yapmaları gerektiğini hatırlatarak buyuruyor ki: (Besâiru-l Kur’an- Ali Küçük)]

[Ek bilgi-2; Li iylâfi Kureyşin; li iylafin e 4 değişik açıdan bakmak mümkündür nasıl anlamamız noktasında.
        1 - Şimdi Li iylâfi Kureyşin burada ki li fiyl suresinin 1. ayetine götürebiliriz. Yani Elem tera keyfe fe'ale Rabbüke Bi ashâbil fiyl görmedin mi rabbin fil ordusuna ne yaptı? Niçin? Li iylâfi Kureyşin Kureyş’in güvenliği için fil ordusuna rabbinizin ne yaptığını bir düşünsenize. Oraya bağlanabilir bu. Burada Kureyş’in korunmasının zımnında korunulan şey Kâbe, değerler.
2 – Fiyl suresinin son ayetine bunu bağlayabiliriz. Fece'alehüm ke'asfin me'kûl Allah onları yenilmiş bir ekin tarlası gibi yaptı. Niye? Li iylâfi Kureyşin Kureyş’in güvenliği için. Oraya bağlanabilir.
3 – Li iylafi de ki o “lâm” edatı 3. ayette ki Felya'budû emri ile ilişkilendirilebilir. Yani madem ki Kureyş’in güvenliği için şunlar, şunlar yapıldı, öyleyse bu beytin sahibi olan rabbe kulluk yapsınlar. Madem ki Allah bu imkanı ortaya koydu, öyleyse Felya'budû Rabbe hâzelBeyt yani Kureyş’ten, bir ırktan, bir akrabadan aslında söz edilmiyor Rabbe hâzelBeyt işte burada belirleyici olan odur. Bu beyt, mabed, değer, değerin korunmasına yöneliktir surenin verdiği mesaj. Kureyş’i öne çıkartmasının sebebi onların dikkatini bir şeye çekmektir.
4 - Li iylâfi Kureyşin  demek Kureyş’e sağlanan bu güvenliğe teaccüb anlamı verir o li. Kureyş’e sağlanan bu güvenliğe şaşın durun. Aslında normal şartlarda olacak şey değildi bu. Yani süper güç geliyor, bir site devleti bile olmayan bir yere saldırıyor ve o süper güç yerle bir oluyor. Li iylâfi Kureyşin kureyş’in güvenliğinin sağlandığı o olaya şaşın, ne enterasan bir olaydı bir düşünün Burada ki, li edatının bir teaccüb anlamı da var. Böylece işte mesela biz surenin 1. ayetini 4 çeşit ihtimalle buluşturup 4 farklı taraftan bakabiliriz.
Bu çeşitliliğin sebebi her birine vereceğimiz karşılılığımız var Yoksa hem kendisinden önceki sure ile ilgili ilişkisi bağlamında anlayabiliriz bunu. Hem Kureyş suresinin 1. ile 3. ayetini bağdaştırabiliriz hem de bu 3. den farklı olarak bağımsız bir şekilde bir teaccüb manası verebiliriz. (Mehmet Okuyan- Okudun mu Kur’an dersleri)]

[Ek bilgi-3; İlâf ashabı dört kardeş idi ki, bunlar Abd-i Menaf oğullarıdır: Haşim, Şam meliki ile anlaşırdı. Ondan atlar almış, onunla Şam ticaretinde emniyet bulmuştu. Abd-i Şems, Habeş'e; Muttalib, Yemen'e; Nevfel de Faris ile anlaşırdı. Bunlara "Müttecirin" denirdi. Diğer Kureyş tüccarları bu dört kardeşin adlarıyla ticarete giderler, ondan dolayı onlara da dokunulmazdı.
Kureyş, Harem-i Şerif'in sakinleri idiler. Etraflarında halk vurulup çarpılırken onlar erzaklarının temininde ve yazın, kışın seferlerinde emniyetle gidip geliyorlardı. Bir arızaya uğradıkları zaman, "Biz Allah'ın hareminin ehliyiz." diyorlar ve bundan dolayı kendilerine kimse dokunmuyordu. Haşim, Şam ile anlaşıyordu; Abdişems, Habeş'le; Muttalib, Yemen'le; Nevfel, Faris'le, diğer Kureyş tacirleri de bu kardeşlerin tutamaklarıyla bu şehirlere gidip geliyorlar ve o sayede onlara da dokunulmuyordu. Bu dört kardeşten her biri kendi sefer nahiyesinin melikinden bir ahd ve eman vesikası almıştı.

Bu itibar ile de meâlde îlâf lafzının bu iki mânâyı içermek üzere aynen muhafazası lüzumu ortaya çıkar. Bütün bu mânâlarda "kış ve yaz seferi"nde ticaret seferi mânası esası olmuş oluyor. Bununla beraber bu îlâf Kureyş'e ait olmakla beraber seferin de mutlaka onlara ait olması lazım gelmez. Bu anlaşma suretiyle Kureyş başkalarını da sefer ve rıhlete ilaf etmiş olmak muhtemeldir. (Elmalı-Tefsir)]


2-) İylâfihim rıhleteş şitâi vas sayf;

Kış ve yaz seferinde rahat ve ülfetleri için. (A.Hulusi)

2 - Sefere iylâfları yazın, kışın. (Elmalı)


İylâfihim rıhleteş şitâi vas sayf evet, bari Kureyşin birlik ve dirliği hatırına, birlik ve dirliği hakkı için İylâfihim rıhleteş şitâi vas sayf yine bari onların kış ve yaz iylafı hakkı için. Nedir? İşte iylaf’ın açılımı aslında bu. Kış ve yaz yolculuğu hakkı için. Rıhle; yolculuk, ticaret seferi. Kervanların oluşturduğu ticari seferler. Yaz ve kış rıhlesi aslında iylaf idi. Bu iylaf aslında özü itibarıyla anlaşma manasına gelir. Bu anlaşma da işte haram ayları bize açıklayan bir anlaşma, haram aylar boyunca bu kervanlar gider, gelir yaz ve kış ticaret seferi yaparlar ve bölgenin ortasında ne ziraata, ne hayvancılığa asla elverişli olmayan, başka türlü hiçbir geçim kapısı bulunmayan, Mekke bu sayede savaş bölgesinde bir barış adası gibi yaşıyor ve gerçekten müreffeh bir hayat sürüyorlardı. İçinde ziraata elverişli herhangi bir arazi yok, içinde hayvancılıkta yapılamaz. Ama ziraata elverişli cam gibi toprak parçalarında yaşayan halklardan çok daha müreffeh bir ortamda yaşıyorlardı. Ne sayesinde? İşte burada geldi 3. ayet onu söylüyor.


3-) Felya'budû Rabbe hâzelBeyt;

Bu Beyt'in Rabbine (tevhid ehli olarak) kulluk etsinler! (A.Hulusi)

3 - Hiç olmazsa onun için kulluk etsinler rabbine bu Beytin. (Elmalı


Felya'budû Rabbe hâzelBeyt bari bunun için, bari şu iylaf için, bari yaz ve kış gerçekleşen ticari seferler hakkı için Felya'budû Rabbe hâzelBeyt şu beytin rabbine ibadet edin. Yani ibadeti yalnızca şu beytin rabbine yönlendirin, yöneltin. Onun dışındaki hiçbir şeye kulluk etmeyin, bunların hakkı için. Aslında bu bari manasını vermem boşuna değil. Yani siz fil hadisesinde borcu ödeyemediniz, Allah’a teşekkür etmediniz, teşekkür edeceğiniz yerde daha da azdınız. Bari iylaf’ın hakkı için, fil hezimetinin hakkını yerine getiremediniz bari iylaf’ın hakkı için, yaz ve kış ticaretinin, sizi burada var eden, sizin can damarınız olan, size hayat bahşeden bu yaz ve kış ticari seferlerinin sağlığı için, hakkı için teşekkürü için Allah’a kulluk edin.

Beytin rabbine diyor ama burada Rabbe hâzelBeyt Hazel beyt aslında doğrudan Kâbe’ye atıftır. Beyt; beytullah’ın bir ifadesidir, Allah’ın evi. Allah’ın evi denmesi haşa Allah’ı cisimlendirmek için telakki etme manasına değil, kamu malı olduğu içindir, çünkü insanlık evidir orası. Orası insanların çağrılı olduğu evdir. A.İmran/97. ayetinde de ifadesini bulduğu gibi;

ve Lillâhi alenNasi hıccül beyti menisteta'a ileyhi sebiyla. (A.İmran/97) ona bir yol bulabilen herkesin beyti haccetmesi, Allah’ın insanlık üzerinde ki hakkıdır. Ve Lillâhi alenNas; insanlık üzerinde ki hakkı. Çünkü insanın ata ocağı, ana kucağı, baba ocağıdır Mekke ve Kâbe. Çünkü insanlık yer yüzünde ilk kez o bölgede neşvü neva bulmuştur. İnsanlık oraya hacca giderken aslında baba ocağına teşekkür için gider. Bir vefa borcudur bu.

Evet, aslında Rabbe Felya'budû Rabbe hâzelBeyt yalnızca şu beytin rabbine kulluk edin derken, bunun teşekkürünü ödemek için kulluğunuzu şu beytin rabbine tahsis edin manasına gelir.


4-) Elleziy at'amehüm min cû'ın ve âmenehüm min havf;

O ki, onları açlıktan doyurdu ve korkudan emin etti. (A.Hulusi)

4 - Ki onları açlıktan doyurdu, ve korkudan emîn buyurdu. (Elmalı)


Elleziy at'amehüm min cû'ın ve âmenehüm min havf surenin son ayeti bu; Ki O, onları açlığa rağmen doyurmuş, her tür tehlike ve tehdide rağmen güvende kılmıştır. Evet, Elleziy at'amehüm ki O Allah onları doyurmuştur. Min cû’in. Burada ki Min bedel içindir aslında. Bunun manaya kattığı yan anlam şudur: Mekke şartlarında açlık doğaldı. Yani burada hiçbir şey yok, bitki yok, hayvan yok, ziraata elverişli arazi yok, simsiyah lav kayalıkları. Dört tane tepenin dağın ortasında bir vadi. Hiçbir şey yok. Açlık kaçınılmazdı. Burada ki Min bedeldir. Onun için Min cû’in; açlığa rağmen, açlıktan bedel. Dolayısıyla açlık kaçınılmazdı.

ve âmenehüm min havf burada ki Min de öyle yine 2. Min. Yani emniyette de olamazlardı. Nasıl emniyette olacaklar, yani bunlara doğal tehlike burada her zaman açık, çünkü burada bir kale de yapamazlar. O kadar na müsait ki ortam.

Peki nasıl olacak? Bir dağın tepesinde yaşayamazlar, su vadinin dibinde, su yok çünkü. Susuz yaşayamazlar. Suyun yanında olsalar bu sefer de tehlike ve tehditlere açık hale gelirler. Bütün bunlara rağmen Allah onları güvenlikte tuttu ve doyurdu. Evet, Elleziy at'amehüm min cû'ın ve âmenehüm min havf bütün bunlara rağmen.

Beytin rabbi onları hem doyurdu, hem de öyle bir doyurma ki bu doygunluk azdırmıştı bile, azmışlardı. Sağa sola sataşıyorlar, Allah resulüne ve vahye karşı diklenmelerine baksanıza. Neyinize böbürleniyorsunuz. Baksanıza Mekke müşrik aristokrasisinin Allah resulüne karşı o müstekbirce, o kibirli, o küstahça tavırlarına. Neyiniz var sizin. Beytin rabbi sizi doyurdu, beytin rabbi sizi güvenlikte kıldı. O beytin rabbinin peygamberi olan İbrahim o beyti oraya yeniden inşa etti ve o beytin rabbi bir peygamber seçti, hem de içinizden, sizin evladınızdan bir peygamberi seçti ve ona vahyi indirdi. Şimdi siz O’na karşı gelmekle, O’na savaş açmakla, O’nu yok etmeye kalkmakla aslında kendi ekmeğinizi veren, sizi güvende kılan, sizi bu zor şartların içinde şu cehennem gibi bir çölün ortasında cennet gibi bir hayatı size lûtfeden Allah’a siz böyle mi teşekkür ediyorsunuz, teşekkür böyle mi olur. Onun için tefekküre davet ediyor Kur’an işte. Tefekkür etselerdi teşekkür ederlerdi. Tefekkür etmediler. Onun için teşekkür de etmediler.

İşte bu sure onları akıllanmaya, aslında onların üzerinden hepimize. Çünkü hepimiz Allah’a muhtacız. Allah desteğini çektiğinde ayakta duramayız. Allah’ın yok neyin var, Allah’ın var neye muhtaçsın eğer Allah çekiliverirse özel bir belaya ihtiyaç yok Allah’ın desteğini çekmesi belaların en büyüğüdür. İnsan nasıl ayakta durur, insan nasıl dik durur. Onun için hepimize hatırlattığı bu. Eğer Allah’ın üzerinizde ki nimetini hatırlarsanız Allah’ın hakkını Allah’a teslim etmek zorunda kalırsınız. Allah’ın hakkını hatırlarsınız. Allah’ın hakkının ananızın, babanızın, kardeşinizin, komşunuzun ve herkesin hakkından, eşinizin, can yoldaşınızın hakkından daha fazl olduğunu görürsünüz. O zaman Allah’ın hakkını Allah’a teslim etmenin tek yolunun Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmak olduğunu anlarsınız.

İşte İslam budur, işte Müslüman olmak budur. Allah’ın hakkını Allah’a teslim etmek için Allah’a teslim olmaktan başka çare bulmamak.

Rabbim hakkını inkâr edenlerden değil hakkını teslim edenlerden ve bu amaçla da kendisine kayıtsız şartsız teslim olanlardan kılsın.


“Ve ahiru davanâ enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

21 Kasım 2014 Cuma

İslamoğlu Tef. Ders. FİL SURESİ (01-05) (197-B)





Fiyl suresi 105. sure. Mekki bir sure, zaten üslubundan da, muhtevasından da açıkça anlaşılıyor. Kâfirun suresinden sonraya yerleştirmiş elimizdeki tertip sahipleri onu. Yani peygamberliğin 2. yılına koyabiliriz.

Konusu fil olayı. Aslında fil olayı üzerinden tüm zamanlar ve zeminlerde geçerli olan bir hakikati anlatmak. Nedir o? Ahlaksız gücün ibretlik akıbeti. Ahlaksız güç dedim dikkat buyurun, gücün de ahlakı olur, iktidarın da ahlakı olur. Gücün ahlakını alınca geriye zulüm kalır, geriye güç kalır ahlaksız güç. Güç sahibi olmak felaket değil, belki ahlak güçle birleşince saadettir. Ama gücün ahlakını alınca ahlaksız güç sahibi olmak felakettir. Hem buna sahip olan için, hem de onun sahip oldukları için. Böyle bir güç tarafından yönetilmekte felakettir. Güçlüyüm haklıyım. Niye haklısın? Çünkü güçlüyüm diyen her gücün akıbetini bu surede görüyoruz fil suretinde. Hayır, güçlülük insanı haklı kılmaz ama haklılık güçlü kılabilir, Kur’an ın verdiği cevap bu.

Fil; surede büyüklük tutkusunu sembolize eder. Hayvanların en irisidir en büyüğüdür ya hacımca, büyüklük tutkusunu. Aslında en irisidir ama canlılar dünyasının küçük bir canlısı olan, kendisinden kat kat hacımca küçük kiloca az olan insan tarafından bir fil sürüsü yönlendirilir. Bir tek insan 1.000 fili yönetir, götürür ama bin fil bir insanı yönetemez, götüremez. Orada aslında büyüklük tutkusunun insanı nasıl insanlıktan çıkarıp hayvanlığa o derekeye düşürdüğünün de zımni bire ifadesi var. Zaten surenin fil ordusu ibaresinin neye tekabül ettiğini açıklarken buna da değineceğim.

[Ek bilgi; Kuşlara ve vahşi hayvanlara ilham etmekle insana ilham etmek birbirine yakın mahiyettedir. Çünkü söz konusu varlıkların nefisleri yalındır. Ayrıca, yüce Allah’ın kendilerine verdiği özellikler itibariyle taşların bir varlık üzerinde etkili olmaları da görülmemiş, garip, akıl almaz bir şey değildir. Bir kimse kudret âlemine muttali olur, gözlerinin önünden hikmet perdesi açılırsa, buna benzer birçok şey görecektir. (İbn. Arabi-Te’vilat)]

Her hesabın üstünde bir hesap vardır fil suresi bize bunu söyler. Her hesabın üstünde Allah’ın hesabı vardır. Yer yüzünde büyük güçler her zaman olmuştur. Ama büyük güçlerin hesap edemediği kendilerinden daha büyük bir gücün olduğudur, işte bunu hesap etmezler. Bunu hesap edemediklerinde sahte tanrılığa kalkışırlar fakat sonunda helak olup giderler.

Bakın insanlık tarihine Nemrut’un kurduğu o imparatorluk nerde. İbrahim’i ateşe atan Nemrut’u. Nerede o imparatorluk. Firavunların kurdukları imparatorluklar nerede. Musa’ya yer yüzünü dar getireceklerdi, Musa’nın adı göndere çekilmiş ama onlar neredeler. Hani kurdukları o görkemli krallıklar nerede.

Evet, Roma nerde, İskender nerde, İskender’in devleti nerde. Pers imparatorluğu nerde, kisraların o büyük dağları ben yarattım küçükler babamdan kaldı havasıyla talan ettikleri dünya nerde ve o güç gösterisi nerde, Bizans nerde, bütün bunlar nerde. İşte bakın etrafınıza 5 - 6 – 7 – 8 metre surlar, bu surları yapan insanlar acaba ne düşünüyorlardı. Titanik’i yapan usta gibi düşünüyordu; Bunu tanrı bile batıramaz haşa diyordu herhalde. Hayır, nerdeler şimdi? Dolayısıyla bize bu soruyu sorduruyor aslında fil suresi.

Tarihi bir arka plan var surenin dayandığı. Bizans ve Pers rekabeti vahyin indiği yüzyılda, hatta bir önceki y.y. da, yani miladi 6. y.y. da kızışmıştır, zirvesine çıkmıştır. Yemen üzerinden bölgeyi nüfuz altına alma yarışına girişirler Bizans ve Pers imparatorlukları. Dönemin iki süper gücüdür bunlar. Biri Hıristiyanlığa, diğeri ise zerdüştizme dayamıştır arkasını. 6. y.y. rekabetin zirvesini ifade eder.

Mekke bu rekabette bir ara istasyondur. Yani Mekke’nin içinde bulunduğu bölge ne İran’a ne Bizans’a bağlıdır fakat yine de bu bağımsız bölge üzerinde mücavir devletler, komşu devletler hakimiyet kurma rüyası görmektedirler, tam hakimiyet de kuramamaktadırlar. Bu rekabet Mekke’de ki tüccar topluluklarına da yansır. Mekke baharat yolu üzerinde en verimli ticaret şehirlerinden biridir. Kabe’nin hürmetine, içinde ne hayvancılığa, ne ziraata elverişli herhangi bir unsur bulunmamasına rağmen, simsiyah lav kayalıklarından oluşmasına rağmen Mekke’nin ehli bir eli yağda, bir eli balda bölgenin en müreffeh şehrinde yaşamaktadırlar ticaret sayesinde. Bu ticaret kuzeyle güney arasında yapılmakta. Okyanusla Akdeniz arasında yapılmaktadır.

İşte Mekke bu konumu dolayısıyla iştah kabartmaktadır, fakat her tarafa uzaklığından dolayı Mekke üzerinde herhangi bir süper güç nüfuz kuramamaktadır. Mekke’nin içinde bu nüfuz yarışı, bu rekabet şöyle karşılığını bulur. Mutayyebun ve haliyf diye ikiye ayrılır Mekke’li kodamanlar, tüccarlar. Mutayyebun yani güzel kokulular, güzel kokulu bir kaba daldırıp ta ellerini sözleşmelerini böyle imzalamalarından dolayı bu ismi almışlardır. Haliyf te işte birbirleriyle hıyf ettikleri için, yani anlaşma yaptıkları için bu ismi almışlardır. Bunlardan biri Bizans’ı, öbürü ise kisra’yı yani iki süper güçten birini desteklemişlerdir. Yani iki süper gücün ikisin de temsilcisi Mekke’de bulunmaktadır.

Ve Allah resulünün doğumundan yaklaşık 50 gün önce olan bu fil hadisesinin öncesinde de, yani 570 lere doğru bu rekabet kızışır ve İran nüfuzu bölgede hakim unsur olur ve Habeşistan üzerinden Yemen’i ele geçiren ve bir ordu darbesiyle orduyu ele geçiren Ebrehe isimli Habeşistan’a, dolayısıyla Habeşistan’ın da bağlı olduğu Bizan’sa bağlı olan Ebrehe isimli bir komutan Mekke’nin elinden ticari üstünlüğü alıp san’a ya vermek istemekte ve San’a yı bölgenin ticaret merkezi haline getirmek istemektedir. Bunun için bir kilise yapar, kaynaklarımızda kulleys diye anılan, aslında kaliys, kulleys, nasıl okunduğu konusunda ihtilaf var, aslında kilise nin bozulmuş şekli gibi geliyor. Hatta Ebrehe ismi de İbrahim isminin Habeş’çe söylenişi gibi geliyor. Yani Allahu alem öyledir.

İşte bu zat, bu komutan Mekke’den ticaret merkezini San’a ya kaydırmak için San’a ya bir büyük kilise, katedral inşa ettirir. Mekke’liler ve Mekke’nin civarında ki insanlar bu teşebbüsü hoş karşılamazlar, hatta iki kişi gizlice anlaşarak giderler sabotaj düzenlerler ve kirletirler o kiliseyi bir gece. Bunu gören Ebrehe haddini bildirmek için zaten bahaneye bakmaktadır. Fillerden oluşan ve fillerin de içinde bulunduğu büyük bir ordu hazırlar ve Yemen’den Mekke’ye doğru yola çıkar.

İşte 570 lere doğru gerçekleşen bu olay üzerinde bu sure iner. Ki ticaret Mekke’nin aslında can damarıdır ve bu can damarını kesmeyi amaçlamaktadır Ebrehe. Sabotajı bahane ederek Kâbe’yi yıkmaya yürüdüğünde şöyle bir olay nakleder kaynaklarımız Ebrehe ile AbdülMuttalip arasında. Mekke’nin reislerinden biri veya 1. reisidir AbdülMuttalip. 200 devesi kırda otlamakta iken Ebrehe’nin adamları deve sürüsünü toplayıp ordugâha getiriler. AbdülMuttalip bunu haber alınca develerini istemek için Ebrehe’nin çadırına gider ve aralarında şu mükaleme geçer;
- Ben develerimi almaya geldim.
- Sen kimsin?
- Ben Mekke’nin reisiyim.
- Mekke’nin reisi bizden Kâbe’yi yıkmama ricasında bulunacağına develerinin peşine mi düşüyor. Diye tarizde bulunur, hatta alaya alınca Ebrehe, Abdül Mttalip’in verdiği cevap dillere destandır.
- Kâbe’nin rabbi var, rabbi Kâbe’yi korur, sen benim develerimi ver.

Gerçekten de Rab Kâbe’yi koruyacaktır ve sonuç Allah’a karşı güç gösterisinde bulunanlar yenilmiş ekine döneceklerdir. ke'asfin me'kûl (5) yenilmiş ekine döneceklerdir.

Müşrikler bu olay üzerine kendilerine ehlûllah lâkabını takarlar, yani Allah’ın ev halkı payesini verirler. Kâbe’nin ekmeğini yerler fakat Kâbe’nin rabbine küfrederler.

İşte bu sure bu küfrü dile getirerek; Kâbe’nin ekmeğini yiyorsunuz ey Mekke’liler, Allah sizi Ebrehe’nin elinden aldı fakat siz böyle mi teşekkür ediyorsunuz Allah’a, Kâbe’nin rabbine dercesine işte bu sure bu mesajı verir. Şimdi surenin tefsirine geçebiliriz.




1-) Elem tera keyfe fe'ale Rabbüke Bi ashâbil fiyl;

Görmedin mi Rabbin nasıl yaptı, ashab-ı fil'e? (A.Hulusi)

1 - Görmedin mi? Nasıl etti Rabbin ashabı fîle? (Elmalı)


Elem tera keyfe fe'ale Rabbüke Bi ashâbil fiyl fil ordusuna rabbinin ne yaptığını görmedin mi, baksana bir fil ordusuna rabbin nasıl muamele etti.

Fil ordusu ilginçtir, ashabul fiyl. Burada bir nükte var gibi. Ordu file nispet ediliyor. Ordunun file nispet edilmesi, hayvan sizden daha akıllıydı, hayvan Ebrehe den, askerlerden daha akılıydı gibi bir nükte içeriyor dilsel olarak, belagat olarak. Yani fili komutan seçen ordu. Filden komutanı olanların başına gelecekte budur dercesine.

Ama fil Mekke’nin üzerine onca ısrara rağmen yürümedi. Filin bakıcısı ne kadar ısrar ettiyse hayvanı Mekke tarafına döndüremedi. Baş fil mahmud diyorlar. Belki mamutta oradan geliyor olabilir. İşte bu fili razı edemediler Mekke üzerine yürümeye. Hayvan sizden akıllıydı manasına veya nüktesini içeren bu ibare aslında gerçekten de hayvanın onlardan akıllı olduğunu gösteriyor. Onlar bilemediler ama hayvan Allah’ın beytini yıkmak için bir adım atmamıştı.

[Ek bilgi; EBREHE’NİN FİL İLE KÂBEYE SALDIRDIĞININ VE HELAK OLDUĞUNUN HİKAYESİ.

Rivayet edenler der ki; bu Ebrehe’nin fil ile Mekke’yi yıkmaya varması şundan ötürüydü;

Necaşi Ebrehe’den memnun kalınca Yemen ilinde onu padişahlıkta bıraktı. Ebrehe bu habere çok sevindi, yoksullara sadaka dağıttı, ihsanlarda bulundu, kurbanlar kesti. Her şehirde kiliseler yaptırdı. Kendisi San’a şehrinde Necaşi adına bir kilise kurdu ki o diyarda ondan büyük bir bina yapılmamıştı. Sayısız mallar altınla o kilisenin süslenmesine harcandı. Öyle bir bina yapılmıştı ki görenler şaşkına dönerlerdi, insanoğlunun eli ile yapılmamış sanırlardı. Bu kilisenin yapılması tam dört yıl sürdü, bina tamamlanınca o kilisenin adını Kaliç koydular. Bu kilisenin ünü bütün dünyada duyuldu……
Araplar da bir kişiyi Yemen’e o kiliseyi görmesi için Ebrehe’nin yanına yolladılar. O kişi kiliseyi görmüş, seyre başlamıştı. Yemenliler onu görüp Hıristiyan olmadığını anlayarak; “ Sen ne kişisin Burada işin ne) dediler. O Mekke’li de; “BenArap taifesindenim, oraya Yemen meliki’nin bir kilise yaptırmış olduğu haberi geldi. Onu göreyim hem de Arapları hac etmek için buraya getireyim diye geldim. Dedi.

Bu haberi Ebrehe’ye bildirdiler. Ebrehe de; “ onu kiliseye alın her yerini ona gösterin, ona engel olmayın” dedi.

Arap vakta ki kilsienin içine girdi, orada bir şeyi gördü ki onu bütün ömründe görmemişti. Öyle lâtif resimler nakşolunmuş, öyle cevherle süslenmiş, hele o altın salipler ki kızıl yakutla ve incilerle zinetlenmiş olup altın zincirlerle asılmıştı. Süslenmesine o kadar çok mal harcanmıştı ki hesabı ve kararı hiçbir zaman hesap edilemezdi.

Mekke’li kişi kiliseyi böyle görünce şaşırdı kaldı. Sonra bir yerde durdu, çok ağladı gözyaşları döktü. Mabedin hizmetçilerinden izin diledi. “Beni bu gece burada bırakın, burada yatayım, ibadet edeyim.” Dedi. Onlarda izin verdiler. Oda kiliseyi sabaha kadar bomboş buldu. Büyük abdesti gelmiş ve necisini kilisenin mihrabına ve duvarlarına sürmüştü.

Sanah olunca bu kişi kapıcılardan izin istedi Kiliseden dışarı çıktı hemen o saat oradan kaçtı gitti. Yemen’li halk ibadet için kiliseye girince kilisenin içinin pislenmiş olduğunu gördüler. Hemen Ebrehe’ye haber verdiler.

O Arap ki buraya gelmişti kiliseye böyle böyle iş yapmış. Her halde Mekke halkı kilisemizi pislemek için bu kişiyi göndermiş olsalar gerek dediler.

Ebrehe bu haberi alınca kızdı; “Arapların o kutsal evini yıkmayınca ve viran etmeyince içini mırdarlıkla doldurmayınca geri dönmemeye yemin etti. Necaşî nin bir fili vardı Adı mamud’du he hangi orduda bulunursa o asker basılmaz, mağlup olmazdı, daima zafer kazanırdı Hem de Habeş ilinde ondan daha büyük, ondan daha gökçek daha güzel fik yoktu. Bütün filler ondan korkarlardı, ona daima yenik düşmüşlerdi. Habeş ülkesinde ne kadar fil varsa o mamud fili önlerinden yürür, öteki filler onun ardından yürürlerdi. Habeş fillerinde Ebrehe’nin 13 fili vardı ki onunla birlikte götürülmüşlerdi…….

…. Ebrehe’nin askerleri Mekke’ye yaklaşınca Mekke halkı toplandı. Mekke başkanı olan Abdulmuttalib’in önüne geldiler. O Muhammed Mustafa S.A.V) in dedesiydi. Ona; “Ya Abdülmuttalib dediler biz bu Ebrehe ile savaşamayız, işte geldi, Mekke’ye yetişti. Ne yapalım, nice edelim, halimiz nice olacaktır. Dediler.

Abdulmuttalib; “Yapılacak iş şudur Oğlumuzu ve kızımızı alalım, Mekke dağlarına dağılalım. Bu ev Yüce Allah’ın evidir, yine yüce Allah’a ısmarlayalım. O’nun gücü bizden artıktır. Gerekiyorsa evine düşmanları musallat etsin, onu yıktırsın. Gerekiyorsa onu saklasın. Düşmanı evinin üstünden kovsun hüküm onundur Ne dilerse onu işlesin. Dedi.

Onlar bu fikirde iken Ebrehe Mugammes’ten 5.000 er seçti, Mekke’nin üzerine gönderdi. Esved bin Matfur adında bir komutanı başlarına dikti ve ona; “Var Mekke’yi kuşat, dört yanını muhasara et, insandan hayvandan ne bulursan yakala, topla bana getir. Sakın Mekke’nin içine gireyim deme.

Esved Bin Matfur da Mekke’ye saldırdı. Attan deveden, koyundan, sığırdan ne buldu ise sürdü. Çobanlarını tutsak kıldı, hepsini Ebrehe’nin katına getirdi. Develerin arasında Abdulmuttalib’in de 200 devesi vardı.

Ebrehe; O çobanları ve tutsakları bana getirin dedi. Onlara;Mekke kavminin tedbirleri nedir diye sordu. Bizimle savaşa girişebilirler mi, yoksa aman mı dilerler diye sordu. Onlar da; Mekke kavminin tedbiri şehri padişaha teslim etmektir. Hiç cenk etmek niyetinde değiller. Abdulmuttalib onlara böyle öğüt vermiştir. Dediler.

Ebrehe’nin yanında  Hayyad adında Arap taifesinden bir bey vardı ona şu buyruğu verdi; “Hemen yürü var Mekke halkına şunları söyle;

Benim maksadım Mekke’lilerin kanlarını dökmek değildir. Benim buraya gelmekliğim bu evi yıkmak harap etmek içindir. Ben bu işi yapmaya and içmişimdir. Kendileri emin olsunlar, hiç korkmasınlar. Mallarından, davarlarından, oğullarından ve kızlarından ötürü korku duymasınlar.

Ebrehe bu buyruktan sonra da; Onların ulularını al bana getir. Göreyim o ne sıfatta bir kişidir. Dedi. Hayyad Mekke’ye geldi Ebrehe’nin buyruğunu halka bildirdi Abdülmuttalib’i de aldı Ebrehe’nin katına getirdi. O gün bunların Ebrehe ordusuna getirilmesiyle akşam oldu. Ebrehe ile buluşulamadı. Abdülmuttalib o geceyi tutsak edilen Zünefer ve nüfeyl’in yanında geçirdi. Zünefer Abdülmuttalib’in dostu idi ona;Bana bir himmetin varmıdır ya Zünefer dedi. O da;

“ Benim elimde ne var ki ben bir tutsak kişiyim her  gün başımın korkusu içindeyim. Ebrehe’ye, ben bu sözü söyleyemem Ama şu fil bakıcıları ki ulu Mamud adında ki filin hizmetkarlarıdırlar. Onlar padişahın sır sahipleridir Onların da bir büyükleri vardır, adına Enis derler, çok ta iyi kişidir. Hem de benim dostumdur. Ona senin halini ve Araplar içinde ki saygını Ebrehe’ye bildirmesini söyleyin. Ta ki Ebrehe de sana mertebene göre izzet ve saygı kılsın,dedi.

Abdülmuttalib çok ulu kişiydi halkı içinde ve bütün Arap taifesi arasında ondan daha saygın kişi yoktu. Çok ta öz ehliydi. Cömertlikte eşi benzeri yoktu. Ne zaman bir deve boğazlasa etini adem oğullarına üleştiridi. Devenin karnını bağırsaklarını dağlara taşıttırırdı Onları da kuşlara, yırtıcı hayvanlara  yedirirdi. Bundan ötürü onun bir lakabı da Mut’ıminnas-ı ves Siba yani insanları ve yırtıcı hayvanları tamlandırıcı demekti.

Zunefer o dostu olan Enis’i yanına çağırttı. Abdülmuttalib’i ona anlattı.

Sabah olunca Enis Abdülmuttalib’in kim olduğunu Ebrehe’ye bildirdi. Ebrehe de izin verdi Abdülmuttalib’i katına getirdiler. O da içeri girdi. Ebrehe tahtında oturmaktaydı Abdülmuttalib’i tahtının aşağısında oturmasına rıza göstermedi, tahtının üstünde kendi yanında oturmasına halktan çekindi hemen tahtından yere indi döşek üzerine oturdu.

Sonra Abdülmuttalib geldi Ebrehe ona izzetler ve saygılar gösterdi, yanına aldı, ona nazar kıldı. Boyunu posunu, şeklini ve şemailini yakından gördü, çok beğendi. Abdülmuttalib’in duru ve vakarı Ebrehe’ye çok hoş geldi, tercümanına;

Onunla konuş sözlerini duyayım dedi. Abdülmuttalib konuşurken onun sözlerinde ki açıklığı ve muhabbeti yakından gördü. O zaman Kâbe’yi yıkmaya ve onun hürmetine gerek Kâbeyi ve gerekse Mekke şehrini viran etmeye karar verdi.

Tercüman kişiye; “Sor bakalım bu kişi benden ne istiyor “dedi. “her ne diliyorsa onu şimdiden kabul eyledim”.

Bu sözleri tercüman Abdülmttalib’e bildirdi O da; “Dileğim şudur ki dünkü gün 200 devemi sürmüş götürmüşlerdi onları bana geri versinler.” Dedi.

Ebrehe Abdülmuttalib’den bu sözleri işitince üzüldü ve; “Ne yazık ki bu kişinin şekil ve şemailine göre aklı yokmuş, tedbiri kötüymüş. Ben kudret ve kuvvetimle bunların Kâbe’sini yıkmaya geldim, dünyada bunların öğünüşü bu Kâbe iledir onu viran etmek kastımdı. Oysa ben umardım ki benden bu Kâbe’yi viran etmemekliğimi itsiye idi. Onun hatırı için onu yıkmayayım. Kâbe’yi ona bağışlayayım, askerlerimi geri döndürüp gideyim Kıyamete kadar da Kâbe’yi kurtarmak ona Fahir onur vereydi. Oysa o benden Kâbe’ye hizmeti bir yana bırakıp 200 devesini istiyor. Ey kişi ben bu Kâbe’yi sana bağışlayıp gitseydim senin nice 200 deve kazancın olurdu. Asıl gereklisini bilmiyorsun.” Dedi.

Tercüman bunları Abdülmuttalib’e söyledi Abdülmuttalib de şu cevabı verdi. “Bu ev benim değildir. Onun sahibi vardır ki evini saklamasını bilir. Benim korumama ihtiyacı yoktur. Dilerse saklasın dilerse yıktırsın benim bu arada sözüm yoktur. Ancak ben develerimi isterim. Melik; Hemen develerimi geri verilsin” dedi.

Ebrehe de buyurdu ki “Abdülmuttalib’e 200 devesini geri verin”. Develerini geri verdiler. O da develerini aldı sürüp Mekke’ye geldi. Abdülmuttalip o zaman Mekke halkına; “Varın dağılın, dağlara kaçın dedi Bu kutsal evi sahibine ısmarlayın, şehirden gidin.

Mekke halkı da karısını kızanını alıpMekke dağlarına kaçıp gittiler Abdülmttalib’de çocuklarını aldı Hira dağına gitti. Vakta ki o gün geldi, sabaha erildi Mina yakınında kondu Mekke’nin halinden haber sordu Ona;Halk dağıldı gitti, şehirde kimse kalmadı dediler. Ebrehe o zaman buyruk salarak;

“O mamud filini ve öteki filleri Mekke’ye sürünüz Kâbe yıkılsın harab edilsin. Mekke şehrini de yıkınız” dedi. Ama kimseye ziyan verilmeden. Oradan gidilsin.

Mamud fili Mekke’ye yönelince harem sınırına gelince bir adım daha adım atmadı, yerinde durdu. Ne kadar uğraşıp onu dövdüler, başına vurdularsa da çare olup ileri gitmedi. O durunca da öteki filler de yerlerinde durdular.

Sonra yüce Allah Ebabil kuşlarına emreyledi, deniz kıyısına indiler her birisi üçer parça balçık aldılar, ağırlıkları mercimek kadardı. İki tanesini iki ayağı ile bir tanesini de burunları ile götürüyorlardı. Hava boşluğunda Ebrehe’nin askerlerinin üstüne gelince Yüce Allah’ın emri ile Cehennemden bir parça yalın (ateş) belirdi, o balçık parçalarına dokundu onları taş haline getirdi. Ebabil kuşları da o taşlar henüz kızgın iken her taşı bir kâfirin tepesine bıraktılar. Bu taşlar o anda kime dokundu ise gövdesini ateş sardı, vücutları kabardı, etleri parça parça oldu, etleri yere döküldü.

Ebrehe’nin ordusu o hale geldi ki her asker kendi başının çaresine düştü, kimi öldü, kimisi dağıldı, kaçtı. Kaçanlarında kimisi yolda öldü, kimisi Yemen’e vardı orada öldü. Ancak başına taş düşmeyenler canlarını kurtarabilmişlerdi.

Ebrehe’nin de başına bir ebabil kuşu taşı indi. Gövdesi şişti Yemen’e gelinceye kadar acı çekti Oraya gelince gövdesi parça parça olarak can verdi. O filler yine geriye dönüp kaçtılar Onları Yüce Allah sakladı böylece selamet buldular kurtuldular.

Abdülmuttalib’e ve Mekke kavmine bu hal haber verildi yine hepsi Allah’ın evi olan Beytullah’a geldiler. Herkes yerli yerinde karar kıldı. Bu olaydan dolayı Abdulmyttalib’in Arap içinde hürmeti ve izzeti arttı. Kâbe’nin Allah’ın evi olduğu iyice bilinip anlaşıldı ki ona kötü niyette bulunanı Hak Teala helak eder. Bundan ötürü Abdulmuttalib’e manevi kazancı da bol oldu. (Tarih-i Taberi-Ebu Cafer Muhammed bin Cerir’üt Taberi Cilt 2/531-540)]

Süheyli 570 yılının şubat ayında gerçekleştiğini söyler. Nebinin doğumundan 50 gün öncesine denk geliyor, muharrem ayına bu olay.


2-) Elem yec'al keydehüm fiy tadliyl;

Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? (A.Hulusi)

2 - Kılmadı mı tedbirlerini müstağrak tadlîle.. (Elmalı)


Elem yec'al keydehüm fiy tadliyl Allah onların entrikalarını saptırmadı mı. Yani kendi başlarına dolamadı mı fiy tadliyl aslında. tumturaklı gerekçelerin ardında gizli emeller sakladıklarını gösteriyor keyd ifadesi burada. Onların gizli emellerini, amaçlarını boşa çıkarmadı mı, amaçlarından saptırmadı mı onları, fiy tadliy bu. Dolayısıyla Ebrehe kiliseye yapılan sabotajı bahane etmişti. Fakat Ebrehe’nin zihninin arkasında Kâbe’yi yıkıp Kâbe’nin ticari potansiyelini San’a ya aktarmak vardı. Burada ki keyd kelimesi bize bunu veriyor aslında.

Barış operasyonu falan derler ya hani günümüzün süper güçleri. Giderler konvansiyonel ve konvansiyonel olmayan silahlarıyla mahvederler, altını üstüne getirirler, binlerce, on binlerce masumu öldürürler adına da barış operasyonu koyarlar ya onun gibi. İşte keyd bu aslında. Entrika, hile, görünenin arkasında görünmeyen sebepler var, gizli gayeler var, gizli niyetler var. Ama ne yaptı Allah o gizli niyetlerini başlarına doladı yani kendi, kendilerinin kazdıkları kuyuya düştüler.


3-) Ve ersele aleyhim tayren ebâbiyl;

İrsâl etti üzerlerine tayrân ebabil'i (Ebabil kuşları). (A.Hulusi)

3 - Saldı da üzerlerine sürü sürü kuşlar (Ebâbil). (Elmalı)


Ve ersele aleyhim tayren ebâbiyl ve O, Allah onların üzerine ebabil kuşlarını gönderdi. Aslında tayr; kuş diye çevrilebilir mi buna bakalım. Tayr havada intikal eden herşey demektir. Peki ille de kuş mu diyeceğiz? Hayır, tayr dan sadece kuş anlaşılmadığı 6. surenin, yani En’am/38. ayetinde ayrıca kanat zikredildiğinden anlıyoruz. Demek ki kanat şart değil burada. Ayrıca kanat zikredilmediğine göre bu ayette kanatlı olması şart değil, havada intikal eden her şey, küçük veya büyük. Havanın içinde intikal eden her şey akla gelir.

Ebabil; Aslında bu kelime bülbülü de çağrıştırıyor, ki bülbül de Arapça bir kelime belbele den geliyor. Yani böyle bir yakınlığı var sadece dikkat çekmek istedim.

Aslında; Ve lillâhi cünudüs Semavati vel'Ard. (Fetih/7) göklerin ve yerin orduları Allah’ın emrindedir. Ayeti kerimesini hatırlatıyor.

Yine; ve ma ya'lemu cunûde Rabbike illâ HU. (Müddessir/31) Allah’ın ordularını O’ndan başka kimse bilmez ayetini hatırlıyorum ben.

Bu Ebabiller farklı tefsirlere konu olmuş. Bunlar kuştur denilmiş, bunlar taştır denilmiş, bunlar mikroptur denilmiş, bunlar havada intikal eden başka şeylerdir denilmiş vs. vs. Veyahut ta bir yanardağın püskürttüğü lavlardır denilmiş vs. Bütün bunlar müfessirin ufku nispetinde yaptığı açıklamalar. Ama biz bunların Allah’ın ordularından bir ordu olduğunu, Allah dilerse kendine karşı açılmış savaşta, yarattığı her şeyi istihdam edebileceğini görüyoruz. Bu da onlardan biridir.

Bizzat neye tekabül ediyor olursa olsun mesele ortadadır ve Allah’a karşı savaş açan güç helak olmuştur, hadise budur.


Ebabil kuşu nedir? Ebabil kuşu tüm yaşamı boyuca uçan ve sadece üremek ve yavru beslemek için yere inen kainatın en gizemli kuş türlerinden birisidir. Birçoğunuz aslında ebabil kuşlarını biliyorsunuz. Halk dilinde bu kuşlara baharın habercisi denilmektedir. Sanırım bunu söyledikten sonra yazımıza konu olan kuşların hangi kuş olduğunu daha iyi anlamışsınızdır. Gelin ebabil kuşlarının hayatına birlikte göz atalım.
Ebabil kuşları görünüş itibariyle kırlangıçlara benzer. Hatta birçok kişi ebabil kuşlarıyla kırlangıçları karıştırmaktadırlar. Ebabil kuşları yapısal olarak kırlangıçlardan daha itidir. Kanatları daha çatallı ve kuyrukları daha uzundur. Ayrıca kırlangıçlar uçarken kanat çırpar.
Ebabil kuşlarının temel özelliği ise kanat çırpmadan uçmalarıdır yani uçma işlemini süzülerek gerçekleştirirler. Ebabil kuşları çok nadir yere ayak basarlar. Eğer bir ebabil kuşunu yerde gördüyseniz ya yem yemek için yere inmiştir ya da kendisine bir yuva arıyordur. Ebabil kuşları yuva olarak yüksek binaların çatılarının köşe noktalarını seçer. Diğer kuşlara göre çok hızlı ve ürkektirler. Bir canlı kendilerinden ne kadar küçük olursa olsun her daim ondan kaçmaya çalışırlar. Bu özellikleri de kimi kuş severler tarafından bu kuşlara korkak kuş denilmesine neden olmuştur.
Ebabil kuşlarının ortalama yaşam süresi 20 yıldır. Herhangi bir hastalığa yakalanmama ve ya vurulmama durumda bu süre zarfında hayatlarını devam ettirebilirler. Ebabil kuşları çok keskin bir göz yapısına sahiptir. Gündüzleri onları uçarken havada görmek neredeyse imkansızdır. Çünkü çok yüksek uçup yiyecek ararlar.
Bazı kişiler ebabil kuşlarının uyku ihtiyacını bile gökyüzünde gerçekleştirdiğini söylemekte. Ancak bu durumun kanıtlanmış bir verisi bulunmamaktadır. Ebabil kuşlarına rastlamak istiyorsanız geceleri özellikle ilkbahar akşamlarında gelen kuş seslerini takip etmenizi tavsiye ederiz. (mukaddertoprak sorgu sitesi)]


4-) Termiyhim Bi hıcâretin min sicciyl;

Atıyorlardı onlara, kurumuş çamurdan taşlarını. (A.Hulusi)

4 - Atıyorlardı onlara «siccil» den taşlar. (Elmalı)


Termiyhim Bi hıcâretin min sicciyl onlar sicciyl den taşlar atıyorlardı, fırlatıyorlardı. Sicciyl; Taş kesilmiş balçık türü şeylerdir diye çevirebilirim. O zaman ayeti şöyle manalandırmalıyım; Onlar taş kesilmiş balçık türü tanımlanamayan cisimler veya tanımlanamayan şeyler atıyorlardı diye çevirmeliyim. Neden? Bi hıcâretin; bu bildiğimiz taş olsaydı eğer Bil hıcâra, “lam” ı tarifle marife gelirdi. Belirlilik takısıyla gelirdi. Bildiğimiz taş değil bunlar. Bi hıcâretin diyor, belirsiz, tanımlanamayan, yani taş türünden, ama tanımlanamayan şeyler. Demek ki bizim bildiğimiz cinsten değil bunlar.

Min sicciliyn; yine bu da belirsiz gelmiş. Yani sicciyl i sengiyl olarak Farsça aslından gelme bir kelime olarak okuyanlar da var. Aslında tesciyl den geliyorsa sicciyl, tesciyl mastarından üretilmişse güdümlü, adrese teslim manasına gelir. O da olabilir. Yine bu kelime eğer secl den türetilmişse, kova manasına gelir -ki Alusi bunu zikretmiş- kovalar dolusu, bakraçlar dolusu bela indiriyordu. Yani kova kova bela yağdırmak manasına gelir.

[Ek bilgi; Siccîl, dünya semasına da isim olarak verilmiştir. Ayrıca Cehennemde bir vadinin ismidir ve bu sebeple Cehennemin taşlarına da siccîl denilir. Cenab-ı Allah, kiremitten daha sert çamurdan pişmiş taşları (siccîl'i) kuşlara attırması neticesinde onların bedenlerinin delik deşik edilerek kırılıp serilişlerini "asf-ı me'kül" (yenmiş ekine) yani hayvanlar ve böcekler tarafından yenip çiğnenmiş, lime lime olup özleri çekilmiş ekin ve yapraklara benzetmiştir.(Besâiru-l Kurân-Ali Küçük)]

Lût kavminin helaki anlatılırken Hud/82. ayetinde sicciyl; Zariyat/33. ayeti ile karşılaştırdığımızda min dıyn ile aynı kelimeye, aynı manaya geldiğini görüyoruz. Hud/82 ile Zariyat/33. yan yana  koyduğumuzda birinde aynı kavmin sicciyl ile, diğerinde min dıyn, yani çamur, katılaşmış çamur ile. O zaman biz bunu yine taş türü, yani çamurdan yapılmış taş türü şeyler, tanımlanamayan şeyler diye çevirebiliriz. Her ne olursa olsun tanımlanamaması esas. Yani rabbimiz onları helâk etmiş.


5-) Fece'alehüm ke'asfin me'kûl;

Nihayet onları yenmiş ekin yaprağı gibi kıldı. (A.Hulusi)

5 - Derken kılıverdi onları bir yenik hasıl gibi. (Elmalı)


Fece'alehüm ke'asfin me'kûl ve Allah onları yenilmiş ekine, yenilmiş, biçilmiş, yeri de yakılmış hatta ekine çevirdi. Tarihçilerimiz ve kaynaklarımız ilk defa o bölgede çiçek hastalığının bu olaydan sonra görüldüğünü söyler. Ordu öylesine, daha saldıramadan dağılmış ki, ordunun içerisine salgın bir hastalık gibi veya ölümcül bir, sanki kıran girmiş derler ya böyle bir tabirimiz vardır ya Türkçede Kıran girme, kıran girmişti. Hatta Hz. Aişe; ben diyor filin seyisini Mekke’de kör bir halde, kör ve kötürüm, eli ayağı tutmaz, yürüyemez bir halde dilenirken gördüm diyor.

Demek ki o, o zamana kadar yaşamış. Ebrehe de zaten yine bu kıran sırasında hastalanıyor ve yolda ölüyor. Dolayısıyla bir şeyler oluyor. Ortada kesin olan sonuç bu ordu Kâbe ye saldıramadan kırılıyor.  Ta Yemen’den Mekke’ye geliyor, fakat Mekke’nin önünden Kâbe’ye gelemiyor, saldıramıyor.

Hatta çok ilginçtir Taif’ten birileri bu ordunun yolunu gösteriyorlar, yani rehberlik yapıyorlar. Taif’e saldırmasınlar diye onlara şirinlik gösterisinde bulunuyorlar ve birileri kendi bölgelerine ihanet etme pahasına kısa ve kestirme yolu onlara göstermek maksadıyla önlerine düşüp Mekke önlerine kadar getiriyorlar. Ve bu ordu kırıldıktan sonra o Taif’lilerin, yani Ebrehe’nin ordusuna yol gösteren Taif’lilerin mezarını müşrikler on yıllardan beri her yıl o günlerde taşlama merasimiyle taşlarlarmış.

Fakat ilginç, dün Ebrehe’nin Kâbe’ye yaptığını bugün kendileri Kâbe’nin inancını, itikadını, Kâbe’yi bina eden İbrahim peygamberin itikadını temsil eden Muhammed A.S. a yaparlar. Yani nasıl Ebrehe Kâbe’ye saldırmışsa onlarda peygambere saldırırlar. Bu sure aslında şunu söylüyor; Ebrehe Kâbe’yi nasıl yıkamadıysa siz de Muhammed’i öyle yıkamaz. Eğer bunda ısrar ederseniz sizi de yenilmiş ekine çevirir. Başınızda ki o fillerinize bakmaz, fil gibi reislerinize bakmaz hepinizi yenilmiş ekine çevirir. Allah’ın ordularının sayısını O’ndan başka kimse bilmez. İbret alın, ders alın manasına geliyor.

Sadece onlara mı? Hayır, hepimize, tüm çağların Ebrehe’lerine. Çağında kutsallara saldırı için harekete geçen, dokunulmaz şeylere, masum canlara -ki onlar kutsaldır-. Masum canlar, çocuklar, kadınlar yaşlılar, mabedler kutsaldır. İşte masum ve dokunulmaz olan şeylere saldırı için harekete geçen her çağın Ebrehe’leri, ordunuzun en önünde fillerde olsa, filler gibi hiç kimsenin tahrip edemeyeceği tanklar da olsa, uçaklar da, bombalarda olsa fark etmez. Allah’ın orduları vardır, eğer Allah’a savaş açarsanız sizinle baş eder ve yenilmiş ekine dönersiniz. Mesaj budur aslında. Bu mesajı alırsak bu sureyi gerçekten okumuş oluruz.


{ve ahıru da'vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn. (Yunus/10)}
Dualarının sonu da "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun." diye şükretmek olacaktır.(Elmalı)}