28 Ekim 2010 Perşembe

İslamoğlu Tef. Ders. BAKARA SURESİ (104–123) (8)


“euzübillahimineşşeytanirracim. 

"Bismillahirrahmanirrahim"
 

104 - Ya eyyühellezıne amenu la tekulu raına ve kulünzurna vesmeu* ve lil kafirıne azabün elım

Ey iman edenler! "râine" demeyin, "unzurna" deyin ve iyi dinleyin, kâfirler için elemli bir azap vardır.(elmalı)

Ey iman edenler, (Rasûlullah'a) "raina" değil (bizi gözet, bize dikkat et anlamında. Yahudiler raina kelimesini aksan ve vurgulama ile "ahmak" anlamına gelecek şekilde kullanıp hakaret ettikleri için bu uyarı yapılmıştı) "unzurna" deyin ve dinleyin. Kâfirler (hakikati inkâr edenler) için feci bir azap vardır. (A.Hulusi)

Ya eyyühellezıne amenu la tekulu raına ve kulünzurna vesmeu

Ey iman edenler iman iddianızda samimi iseniz eğer, raına demeyin, ünzurna deyin ve dinleyin. ve lil kafirıne azabün elım Zira hakikati inkar eden kimseleri çok acıklı bir azap bekliyor.

Sevgili dostlar, bakara 104 üncü ayetteki raina ifadesi üzerinde müfessirlerin çok çeşitli tartışmaları olmuş. Neden yasaklanıyor raina demek. Öncelikle raina’nın manası üzerinde durmak gerekiyor.

Raina; çıplak olarak; Bize bak, bizi gör, bizi dinle anlamına geliyor. Bazılarına göre raunet mastarından; hatalı insan, cahil insan, sık sık sözünde hata yapan insan anlamına kullanıldığı söyleniyor. Yine Tabiinden bazı kimseler raina’nın Medine halkı tarafından çok eskiden beri kullanılan argo bir söz olduğu söyleniyor. Yani Hoop..! bakar mısın..!, Ya da sen de bizi dinle, seni dinleyelim ama önce sen bizi dinle. Gör ki görelim, bak ki bakalım gibi kaba argo bir anlamı olduğu söyleniyor.

Yasaklanmasının sebebi ise öncelikle bu sözcüğün Medine de öteden beri kullanılan kaba bir sözcük olmasına bağlanabilir.

İkinci ihtimal; Medineli Yahudiler öteden beri alışkanlıkları olduğu üzere bazı kelimeleri bozuyorlar, tahrif ediyorlar ve karşılarındakine hakaret maksadıyla kullanıyorlardı. İşte bu kelimelerden biri de raina kelimesi idi. Raina kelimesini Bizi gör, bize bak manasına gelen bu kelimeyi, ayn harfini biraz aşağı doğru kırarak, dillerini bükerek; Raîyna; çobanımız anlamına getirerek söylüyorlardı. Bunu da peygambere hakaret etmek için kullanıyorlardı.

Yine müfessirlerin naklettiği bir ihtimal daha var, o da İsrail oğullarının lügatinde yani İbranice de buna benzer bir kelime, hakaret için, beddua için kullanılan bir kelime olduğu, bu kelimeyi çağrıştıran bir biçimde kullandıkları söyleniyor ki bizce bu doğru olmasa gerek. Çünkü Burada ey iman edenler diye başlıyor. Medineli müminler her halde kendi peygamberlerine Yahudilerin lisanında hakaret içeren, hakaret manasına gelen bir kelime ile hitap etmezler.

Ancak bizim tercihimiz burada özellikle Taberi’nin de tercih ettiği bu kelimenin; Bizi dinle ki dinleyelim, sen bizi dinle ki biz de seni dinleyelim anlamına geldiğini vurgulamak lazım. Ki bu anlamı bizce de tercih edilen anlamdır.

İşte bunu söylemek yasaklanıyor ve “unzurna” deyin deniliyor. Yani; Bakar mısın, lütfen bakar mısın. Ya da bizi gözet ya Resul Allah, bize tahammül et. Bizi koru, bizi kolla anlamına unzurna kelimesini kullanmaları isteniyor.

Bizce şu ya da bu Müslümanlardan istenilen şey, Yahudileşmemeleri, kelimeleri tahrif etmemeleri. Kelimelerle oynamamaları, tıpkı İsrail oğulları gibi. Çünkü İsrail oğullarının Yahudileştiği noktalardan biride kelimelerle oynamaları idi.

Hani hatırlayacaksınız daha önce de o ayeti tefsir etmiştik. Onlara Hıtta diyerek şehrin kapısından girin diye emredilmişti Allah tarafından, onlar bu kelimeyi değiştirdiler. Hıtta; Ya Rabbi bizi Affet, bizi bağışla anlamına geliyordu. Hıtta kelimesinin bir harfini değiştirdiler, Hınta dediler. Bu buğday, tahıl manasına geliyordu. Bize buğday ver demeye getirdiler. Bizi affet diyecekleri yerde. Onun için Yahudileşen İsrail oğulları kelimelerle oynamayı öteden beri yapıyordu. İşte bu ümmete de bu tavsiye ediliyor ve deniliyor ki;

- Ey..! Ümmet-i Muhammed siz de kelimeleri bağlamlarından koparmayın. Kelimeleri yerinden etmeyin. Kelimelerin hakiki manaları ile oynamayın ve Allah’a karşı laubali olmayın. Denilmek istenmektedir.

Tabii ki bununda arkasında yatan bir amaç daha var ki o da peygambere karşı saygılı davranmak.

- Ey ümmet, peygamberinize saygılı olun. Onun gönlünü incitecek kelimeler ve üslup kullanmayın. Unutmayın ki Peygamberiniz size çok saygılı. O’nun size gösterdiği saygıyı siz de ona gösterin. Ve yine unutmayın ki siz onun sayesinde hakikati buldunuz. Ebedi mesaja onun sayesinde kavuştunuz. O halde ona olan hürmetinizi, saygınızı esirgemeyin.

Denilmektedir. Ki bu ayetin arkasında yatan bu amaç o gün için de geçerlidir, bugün içinde geçerlidir. Ayetin modern muhatabı olan çağdaş Müminlere söylediği şey de budur.

- Ey Müminler peygamberinize karşı, onun hatırasına karşı, onun bıraktığı mirasa karşı hürmette kusur etmeyin. Saygısızlık yapmayın. Demektir.

Ayetin son cümlesi; ve lil kafirıne azabün elım Hakikati inkar edenler için korkunç, acıklı bir azap vardır. Ya da hakikati inkar edenleri acıklı bir azap bekliyor ifadesi aslında yukarı ile bağlantılı olarak anlaşılmalı. Bu bağlantı eğer peygamberimizle alay ederseniz, peygamberinize karşı hürmette kusur etmeye başlarsanız, onun getirdiği hakikatlere karşı laubali olursunuz. Peygamberimizin sünnetini eğer aşağılamaya başlarsanız, Peygamberin getirdiği mesajı da aşağılamaya başlarsanız. Çünkü bir zarfın değeri içindeki mazruftandır. Yani bir kap değerini içindeki şeyden alır.

İnsanın bedenini değerli kılan şey, o bedenin taşıdığı ruhtur.

Kur’an ın kağıtlarını değerli kılan şey o kağıtların taşıdığı ilahi kelamdır. Onun için peygamberinize verdiğiniz değer, peygamberinizin misyonundan kaynaklanıyor. Onun değerini küçümsemeye başlarsanız bir gün bu küçümseme, misyonunu da küçümsemeyi getirir. O noktaya gelirsiniz ki peygamberinizin getirdiği mesajı da küçümsemeye başlarsınız.

İşte bunu yapmayın. Bunu yaparsanız hakikati inkar etmiş olursunuz. Sonuçta küfre varmış olursunuz. Peygamberinize karşı laubalilik sizi en sonunda getirip küfrün kapısına dayar. Onun için de siz Ta..! önceden bu kapıyı kapatınız denilmektedir.

105 - Ma yeveddüllezıne keferu min ehlil kitabi ve lel müşrikıne ey yünezzele aleyküm min hayrim mir rabbiküm* vallahü yehtessu bi rahmetihı mey yeşa'* vallahü zül fadlil azıym

Ne Kitap ehlinden, ne de müşriklerden hiçbiri, size Rabbinizden bir hayır indirilsin istemez. Allah ise, üstünlüğü, rahmetiyle dilediğine mahsus kılar ve Allah çok büyük lütuf sahibidir.(Elmalı)

Ehli Kitaptan olan kâfirler de (hakikati inkâr edenler), müşrikler de (benliklerini ya da dışsal objeleri şirk koşanlar) size Rabbinizden bir hayır inzâl olmasını istemezler. Allâh dilediğine has kılar rahmetini, onun hakikatinden! Allâh, Zül Fazlıl Aziym'dir. (A.Hulusi)

Ma yeveddüllezıne keferu min ehlil kitabi ve lel müşrikıne ey yünezzele aleyküm min hayrim mir rabbiküm Önceki vahyin muhataplarından küfre saplanan kimseler ve Allah’tan başkasına ilahlık yakıştıran kimseler, sizin üzerinize Rabbinizden bir hayrın inmesini istemezler.

Burada ne sizden önce kendilerine vahiy verilen kitap ehli, ne de sizden önce kendisine vahiy verilmeyen müşrikler size bir hayır, Allah’tan bir mesaj gelmesini istemezler.

Burada özellikle vurgulanan şey şu; Ehlikitap Yahudi ve Hıristiyanların size daha yakın davranmalarını bekliyorsunuz ey miminler. Çünkü daha önce de onlara vahiy indiğini biliyorsunuz. Onların kitaplarını ve peygamberlerini onaylıyorsunuz ve siz de onlardan size indirilen mesajı ve sizin peygamberinizi onaylamalarını haklı olarak bekliyorsunuz. Bundan dolayı da onların tavrıyla, müşrikleri, Allah’tan başkasına ilahlık yakıştıranların tavrı arasında derin bir fark olmasını arzu ediyorsunuz. Lakin durum sizin sandığınız gibi değil. Aslında onlar ve diğerleri, Müşriklerle kendilerine daha önce vahiy verilenler arasında temelde bir farklılık yok. Çünkü davranışları aynı. Çünkü her ikisi de size mesaj, ilahi kelam gelmesini istemiyor. Onlar bu nokta da birleşiyorlar. Onları birleştiren şey ise daha sonra gelecek.

vallahü yehtessu bi rahmetihı mey yeşa' Lakin Allah Rahmetini dilediği kimseye, dilediği zümreye has kılar, indirir.

vallahü zül fadlil azıym Allah muazzam bir fazilet sahibidir. Lütuf sahibidir. İhsan sahibidir.

Burada ifade edilen öncelikle bir Hayr kavramı var, bir de Rahmet kavramı var. Bu iki kavram vahye işarettir. Vahiy nedir diye sorarsanız Kur’an a; Vahiy insanlık için bir şefkat ve merhamet ifadesidir. İnsanlık için bir hayırdır. Bir rahmettir. Diyor. Niçin? Eğer Allah insanlığa şefkat ve merhamet etmeseydi vahiy göndermezdi. Vahyi göndermeseydi eğer insanın Allah’a diyeceği de bir şey olmazdı, çünkü Allah İnsana vahiyden önce aklı, vicdanı, fıtratı vermiş.

Bütün bunlar aslında doğruyu yanlıştan ayırmak için yeterli. Ve bütün bunları verdikten sonra Allah vahyi göndermeden de, artık ben yapacağımı yaptım. Doğruyu bulun, yanlışa gitmeyin diyebilirdi. Ama vahiy bu üç nimetin üç doğal vahyin üzerine, ekstradan bir rahmettir. Bir bağıştır. Bir lütuftur. Bir in’an ve ihsandır. Allah kullarına olan sevgisini, acımasını, şefkatini dördüncü olarak bir de vahiy biçiminde indirdi.

Bu insanlar için hayırdır. Hem de mahza hayırdır. Çünkü eğer insan Allah’ın gönderdiği mesaja uyarsa ebedi saadeti, bitimsiz mutluluğu yakalayacaktır. Onun için hayırdır.

106 - Ma nensah min ayetin ev nünsiha ne'ti bi hayrim minha ev misliha* e lem ta'lem ennellahe ala külli şey'in kadır.

Biz bir âyetten her neyi neshe der veya unutturursak, ondan daha hayırlısını yahut mislini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kâdirdir. (elmalı)

Biz bir âyet hükmünü nesih (iptal) eder ya da unutturursak, ondan daha hayırlısını veya benzerini getiririz. Bilmez misin , Allâh kesinlikle her şeye Kaadir'dir. (A.Hulusi)

Ma nensah min ayetin ev nünsiha ne'ti bi hayrim minha ev misliha Biz yerine bir benzerini, ya da daha hayırlısını getirmedikçe,bir ayeti ortadan kaldırmayız.

Bu ayet Bakara suresinin 106. ayeti, nesh ayeti diye meşhur olmuştur. Ayette geçen nünsiha kelimesi neshe delalet eder.

Nesh nedir sorusuna, Nesh kelimesinin lügat anlamı ile cevap verelim; Yok etmek. Gidermek, nakletmek, yazmak, istinsak etmek, bir yazıyı bir yerden bir başka yere geçirmek anlamlarına gelir. Nesh’in şer’i anlamı, şer’i bir hükmü, bir başka şer’i delille ortadan kaldırmak. Şer’i bir hükmün, bir başka şer’i delille ortadan kaldırılmasına nesh denir usulde. Ortadan kaldıran şer’i hükme nasih, ortadan kaldırılan şer’i delile mensuh, bu işleme de nesh adı verilir.

2. nesilden Hasan Basri, Katade, Rebi ve daha birçok alime göre nesh, Kur’an dan bazı ayetlerin tamamen unutturulması ve ortadan kaldırılması anlamına gelir. Yine başka bazılarına göre nesh; istinsah anlamı ile levh-i mahfuzdan, korunmuş levhalardan yani ana bilgisayardan Kur’an vahyinin yeryüzüne, peygamberin kalbine indirilmesine nesh demişlerdir.

Ancak daha sonraki gelen alimler Nesh kavramını daha da genişletmişler, neshin alanını çok daha genişleterek bu alana Kur’an ın içinde yer alan birçok ayeti de sokmuşlardır. Onlara göre 3 türlü nesh vardır:

1 – Metni baki, hükmü mensuh.

2 – Metni mensuh, hükmü baki.

3 – Metni de hükmü de mensuh.
Yani geçersiz kılınmış kaldırılmış. Bu 3. tip neshin daha önce de Hasan Basri ve arkadaşlarının görüşü olduğunu söyledik. Yani Kur’an dan tamamen indirilen bir ayetin tamamen unutturulması biçiminde gerçekleşen nesh. Ki Hz. Enes bin Malik’ten Buharinin naklettiği bir rivayette Bi’ri Maune faciası sırasında 70 kişinin katledildiği, pusu kurularak katledildiği o büyük facia sırasında, Allah birçok ayet indirdi, ama daha sonra o ayetleri kaldırdı nesh etti ve unutturdu denilir hadiste.

Daha başka delilleri de var. Dolayısıyla böyle bir neshin mümkün olabileceğini bize kadar gelen rivayetlerden de anlıyoruz. Ancak metni mensuh, hükmü baki ye kayıtlarımızda sahih bir delil göremiyoruz. Yani Hükmü kalmış ama, metni Kur’an dan alınmış, kaldırılmış.

Bunu Recm hadisesi örnek gösterilerek Recm ayeti diye bir delil gösterilir ki eş şeyhu veşşehatu iza zenaya saricuhuma elbette ve kalem min Allah diye bir cümlenin, Kur’an dan daha önce bir ayet olduğu halde daha sonradan kaldırıldığı söylenir.

Tabii ki bunun savunulacak hiçbir tarafı yoktur. Çünkü öncelikle Kur’an dan olup ta kaldırılmasının ve hükm ünün de baki kalmasının açıklaması yoktur. Açıklaması mümkün değildir. Böyle bir neshi savunan insanlar Kur’an dan 300 e yakın, hatta bazıları 400 e yakın ayeti hem de hukuk bildiren, amel içeren, yani Kur’anın muamelatla ilgili ayetlerini geçersiz addetmişlerdir. Hükmü geçersiz olarak addetmişledir. Ve nesh edilmiş ayetlerin sayısı konusunda böyle bir nesh teorisine inanan alimlerin hiç birinin ittifakı yoktur. Kimine göre 215, Kimine göre 250, kimine göre 280, kimine göre 160, kimine göre 20, kimine göre 2 ayet nesh edilmiştir. İşin garibi Peygamber AS. dan şu ayetin hükmü kalkmıştır diye hiçbir rivayet gelmemiştir. İşte onun için böyle bir nesh anlayışı, böyle bir nesh teorisi kesinlikle savunulamaz bir teoridir:

Bu nokta da neshi örneğin Kadı İbn. Arabi’ye göre Bakara suresinin 216. ayeti kendisinden önceki affı, barışı, hoş görüyü emreden 100 ayeti geçersiz kıldığını söyler. Çünkü bakara/216 savaşı emretmektedir. Savaşı emreden bu ayet, kendisinden önce barışı, affı, hoş görüyü, diyalogu emreden 100 ü aşkın ayeti geçersiz kılmış onların hükmünü tümden iptal etmiştir der.

Yine aynı kişiye göre Tevbe/5 ayetindeki Haram ayları çıktığı zaman anlamına gelen küçücük bir cümlecik kendisinden önce ve sonra gelen tam 114 ayeti nesh etmiştir. Tabii ki böyle bir anlayışın kabul edilmesi mümkün değildir. Savunulması da mümkün değildir. Kur’an da eğer bir ayet yer alıyorsa o ayetin hükmünün uygulanabileceği mutlaka bir zaman ve zemin vardır.

Niçin o halde ulemadan bazıları böyle bir nesh teorisini savunmak zorunda kalmışlar. Bu soruya verilecek cevap Kur’an dan kendilerince çelişki gibi gördükleri ayetleri açıklamakta zorlandıkları için bu yönteme başvurmuşlardır.

Oysa ki biz bu ayetleri açıklamakta zorlandık, bize çelişki gibi gözüktü. Ama bizden sonrakiler açıklayabilir de diyebilirler di. Ya da bizden öncekiler bu ayet için ya da bu ayetler için böyle bir şeye tevessül etmemişler. Biz de edemeyiz diyebilirlerdi. Ve daha ötesi böyle yapmak yerine Kur’an dan yüzlerce ayetin hükmünü geçersiz saymak yerine tedrîc ilkesini yerleştirebilirlerdi.

Nedir Tedrîc ilkesi; Kur’an da her ayetin hükmünün uygulanabileceği belli bir zaman ve zemin olduğuna inanmak, aşamalılık. Eğer İslamî hükümlerin bir toplumda yerleşmesinde aşamalılık ilkesini kabul etselerdi bu ayetlerin bir çoğu için böyle düşünmeyeceklerdi. Kaldı ki birinin çelişki gördüğü iki ayet arasında bir başkası hiçbir çelişki görmeyebilir. Ki gerçekten de Kur’an da çelişki olmadığını Kur’an ın kendisi söylemektedir.

Bugün dikkatli bakıldığında hiçbir ayetin diğeriyle çelişmediğini, aksine Allah’ın bir toplumu sıfır seviyesinden alıp terbiye ederek yüceltirken kullandığı bir üslup olduğunu, bunun da aşama aşama terbiye üslubu demeye gelen tedricilik olduğunu açık seçik görüyoruz. Bunu gördükten sonra böylesine savunulması mümkün olmayan bir nesh anlayışını devam ettirmenin gerçekten Kur’an a yapılmış bir hakaret olacağını da düşünüyoruz.

Onun için Kur’an da zaten topu topu 500 olan ahkam ayetinin 300 ünü siz geçersiz sayarsanız Kur’an dan geriye ahkam olarak, hüküm olarak yaşanacak ayetler olarak ne kalır. İşte bu anlamda Bu ayeti değerlendirecek olursak; Bu ayeti, hiçbir zaman Kur’an da metni yer aldığı halde hükmü geçersiz olan nesh manasına bir delil olarak alamayız. Çünkü bu ayetin içinde yer aldığı pasaj, Yahudilerden söz etmektedir. Ve burada ki nesh’de şeriatlar arası nesh dir. Yani burada açık ve seçik bir biçimde Kur’an şunu demektedir.

- Ey kendisine daha önce kitap verilmiş olanlar. Allah bu son indirdiği vahiyde sizdekileri, size gönderdiği vahyin içeriğini de topladı ve öncekilerin tümünü geçersiz kıldı. Onun için siz, size indirilen vahye uymak istiyorsanız, yine buna uymanız lazım. Çünkü bu Size indirilen vahyin özünü de barındırmaktadır. Aynı yerden inmiştir ve kendisinden evvelkilerin tüm meziyetlerini, tahrif olmamış, sağlam olan yerlerini içine almış ve kendisinden evvelkileri geçersiz addetmiştir. Kılmıştır manasına gelir.

e lem ta'lem ennellahe ala külli şey'in kadır İşte bu bölümde bu söylediğimiz açıklamaya, bu yaptığımız tefsire uygun bir cümledir.
Bilmiyor musun Allah her şeyi yapmaya kadirdir. Allah’ın her şeye gücünün yettiğini bilmiyor musun. Yani daha önceki şeriatları neshedip daha mükemmel bir şeriatı getirmeye, daha mükemmel bir mesajı indirmeye gücünün yeteceğini bilmiyor musun anlamına gelir.

107 - E lem ta'lem ennellahe lehu mülküs semavati vel ard* ve ma leküm min dunillahi miv veliyyiv ve la nasıyr

Bilmez misin ki, hakikaten göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır, hepsi O'nundur. Size de Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.(elmalı)
Bilmez misin, semâlar ve arz (şuur ve madde-beden boyutu) Allâh'ın mülküdür (her an dilediği gibi tasarruf etmektedir, tamamında)... Sizin için Allâh dûnunda ne bir dost ne de bir yardımcı olmaz! (A.Hulusi)
E lem ta'lem ennellahe lehu mülküs semavati vel ard, ve yine sen bilmez misin ki Allah, göklerin de yerinde sahibidir. Hakimidir. Göklerin ve yerin hakimiyeti ve otoritesi Allah’a aittir.
Buradaki mülk, özellikle hakimiyet anlamına gelir. Melik, malik aynı kökten gelen kelimelerdir. Otorite demektir. Malik olan Allah, mülkünde otorite sahibidir. Mülk hem üzerinde otorite kurulan şeye denir, hem de o şey üzerinde otorite kurmaya denir. Biz Kur’an dan bazı ayetleri mülkün bu manasıyla hatırlıyoruz. Örneğin kıyametten bir sahne verilirken. li menil mülkül yevm, bugün mülk yani hakimiyet kimindir denilir. Otorite kimindir denilir ve cevap yine Allah tarafından verilir. Lillahil vahid il kahhar (İbrahim/48) çok kahredici olan, tek olan Allah’a aittir bugün hakimiyet.
İşte bu ayette de kullanıldığı gibi mülk hakimiyet manasına kullanılıyor, ancak yukarıdaki ayetle bağlantısı ilginçtir. Bu bağlantı da şudur;
- Ey kitap verilenler, siz son mesaja inanmamakta direnirken bir gerekçe gösteriyorsunuz ve diyorsunuz ki; biz bize indirilene inanırız. Bize de bir mesaj indirilmişti eğer ille de bir mesaja inanacak olsaydık, kendi kitabımıza inanırdık. Niye size indirilene inanalım. Diye inanmamakta diretiyor ve bir de böyle gerekçe ileri sürüyorsunuz.

Ve diyorsunuz ki; Allah bize indirdiğini niçin nesh etsin. Nesh olur mu? Olur mu daha önce indirdiğini ortadan kaldırması, yakışıyor mu diyorsunuz. Ama görmüyor musunuz ey kitap ehli kainatta nesh var. Bir nesil gidiyor, bir başka nesil geliyor. Gelen nesil giden nesli nesh ediyor, siliyor.

Görmüyor musunuz ey kitap ehli, göğe bakmıyor musunuz gece gündüzü, gündüz geceyi nesh ediyor. Yıldızlar kayıyor, ve yeni yıldızlar doğuyor, yıldızlar yıldızları nesh ediyor.

Bakmıyor musunuz yer yüzüne ey kitap ehli, kış güzü, bahar kışı, yaz baharı ve kış yazı nesh ediyor.

Görmüyor musunuz ey kitap ehli, bakmıyor musunuz sıcak soğuğu, soğuk sıcağı nesh ediyor.

Ve yine görmüyor musunuz ey Yahudileşen İsrail oğulları, Allah size verdiği görevi sizden alıyor, İsrail oğullarını nesh ediyor ve yeni bir ümmet getiriyor sizin yerinize. Ümmet i Muhammed’i.

İşte bunu görmüyor musunuz anlamına geliyor göklere ve yerin otoritesine dikkat çekişi de aslında budur.

ve ma leküm min dunillahi miv veliyyiv ve la nasıyr Sizin için Allah’tan başka ne bir yar, ne de yardımcı var. Allah’tan başka yar ve yardımcı arıyorsanız eğer bulamayacaksınız. Hiç biri size yar olmayacak. Eğer Allah’ın getirdiği son mesaja tutunmazsanız, yapışmazsanız ve hala inanmamakta direnirseniz, Allah’ı kendinize yar ve yardımcı bulamayacaksınız.

Bunun termih ettiği, gönderme yaptığı bir ayet var. O ayette şöyle derler Yahudiler, onların bir iddiasının naklidir ayet. nahnü ebnaüllahi ve ehıbbaüh (maide/18) Biz Allah’ın oğulları ve dostlarıyız. Derler. Böyle bir iddiaları var. Çirkin bir iddia bu. İşte onların bu iddialarına bir göndermedir. Siz Allah’ın indirdiği mesaja direneceksiniz, hala Allah bizim dostumuzdur diyeceksiniz öyle mi? Yar ve yardımcı olmayacaktır Allah size. Denilmek isteniyor.

108 - Em türıdune en tes'elu rasuleküm kema süile musa min kabl* ve mey yetebeddelil küfra bil ımani fe kad dalle sevaes sebil.

Yoksa siz peygamberinizi, bundan önce Musa'ya sorulduğu gibi, sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Halbuki her kim imanı küfürle değiştirirse artık düz yolun ortasında sapıtmış olur. (elmalı)

Yoksa siz de, önceden Musa'nın sorgulandığı gibi Rasûlünüzü sorguya mı çekmek istiyorsunuz? Kim hakikatindekine imanı küfür ile (inkâr ile) değiştirirse, yolun doğrusunu yitirmiş olur! (A.Hulusi)

Em türıdune en tes'elu rasuleküm kema süile musa min kabl.
Şimdi hitap anında müminlere döndü. Ümmet i Muhammed’e döndü. Bu ayetin ilk muhatabı olan müminlere ve modern muhatabı olan müminlere, hepsine birden şöyle deniliyor.;

Yoksa siz daha önce, sizden önce Musa’dan istendiği gibi sizde kendi elçinizden, kendi peygamberinizden onların istediği şeyler gibi şeyler mi istiyorsunuz…!

Çok ilginç bir ifade. Yani burada açıkça şu deniliyor:

- Ey Ümmet’i Muhammed, Ümme’i Musa bazı tavırlar yüzünden Yahudileşti. Siz de onlar gibi davranıp Yahudileşecek misiniz?

Onlar ne istemişti hemen hatırlayalım. Daha önce biz tefsirini yapmıştık. Tefsirini yaptığımız Bakara suresinin 55. ayetinde ne istiyorlardı?

Ve iz kultüm ya musa len nü'mine leke hatta nerallahe cehraten Ey Musa, sen Allah’ı bize açıkça gösterinceye, biz Allah’ı açıkça görünceye kadar inanmayacağız sana. Diyorlardı. Öyle demişlerdi. Öyle bir istekte bulunmuşlardı.

Yine Bakara suresinin 61. ayetinde, tefsir etmiştik; Soğan sarımsak istemişlerdi hatırlayacaksınız. ya musa len nasbira ala taamiv vahıdin Biz bir tek yiyecekle yetinemeyeceğiz, sabredemeyeceğiz. Yani Allah bize hiçbir çaba göstermeden men ve selva verdi. Ama biz adeta nimetten bıktık, biz belamızı arıyoruz. Biz Firavunumuzu arıyoruz ey Musa. Biz özgürlükten usandık, bize soğan sarımsak ver deyince Musa ne demişti; ihbitu mısran fe inne leküm ma seeltüm denir Mırsan, mırsan değil istediğiniz orada var. Eğer firavunun emri altında köle gibi ezilerek horlanarak yaşamaya razıysanız, özgürlüğünüzü verin, soğanı sarımsağı alın demişti.

İşte burada bu hatırlatılıyor. Bunun hatırlatılmasına neden gerek duyuluyor diye bir soru gelebilir akla. Müslümanlarda böyle bir talepte mi bulundular ki Hz. peygamberden böyle bir ilişki kuruluyor ayette. Ve hemen Yahudileşen İsrail oğullarının kendi peygamberleri Hz. Musa’ya karşı yaptıkları bu tavır hemen hatırlatılıyor diye akla gelebilir.

Evet daha sonrada olsa bize kadar gelen rivayetlerden bu ümmetin ilk neslinin içerisinden bazılarının bu gibi tavırlar gösterdiğini görüyoruz. Örneğin Hayber seferi sırasında müminler içinden bazı kimseler Hayber’de Zatu envat diye bir ağaç görüyorlar. Bölgenin müşrikleri bu ağaca kılıçlarını asarlar ve bu ağaçtan uğur dilenirlermiş. Kılıçlarını bu ağaca asınca kendilerine uğur getireceğini zannederler ve savaşa bu ağaca kılıcını önce asar ondan sonra giderlermiş kılıcı alıp, bana uğur getirecek ve savaşta galip geleceğim, ölmeyeceğim diye.

Peygamberden bu ağacı gören bazı cahiller, İslam ordusu içindeki cahiller diyorlar ki; Onların bir Zatu envat’ ı var, bize de böyle bir Zatu envat ağacı bulsana, peydah etsene, yapsana diyorlar. İşte ki Tirmizi naklediyor bunu, Peygamberimiz bu gibi tavırları gördükten sonra aynen şöyle buyuruyor. Müslim’in naklettiği bir hadis letted be anneshu ellezine min gablikum hazven bin naas. Siz sizden önceki kitap verilen, sizden önce vahiy gönderilen toplumların yoluna adım adım, karış karış uyacaksınız, onları izleyeceksiniz. Velev dehalu hucura rabbin, eğer onlar bir sürüngenin deliğine girmek isteseler, girseler siz de onları taklit etmek için tıpkı onlar gibi bir sürüngen deliğine girmek isteyeceksiniz, gireceksiniz.

Peygamberin bu endişesi aslında bu ümmetin Yahudileşme tehlikesine dikkat çekmek içindi.

- Ey Ümmet- i Muhammed, siz de sizden önce kendisine vahiy adlı mutluluğu insanlığa taşıma görevi verilen İsrail oğulları gibi Yahudileşmeyin. Eğer onlar gibi davranırsanız, Allah sizin sonunuzu da onlara benzetir. Onlar gibi olursunuz. Denilmek isteniyordu aslında.

Buradaki uyarı da budur. Ki ayetin devamı daha ilginç;

ve mey yetebeddelil küfra bil ımani fe kad dalle sevaes sebil

Kim inkarı iman ile değiştirirse, tebdil ederse fe kad dalle sevaes sebil Hiç kuşkunuz olmasın ki o kimse dosdoğru yoldan sapmıştır. İmanı inkar ile takas etmektir. Hakikati yalan ile takas etmek.

Aslında hissediyorsunuz değil mi? Burada da nesh’e bir gönderme var. Allah ya aynısını, ya da daha iyisini getiriyor nesh ederken. Allah böyle nesh ediyor, ama siz ne yapıyorsunuz? Ey yoldan çıkanlar siz de kendinizce bir nesh yapıyorsunuz, ama sizin nesh iniz tam tersine gerçekleşiyor. Siz imanı siliyorsunuz, yerine inkarı getiriyorsunuz. Siz gerçeği siliyorsunuz yerine yalanı getiriyorsunuz. Siz hakikati siliyorsunuz yerine batılı getiriyorsunuz. Siz de bir nesh yapıyorsunuz. Ama sizin neshiniz daha şerli bir nesh. Hayırlıyı götürüp yerine şerri getirmek biçiminde tezahür ediyor. Hakkı silip yerine batılı getirmek biçiminde. Işığı yok edip, karanlığa kapı açma biçiminde, ortalığı karanlıkta bırakma biçiminde gerçekleşiyor sizin neshiniz denilmek isteniyor.

109 - Vedde kesırum min ehlil kitabi lev yerudduneküm mim ba'di ımaniküm küffara* hasedem min ındi enfüsihim mim ba'di ma tebeyyene lehümül hakk* fa'fu vasfehu hatta ye'tiyellahü bi emrih* innellahe ala külli şey'in kadır

Ehl-i kitaptan birçoğu arzu etmektedir ki, sizi imanınızdan sonra çevirip kâfir etsinler: Hak kendilerine iyice belirdikten sonra bile sırf nefsaniyetlerinden ve kıskançlıktan dolayı bunu yaparlar. Buna rağmen siz şimdi af ile, hoşgörüyle davranın tâ Allah emrini verinceye kadar. Şüphe yok ki Allah her şeye kâdirdir.(elmalı)

Ehli Kitaptan (hakikat bilgisi verilmiş olanlardan) birçoğu, Hak kendilerince apaçık fark edilmesine rağmen, sırf hasetlerinden dolayı sizi imandan küfre döndürmek ister. Allâh hükmü sizde açığa çıkana kadar kusurlarına bakmayın, anlayış gösterin. Muhakkak ki Allâh her şeye Kaadir'dir. (A.Hulusi)

Vedde kesırum min ehlil kitabi lev yerudduneküm mim ba'di ımaniküm küffara Daha önce kendilerine ilahi mesaj gönderilmiş olanlardan bir çoğu ister ki; İmanlarınızdan sonra sizi gerisin geri küfre döndürsünler. Yani daha önce kendilerine tıpkı sizin gibi ilahi mesaj verilmiş olanlar, sizi iman ettikten sonra küfre döndürmek isterler. Bunu arzu ederler.

Aslında niçin bunu arzu ederler? Çünkü biz olamadık, siz de olmayın. Bana yar olmayan Allah’ın vahyi, size de yar olmasın demeye getirirler. Kendileri Hak’ta sebat etmedikleri için, sizin de Hak’ta sebat etmenizi istemezler. Çünkü o zaman siz onları geçmiş olursunuz. Hasetleri buna elvermez. Yani ne kendileri Hak’ka gelirler, ne de sizin Hak’ta sebat etmenizi isterler. Aksine sizin kendilerinden önde olmanızı istemedikleri için sizi de batıla düşürmeye çalışırlar. Kendileri Hak’ka gelmeye çalışacakları yerde.

Niçin yaparlar bunu? Geldi;

hasedem min ındi enfüsihim mim ba'di ma tebeyyene lehümül hakk Kendilerine gerçek, hakikat apaçık belli olduktan sonra, benliklerinden kaynaklanan bir hasetten dolayı böyle yaparlar. Hasetliklerinden böyle yaparlar. Çünkü nefisleri haset kaynamaktadır. İçleri haset doludur.

Haset üzerinde kısaca durmak isterim. Hasetçinin hasedi, haset ettiği kimseye duadır, kendisine bedduadır. Çünkü haset eden aynı zamanda Allah’a hakaret etmiş demektir. Niçin mi? Çünkü;

- Ya rabbi sen lutfunu kime vereceğini bilmiyorsun. Demiştir hasetçi.

Her hasetçi aslında hasediyle bunu söylemiş olur. Eğer Allah’ın verdiği bir nimeti kıskanırsa biri, bununla şöyle demiş oluyor;

- Ey Allah’ım sen nimeti kime vereceğini bilmiyorsun. Demiş olur Haşa.

Aslında haset eden Allah’a hakaret etmiş olur. Allah’ı, nimet vereceği kişiyi seçememekle, bilememekle suçlamış olur. Onun için de hasetçinin hasedi, haset edilene dua, kendisine ise beddua yerine geçer.

fa'fu vasfehu hatta ye'tiyellahü bi emrih Onları bağışlayın, onları hoş görün. Allah’ın onlar hakkındaki hükmü size gelinceye dek.

innellahe ala külli şey'in kadır İyi bilin ki, hiç kuşkunuz olmasın ki Allah her bir şeyi yapmaya kâdirdir.

Burada özellikle Yahudilerin akıbeti vurgulanıyor. Allah’ın hükmü gelinceye kadar.

Müminler uyarılıyor. Allah Müminlere;

- Siz onları hoş görün. Nefsinize uyup siz de onlara, onların yaptığını yapmayın. Onlar şu anda öz benliklerinin tutkunu ve esiri oldular. Size karşı gözleri karardı. Size karşı nefisleriyle ve şeytanlarıyla davranıyorlar. Siz de onlara kendi benliğinize uyarak bir şey yapmaya kalkmayın. Bu konuda sizi bırakın Allah savunsun. Siz kendinizi savunmayın. Çünkü onlar size değil Allah’a düşmanlık yapmış oluyorlar bu tavırlarıyla. Siz de aradan çekilin, onları Allah’la baş başa bırakın, onlar hakkındaki hükmü siz vermeyin, Allah versin ve verdi.

Medine’de 3 Yahudi boyu vardı. Bu 3 Yahudi boyundan Kaynuka oğulları, Nadir oğulları ve Kureyze oğulları. Kaynuka oğulları çok geçmeden, hemen hicretin ilk yıllarında, 3. yılında, Müslüman bir hanımın baş örtüsüne hakaret ettikleri saldırdıkları için oradan geçmekte olan bir Müslüman olaya müdahale etti ve Müslüman kadının örtüsüne saldıran o Yahudi’yi cezalandırdı, öldürdü. Onun üzerine oradaki Yahudiler o Müslüman erkeği linç ettiler. Ve işte bunun üzerine Hz. Peygamber onlara karşı savaş açtı, çünkü sözleşme vardı.

Medine sözleşmesi saldırmazlık anlaşmasıydı. 3 Yahudi toplumu arasında da Müslümanlarla bir saldırmazlık anlaşması imzalanmıştı. Onlar bu anlaşmayı böylece ihlal etmiş oldular. Çiğnediler. Onun için Resulallah üzerlerine yürüdü, 15 günlük bir kuşatmadan sonra onların göç etmelerine izin verdi, bundan daha fazla cezalandırmadı onları.

2. Kabile Nadir oğulları Resulallah’a suikast yapmak istediler. Resulallah’ı bir gün kendi oymaklarında otururken damdan tepesine değirmen taşı bırakarak öldürmek istediler. Ve bu durum Resulallah’a haber verilince, Resulallah onları da kuşattı, anlaşmaya ihanet eden bu topluluğun da göç etmesine izin verdi.

En son ihanet edenleri Kureyze oğulları oldu. Onlar Hendek savaşında, Müminlerin ölüm kalım savaşında, Müminlerin en sıkıştığı anda Mekke müşrikleri tarafından kuşatıldığı bir anda arkadan hançerlediler. Ancak Allah onlara fırsat vermedi. Savaş bittikten sonra peygamber, onları kendi kanunlarıyla cezalandırmak, kendi yasalarıyla cezalandırmak için Tevrat’ta yazılan cezanın uygulanması maksadıyla onların müttefiki olan Müslüman Saad ibn. Ubâde’yi seçti. Ve Hz. Saad onlarla karşılıklı görüşüp kendi cezalarının kendi dinlerinde ne olduğunu tespit ettikten sonra kendi cezaları verildi ve anlaşmaya ihanet edenler kılıçtan geçirildi. Yani Allah onlar hakkındaki hükmü işte böyle verdi.

Nasıl verdi? İhanetlerinin önünü açarak. Ama onlar ihanet etmeden Resulallah onlara hiç bir şey yapmadı. Hiç ceza vermedi ve dokunmadı bile. Ama Allah onları yanılttı, onların ihanetlerinin önünü açtı ve böylece Allah’ın hükmünün ne olduğunu da öğrenmiş olduk.

110 - Ve ekıymus salate ve atüz zekah* ve ma tükaddimu li füsiküm min hayrin teciduhü ındellah* innellahe bi ma ta'melune besıyr

Siz namazı hakkıyle kılmaya bakın ve zekatı verin! Kendi nefsiniz için her ne hayır yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Muhakkak ki, Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir. (elmalı)

Siz salâtı ikame edin (Allâh'a yönelişinizi zâhiren ve bâtınen hakkıyla yapın) ve zekâtı verin (Allâh'ın size ihsanından bir kısmını karşılıksız paylaşın ihtiyacı olanlara)... Ne hayır yaparsanız, Allâh indînde (beyninizin derunundaki Esmâ hakikati boyutunda) onu bulursunuz... Muhakkak ki Allâh (varlığınızı oluşturan Esmâ'sıyla) Basıyr'dir yaptıklarınıza. (A.Hulusi)

Ve ekıymus salate ve atüz zekah Namazı istikametle kılın. Arınmak için vermeniz gereken karşılıksız yardımı da yapın.

Namaz ve zekat Kur’an ın bir çok yerinde burada olduğu gibi yan yana anılır. Daha önce de bir ayet münasebetiyle tefsir etmiştim, Namaz; İnsanın Allah’la olan münasebetini, Zekat; insanın toplumla olan münasebetini tespit eder, temsil eder. Onun için namaz ve zekat yan yana anılır. Yani her mümin şahsiyete Allah’la olan ilişkini namazla, toplumla olan ilişkini zekatla düzenle ve düzelt denilmiş olunur.

Yine aynı zamanda her mümine şu mesaj verilmiş olunur; Allah’la olan ilişkini güçlendirmek için namaz ibadetine sarıl, toplumla olan ilişkini güçlendirmek için zekat ibadetine sarıl. İşte bu iki ibadetin yan yana gelmesinin hikmeti veya hikmetlerinden biridir bu.

ve ma tükaddimu li füsiküm min hayrin teciduhü ındellah Kendiniz için Allah’a ne takdim ederseniz, ne hayr ederseniz Allah katında onun aynısını bulursunuz.

innellahe bi ma ta'melune besıyr Hiç şüpheniz olması ki Allah yaptığınız her bir şeyi derinliğiyle ve tümüyle görmektedir.

Burada söylenmek istenen şey açık; ve ma tükaddimu li füsiküm min hayr Kendiniz için ne hayır yaparsanız. Yani bunu günümüz Türkçesine çevirirsek; Kendinize iyilik edin. Kendinize bir iyilik yapın deniliyor. Kendinize iyilik etmek istemez misiniz deniliyor. Onun için; Allah rızası için yapılmış her tür şey, kişinin bir başkasına değil doğrudan kendisine yaptığı bir iyiliktir. Böyle görmesi gerekiyor. Çünkü Allah onu kat kat ödüllendirecektir. Bundan hiç kuşkusu olmaması gerekiyor, bundan kuşkusu olan bir insan, gereği gibi iman etmemiş bir insandır. Çünkü garantisini Allah vermektedir. Allah kendi adına yapılan her türlü hayrı, her türlü ibadeti hiç eksiksiz ödüllendireceğini vaat ediyorsa bunun kesinlikle olacağına iman etmek, imanın olmazsa olmaz bir parçasıdır.

111 - Ve kalu ley yedhulel cennete illa men kane huden ev nesar* tilke emaniyyühüm* kul hatu bürhaneküm in küntüm sadikıyn

Bir de "Yahudi ve Hıristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek" dediler. Bu onların kendi kuruntularıdır. Sen de onlara de ki; "Eğer doğru iseniz, haydi bakalım getirin delilinizi." (elmalı)

Dediler ki: "Yahudi veya Hristiyan olanlardan başkası cennete girmeyecek!"... Bu onların kuruntularıdır! De ki: "Eğer doğru söylüyorsanız delilinizi koyun ortaya!". (A.Hulusi)

Ve kalu ley yedhulel cennete illa men kane huden ev nesara

Söz bir başka noktaya getirildi. Ama aslında yukarıyla bağlantısı, doğrudan bağlantısı var. Lakin Kur’an ın metaforik anlatımı işte burada kendini gösteriyor. Kur’an müthiş bir belagate sahip. Onun için insanın bakışını, gözünü ve gönlünü aynı anda derinliğine, yatayına, dikeyine, ahirete, dünyaya, geçmişe, bu güne, geleceğe çevirir. Ve insanın tabir caiz ise başını döndürür. İşte bu müthiş belagati burada da görüyoruz. Ve kalu ley yedhulel cennete illa men kane huden ev nesara Onlar şöyle bir iddiada bulundular, dediler ki; Yahudi ve Hıristiyan olandan başka hiç kimse cennete giremeyecek dediler. Tabii bunu Yahudiler kendileri için, Hıristiyanlar da kendileri için dediler. Yani Yahudiler; Yahudilerden başkası cennete giremeyecek, ebedi mutluluğu yakalayamayacak, Hıristiyanlar da Hıristiyan olanlardan başkası ebedi mutluluktan mahrum kalacak diye bir iddiada bulundular.

tilke emaniyyühüm Kur’an cevap veriyor; Bu onların kuruntusu. Bu onların hüsn-ü kuruntusudur.

Ünniyye kuruntu anlamına gelir. Ünniyye, ütopya anlamına da gelir. Olmayan şey, düş ülke manasına gelir biliyorsunuz ütopya. Ünniyye budur. Onların hüsn-ü kuruntusu.

kul hatu bürhaneküm in küntüm sadikıyn Eğer bu iddianızda doğru iseniz, bu iddianızda samimi iseniz, haydi ispatlayın bakalım. Getirin delilinizi de ispat edin diyor Kur’an.

Bu herkes için geçerli sevgili dostlar. Bu ayetin kapsam alanına sadece Yahudiler ve Hıristiyanlar girmiyor. Bir zümreye mensup olduğundan dolayı, sırf o zümrenin içinde bulunduğundan dolayı cennetlik kabul ediyor ve o zümreye mensup olmadığından dolayı da herkesi süpürüp cehenneme dolduruyorsa bu mantık işte bu mantığın aynısıdır. Bu türden her mantığı mahkum ediyor. Çünkü salt mensubiyet ebedi kurtuluşun garantisi değildir. Bu kendisini Müslüman sayan için de geçerlidir. Salt kendisini İslam’a mensup saydığı için ebedi kurtuluşa nail olduğu garantisine kapılmış insan, O da aynı kategoriye girer. Çünkü kurtuluşun ölçüsü; Bir levhanın altında bulunmak, bir topluluğa mensup olmak değildir. Kurtuluşun ölçüsü kişinin yaşantısı, tercihi, daha önceden yapıp edip gönderdikleri, inancı ve o inancına göre yaşadığı hayattır. Ki bir üstteki ayette bunu görmüştük değil mi, ve ma tükaddimu li füsiküm kendiniz için neyi göndermişseniz, kendiniz için yaptığınız şeylerdir belirleyen. Ebedi hayatta nerede olacağınızı belirleyen ölçü, dünyada iken hangi topluma mensup olduğunuz değil, ne yaptığınız, nasıl inandığınız, nasıl yaşadığınızdır.

112 - Bela men esleme vechehu lillahi ve hüve muhsinün fe lehu ecruhu ınde rabbihı ve la havvfün aleyhim ve la hüm yahzenun

Hayır, hayır! Kim özü iyilik dolu olarak yüzünü Allah'a tertemiz döndürür ve teslim ederse, işte onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değiller.(elmalı)

Hayır (olay onların kuruntuladığı gibi değil)!.. Kim (vechinin) hakikatinin Allâh (Esmâ'sının açığa çıkışı) için olduğunu hissederse, işte onun mükâfatı Rabbindendir (hakikatindendir). Onlara ne korku vardır ne de hüzün verecek bir şey! (A.Hulusi)

Bela İşte buna tam cevap bu ayette geliyor. Aksine, hayır hayır durum böyle değil, men esleme vechehu lillahi ve hüve muhsinün Kim Allah’ı görüyormuş gibi, görüyormuş gibi inandığı Allah’a bütün varlığı ile teslim olursa ve hüve muhsinün oradaki vav, vav ı haliyedir. Muhsin olduğu halde. Muhsin’i ben peygamberin tefsiri ile tefsir ettim. İhsan nedir diye sorulduğunda peygamber;

- Allah’ı görüyormuş gibi ona inanmandır. Diyordu ya?

Evet, Allah’ı görüyormuş gibi inanmak. İşte ben de peygamberin tefsiri ile tefsir ettiğim için, görüyormuş gibi inandığı Allah’a, kim bütün varlığı ile teslim olursa, varlığını adarsa;

fe lehu ecruhu ınde rabbihı Rabbi katında onun karşılığını bulacaktır. Alacaktır.

ve la havvfün aleyhim Peki bu karşılık nasıl tezahür edecektir? İşte şurada geliyor; ve la havvfün aleyhim Gelecek endişesi olmayacak o kimse için, Allah’ı, görüyormuş gibi inandığı Allah’a bütün varlığını teslim eden bir insan için gelecek kaygısı olmayacak. ve la havvfün aleyhim Havf sadece gelecek için kullanılır. ve la hüm yahzenun Geçmişte yaptıklarından dolayı da üzüntü duymayacak.

Evet, yeterince açık ayet. Mutluluk garantisi veriyor. Gelecekten kaygı ve endişe duymamak, geçmişte yaptıklarından da üzüntüye kapılmamak, üzüntü duymamak.

Bu nasıl olacak? Allah’ın gönderdiği kelâma, mesaja uyan, varlığını Allah’a teslim eden, yani özetle hayatını Allah’ın emirlerine göre belirleyen, Allah’ın kelâmına, mesajına göre bir ömür yaşayan insan elbette ki üzülecek şey yapmayacak. Çünkü Allah, sonunda üzüleceği bir şeyi yasaklayacak ona. Yapınca sonuçta üzüleceği ve pişman olacağı her şeyi yasaklayacak ve yapınca sonunda sevineceği ve kaygı duymayacağı her şeyi de emredecek. Onun için ve la havvfün aleyhim ve la hüm yahzenun o gelecekten kaygı duymayacak, geçmişte yaptıklarından da üzüntüye kapılmayacak.

113 - Ve kaletil yehudü leysetin nesar ala şey'iv ve kaletin nesara leysetil yehudü ala şey'iv ve hüm yetlunel kitab* kezalike kalellezıne la ya'lemune misle kavlihim* fallahü yahkümü beynehüm yevmel kıyameti fıma kanu fıhi yahtelifun

Yahudiler dediler ki, "Hıristiyanlar bir şey üzerinde değiller", Hıristiyanlar da "Yahudiler bir şey üzerinde değiller" dediler. Oysa hepsi de kitabı okuyorlar. Hiçbir bilgisi olmayanlar da öyle onların dedikleri gibi dediler. İşte bundan dolayı Allah, ihtilafa düştükleri bu gibi şeylerde, kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.(elmalı)
Yahudiler, "Nasraniler boş şeylerle uğraşıyor"; Nasraniler de, "Yahudiler boş şeylerle uğraşıyorlar" dediler. Bunlar Kitabı (inzâl olmuş bilgiyi) okurlar güya! O bilgiyi okumamış olanlar da zaten onların dediğini söyler!.. İhtilaf ettikleri konuda Allâh, kıyamet sürecinde hükmünü açıklayacaktır. (A.Hulusi)

Ve kaletil yehudü leysetin nesar ala şey'iv Yahudiler dediler ki, Hıristiyanlar bir inanç temelinden yoksundurlar.

ve kaletin nesara leysetil yehudü ala şey'iv Hıristiyanlar da dediler ki, Yahudiler bir inanç temelinden yoksundurlar.

ve hüm yetlunel kitab Üstelik, bunu söyleyenler kim biliyor musunuz? Cahil cühela da değil, kitabı okuyan kimseler. Yani daha önce kendilerine gönderilen mesajı bilen, mesajın geldiğini bilen, daha önce kendilerine hakikatin geldiğini bilen insanlar böyle konuşacaklar.

Burada, bu ayette özellikle bu son cümle anlamın mihferini oluşturuyor. Kitabı okumak. Tevrat’ı ve İncil’i de diyebilirdik. Ama öncelikle Kur’an da kitap kelimesi daima Allah’ın gönderdiği hakikat anlamına gelir. Bu anlamına öncelik vermek lazımdır. Lakin biz literal anlamıyla düşündüğümüz de her Hıristiyan Bugün İncil olarak, elinde bulundurduğu İncil’in beraberinde Tevrat’ı da bulundurur. Çünkü tüm İncillerin içinde Ahd-i atik yer alır. Bugün gidip bir Hıristiyan’a okuduğun incili ver diye bir istekte bulunun, size uzattığı kitabın birinci bölümü Tevrat’tır. İsrail oğulları peygamberlerine gelen 39 kitap orada vardır. İnciller, dört kanolik İnciller onun arkasına eklenmiştir. Tüm Hıristiyanlar istisnasız Tevrat’ı da kendilerine indirilmiş bir kitap olarak kabul ederler.

Ama bundan daha öte şöyle bir şey sorabiliriz. Peki Yahudi ve Hıristiyanlar birbirleri hakkında aslında doğruyu söylemiyorlar mı? Yani bir inanç temelinden yoksun değiller mi? Değil, doğruyu söylemiyorlar. Aslında onların ikisi de bir inanç temeline dayanıyorlar. Yani temelde Allah’ın indirdiği vahye dayanıyorlar. Lakin çarpıtmışlar, tahrif etmişler.

Ve bununla şöyle söyleniyor da olabilir. Bu ayeti şöyle tefsir etmek mümkün; Yahudiler Hıristiyanları sapık bir Yahudi mezhebi olarak görürler. Yahudilerin Hıristiyanlığa bakışı budur. Yahudileri gözünde Hz. İsa kendi içlerinden çıkmış yalancı bir peygamberdir. Tabii ki haşa..! Yani Yahudiler böyle bakarlar. Yahudilerin bu bakışı elbette ki doğru değil, yanlış bir bakış. Onun için suçlamaları da yanlış ve Kur’an bu suçlamayı reddediyor. Çünkü Hz. İsa gerçekten Allah’ın peygamberi, gerçekten Hz. İsa’nın getirdiği mesaj da Allah’tan gelmiş bir mesaj.

Peki Hıristiyanların Yahudiler için söylediği şey ne ki onu da Kur’an reddediyor; O da şu; Hıristiyanlar da Yahudileri Hz. İsa’nın Katili olarak görürler. Bu da yanlış. Bu da doğru değil. Çünkü Hz. İsa’yı onlar öldürdü diye biliyorlar ama gerçekte öldürmediler. Öldüremediler ya da. Ama nihayetinde, sonuçta Hz. İsa Yahudilerin eli ile ölmedi. İşte bunlar da yanlış bir yerden tutuyorlar. Onun için ikisinin de yanlışını yüzlerine vuruyor Kur’an. Devam ediyoruz;

kezalike kalellezıne la ya'lemune misle kavlihim Yine hiçbir şey bilmeyen cahillerde tuttular onların dediklerinin aynısını dediler. Yani ileri gelenler, alimler, kitap okuyanlar, okumuş yazmış sınıf birbirlerini böyle suçlayınca herhalde cahil kitleler birbirlerini nelerle suçlamaz ki! İşte o söylenmek isteniyor. Onlar da bu sefer kayıkçı kavgası gibi birbirlerini olmadık şeylerle suçlamaya başladılar. Alimleri böyle yaparsa cahilleri neler yapmaz.

fallahü yahkümü beynehüm yevmel kıyameti fıma kanu fıhi yahtelifun Hiç kuşkunuz olmasın ki Allah onların üzerlerinde anlaşmadıkları bütün şeyler hakkında kıyamet günü hükmünü verecektir. Son sözü söyleyecektir.

Burada Kıyamet sözcüğü var. Kıyametin ne olduğunu biliyoruz. Ancak burada ki geçen kıyametin dünyevi bir kıyamet olarak yorumlanması mümkün bana göre. Ki kıyametin dünyevi olarak kullanıldığı yerler de var. Örneğin bir hadiste kıyamet; dünyevi, sosyal bir çöküş, toplumsal bir bozulma ve kokuşma olarak ta kullanılır ki, bu Buhari hadisidir. Ünlü bir hadis. Sasani imparatorluğunun ve Bizans İmparatorluğunun miladi 7. yy. daki çöküşünü peygamberimiz sahabeye anlatırken kıyamet olarak naklediyor Buhari’de geçen bir hadiste. Bendeniz buradaki kıyameti de ahiret kıyametinden daha fazla, İsrail oğullarının, Yahudilerin sosyal çöküşü, toplumsal bitişi olarak değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Neden?

Ayet hiç kuşkusuz; Bu Kur’an İsrail oğullarına tartıştıkları şeylerin pek çoğunu açıklamaktadır. Ayeti ile örtüşüyor. Bu okuduğum ayet Necm suresinin 76. ayetidir. (Bu ayet necm değil Neml suresidir.)

İnne hazel kur'ane yekussu ala benı israıle ekserallezı hüm fıhi yahtelifun (Neml/76)


Hiç kuşkusuz bu kuran İsrail oğullarına tartıştıkları şeylerin pek çoğunu açıklamaktadır. Manasına. Neml suresinin 76. ayeti. O halde Allah onların tartıştıkları bir çok şey hakkındaki hükmü Kur’an ile vermiştir. Yani onlar hakkındaki hüküm, Kur’an da vardır. Kur’an ın işte bu ayetleri aslında onlar hakkında verilmiş birer hükümdür. Bu manada bendeniz Kur’an ı Allah’ın onların tartıştığı şeyler konusunda bir hükmü olarak görüyorum. Ve zaten Yahudilere ve Hıristiyanlara da, Kur’an a davet ederek eğer üzerinde tartıştığınız şeyler konusunda Allah’ın bakışını öğrenmek istiyorsanız, hükmünü öğrenmek istiyorsanız, ne dediğini bilmek istiyorsanız Kur’an a baş vurun manası çıkar. Zaten eğer bu mana verilmeyecek, bu mana çıkmayacaksa onları Kur’an a davet etmenin anlamı nedir.

Kur’an birbirine kan davası gibi ebediyen düşman olan bu iki dini zümrenin düşmanlığını; Gelin sizin düşmanlıklarınızın geçersiz olduğunu ban söyleyeceğim diyor adeta. Yani sizin birbirinize olan kininiz ancak Kur’an a teslim olursanız diner denilmek isteniyor.

114 - Ve men azlemü mimmem menea mesacidellahi ey yüzkera fıhesmühu ve sea fı harabiha* ülaike ma kane lehüm ey yedhuluha illa haifın* lehüm fid dünya hızyüv ve lehüm fil ahırati azabün azıym

Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın isminin anılmasından meneden ve onların harap olmalarına çalışan kimselerden daha zâlim kim olabilir! İşte bunlar, oralara korka korka girmekten başka bir şey yapmazlar. Bunlara dünyada perişanlık, ahirette de büyük bir azap vardır. (elmalı)

İnsanları (Esmâ hakikatleri indînde kişinin "yok"luğunu yaşaması olan) secde mahallerinde Allâh zikrinden (ben yokum sadece Allâh var demekten); (sen de varsın diyerek) alıkoyandan ve onların (saf kalplerin, benliğini ilâh yaparak) harap olmasına çalışandan daha zâlim kim olabilir? Böyleleri oralara korka korka girmelidir. Onlar dünya yaşamında rezil olurlar (hakikati bilenler indînde)... Sonsuz gelecek süreçlerinde ise feci bir azap beklemektedir onları. (A.Hulusi)

Ve men azlemü mimmem menea mesacidellahi ey yüzkera fıhesmühu ve sea fı harabiha

Kur’an sözü bir başka alana getirdi. Sanki ilgisi, yokmuş gibi duruyor ama, yukarı ile çok ilginç bağlantısı var bu ayetin.

Allah’ın mabetlerinden meneden, Allah’ın mabetlerine girmeyi yasaklayan ve orada Allah’ın ismini anmaktan meneden ve orayı harap eden kimseden daha zalim kim vardır.

ülaike ma kane lehüm ey yedhuluha illa haifın Bu tiplere Allah’tan korka korka girmek dışında oraya girmek yaraşmaz. Allah’tan korka korka girmek dışında hiçbir duygu ile Allah’ın mabetlerine bu tipler girmemeliler.

Mana açık. Burada mesacidellah geçiyor. Allah’ın mabetleri. Mesacidellah sadece Müslümanların içinde ibadet ettiği bu ümmete özgü ibadethaneler değil, Geneldir, umumidir. Hıristiyanların kilisesi, Yahudilerin Havraları da Allah’ın mescitleri kavramının kapsam alanı içindedir. Çünkü bu ayetin sebebi nüzulü olarak gösterilen, ki sebebi nüzul ilada ayetin inişinden hemen önce yaşanmış olması gerekmiyor. Sebebi nüzul bahsi ayetin açıklanmasında anlam alanına giren her olay sebebi nüzul bahsine girer.

Bu ayetin sebebi nüzulü olarak müfessirlerin aktardığı olay Kudüs’ün tahribidir. Özellikle Hıristiyanlar ve Yahudiler arasındaki bu bitmez kin yüzünden Kudüs Hıristiyanlar tarafından tahrip edilmiştir. 326 yılında Hıristiyanlığı, Roma’nın resmi dini olarak benimseyen Constantin’in annesi Helena Hz. Süleyman’ın yaptırdığı ve Müslümanlar tarafından da bir peygamber olarak inanılan, iman edilen Hz. Süleyman’ın yaptırdığı o kutsal mabedi Hıristiyanlar, sırf Yahudilere olan kinlerinden dolayı mezbelelik, çöplük haline getirmişlerdi. Hz. Ömer Kudüs’ü alınca o çöplüğü temizletti ve oraya bugün de ayakta duran Ömer Camiini yani orayı yine asli fonksiyonunu kazandıracak bir mabede dönüştürdü.

Müslümanlar bu ayetin hükmü ile hep amel etmişlerdir. Onun için Kufe, Kahire, Bağdat gibi birçok şehir ilk defa Müslümanlar eliyle ordugah olarak kuruldu. Önce İslam ordusu orada kamp yaptı, ondan sonra kent haline dönüştü. Ama bu şehirlerde bugün kiliselerde ve havralarda var. Bu kiliseler ve havralar daha önceden kalmamıştı çünkü o kent Müslümanlar eliyle yapılmıştı. Müslümanların mabetlere olan hoş görüsünü bundan daha güzel ifade eden bir delil bulamayız.

lehüm fid dünya hızyüv Allah’ın mabetlerine karşı böyle davrananlar, Allah’ı zikretmeyi, Allah’a ibadet etmeyi yasaklayan mabetlerin kapılarına kilit vurup mabetleri ibadet dışında bir işe hasreden, ibadet dışında bir başka şeye açan kimsenin uğrayacağı şey lehüm fid dünya hızyüv Dünyada rezillik ve kepazeliktir. Kim Allah’a ibadet edilen bir mabedi, ibadet dışında bir şeye tahsis ederse Allah ona beddua ediyor. O dünya da rezil ve kepaze olsun diyor.

ve lehüm fil ahırati azabün azıym Ahirette de onun için korkunç bir azap vardır.

Bu ayetin tefsirinde hızyüv kelimesinin tefsirinde baktım, Hicri 1. yy. sonunda yaşamış olan Süddî isimli müfessir, onların dünyada uğrayacağı alçaklık, İstanbul’un fethidir yazıyor. Taberi de geçiyor. Çok ilgimi çekti Hicri 1. yy. da bir müfessir ta o günden İstanbul’un fethini, onların Süleyman mabedine yaptıkları bu çirkin davranıştan dolayı uğrayacakları alçaklık olarak nitelendirmiş ve böyle tefsir etmiş. İlginçtir.

115 - Ve lillahil meşriku vel mağribü fe eynema tüvellu fe semme vechüllah* innallahe vasiun alım

Bununla beraber, doğu da Allah'ın, batı da Allah'ındır. Artık nereye dönerseniz dönün, orası Allah'a çıkar. Şüphe yok ki, Allah(ın rahmeti) geniştir, O, her şeyi bilendir. (elmalı)

Maşrik de (doğu veya doğuş mahallî) mağrip de (batı veya batış - kayboluş - ölüm) Allâh'a aittir! Ne yana dönersen Vechullah karşındadır (Allâh Esmâ'sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın)! Muhakkak ki Allâh tüm varlığı kapsar ve ilim sahibidir. (A.Hulusi)

Ve lillahil meşriku vel mağribü fe eynema tüvellu fe semme vechüllah Batı da Allah’ındır, doğu da Allah’ındır. Nereye yönelirseniz yönelin Allah’ın yönü orasıdır. innallahe vasiun alım Allah sınırsızdır ve bilgisi de sınırsızdır. Sonsuz bilgi sahibidir.

Yeryüzü müminlere mescit kılınmıştır. Bu ayetin söylemek istediği gerçek budur. Yönler izafidir diyor ayet. Yerleri birer logo olarak kullanmayın diyor. Yönleri Allah’a karşı kullanmayın, her yön Allah’ındır diyor. Kutsal yön yoktur diyor Kur’an. Onun için de yönleri parselleyip de birbirinize karşı ya da Allah’a karşı kullanmayın diyor. fe eynema tüvellu fe semme vechüllah..

Bakara suresinin 150. ayeti bu ayeti neshettiği söylenir. Gerçekte böyle bir nesh yoktur. fevelli vecheke şatral mescidil haram o halde yüzünü mescit’i harama çevir ayetinin bu ayeti neshettiği söz konusu değil, çünkü bu ayet Kudüs’e yönelmeyi emretmiyor, bu ayette böyle bir şey yok. Nereye dönersen dön diyor. Allah’ın yönü orasıdır diyor. Bu ayetin neshettiği şey, yönü put haline getirmektir. Yönleri kutsamaktır. Bu ayet aslında şunu nesh ediyor; Allah’a ibadeti belli bir mekana hasretmeyi nesh ediyor.

Ey müminler yeryüzü mescit kılındı. Siz dini, içinizden belli bir zümreye hasredip indirgemecilik yapmayın. İbadeti yılların ve haftaların bazı günlerine hasrederek hayatınızı ibadetten soyutlamayın. İbadeti yine sadece belli mekanlara hasrederek öbür mekanlarda sanki ibadet yapılmazmış gibi bir şeye kapılmayın. Yani indirgemecilik yapmayın. Dini öğrenmek sadece bir zümrenin işi değil, tüm o dine inananların işidir. İbadet edilmek sadece belli mekanlara has değil, tüm yeryüzünde ibadet edilir. İbadet etmek için sadece belli anlar değil tün anlarda Allah’a ibadet edebilirsiniz. Diye burada muhteşem bir yeni bakış açısı getiriliyor bu ayette.

116 - Ve kalüttehazellahü veleden sübhaneh* bel lehu ma fis semavati vel ard* küllül lehu kanitün

O zalimler, "Allah kendisine çocuk edindi." dediler. Hâşâ, O sübhândır. Doğrusu, göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Hepsi O'na boyun eğmiştir. (elmalı)

Dediler ki: "Allâh oğul edindi!" SubhaneHÛ! Bilakis, semâlar ve arzda ne varsa O'na aittir ve her şey (kanitun) O'nun hükmünü yerine getiricidir! (A.Hulusi)

Ve kalüttehazellahü veleden sübhaneh Dediler ki bir de Allah oğul edindi. Haşa..! Bu nasıl söz, Allah aşkın bir hakikattir. Bundan münezzehtir. bel lehu ma fis semavati vel ard Bilakis, aksine gökler de yer de O’na aittir. Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah nasıl doğurur ya da doğrulur. Oğlu ya da Annesi babası olabilir ki haşa…! Gökleri ve yeri O var etti. Gökleri ve yeri var eden, hem de yoktan var eden, eşsiz bir biçimde var eden Allah, nasıl bir başkasına baba veya bir ana, veya bir evlat olabilir ki..!

Allah sebepten münezzehtir. İnsan, mahlukat bir sebebe mebni olarak düşünülür. Bir müsebbibin sebebidir. Ancak Allah’ın bir müsebbibi yoktur ki..! Allah kendiliğinden vardır, bizatihi vardır, sonsuz ve sınırsızca vardır. Ki yukarıda vasiun alım denilmişti. Sınırsızdır denilmişti.

Niçin bu ayette böyle bir konu ile yukarıdaki konu birleştirildi diye sorarsanız, hemen buna verilecek cevabımız Allah’a bir yön izafe etmekle Allah’a oğul izafe etmenin temelde mantığı aynıdır demeye getiriliyor burada. Yani Allah’ı eşyalaştırmayın, Allah’ı içkinleştirmeyin, her ne ki aklınıza geliyor, Allah o değildir. Allah’ı, Zatını kavrayamazsınız, aklınızın kapasitesi buna yetmez. O aşkın bir varlıktır. Aşkın bir varlığı içkin bir varlık halinde tasavvur etmeyin demektir bu.

bel lehu ma fis semavati vel ard küllül lehu kanitün hepsi de Allah’a boyun eğmişlerdir.

117 - Bedıus semavati vel ard* ve iza kada emran fe innema yekulü lehu kün fe yekun

O, göklerin ve yerin yoktan var edicisidir ve O, bir işin olmasını murad edince, ona yalnızca "ol!" der, o da hemen oluverir.(elmalı)

Semâların ve arzın Bediy'dir (örneği benzeri olmadan icat edendir)... Bir işin olmasını dilerse "ol" der ve olur! (A.Hulusi)

Bedius semavati vel ard Allah göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bedi, örneksiz, öncesiz, hammaddesiz yapmaya denilir. Yani halk hammaddeden yaratmaktır. Halık, önce var olan maddelerden olmayan bir şeyi yaratmaya denilir. Ama Bedii, halk’tan daha özgündür, daha özeldir. Bedii, hiç yoktan var etmek, örneksiz var etmek, öncesiz var etmek ve eşsiz yaratmak anlamına gelir.

ve iza kada emran fe innema yekulü lehu kün fe yekun Eğer bir iş gerçekleşeceği zaman işte o anda, O der ki ona “OL”, o da oluverir.

Buradaki Kün emri teklifi değildir. Teklifi emirler kelam ile olur. Bu Kün emri aslında eylemin söze dönüştürülmüşüdür. Çünkü biz insanlar şuurlu varlıklarız, bize emirler söz ile verilir. Buradaki emir aslında söz ile verilmemişti, tekvini bir emirdi. Yani fiil idi. Fiil insana anlatılan bir kitap içinde geçtiği için Allah, eşyanın fiili dilini bize anlatırken kavli dile çeviriyor. Sözlü dile çeviriyor. Onun için de Kün emri aslında fiili bir dildir. Tekvini bir dildi, bize anlatılan bir metin içinde geldiği için söze çevriliyor, sözlü dil oluyor.

118 Ve kalellezıne la ya'lemune lev la yükellimünellahü ev te'tına ayeh* kezalike kalellezıne min kablihim misle kavlihim* teşabehet kulubühüm* kad beyyennel ayati li kavmiy yukınun

Bilgiden nasibi olmayanlar da "Allah bizimle konuşsa ya, yahut bize de bir mucize gelse ya!" dediler. Bunlardan öncekiler de tıpkı böyle, bunların dedikleri gibi demişlerdi. Onların kalbleri birbirlerine benzedi. Gerçekten de yakîne ermek (hakikati bilmek) isteyen bir kavim için biz mucizeleri çok açık seçik gösterdik.(elmalı)

(Allâh ismiyle işaret edilen hakkında) bilgisizler (O'nu gökte bir tanrı sanıp) "Allâh bizimle konuşsaydı ya da bize bir mucize verseydi ya" dediler!.. Onlardan öncekiler de onlar gibi konuşmuşlardı. Bakış açıları birbirine benzemiş! (Ayna nöronların sonucu - aynı kafadan!)... Biz âyetlerimizi (gerçeğe işaret eden oluşumu), onları hakkıyla değerlendirmek isteyenlere apaçık gösterdik. (A.Hulusi)

Ve kalellezıne la ya'lemune lev la yükellimünellahü ev te'tına ayeh Bilmez, cahil kimseler dediler ki; “Allah bizimle konuşmalı değimliydi, ya da bize bir ayet, bir mucize gelmeli değil miydi” dediler. Onlar açıkça mucize istediler.

Yine Mekke’de öğreniyoruz ki biz Kur’an dan, Enam suresi 7. ayetinden; Müşrikler Hz. Peygamberden, gökten bir kitap indirmesini gözlerinin önünde istemişler ve onu kendilerine okumasını istemişler. Enam 7 de bunu istediklerini görüyoruz. İşte bunu istemelerini Allah, Yahudilerin yaptığı ile bir benzetme kurarak buyuruyor ki;

kezalike kalellezıne min kablihim misle kavlihim Daha öncekiler de tıpkı onların söylediği gibi söylemiş ve işte böyle, bunu istemişlerdi. Hani hatırlayacaksınız. Yahudileşen İsrail oğulları da Allah’ı açıkça görmek istemişlerdi.

Niçin bu benzetme yapılıyor? Çünkü bunu isteyenler iman etmek için istemiyorlar, bahane bulmak için istiyorlar. Onun için de hemen arkadan gelen ifade de şu;

teşabehet kulubühüm Kalpleri birbirine benzedi.

Ne demek bu? Duygu ve düşünceleri birbirine benzedi. Aslında daha önce kendilerine ilahi mesaj gönderilen Yahudileşen İsrail oğulları ve Hıristiyanların duygu ve düşünceleriyle müşriklerin duygu ve düşünceleri arasında fark yok deniliyor. Aynı duygu ve düşünceler, aynı eylemleri ortaya çıkarır. Aynı sözleri, aynı talepleri ortaya çıkarır.

kad beyyennel ayati li kavmiy yukınun gönlü yata yata delile dayanarak, zanna değil, taklide değil, tahkike dayanarak inanmak isteyenler için işte ayetlerimizi biz böyle detaylandırıyoruz, açıklıyoruz.

Buradaki ayetler öncelikle mucizeye ya da kevni ayetlere delalet eder, daha sonra Kur’an ayetine delalet eder.

119 - İnna erselnake bil hakkı beşırav ve nezirav ve la tüs'elü an ashabil cehıym

Şüphe yok ki, Biz seni hak ile rahmetimizin müjdecisi ve azabımızın habercisi olarak gönderdik. Sen, o cehennemliklerden sorumlu değilsin.(elmalı)

Gerçek ki Biz, seni, müjdelemen ve uyarman için HAK olarak irsâl ettik.. Cehennem ehli senden sorulmaz. (A. Hulusi)

İnna erselnake bil hakkı beşırav ve nezirav Hiç kuşkunuz biz seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile yolladık. Yani senin getirdiğin mesaj, gerçeğin mesajıydı ve sen bu mesajı müjdelemek ve uyarmak için getirdin. Bu mesaja uyarsanız ebedi mutlulukla müjdeliyorum, eğer uymazsanız akıbetiniz fena olur diye söyle, bu senin görevindir. Sen sorumluluğunu işte böyle yerine getirmiş olursun.

ve la tüs'elü an ashabil cehıym Bundan ötesinden sen sorumlu değilsin. Ateşe kendisini mahkum eden kimselerden sen sorumlu değilsin. Sen vazifeni yapmak istiyorsan, sana indirilen mesajı insanlara ulaştır, ve de ki buna sarılırsanız ebedi mutluluğu bulursunuz, yok terk ederseniz akıbetiniz fena olur de. Gerisinden seni sorumlu tutmayacağız.

120 - Ve len terda ankel yehudü ve len nesara hatta tettebia milletehüm* kul inne hüdellahi hüvel hüda* ve leinitteba'te ehvaehüm ba'dellezı caeke minel ılmi ma leke minallahi miv veliyyiv ve la nasıyr

Sen onların milletlerine tabi olmadıkça ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden asla hoşnut ve razı olmayacaklar. De ki, gerçekten de Allah'ın hidayeti, hidayetin ta kendisidir. Şânım hakkı için, sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra, kalkıp da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, sana Allah'tan ne bir dost bulunur, ne de bir yardımcı.(elmalı)
Onların din anlayışlarına tâbi olmadıkça ne Yahudiler ne de Nasara senden asla razı olmazlar. De ki: "Allâh hidâyeti rehberliğin ta kendisidir (insanlar hidâyet edemez Allâh hidâyet etmedikçe)"... Onların hayal veya kuruntularına tâbi olursan sana gelen ilimden sonra, Allâh'tan sana ne bir velî ne de yardım ulaşır. (A.Hulusi)

Ve len terda ankel yehudü ve len nesara hatta tettebia milletehüm Yahudiler ve Hıristiyanlar sen onların inanç sistemini benimsemedikçe senden razı olmayacaklar.

Millet burada inanç sistemi anlamına gelir. Millete İbrahim, İbrahim’in inandığı inanç sistemi demektir. Türkçe de bugün kullandığımız Türk milleti, Kürt milleti, Arap milleti gibi deyimler temelden yanlıştır. Ulus yerine millet kullanılamaz.

Millet bir inanca inanan kitlenin bütününe verilen isimdir. Onun için küfür milleti denilir, İslam milleti denilir. Ama Arap milleti denilemez. Türk milleti denilemez. Ulusu denilir, kavmi denilir. Onun için burada da bir inanca inanan insanların bütünü kastedilmiştir.

kul inne hüdellahi hüvel hüda De ki, gerçek rehberlik, işte gerçek rehberlik, sadece Allah’ın rehberliğidir. Yani falancanın ya da filancanın rehberliğine önderliğine uymayın, Allah’ın rehberliğine uyun. Eğer Allah’ın rehberliğine uymak isterseniz o zaman İbrahim’in, Musa’nın, İsa’nın ve Muhammed’in getirdiğinin de Allah’tan olduğunu bilmeniz lazım, onlara iman etmeniz lazım. Niçin Allah’ın rehberliğine uymuyorsunuz, onu terk edipte kendi nefsinizin öz benliğinizin rehberliğine uyuyorsunuz.

ve leinitteba'te ehvaehüm ba'dellezı caeke minel ılmi sana ilim geldikten sonra, sana hakikat bildirildikten sonra onların hevalarına arzularına, zanlarına uyarsan;

ma leke minallahi miv veliyyiv ve la nasıyr Allah’tan sana ne bir yar ne de bir yardımcı var. Yani Allah sana ne yar olur, ne de yardımcı olur.

121 - Ellezıne ateynahümül kitabe yetlunehu hakka tilavetih* ülaike yü'minune bih* ve mey yekfür bihı fe ülaike hümül hasirun

Kendilerine kitabı verdiğimiz ehliyetli kimseler onu, tilavetinin hakkını vererek okurlar. İşte onlar, ona iman ederler. Her kim de onu inkâr ederse, işte o inkârcılar hüsran içindedirler.(elmalı)

Kendilerine Kitap (Sünnetullah bilgisi) verilmiş olanlar onu hakkıyla okuyup değerlendirirler... İşte bunlar Ona iman edenlerdir. Her kim de Onu inkâr ederse, hüsrana uğrayanlardan olur (hakikatini inkâr ettiği için). (A.Hulusi)

Ellezıne ateynahümül kitabe yetlunehu hakka tilavetih Kendilerine daha önceki mesajı gönderdiğimiz kimseler onu Ellezıne ateynahümül kitabe yetlunehu hakka tilavetih ülaike yü'minune bih ve onu hakkıyla okuyan kimseler.

Hakkıyla okumak; Ezbere okumak, manasını bilmeden okumak değil. Bunu peygamber şöyle tefsir ediyor. Yettebiune hakka ittibai O’na hakkıyla uyanlar, onu hayatına aktaranlar biçiminde. Yani kendilerine daha önce mesaj gönderip de onu hayatına hakkıyla uygulayanlar, onu anlayarak, düşünerek, yaşayarak okuyup öğrenip hayata aktaranlar ülaike yü'minune bih işte gerçekten ona inanan kimselerdir. Yani bunu yapmıyorsa ona da inanmıyor gerçekten demektir.

ve mey yekfür bihı fe ülaike hümül hasirun Eğer bunu yapmıyorsa, yani onu gerçekten hakkıyla okumuyor, üzerinde durmuyor, tefekkür etmiyor, düşünmüyor ve hayata uygulamıyorsa onu inkar etmiş demektir.

ve mey yekfür bihı Kim de onu inkar ederse fe ülaike hümül hasirun o sonuçta kaybedenlerden, zarar edenlerden olacaktır.

122 - Ya benı israılezküru nı'metiyelletı en'amtü aleyküm ve ennı faddaltüküm alel alemın

Ey İsrail oğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve sizi vaktiyle âlemdeki ümmetlere üstün tuttuğumu hatırlayın! (elmalı)

Ey İsrailoğulları, in'amda bulunduğum nimetimi (hakikatinizi bildirmemi) ve bununla sizi çeşitli toplumlara üstün kılmamı hatırlayın. (A.Hulusi)

Bu ayet daha önce de 47. ayetin aynısıydı. Ey İsrail oğulları hani hatırlayın size verdiğim nimeti ki, sizi insanlığın içerisinden seçmiş, tüm insanlığın üzerine vahyi taşıyıcı olarak seçmiştim. Size bu nimeti vermiştim. Vahyi taşıma nimetini vermiştim.

123 - Vetteku yevmel la teczı nefsün an nefsin şey'ev ve la yukbelü minha adlüv ve la tenfeuha şefatüv ve la hüm yünsarun

Ve öyle bir günden sakının ki, o gün kimse, kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez ve ona şefaat de fayda vermez, hiçbir taraftan yardım da görmezler. (elmalı)

Ve korunun o süreçten ki, hiçbir nefs bir başkası için bir şey ödeyerek onu kurtaramaz. Ondan bir fidye (kurtuluş bedeli) kabul edilmez; ona şefaat fayda vermez ve dahi yardım edilemez! (A.Hulusi)

Vetteku yevmel la teczı nefsün an nefsin şey'ev öyle bir günden korkun ki; Hiçbir kimse hiçbir kimseden bir şeyi kaldıramaz. Yani hiç kimse hiç kimseye o gün fayda etmez.

ve la yukbelü minha adlüv kimseden o gün fidye kabul edilmez. Kurtarma akçesi kabul edilmez.

ve la tenfeuha şefatüv ve o gün kimsenin şefaati kimseye fayda vermez.

ve la hüm yünsarun ve kimseye de o gün yardım edilmez.

İşte bu ayeti kerime de, daha önce 48. ayette aynen geçmişti. Orada tefsirini yapmıştık. Burada bu ayetin gelmesi bir tekrar değildir. Kur’an da tekrar vardır, lakin hiçbir tekrar bağlam açısından aynı manayı taşımaz. Orada 47. ve 48. ayetlerde bunların gelmesi;

- Ey İsrail oğulları siz de hepiniz insanlar gibi Adem’in çocuklarısınız, Havva’nın çocuklarısınız. O halde niçin üstünlük taslıyorsunuz, Allah size niçin özel davransın ahirette. Demekti, Burada ise;

- Ey İsrail oğulları siz inanmıyorsunuz inanmamanıza gerekçe olarak ta İbrahim’i gösteriyorsunuz daha önce. Oysaki İbrahim’i gösteriyorsunuz lakin İbrahim’in getirdiği mesajı getiren Muhammed’e uymuyorsunuz. Onun bir devamı olan, Onu kendisine örnek edinen ve İbrahim’in yolunu takip eden Muhammed’i reddediyorsunuz anlamına gelir.

“Ve ahiru davana velil hamdülillahi rabbil alemiyn”